c. Gaflet

Nefs-i Emmâre’-nin üçüncü vasfı ise gaflettir. Gaflet, lügatta gafillik, habersizlik, uyanık olmamak, işini görmemek ve dikkatsizlik mânâlarıa gelir. Dikkatsizliğinden nâşi birdenbire, haber vermeden ani yapılan baskınlar, işler vesaire gibi. Buradaki mânâ bu olmayıp insan ve müslümanın bu dünyaya gelişinin sebebini, gayesini unutup dünyaya dalması ve Allah Teàlâ’nın verdiği nefesleri boşa geçirmesi, Hakk’dan ve Hakk’ın emirlerinden gafil olmasıdır.

Nefesleri Boşa Harcamak Gaflettir

Müslümanın en efdal ibâdeti, aldığı ve verdiği nefeslerin boşa gitmemesi ki, buna dikkat, hem de çok dikkat etmesi lâzımdır. Tarikat-ı Nakşibendi’de buna çok ehemmiyet verilmiştir. Nefeslerini ve bakışlarını muhafaza edemeyenlerin tarikatta ve hattâ şeriatta tekemmüle hakları yoktur. O mâ’rifet-i İlâhiyye hazinesi olan kalble tevhid-i ilâhî hazinesi olan sır âleminin uyanması için insanın gece-gündüz kendini kontrol altında tutup, boşa nefes harcamaması ve hakikî tevhidden mahrum kalmaması için kendini ıslah eylemeye çalışması icap eder ki bu, namaz gibi farz-ı ayndır. Çünkü asıl insanlık ve asıl müs-lümanlık o vakit tahakkuk edecektir. Bu nefes sahiplerini bulup, nefeslerinden nefes almak pek büyük bir lûtf-u ilâhiyyeye mazhariyettir.

Hepimizin bildiği gibi her ailenin çocuğunun terbiyeli olması ana-babasından aldığı terbiye ile hocasından aldığı ders ve terbiyeye bağlıdır. Ailesinin böyle nefeslerden haberi yoksa ve sonra hocasından da böyle bir ders alamadı ise -ki, bunları öğretecek hocaları bulmak çok zordur- kayıp daha büyük olur.

Halkın ekseriyeti bu ilimlerle uğraşmayı gericilik sayarlar ve Avrupa’nın müspet ilim dedikleri bilgilere rağbet ederler. Bunlann hepsi dünyaya ait ilimler olmalarından başka bir de zararlı tarafları vardır. Meselâ bizim yaratılışımızın Hakk’ın yaratmasıyla değil, belki hayvanlardan değişe değişe bu hâle geldiğimizi iddia etmeleri gibi. Bu bilgi tamamiyle yanlıştır. Yine bugünkü ilimde aslı hayvan olan bir mahlûk, yedi sene sonra yine aynı hayvanlığa inkılâb eder, denilmiştir. Biz ise tarih boyunca hep insan olarak gelmekte olduğumuza göre bu hüküm tamamiyle yanlıştır. Bu fikirle yetişen çocuklardan artık hayır beklemek de mümkün olamaz.

Dinden Habersizlik En Büyük Gaflettir

İşte bundan daha büyük gaflet olamaz ki, hem kitabını inkâr eder, hem de hiçbir inancı olmayan hâlis bir kâfir olmaktan da kendini kurtaramaz. Meğer ki, bir ehl-i ilmin eline geçe de fikirlerini tashih eyleye. Allah Teàlâ’nın kullarına hidayeti umumîdir. Lâkin bunların anne ve babalarının halleriyle hallenmesi de tabiîdir. Bir de bulundukları mıntıkanın insanlarının gidişatıyla hareket edecekleri malûmdur.

