D. NEFS-İ MUTMAİNNE 

Dördüncü nefis mertebesi nefs-i mutmainnedir. Altı güzel sıfatı vardır:

1.Amel,

2. Tevekkül,

3. Açlık,

4. Riyazet,

5. İbâdet,

6. Tefekkür.

Bunlar, sıfat-ı kâmiledirler, yâni olgunluk alâmetidirler.

Bu altı huy sayesinde insanoğlu orta bir kemâle erişmiş olur ki, rahat ve sükûneti ancak bu nefs-i mutmainneye eriştikten sonra bulabilir.

Bundan evvelki lâflar hep boşadır; duvara atılan top gibi geri gelir, aksi tesir yapar. Onun için tasavvuf ilmine ehemmiyet verip gösterdiği yol üzerinde yürümeye çalışmak ve gayretli olmak elbette her müslümana hem farz, hem sünnet, hem de borçtur.

Cenâb-ı Peygamber’in davet ettiği cihad-ı ekber hangi cihaddır? Düşmanla muharebeye cihad-ı asgar (küçük harp) buyurdular. Çünkü düşmanla mücadele pek mühim değil, herkes elbirliği ile düğün bayram yaparak gider. Fakat nefisle mücâhede yalnız başına olduğu için elbette pek kolay değildir. Bu yüzdendir ki, nefisle cihada cihad-ı ekber diye ad verilmiştir.

İşte bu cihadda muvaffakiyet insanı süflî mertebe olan emmârelikten ulvî mertebe olan mutmainneliğe ulaştırır ki, rahat, huzur ancak bu mertebede bulunur.

İnsan maddeten çok zengin olabilir, fakat hakikî rahat ve huzuru kat’iyyen bulamaz, paraların hesabı daima onu rahatsız eder. Amma mutmainnelikte olan zenginlik ise böyle değildir. Maddî zenginliğin varlığı ile yokluğu indinde müsavi olur ve o paraları hemen Hak yolunda harcamaya bakar; gönlünde servetinin zerre kadar tesiri kalmaz. Zira nefs-i mutmainne sahibinin gönlü zikrullah ile dolu olduğundan, oraya başka bir nesne koymaya imkân olmaz. Bu ise öyle lâflarla ezberlenmiş tasavvuf sözlerini tekerlemekle kat’iyyen olacak bir iş değildir. Bu bir haldir ki, onu Allah Teàlâ Hazretleri ancak sevdiği kullarına ihsan eder. Öyle günahlarla mülevves kişilere elbette nasip olmaz. Bugün, bu günahlardan kendini koruyabilen bahtiyarlara doğrusu gıpta olunur.

Fakat nefs-i emmârenin sıfatlarından olan şehvet öyle korkunç bir âfettir ki, onu zabtetmek çok zordur. Bu ancak Râbiatü’l-Adeviye gibi meczuplara veya İbrahim Edhem gibi tâc ve tahtını terk edip bir hırka bir lokmaya tenezzül ve kanaat ederek, bir erbâb-ı kemâle hizmetle kendisini tam mânâsıyla Hakk’a veren bahtiyarlara mahsustur.

Şehvet bir ateştir, onu ancak evlilik söndürebilir. Ondan dolayı olsa gerektir ki, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz sallallahu tıleyhi ve sellem Hazretleri “Eşrârüküm uzzâbüküm” buyurmuş; yâni “Sizlerin en şerlisi bekârlarınızdır”. Bazı târihler buna ilâveten, “O bekâr her ne kadar sâlih kimse dahi olsa...” demişlerdir. Tabiî bu şerli bekârlar, şartlar elverdiği takdirde evlenmeyenlerdir. Gerek sıhhat bakımından ve gerekse fakirlik sebebiyle “evlenmeyenler müstesna olsa gerektir. Yine bu şehvetin afatı dolayısıyla olsa gerektir ki, Cenâb-ı Hak İmkân ve ihtiyaç sahiplerine dört kadınla evlenmeye izin vermiştir. Çünkü genç, kudretli kimselerin şehvetin âfetinden başka türlü kurtulmasına imkân yoktur.

