Geliyorum
diyen Faşizm
12 Eylül 1980
sabahından bu yana fiili olmasa da postmodern çağlara yaraşır bir şekilde sanal
bir iktidar keyfi süren milliyetçi konnumlanış, bugün sokaktaki her 5 insandan
1'inin de oyunu almış olmanın 'fiilliğiyle' dişlerini çıkarmaya başlamış ve
kafatasçı, değişmeyen yapısıını ortaya koymaya başlamıştır.
"Milli Güvenlik
Kurulu'nun 1 no'lu bildirisi: Yüce Türk Milleti! Kahraman Türk Ordusu idareyi
ele almıştır" anonsunun ve ardından Hasan Mutlucan'ın davudi sesiyle
seslendirdiği kahramanlık türkülerinin Türkiye'sinin üzerinden 19 sene
geçmesine rağmen faşist koorparatizmin toplum hayatında açtığı derin yaraların
izleri silin(e)medi; aksine bu izler daha da derinleştirilerek , onların kalıcı
olması sağlandı. Bunun sonucunda 1980'den 1983'e emekli bir amiral olan ve
tarihimizin de en beceriksiz adamlarından biri olma becerisini gösteren Bülent
Ulusu'nun başbakanlık ettiği hükümetin faşist valileri, belediye başkanları,
bakanları, ardından 83'ün sonundan 90'ların başına değin dört eğilimi
birleştirdiğini söyleyen
ve Turgut Özal'ın karizmatik siyaseti ve neo-liberalizmi aslanlar gibi
uygulaması ve yeni bir lümpen-burjuvazi yaratmasıyla ANAP, ardındansa ANAP'ın
aşırı bozduğu gelir dağılımından memnun olmayan memur, işçi, köylü ve küçük esnaf'ın
oylarını alarak iktidara gelen Süleyman Demirel'in DYP'si, faşist kökenli ,
diğer bir deyişle eski MHP'lileri (Sözgelimi DYP için yine eski bir katil olan
Yaşar Dedelek'i ve Deniz'i asan Baki Tuğ'u örnek verebiliriz.) bünyesinde
barındırarak bu endirekt iktidarı sürdürdüler.
İşte tam bu
sıralarda bu milliyetçi -daha da doğrusu adını koyarak ifade edersek- ırkçı,
faşist endirekt iktidar, kendine fiili iktidara giden yolu açan azgın nehirle
buluştu: PKK ve onun terörü. Tam da bu sırada Kösem ya da Hürrem Sultanlar gibi
iktidarı ele geçiren Tansu Çiller, siyasetimizin İsmet Abisini ve bir yükselen
değer stereotipini oluşturan Mehmet Ağar'ı da arkasına alarak, tarihimize
Şırnak Baskını olarak geçen ve TSK'nın Kıbrıs'taki Kocatepe 'dangalaklığı' ve
Sivas Katliamında insanların cayır cayır yanmalarını seyretmesiyle birlikte en
büyük üç büyük rezaletinden birini oluşturan ve bir T.C şehrinin başka bir ülke
askerlerinin değil, bir terör örgütünün bayrağına teslim edilmesini içeren
doruk noktasına gelmiş hıncı kullanarak bu milliyetçi konumlanışı körükledi.
Tabii bu sırada
(evlere şenlik) "sol"da da Erdal İnönü'nün CHP'sinin yerel yönetim
başarısızlığıyla gerilemesinin ardından dürüst lider diskuruyla yükselen
Rahşan'ı Sevenler Derneği Genel Başkanı Bülent Ecevit de bu milliyetçi
konumlanışa 'demokratik sol' sos koyarak eklemlendi.
Tansu Çiller'in
ayrıca TSK'nın başında Doğan Güreş gibi evlere şenlik bir adamı oturtarak
orduyu pasifize etmekle yetinmeyerek, JİTEM gibi adını daha sonra Susurluk'la
birlikte çok duyacağımız 'derin devlet'e ait her eve giren 'kulaklarla'
donatılmış MİT harici istihbarat örgütünü kurması ve bunların başına da yine
-tabii ki Mehmet Ağar komutasında- ülkücü mafyanın ileri gelenlerini koyması bu
konumlanışın şahlanışına tuz biber ekti.