Asıl acınılacak; bir müslüman memleketinde, müslüman ana-babadan dünyaya gelmiş, camisi bol, cemaati bol, her gün minarelerden beş vakitte Allah Teàlâ’nın birliği ve Peygamberimizin risâleti yüksek sesle ilân edilir de, kâinat mektebinde Allah Teàlâ’nın verdiği gözlerle okuyamazsa, bu kâinatın sahibi ve mâliki olan Allah Teàlâ’yı bulamazsa, ona uyup emirlerine mutî olamazsa, verilen nefesleri boşuna harcarsa, insanlık ve müslümanlık nimetinden mahrum olarak ebediyyen cehennemde yanmaya mahkûm olacağından kendisine ne kadar acınsa yeridir.

Müslüman bir ana ve babadan dünyaya gelen zavallı çocuk, bilâhare İslâmî inançlara muhalefet eder de İslâm’dan dönerse buna mürted ismi verilir ki, kestiği hayvanı bile yemek caiz değildir. Karısı da boş olur, tevbe etmezse katli de vacib olur, demişler. Onun için hemen herkese borç olan evvelâ kendini, sonra da çocuklarını bu çirkin akıbete düşmekten korumasıdır.

d. Cehalet

Nefs-i emmârenin dördüncü sıfatı ise cehalettir. Câhiller bizim nazarımızda, okuma-yazma bilmeyenlerdir ki, bu pek büyük bir hatâdır. İlim öğrenmenin fazileti hadsiz hesapsızdır. Cenâb-ı Hak ilmin daima arttırılmasını istemiş olduğundan, bizim bu ilme itirazımız mümkün değildir.

Fakat bugünün müspet dedikleri ilim ki insanı Allah Teàlâ’dan ayırır, kulluk vazifesinden ayırır, ibâdet ve tâattan ayırır. Hattâ ana ve babadan ayıran garbın bazı ilimleridir ki, insanın maymundan gelmiş olduğunu öğretir. Çok gülünç ve budalaca olan bu fikir dinle, imanla alâkası olmayan kimselerin ortaya attıkları hezeyanlardır. Çocuklarımızı kandırıp dinden, imandan, inançtan, kitabullahtan ve Allah’ın Rasûlü’nden tam mânâsıyle ayırıp edep ve hayadan uzak yetiştirmek arzusundalar. Herkesin kalbi o kadar kararmış ki, bu vahim vaziyet karşısında bile kim senin ağzından bir ses dahî çıkmıyor. Anlaşılıyor ki, bu halden herkes memnun. O halde bütün günâhlara hepimiz ortağız demektir.

Asıl cehalet odur ki, kişi kâinat mektebinde bulunur da, bunun sahibi kimdir, diye düşünmez ve onu bulup iman etmez. Câhil diye işte asıl bu kişiye derler. Bu kişi isterse on veya yüz üniversiteden mezun en büyük adam olsun, hiç kıymeti yoktur. Çünkü asıl bilinmesi herkesin üzerine borç olan; kendisini, bütün kâinatı, bu kâinat içerisindeki bütün mahlûkatı, ma’deniyatı ve nebatatı yaratan Allah Te-âlâ ve Tekaddes Hazretlerinden habersizdir. İşte asıl câhil, bu adamdır. Çünkü bu kâinatı görür durur da hâlâ inadından, “Tabiatın eseridir!” der. Sana birisi, üstündeki esvapların veya oturduğun evin tabiatın eseridir, derse söyle, ne dersin o kişiye?