Bunları yazmakta iken Bangladeş denilen İslâm memleketinden beş kişilik bir grup geldi. Birisi âlim bir zat, güzel Arapça biliyor. Selâmdan sonra, ziyaret sebebi olarak “dua talebine geldik” dediler. Biz de memleketlerinin halinden sorduk. “Çok güzeldir, herkes namaz kılar ve müslümanlığın ahkâmını tatbik eder. İçki yasaktır. Hanımlar mesturedirler. Senede bir gün, büyük bir sahrada, her taraftan gelen müslümanlar toplanır, sayıları hemen iki milyonu bulur. Bunlar cemiyet tarafından idare olunur. O sahraya seyyar havuzlar yapılır, yemekler yenir. Büyük bir cemaatle namaz kılınır ve buradan tebliğ cemaati için binlerce kişi ayrılır” dedi. Dünyadaki İslâm ve Hıristiyan memleketlerinde İslâm’ı anlatan bu tebliğ cemaatinin güzel nasihatlerde bulunup pek çok faydalar elde ettiklerini anlattı. Daha sonra, “Kaç seferdir Rusya’ya giderdik. İlk devirlerde müslümanların vaziyeti çok müşkül idi. Fakat şimdi, elhamdülillah çok gelişme olmuş. Yalnız Taşkent’te yedi adet yeni cami yapılmış, eskileri de tamir olunmuş” dedi. Bu Ramazan bayramında (1979 Ağustos) on bin kişinin bulunduğu bir mabedde bayram namazı kıldıklarını, mektep ve medreselerin açıldığını, birçok talebenin dinî tedrisat yaptıklarını söyleyince, doğrusu çok sevindik. İnşallah sonları da hayırlı olur.

Sonra sözü bize intikal ettirerek, namaz kılanların maalesef pek az olduğunu, buna mukabil haram ve günahların serbestçe işlendiğini söyledi. Kadınların çıplaklığından ve bahusus yalanın haram olduğu halde bol bol söylendiğinden de ayrıca şikâyette bulundu. İdarecilerin iyi kimselerden olabilmesi için, halkın evvelemirde kendilerinin iyi olmasının şart olduğunu Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin “Yüvellî aleyküm kemâ tekûnû” hadisiyle söyleyiverdi. Bizim de herhalde evlâtlarımızı müslümanca yetiştiremeyişimizin cezasını çektiğimizi açıklayıverdi. Tabiî haklı olduğundan hiçbir şey diyemedik. “İçilen içkiler, oynanan kumar vesaire sefahet yerlerinde harcanan paralara yazık değil mi? Bu günah, israf değil mi? Allah Teàlâ da müsrifleri, haddi tecâvüz edenleri sevmez değil mi? Öyle ise bunlara karşı, sizler ne yapıyorsunuz?” deyince, susakaldık. Hakikaten Bengladeş denilen memleketten kalkıp İslâm’ı tebliğ maksadıyla âdeta dünya turuna çıkmışlar. Bahusus bu vazife Rusya ve Çin gibi memleketlerde ne kadar müşküldür. Fakat bu bahtiyar müslümanlar, bunun da yolunu bulmuşlar. Müslüman kisvesiyle gezip selâmlaşan ve bulundukları mahalde ibadetlerini yapan bu tebliğ cemaati gövde gösterisinde bulunmak suretiyle büyük fâideler kazanıyorlar. Nitekim Rusya’ya eski gittikleri günlerle şimdiki arasındaki fark, bunu açıkça ispat etmektedir.

Din nasihatle kaim olduğuna göre, herhalde nasihatler faideden hâlî olamaz. Tekrarında da ayrıca fâideler vardır. Onun için işin peşini bırakmamak lâzımdır.

Eğer sen hayatında rahat ve huzur istiyorsan, nefs-i emmâre, levvâme ve mülhimenin elinden yakayı kurtarmaya bak. Yalnız şu kadar var ki, bazı kimselerin görülen rüyalara itibar edip, “Mâşâallah, haydi şimdi sen şu nefistesin, zikrin de şu olsun” diye atlatmalarına kulak asma. Sen kendi nefsinin hâkimi ol, onu bütün kötü yollardan ve kötü işlerden uzak eyle ve günah işlere meyi ve muhabbet bırakma, kendini de kat’iyyen beğenme. Evvelin yâni ilk hilkatin neden idi, sonra da neye munkalib olacaksın? Bakalım ind-i İlâhi’deki halimiz nasıl olacak? Akıbet meçhuldür.