Tabii bu
konuımlanışa paralel bir şekilde üstelik de daha büyük bir ivmeyle yükselen bir
islamcı konumlanış da var; ancak bu konu bu yazının sınırlarını aşıyor.
Güneydoğu'da savaşın
TSK lehine dönmesine rağmen daha önce oluşturulmuş sarkık bıyıklı özel timin ve
korucuların lağv edilecileceği halde daha da yeni -Amerikan malı- silahlarla
donatılması işte bu milliyetçi konumlanışın artık gemlenemez bir konuma
geldiğinin kanıtıydı. Kaldı ki, bu dönemde iktidarda oldukça yıpranan 'sarışın
güzel kadın' henüz öl(e)memiş başbuğun yardımıyla ayakta durabiliyordu. Bu
dönemde MHP ve DYP'nin arasından su sızmıyordu.
Ardından islami
konumlanışın -reel amnlamıyla RP'nin- ilginç bir şekilde daha önce MÇP
(Milliyetçi Çalışma Partisi, MHP'nin eski adı.) ve IDP (MHP çizgisiyle MNP
çizgisinin ortasını bulmayı amaçlayan tarikatçı Aykut Edibali'nin Islahatçı
Demokrasi Partisi) - ile seçime ortak listeyle girmesinin ardından girdiği ilk
genel seçimde neredeyse her 4,5 seçmenden 1'inin oyunu alarak birinci çıkması
geldi. RP'yi ve dolayısıyla da onu destekleyen Anadolu Kaplanları, Yeşil/İslami
Sermaye, MÜSİAD gibi isimlerle ifade edilen ; fakat bizim 'Anadolu Ticaret
Burjuvazisi' tabirini kullandığımız grubun, ülkenin subaşlarını çoktandır
ellerinde tutmakta olan Komprador batı Burjuvazisi (Reel anlamda TÜSİAD) +
Askeri bürokrasi (Adıyla şanıyla TSK, özellikle de onun üst komuta kademesi) +
Sivil Bürokrasi (Düzen siyasetinin 'düzen' adamları) tarafından oluşturulan
'oligarşi' tarafından iktidardan uzaklaştırılması amacıyla ittire kaktıra, Ertuğrul Özkök gibilerinin nikah
şahitliğini yaptığı bir anayol hükümeti kuruldu. Beklendiği üzere bu hükümet
birkaç ay sonra iflas etti. Yerine kurulacak başka bir RP'siz alternatif
yoktu. RP ilk önce ANAP'la anlaşacak
gibi oldu; fakat Mesut Yılmaz büyük bir yerlerden aldığı emirlerden olsa gerek
çıkardığı 'dandik'ten bakan dağılım kriziyle koalisyonu kurmadı. Sıra
Çiller'deydi... İktidarını hem parti içinde, hem de Trakya'da arazi mafyasında,
hem de derin devlette sürdürebilmek için hükümete muhtaçtı, o da bu fırsata
balıklama atladı ve refahyol kuruldu. Bu dönemde MHP süt dökmüş kedi gibiydi,
RP'nin aptal bir sabırsızlıkla Kemalistlerin ve oligarşinin damarına basmasını
'cık cık'layarak 'olmaz ki canım böyle şey' mantığıyla Cumhuriyet Gazetesi'nden,
Doğu Perinçek'e, Attila İlhan'dan, Yalçın Küçük'e, Atatürkçü Düşünce
Derneği'nden, Yekta Güngör Özden'e kadar bir yığın ..........'nın takdirlerini
kazanıyordu. Zaten 28 Şubat'ta da Türkiye'nin 6. darbesi "herkesin
imdadına" yetişti.