Aziz ve muhterem kardeş, ufacık bir çorap, bir mendil, bir örtü bile kendi kendine olmuyor; “Mutlak onu yapan birisi vardır” deriz de, koskocaman, ucu bucağı olmayan, milyonlarca yıldızlarıyla, ayı ve güneşiyle kâinatı halkedip bize hizmet ettiren bir yaradan olmasın, hiç olur mu? Bu söz olsa olsa ya dinsizlerin veya delilerin sözleridir. Allah Teàlâ sana hem akıl vermiş, hem göz ki, kâinatı görünce mutlaka sahibini arayıp bulasın diye. Eğer bulamıyorsan hakikî gözden ve gönülden mahrumsun demektir. Bu kimseye tasavvuf dilinde “ölmüş, meyyit” denir. Çünkü her türlü idrakten mahrum, yalnız dünyası ve menfaati için çalışanın diğer mahlûklardan farkı yok demektir. Halbuki kâinatta bulunan bütün mahlûklar Cenâb-ı Hakk’ı zikrederler. Onun için mahlûkatın en şerlisi olarak, sûre-i Beyyine’nin 6. âyet-i kerîmesinde, “Hakikat, kitaplılardan olsun, müşriklerden olsun (bütün o) küfredenler cehennem ateşindedirler, onun içinde ebedî kalıcıdırlar. Yaratılanların en kötüsü de onların kendileridir” dinsizler gösterilmiştir. Binâenaleyh, dinsizlik kadar cahillik tasavvur olunamaz demekle, cehalet, okuma-yazma bilmemek değil, kâinatın ve bizim halikımız olan Allah Teàlâ Hazretleri’ni bilmemek ve ona iman etmemektir demek istiyoruz.

İlmin Değeri

Zira ilim, okuma ve yazma ile olduğuna göre, dinimiz ilim tahsiline o kadar ehemmiyet vermiştir ki, şimdiye kadar hiçbir kavim ve millet, bu ehemmiyeti gösterememiştir.

Bizler bu ilimlere sahip olduğumuz zamanlar dünyayı titretmiş ve hemen hemen yarısına sahip olmuştuk. Bu zaferlerin bize verdiği gururla ilmi ihmal ettik ve dünyanın fâni ziynetlerine daldık. Bundan istifâde eden düşmanlarımız gözlerini dört açtılar. Bugün bizi Anadolu’muzda bile rahat bırakmadıklarını ve bu güzel vatanımızı da elimizden almak için çeşit çeşit hilelere başvurmakta olduklarını görmekteyiz maalesef.

Dinimizin ilim hakkında gösterdiği sa’y ve gayreti yazmakla bitirmek mümkün değildir. Ben şimdilik sana bir hadîs-i şerif yazayım ve sonra da ilim hakkında söylenen sözleri tercüme edip Türkçe’sini yazayım. Bu hususta fakir kardeşinizin de yazdığı bir ilim kitabı, inşaâllah yakında neşredilir zannediyorum.

İlim hakkında yalnız Tergîb ve Terhîb’in 1. cildinde yüz otuz adet hadîs-i şerif olup diğer kitaplarda olanlar müstesnadır. İlim öğrenmek, sa’y ve gayret edip çalışmaya bağlıdır. Fıkıhta ulûm-ı şer’-iyyeyi öğrenmek, farz, vacib ve sünnetlerle birlikte keraheti ve fesadı mucib mes’eleleri iyi bilmek, hadîs ve tefsir ilimlerine güzelce âşinâ olmak, yâni tam bir din âlimi olmak için çalışmak lâzımdır. “Allah Teàlâ her kime ki hayır murad eder, onu dinde fâkîh kılar”. O dinini iyi bilir ve “İyi biliniz ki, Allah Te-âlâ’dan hakkıyla korkanlar ancak âlimlerdir”. “Bütün hikmetlerin başı da Allah korkusudur”. Bu sayede kişi, dinine ve malına zarar verecek yerleri bilir ve aklı kavî olur. Hak olan, doğru olanı da iyi bilir.

Büyükler de şöyle demişler:


            Kıymetin ilmin kadardır, ilmin arttır ey aziz
            Ger dilersen halk içinde arta kadr ü kıymetin

            Ademinin ziyneti ilm-i hünerdir, doğru bil
            Muhterem olmak dilersen, ilme sarfet himmetin.

* * *

        İlmin evveli soğan gibi acıdır. Sonu ise baldan daha tatlıdır.

* * *

        İlim insana ziynettir. Güneşin gökte ziynet olduğu gibi.

* * *

        Bazı köleler ilim sayesinde hür olmuşlardır. Bazı hür kimseler de cehilleri sebebiyle köle olmuşlardır.