Allah Teàlâ’ya yalvarıp yakarmaktan başka çaremiz yoktur. İnsanı kendi kendisi veya etrafındaki dalkavuklar ve yardakçıları uçururlar da uçururlar, kutub yaparlar, kutbu’l-aktab yaparlar. Eğer o zatın ind-i İlâhî’de bir kıymeti yoksa, halkın uçurmasından ona ne fâide olur? Belki dünyasında şöhreti artar ve bazı nimetlere nail olabilir. Amma neticede hüsrana duçar olur.

Ey muhterem kardeşim, biz herkese hüsn-i zan eder, kimsenin aleyhinde bulunmayı sevmeyiz. Rahmetli babamdan aldığım ders şudur: “Oğlum, ‘herkes iyi, ben yaman; herkes buğday, ben saman’ de ve öylece kabul et” diye bizlere nasihat eder ve böylece kibir, gurur, ucûb ve kendimizi beğenmekten bizleri korumuş oluyordu.

İşte nefs-i emmâre ve levvâme sıfatları olan kibir, gurur ve ucûbten, hattâ hased, gazab, şehvet, hırs ve kinden kendimizi ve etrafımızdakileri ve bahusus çoluk ve çocuğumuzu korumak, hıfz ve himaye etmek boynumuza borçtur. Buna da daha çocukluk devresinden başlanır.

Hidâyet ve tevfîk daima ve her zaman, her yerde ve her işte Allah Teàlâ’dandır. onun tevfiki olmazsa ne kadar uğraşsanız neticede muvaffak olamazsınız. Onun için mü’minin yegâne şiarı, Allah Teàlâ Hazretleri’ne tam mânâsıyla sığınmak ve ona ilticadır. Allah Teàlâ Hazretleri lütf u keremiyle bizleri de kapısından ayırmasın. Âmin...

 

Nefs-i mutmainnenin birinci alâmeti bilgisiyle ameldir. Yâni ilmi de vardır, ameli de vardır. Bizim gibi değillerdir. Nefs-i mülhimede ilim var, fakat amel olmadığı için makbul sayılmamıştır, bu sebeple de nefse huzur ve rahat gelmemiştir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri de, “Ya Rabbi, fâide vermeyen ilimden sana sığınırım” buyurmamış mı idi?

Bugün ilim var, çeneler kuvvetli, edebiyat, fesahat, belagat istediğin kadar bol; lâkin ne yazık ki, ameller çok az!

Halkımızın birçoğu, din mesleğinde vazifeli olmadıkları halde sakal bırakmakta, sarık sarmakta; cübbe, uzun paltolar giymektedirler. Buna karşılık din adamlarımızın kıyafeti bugün görüldüğü gibi hiç de müslümanlığa uygun değildir. Ekserisi sakaldan mahrum, medeniyet kisvesi diyerek giydikleri o hıristiyan adat ve an’anesi olan frenk işi ceket-pantollar, gömlekler, kolalı yakalıklar... Bir de üstüne canım kıravat (!) yok mu ya; ne kadar dinimizle taban tabana zıd. Aman Allah’ım, sen bizlere hidâyet ihsan buyur. Âmin...

Bu ilmiyle amel mes’elesi o kadar basit bir şey zannedilmesin. Zira çok mühimdir. İlmin içerisinde o kadar amel vardır ki, onları tamamiyle yapmaya ancak kâmil insanlar muvaffak olabilir.

Zira farzlar, vâcibler, sünnetler, bir de müstehablar vardır ki, hepsi birbirinden üstün ve âlâdır. Farzlar terk olunamadığı gibi, ehl-i hakikat ne sünnetleri ve ne de müstehabları terk edebilir. Sünnet ve müstehablar, onların indinde farzlar gibidir. Meselâ, gece namazları sünnet olmakla beraber kat’iyyen terk etmedikleri gibi, sabah namazından sonra işrâk vaktine kadar ve ikindi namazından sonra da akşam namazı vaktine kadar olan vakitleri kat’iyyen zâyi etmezler. Hele akşamdan sonra evvâbîn namazını pek çok kılarlar ve rekâtlarda uzun sûreler okurlar, hem okur, hem de ağlarlar. Biner rekât kılanların sayısı çok olmakla beraber, Cüneyd-i Bağdadî rahmetullahi aleyh, erbâb-ı ticaretten olduğu halde, dört yüz ve bazen de altı yüz rekât namaz kılmadan dükkânını bile açmazmış.