Ardındansa RP'nin
çürütülmesi için partinin kapatılmasına dek gidecek VUR!-AL! SAVAŞ!'lı yola
girildi. RP'ye oy veren yığınlar ve özellikle de gelecek ilk seçimde ilk kez oy
kullanacak olan milyonlarca, Anadolu kıraathanelerinde, ülkü veya nizam-ı alem
ocaklarında, bilardo masalarında, genelevlerde pinekleyen 'delikanlı'lar da bir
siyasi ifade aracı arayışına girdi. Bu dönemde tarikatlarda oralarına
buralarına şiş sokan genç erkekler, ya da tarikat şeyhlerine bekaretlerini
sunan genç kızlar 'Laik, demokratik, Atatürk Cumhuriyet'inin izindeki medya
tarafından 'aydınlatıldıkları' için 'iyot' gibi açıkta kaldılar. Artık onları
ifade edecek, tepkisizliklerinin tepkisini ortaya koyacak başka bir siyasi
irade gerekiyordu. Bu öyle bir siyasi irade olmalıydı ki, hiç oligarşi ve onun
yazılı ve görsel bülteni olan medya tarafından dokunulmamış olsun.
"TÜRKİYE
HAREKETE GEÇİYOR"du MHP'nin seçim sloganında olduğu gibi.
Tabii unutmadan,
seçimlerden önce olmuş bir milliyetçi konumlanış palazlanması var.
"Makarnacıların goministlik yapıp bebek katili'ni bize vermemesinden sonra
sarkık bıyıklı bozkurtlarımızın İtalya Büyükelçiliği'nin bahçesine iman gücüyle
degajmanlar yapması." Yüce Türk Milleti bu dönemde Reha Muhtar ve Savaş Ay
gibi bir yığım medya şebeğinin gazıyla, Ülkü Ocaklarından gelen Başkurtların
direktifinde Benetton t-shirtleri yaktı, Ariston Buzdolaplarını
parçaladı."
Bir de 'Bölücü'
Ahmet Kaya'nın Almanya'daki bir ERNK toplantısında 'yasal mermisiyle bir TC
kurşunu yaklaşmakta' şeklinde o veciz bas sesiyle söylediği türküye tekrar
adını anmaktan bıkmayacağımız, 'Antonio Banderas'dan bile daha seksi', güzel
insan Ertuğrul Özkök'ün gazetesi Hürriyet 'MANYAĞA BAK' şeklinde bir manşet
atması var.
Tabii bunlar
seçimden önceydi. Bundan dolayı -bir şekilde- yazının başından bu yana ifade
edegeldilğimiz milliyetçi konumlanışı fiili iktidara yollayacak oy yığınlarının
teminine ön ayak oldu. Ancak unutulmamalı, eğer bu milliyetçi/Anti-Avrupa
gazları seçimden sonra olsaydı bir şekilde -kamyon lastiğymişcesine hava
basılmış bir motorsiklet lastiğini andıracak derecede şişmiş olan
"milliyetçi konumlanış balonu" patlayacaktı. Diğer bir teşbihle
-teşbihte hata olmaz diyenlerdeniz biz- seksin son aşamasına gelmiş boşalmak
üzere olan bir adamın boşalmamak için kendisini zor tutmasına benziyor bu durum.
Bu makarnacı ya da 'MANYAĞA BAK' gazları dediğimiz üzere TÜRKİYE'NİN (fiili
olarak) HAREKETE GEÇTİĞİ zamanda olsaydı, bu milliyetçi konumlanış biz
aydınları, entellektüelleri, 'sol'/sosyalist vicdanlı, erdeme inanan insanları
faşizmin zulmüne 'gebe' bırakabilirdi. Fakat Devletin başına geçmesi güzel bir
kafiye yaratan neo-başbuğ Devlet Bahçeli'nin çok sakin mizaçlı biri olması bu
milliyetçi konumlanışın bir türlü boşalmasına izin vermedi. (Galiba bu
konumlanışın geç boşalma sounu var.)
...
Şimdi bu ülkede
yaşamanın bizler için ne kadar zor olduğunun bir defa daha kafatasımızda
yankılanmasına sebep olacak soru:
Bu kadarı yetmeycek
mi?