* * *

Siz ilmi öğreniniz, her ne kadar malınız çok ise de. Çünkü ilim mal üzere maldır. Her ne kadar güzel iseniz de ilim öğreniniz. Çünkü ilim güzellik üzerine güzelliktir.

* * *

        İlmi istemek insana hem mal, hem de şereftir
        Hevâ-yı nefse uymak hem günahtır, hem de yokluktur.

                    İlmi iste ve edeb sahibi ol;
                    Cehli terk et halkın hayırlısı ol.

  Senin iftiharın mal ve neseb ile ise,
        Ben de iftihar ederim ilim, edeble.

               Ehl-i irfan meclisinde aradım, kıldım talep
                     İlmi en geride buldum, illâ edeb, illâ edeb.

  Edeb bir tâc imiş nûr-ı Hûda’dan,
       Giy ol tacı, emin ol her belâdan.

               İlmi öğren ey kişi, çünkü cehalet utançtır
                     Zira cehalete razı olan ancak hımardır (yâni merkeptir)

 İnsanın şerefi ilim, edebledir
      Yoksa mal ile neseble değildir.

 

Cismin rahatı az yemekte, insanın rahatı da az sözde.
      Ruhun rahatı az uyumakta, gönlün rahatı intikamsızlıkta.

Yetim o değildir ki, ana ve babası ölmüş ola,
      Belki yetim oldur ki, ilim ve edebden mahrum ola.

* * *

Bana ilim öğreten, muhakkak beni kendine köle kılmıştır.

* * *

Biz Cebbar olan Allah Teàlâ’nın taksimine razı olduk.

Bizim için ilim yeter, düşmanlara da mal. Çünkü mallar çok yakında kaybolur. İlim ise daima artar durur.

* * *

İnsanların üç babası vardır. Asıl babası, kayınpederi ve hocası. Bu babalardan en hayırlısı ise sana ilim öğretendir, vesselam.

* * *

“İnsan bir ilim öğrenir ister amel etsin, ister etmesin, bu ilim bin rekât nafile namazdan efdaldir”, demişler.

“Her kim iki hadîs öğrenir, onunla faidelenir ve başkalarına öğretir, onlar da faidelenirlerse, bu bilgi ona altmış senelik nafile ibâdetten hayırlıdır” demişler.

* * *

Fakat bu ilimlerden maksat ilm-i şer’îdir. Dünya ilimlerinden, dünyada bulunduğu müddetçe sahibi faydalanır. Eğer iman ve amel-i sâlihi var da, niyeti de ümmet-i Muhammed’in selâmeti ise ve bunun için çalışıyorsa bu sefer ecir ve sevabı iki kat olur. Fakat şunu unutma ki, hangisi olursa olsun bunların matlup olanı Allah için olanıdır, fisebilillâh dediğimizdir. Yoksa istikbalini, menfaatini temin için, hazır maaşlı bir memur olmak için olursa, onun fâidesi de o kadar olur.

Gönül İlmi

Asıl ilim, peygamber vasıtasıyla gönüllerden gelen ilimdir. Çünkü gönüller menba-ı ilm ü irfandır. Tükenmez bir hazinedir. Dünyanın bütün cevherleri, gönül cevherlerinin zerresine feda olsun. Bütün cevherlerin hepsi fânidir, gönül cevheri ise bakidir. Hiç baki fâni ile değiştirilir mi? Gönül cevherlerinden çıkan feyz-i İlâhî ve eltâf-ı subhanî’nin mislini başka bir yerde bulmak kat’iyyen mümkün değildir. Bugün dünya âleminde insanlara gözlerimiz önünde hizmet eden enva-ı çeşit madenleri hep görüyoruz ki, yerin derinliklerinden ne büyük masraflar ve meşakkatlerle çıkarılmaktadır. Binâenaleyh, gönül hazinelerindeki saklı olan mâ’rifet-i ilâhiyye ve tevhîd-i ilâhiyye vesaire malûmat öyle kolayca elde edilebilir mi hiç?