Bu fazla ibâdetler ki, sahibi bundan mes’ul değildir. Fakat rızâ-yı İlâhiye’yi elde etmenin en güzel yolunun, ibâdetlere son derece ehemmiyet verip durmadan, yorulmadan ve bıkmadan devam etmekle olacağını iyi bildikleri için böyle yaparlardı. İbâdetlere bu kadar haris olmakla beraber yemek ve giyim hususunda ve ev işlerinde de hemen hemen Cenâb-ı Peygamber’i ve onun ashabını taklid edip, bid’atlerden son derece sakınırlardı. Zira ilmiyle amelin iktizası böyledir.

Dünyaya ve dünya ziynetlerine meyl-i muhabbetle bu dostluk hem hakikî olmaz, hem de devam etmez. Sakallarında ve bıyıklarında tam sünnet-i seniyye üzere hareket ederler. Süse ve ziynete hiçbir zaman rağbet etmezler. Hanımlarına da Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem gibi yardımcı olurlar idi. Rasûlüllah Efendimiz’in yapmadığı bir şeyi yapmak, onlar için mümkün değildir. Çünkü hedefleri hep Hak Teàlâ’nın rızasını kazanmaktır. Bunun da tabiî, Rasûlüllah Efendimiz’e tam bir mütabeatla hâsıl olacağında zerre kadar şüphe yoktur. Onun için onlar, amellerinde daima Rasûlüllah’ı hedef tutarlar ve izinden hiç ayrılmamaya çalışırlardı. Zamanımızda sakalsız, hattâ bıyıksız, öğlenlere kadar da leş gibi uyuyup, sonra da kürsülerde süslü püslü kılıkları ile arz-ı endam eyleyenlerin sözleri hiç tesirli olur mu? Bir de parmaklarındaki parlak yüzükleri, boyunlarındaki kıravatları ile edebiyat taslayanların lâf ebesi misali konuşmaları ne kadar güzel olursa olsun boştur, yere atılan lâstik top gibi hemen geri döner. Sahibi söyleyeceğim diye yorulur, terler, cemaatin de kulağına bir şey girmez. Yine herkes bildiğini okumaktadır. Bak Rasûlüllah’ın zaman-ı saâdetlerinde içki yasağı ilân edildiği vakit ashab-ı kiram nasıl emre uymuş, bütün şaraplarını dökmekle beraber, kaplarını da nasıl kırmışlardı. Ne polis vardı, ne de jandarma, fakat bir ilân kâfi geliyordu.

Bugün bu kadar bilgiye ve bu kadar kuvvete rağmen hep tavsiyelerin tersi yapılagelmektedir. İçki ile mücadele cemiyeti kitaplar neşreder, resimler basar, broşürler dağıtır, amma hepsi beyhude.. Emeklere yazık! Yine her gün sarhoşların sayısı çoğalmakta, artmakta, içkinin satışı artmakta, hattâ bu da yetmemektedir. Vukuat dosyaları da o nisbette kabarmakta ve suçlular bir anlık zevkleri sebebiyle zindanlara düşmektedirler. Hele aile perişanlığı ve bunların çocuklarındaki anormallikler doğrusu yürekler acısıdır. Aile reisi tatlı ağzını içkiyle zehir yapar, bir tarafta sızar kalır; aile ise evde babayı bekler. Çocuklar bu halleri göre göre, bir zaman sonra kötü yola sülük ederler. Ondan sonra ne iffet, ne haya, ne de sadakat kalır ailede. Sonra müslümanlar arasında bulunması lâzım gelen sehâvet, muavenet ve samimiyeti görmek âdeta muhal oldu. Artık herkes birbirinden şikâyetçi.

Bu içki ve emsali günahlar en korkunç hastalıklardan daha beterdir. Ve hastalıklar nasıl bulaşıyorsa bu sarhoşluk illeti de öylesine yayılıyor ki, neticede umumî bir felâketten korkulur. Çünkü vücuddaki kanların daimî zehirlenmesi, giderek vücudun ahengini bozar.

Bir kere evvelemirde, o kalb denilen cevher nurunu kaybedip peyderpey, karara karara artık simsiyah olur. Sonra da doğru ile eğriyi, hak ile bâtılı olur. Zaman zaman küfrü mucib sözleri de söyleyerek neûzübülâh dinden de çıkar vesselam. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını!