Ahlâklar tesviye olunup güzelleştirilmedikçe bu esrâr-ı ilâhîlerden bir şey elde etmek mümkün olmaz. Zira Allah Teàlâ’nın korkusu gönüllere işlemedikçe ahlâkların tesviyesi yine mümkün değildir. Bunun için iki yol vardır:

Birisi, cehrî zikirle birlikte riyazetlere devam etmek; yâni az yemek, az içmek, az uyumak, az konuşmak, bütün hareketleri kontrol edip Kitâb-ı İlâhî’ye ve sünnet-i Rasûlüllah’a tam mânâsıyle uymaya çalışmak, zamanın ve hıristiyanların gidişatına muhalefet etmektir. Bu mücahede esnasında nefsin bütün kötü temayülünü gidermeye çalışmalıdır. Bu ise kolay bir şey değildir. İnsanın alışageldiği birtakım kötü huylan vardır. Bunlar tabiat-ı saniye denilen huylardır ki, nefislerin emmâre, levvâme, mülhime kısımlarında ayrı ayrı gösterilmiştir. Bunları bilmek ve anlatmak hiç de hüner değildir. Hüner bunlardan kurtulmak, mutmainne, râdiyye mertebelerindeki amelleri, huyları, ahlâkları kesbetmektedir. Mücahede yolu hem zor ve hem de uzundur, bazı kere insanın ömrü bile kâfi gelmez. Birçokları insanlığını tamamlamadan bu dünyadan gözlerini maalesef yumup giderler.

İkinci yol ise, sünnet-i seniyyeye uygun mücahedelerle birlikte zikrullaha fazlasıyla sa’y u gayret eylemektir. Bunun için İmam Rabbani Hazretleri’nin gösterdiği vech ile kalb, ruh, sır, hafi, nefs-i nâtıka, fenâ ve bekâ makamlarında gayret etmelidir. Zikr-i hafiyi üstadın, mürşidin gösterdiği şekilde yapmalıdır. Ayrıca oruç ki yalnız etsiz çorba ile ve sahurlarda da ancak yirmi bir üzüm tanesiyle iktifa etmek, buna senelerce kırkar gün devam etmek şartıyla tevhîd dersine geçilir. Vahdaniyyet, maiyyet, akrebiyyet ve muhabbet derslerine devama hak kazanılır. Arkasından haps-ı nefs ederek tek adetle ve bir nefeste yirmi bir kere “La ilahe illallah” zikrine devam edilir. Rahmetli şeyhimiz Mustafa Feyzi Efendi yirmi dört sene bu halvetlere kırkar gün devam ettiğini söylerdi.

Kemâl İçin Halvet Şarttır

İnsanlar hasta olduklarında doktorların tavsiyesine -sıhhatlerinin muhafazası için- nasıl uymak mecburiyetinde ise, insanlık denilen kemâl mertebesine ulaşmak için de halvetlere girmek mecburidir. Hastahaneye giren herkes hemen ölmez ya! Ancak tedavileri de mutlak değildir. Bazıları iyi olur, bazılarının da ecelleri gelmiştir, ölür. Halvetler de böyledir. Hemen halvete girmekle kemâl sahibi olmak herkese nasib değildir. Fakat kemâl yollarını öğrenmiş olur. Halvet dışında da bu derslere devam ederse kemâl-i insaniyete erişmesi mümkündür, inşaallahü Teàlâ.

Zikrullah ile meşgul olmak ruhu son derece kuvvetlendirir. Bu sayede nefis arzularına eremediği gibi ruha teslim olmaktan başka çare bulamaz, bu suretle de nefsin elinden kurtulunmuş olur. İnsanın kemâle ermesine en büyük engel olan nefis, bu suretle ıslah edilmiş olur.