Binâenaleyh, İslâm dini daima tekemmülü emreder. Bu ise ancak Allah Teàlâ Hazretleri’nin emirlerini tutmakla olur. Bir taraftan ibâdât, tâat, hayır ü hasenat yapma gibi evâmirine yapışmakla birlikte, diğer taraftan, yine Allah Teàlâ Hazretleri’nin yasak ettiği, yapmayın dediği şeyleri yapmamak ve bu yasaklardan son derece sakınmak, kaçmak, hem de arslandan korkup kaçar gibi kaçmak lâzımdır. Bundan sonra da iki cihan serveri, başlarımızın tacı, sevgili Peygamberimiz’in sünnet-i seniyyelerine tam mânâsıyla sarılınmalıdır. Bu arada hem zikrullaha ve hem de salâvat-ı şerîfelere devamla, nefs-i emmârenin, levvâmenin, mülhimenin ellerinden yakayı kurtarıp nefs-i mutmainneye erişmeye çalışmak gerektir. Hattâ orada da durmayıp nefs-i Râdiyye’ye geçebilmeye sa’y ü gayret etmelidir. O nefs-i râdiyye ne büyük devlettir, ne büyük. Öteki devletler hep fâni ve daima tehlike içerisindedir.

Bak padişahların başına gelenlere! Yine bak, o kadar kuvvet ve kudreti olan Şah’ın başına gelenlere... Bu dünya nimetlerinin dışı süslü, tatlı, ballıdır. Amma içyüzü zehir zemberek; bir de üstelik ebedî âhiret felâketi.

Saçı bitmeyen yetimin, beli bükük ihtiyarın hak ve hukuklarına riayet ve adaletle idâre-i hükümet edebilmek ne kadar müşkül ve zordur. Onun için idareciliğe özenmek ve imrenmek, doğrusu hiçbir akl-ı selim sahibine yakışmaz.

Sen imreneceksen, Hak katında, Allah indinde makbul ameller işleyen kullara imren de onlar gibi olmaya gayret eyle. Böylece dünyan da, âhiretin de mâmur olsun, saâdet-i ebediyyeye nail olasın.

Bunun için yegâne çare, Allah Teàlâ’nın bütün emirlerine itaat ve bütün yasaklardan, sırf Allah1 sevgisi ve Allah korkusundan ve onun rızâ-yı şerifini kazanabilmek maksat ve gayesiyle, hem de ihlâs ile kaçabilmektir. Bu nimetin üstüne başka nimet tasavvur olunamaz. Bak bütün peygamberlerin yollarına ve büyük müctehidlerin ve evliyaların yollarına... Onların izlerinden, yollarından gitmeye çalış, vesselam.

Aziz ve muhterem kardeşim, bu dünyada en iyi yol, İslâm yoludur, peygamberlerin gittikleri yoldur. Fâtiha-i Şerife’yi çok oku; bak orada, peygamberlerin yolu olan İslâm yolunu istemekle beraber, Yahûd ve Nasârâ yâni hıristiyanların yollarından da uzak olmayı temenni ediyoruz. Fâtiha’yı her gün en aşağı kırk kere okuduğumuz halde mânâsını pek az düşünmekte ve maalesef gittiğimiz yolu hiç de tetkik etmemekte, âdeta körü körüne yürümekteyiz. Halbuki, bu nefs-i mutmainneye nail olabilmeye hevesli olan kardeşlerimizin, evvelâ bu günah yollardan, hıristiyan âdet ve an’anesinden son derece sakınmaları gerektir.

Meselâ nişan ve nikâh merasimlerinde yapagelmekte olduğumuz çirkin âdetler, hattâ düğünlerimizdeki günah hareketler ve hele sünnet düğünlerindeki aşırı merasimler, kadın-erkek karışık sohbetler, hep bizim manevî terakkimize mâni ve süfli bir dereceye düşmemize sebep olan işlerdir. Nerede kaldı nefs-i mutmainne!

Binâenaleyh, nefs-i mutmainne sahibinin ilk önce dinini iyi bilip ona göre hareket etmesi ve bütün farz, vâcib ve sünnetler üzerinde titizlikle durması, sonra da yasaklardan, bid’atlerden, hıristiyan âdât ve an’anesinden de son derece kaçınması gerekir. Hattâ giyim-kuşamda ve yemek yemede sünnet-i seniyyeden kat’iyyen ayrılmamak şarttır. Bundan sonra bütün işlerde Hakk’a tevekkül edip bel bağlamadır.