Artık bu nefsin sahibi Hakk’ın rızasının haricinde bir nefes alamaz, bir adım atamaz. O zaman ümmet-i Muhammed’e hem şefi olur, hem de kendisi Allah Teàlâ’nın sevdiği bir insan olur. Nihayet bu kişi hem dünya, hem de âhiret sultanı olmakla bahtiyardır. Vesselam.

Ümmîlik Cehalet Değildir

Okuma-yazması olmayan o kadar büyüklerimiz var ki, onların isimlerini bile yazmaya gücümüz yetmez. Yalnız memleketimizde olan Kars vilâyetimizde Hasenü’l-Harkânî diye anılan meşhur bir evliya vardır ki, bu zat-ı şerif ümmîdir. Bununla beraber tam on üç sene Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri’nin kabrini ziyarete gider ve, “Ya Rabbi, bu zata verdiğin feyz-i ilâhîden bir nebze de bana ihsan eyle” der ve okuduklarını hediye eder, ayrılırmış. Fakat bir kış senesinde her ne kadar aranmış ise de kar her tarafı kapladığından ziyaretine geldiği kabri bulamamış. Nihayet ümidini kesip döneceği sırada kabr-i şeriften bir işaret zuhur edip, onu görmüş. Yine eskisi gibi okumasını ve duasını yapıp dönmüş. Dönmüş ama gözü, gönlü açılmış, öyle ilimlere sahip olmuş ki, tarifi mümkün olmaz.

Bunları yazan bizim Düzceli Zahidü’l-Kevserî Hazretleri der ki: “Her ne muradınız varsa bugün bile gider, kabr-i şerifinin üzerindeki sandukaya elinizi kor ve, “Ya Rabbi! Burada yatan bu zatın hürmetine benim muradımı ihsan eyle” der ve bir Fatiha ile üç İhlâs-ı şerifi, salâvat-ı şerîfelerle birlikte hediye ederseniz istediğiniz muhakkak olur”.

Bunlara ne hacet, bizim sevgili Peygamberimiz sallâllahü aleyhi ve sellem ümmî değil midir? Öyle iken onun ilmine erişmek kimse için mümkün olmamıştır ve olmayacaktır. Kıyamete kadar baki olan en büyük mucizesi Kur’ân-ı Kerîm hepimizin gözleri önünde değil midir? Bu bize yetmez mi? Sonra o ashab-ı kiram hazerâtının acaba yüzde kaçı okuma-yazma bilirdi? Fakat bugün bile onların eriştiği makamlara ne Abdülkadir Geylânî, ne Ahmed er-Rüfaî, ne Nakşibend Muhammed Bahaeddin ve Muhyiddin Arabi vesaire ulemâların yetişmelerine imkân yoktur.

Halbuki bugünkü ilim hemen hemen son haddine erişmiş gibidir. Lâkin bugünün müslümanları bu ilme ayak uyduramamaktadır. O günkü müslümanı bugün bulsak şüphesiz başımıza tâc ederiz. Maalesef, bugün ilmin çokluğu, bolluğu, rahatlığı hepimizi mest etmiş olduğundan artık ibâdet yolları daralmıştır. Camiler, imamlar bol, hafızlar bol, her şey bol, ama sıcak yataktan kalkıp camiye gelen bahtiyarlar ise pek az. Hele va’z ü nasihate kulak veren, söz dinleyen daha da az. 

Bir Hâtıra

Yahya Efendi Dergâhı’ndan gelen bir zat şöyle bir hikâye nakletti:

Müslümanların başına gelen bu çirkin hareketler her zaman tekerrür etmekte olduğu malûmdur. Bu sene (1979) hacca gidecek müslümanlara, güya himaye ediyorlarmış gibi görünerek, onlardan sıhhat raporu isterler. Bir zat doktora müracaat etmiş, o da muayenehanesinde gözlerinin gördüğünü, kulaklarının işittiğini ve ayaklarının sağlam olduğunu belirterek “sağlam” diye rapor vermiş. O zat da doktor beye demiş ki: “Müsaade ederseniz benim de size bir sorum var”. Doktor bey de “buyurun” demiş. “Efendim, siz bu camii görüyor musunuz? Müezzin efendinin ezanını duyuyor ve camie gidebiliyor musunuz?” demiş. Tabiî cevaplar menfî olduğundan “Kusura bakmayın ama sizin gözleriniz kör, kulaklarınız sağır, ayaklarınız da herhalde topal olacak ki, asıl tedavi size lâzım” demiş.

Bu bir hâdise. Bunlar bir değil, bin değil, milyonlarca insan, bugün dininden, Kitabından, Allah’tan, Peygamberden malûmatı olmadığı gibi üstelik bir de dinin aleyhinde konuşmaları müslümanları pek üzmektedir. Bugün Avrupa sanat hususunda tekemmül etti, diyerek onlara kıymet vermek, doğrusu pek makul bir şey olmasa gerektir. Biraz evvel arzettiğimiz gibi her şeyler pek mebzul, fakat insanlık ve müslümanlık bilmem nerede! Merhum şâir Akif’in dediği gibi “Zannedersem göklerde” sözü ne kadar yerinde olsa gerek.

İlim Meclislerine Devam Etmek

Aziz ve muhterem kardeşim! Asıl cehaletin dinden, imandan mahrum oluşunu sakın unutma. Din ve iman ne kadar kuvvetli olursa, insanlık ve müslümanlık da o kadar güzel olur. Bugün bizde görülen noksanlık, hatâ ve kusurların, hep bizim dinimize bağlılıkta gösterdiğimiz zafiyetten ileri gelmekte olduğu aşikârdır. Çünkü dinin, imanın kuvveti, ruhun kuvvetine bağlıdır. Ruh kuvvetsiz olunca, tabiîdir ki, din de, iman da zayıf olacaktır. Vücud kuvvetli olabilmek için nasıl çeşitli gıda ve yemeklere ihtiyaç duyuyorsa, ruhun da kuvvetli, dinin de kuvvetli, imanın da kuvvetli olabilmesi için öylece çeşitli ibadetlere muhtaçtır.

Tefekkür, murakabeler, halvetler, riyazetler, sessizlik, yalnızlık, zikirler, tevhidler, teşbihler, salâvat-ı şerifler, Kur’an okumak, hadîs-i şerif okumak, mânâlarındaki inceliklere âşinâ olmaya çalışmak ve va’z u nasihat dinlemek, güzel, dindar dostlar temin etmek, hiç olmazsa haftada bir iki kere zikrullah meclislerinde bulunmak vesaire gibi.

Fakat çok dikkat ediniz ki, bu meclisler dedikodu, çay, kahve ve meyve yemekle geçmesin. Kâmil âlimlerin olmadığı meclislerde hayır olmaz. Bu gibi meclislere gitmektense, kişinin evde oturup kendi dersleri ile meşgul olması daha hayırlıdır.

Allah Teàlâ’nın lûtfuna mazhar olan bu evliyâullah nadirattandır. Onlar Hak mektebinde yetişmişlerdir. Bu nimetlere mazhar olmak kolay değildir. Gerek Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri ve gerekse onun izinde yetişen bahtiyarlar müstesna kimselerdir. Cenâb-ı Hak onları öyle sevmiş, istemiş ve yaratmıştır.

İnsanın Beş Düşmanı

İnsanoğlunun beş azılı düşmanı vardır:

Birincisi nefis ki, bunun nefs-i emmâre ve nefs-i levvâme gibi nevileri vardır. Bunların hileleri hadsiz hesapsızdır. Muharebelerdeki hilelere hiç benzemez.

İkinci düşman olarak şeytan vardır ki, bunun hilesine akıl erdirmek çok zordur. İlimsiz kimseler, bu hilelerden kendilerini kurtaramazlar. En büyük âlimleri bile bu azılı düşmanlar ipe kadar götürüp astırmışlardır.

Üçüncüsü düşman münafıklar gelir ki, bunlar da müslüman gibi görünürler; ama ne müslümaniarı ve ne de müslümanlığı hiç de sevmezler. Evlâd-ı lyâli de bunlara katabilirsiniz. En çok insanı Hakk’tan alıkoyanlar ise, bu evlâd-ı lyâllerdir.

Dördüncü ve beşinci düşman masonlar ve kâfirlerdir ki, bunların hepsiyle her zaman mücahedeye mecburuz. Bu mücahedelerde hem sevab var, hem de selâmet! Bu hususta fazla malûmat isterseniz, mutlaka İmam Gazâlî’nin İhyâ-u Ulûm’unun 3. ve 4. ciltlerini tekrar tekrar okumanızı hem tavsiye, hem de rica ederim.

Alimlerden İstifade Etmeli

Allah Teàlâ’nın ilim verdiği kullarının ilimlerinden istifade etmeye çalışmamız, vazifelerimizin başında gelmektedir. İlim bir ni’met-i uzmâdır o herkese nasib olmamaktadır. İlim sahiplerinden istifade etmek en kolay bir çaredir. Bunun için çok okumak büyük bir devlettir.

Hanımefendiler için evlerinde oturmak ve kitap mütalâa etmekten daha âlâ bir şey olamaz. Bahusus, bu devirde sokaklarda gezmek, ister ziyaret, ister ıyâdet, ister ders için olsun, pek büyük bir âfettir, Bu âfetleri anlamak da yine pek büyük bir marifettir.

Merkebin Kurttan Korkusu

Gerek merkep ve gerekse koyun hayvanı, kurdu görünce ne yapacaklarını şaşırır; kaçmak, kurtulmak için çare ararlar. Hele zavallı merkep kürtün kokusunu alınca en yüksek uçurumlardan kendisini atarmış.

Şu da çok dikkate şayandır ki, bir davulun bir tarafına kurt derisi, diğer tarafına da merkep derisi germiş olsanız, merkep derisi derhal patlar ve parçalanır, diyorlar.

Şöyle bir hâdise de nakledilmektedir: Merkep, Süleyman aleyhisselâma kurtları şikâyet etmiş; Süleyman aleyhisselâm da, “Arslan, kaplan gibi daha yırtıcı hayvanlar varken onlardan niçin şikâyet etmiyorsun da, kurttan şikâyet ediyorsun”, diye merkebe sormuş. Merkep de, “Efendim, arslan efendidir; önünde diz çökerseniz, hiçbir şey yapmaz” diye cevap vermiş.

Merkebin kurttan korkusu ezelîdir. Binâenaleyh, kurdun derisine bile tahammül edemez ve derhal patlar. Koyun ve kuzu, her ne kadar kurdu görmüş değil ve bilmeseler de Cenâb-ı Hakk’ın, o hayvanlara verdiği bir ilimle, onun kendisini yiyeceğini yine de bilirler.

Halbuki insan yavrusu bundan da gafildir. Hele yılan yavrusuyla oynamaya kalkmasına taaccüb olunur.

Nefs-i emmâre de bu yılandan ve kurttan, hattâ, arslanla kaplandan çok daha tehlikelidir. Onlar insanı yeseler bile, ancak cesetlerini yerler. Halbuki nefs-i emmâre cesedini besler, Lâkin canına okur. Nefs-i emmâre sahibinde ne can kalır, ne de ruh.. Âdeta cansız, ruhsuz bir ceset gibi olur. Allah Teâlâ ve tekaddes Hazretleri cümlemizi bu nefs-i emmârenin ve levvâmenin elinden kurtarsın. Âmin!..

Nefs-i mülhime her ne kadar tehlikeli ise de, hiç olmazsa bazı güzel meziyetleri, huyları ve ilimleri de vardır. Onun için ona “İlham gelen nefis” diye ad vermişlerdir ki, inşallah bu ilimle kendilerini kurtarıp,, nefs-i mutmainneye erişirler.

<< Önceki Sayfa | İçindekiler | Sonraki Sayfa >>