Çünkü Hak Teàlâ’ya bağlanan ve ona tevekkül edip dayananların muini, yardımcısı, imdatçısı Allah Teàlâ’dır. onun yardımı gibi yardımı kimse yapamaz. Rızkını ummadığı yerlerden, hem de bolca ihsan eder ve korktuklarından da himaye ve muhafaza eder, emin kılar. Ayrıca düşmanlarının gönlüne de korku verir. Kendine tevekkül eden kulunu her bakımdan memnun eder. Dualarını da kabul eder. Kur’ân-ı Kerîm’de tevekküle ait pek çok âyet-i kerîme vardır. Tevekkülle alâkalı ehâdis-i nebeviyeler dahi mebzûldür.

“Tasavvufî Ahlâk”da bu hususta epeyce malûmat verildiğinden, burada tekrarına lüzum görülmemiştir. Sonra büyüklerin yazdıkları kitapları da okumaktan hâli kalmayınız. Onların da ruhaniyetlerinden istifade edersiniz. İmam Gazâlî Hazretleri’nin İhyâ-u Ulûm’unun üçüncü cildindeki tafsilât pek geniştir. Okumanızı tekrar tekrar rica edeceğim. Zira tevekkülde pek çok faydalar vardır. Kur’ân-ı Kerîm’i okudukça “Kim Allah’a dayanırsa O ona yeter” âyeti gibi nice âyet-i kerîme gözlerimizin önünde bir nur levhası şeklinde geçmektedir ki, bu her zaman müşahede olunmaktadır.

Terakki ve tealide gözü olan mü’min-i muvahhidîn, bundan sonraki hizmeti daha ağırlaşır, açlığa ve susuzluğa sabır ve tahammülü artar. Çünkü açlık melekler sıfatıdır, peygamberler sıfatıdır, velîlerin şiarıdır, insandaki kesafetin, ağırlığın, zulmetin gitmesine sebep olur ve onların yerlerine nuraniyet ve hafiflik gelir, göz ve gönül açılır. O mü’minler kalb gözü ve kulaklarıyla bizim göremediğimiz ve duyamadığımız şeyleri, esrarları hem görür ve hem de duyarlar.

Hazret-i Ömer radıyallahü anh, Medine-i Münevvere’de, cuma namazı esnasında hutbe irad ederken, Acemistan’a yolladığı İslâm ordusunun kumandanı olan Sâriye’nin düşman tarafından muhasara edilmek istendiğini kalb gözüyle görmüş ve ordu kumandanına, derhal arkasını dağa vererek muhasaradan kendisini kurtarabilmesi için “Yâ Sâriye ile’l-cebel, ile’l-cebel, Yâ Sâriye, dağa, dağa!” diye emir vermişti. Sâriye de bunu duymuş, ordusunu bu suretle hem kurtarmış, hem de zafere nail olmuştur. Bu bizlere yetmez mi?

Bunların emsalini, evliya menkıbelerini yazan Tezkiretü’l-Evliyâ’yı vesair kitapları oku da bak, nelere rastgeleceksin. Hele Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’yle Abdülkadir-i Geylânî’nin menkıbelerini okudukça hayretten hayrete düşeceksin. Bu suretle senin de iç âlemin değişecek ve tüylerin ürperecek, inşaallah tevbekâr olup Hak yola düşmeye kendini mecbur hissedeceksin.

Bu büyük zatlara verilen kerametlerin yirmi altı nevi olduğunu ayrıca açıklamışlardır. Hele bunların arasında öyle muhterem kimseler vardır ki, bunlar halk tarafından kat’iyyen bilinmezler, bazen de tahkire bile uğrarlar. Amma o tahkir edenler az zamanda bir sille yerler, mahv ü perişan olup giderler. Meselâ, Veysel Karânî Hazretleri’ni tanımayan birisi onu, o perişan kılığında görse, ona hem hiç kıymet vermez, hem de belki onu incitebilir. Lâkin bunlar meczub-ı ilâhîdirler. Bunlara dokunmaya hiç gelmez.

Evliyaların büyükleri ne güzel insan nümûnesidir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin huyunu ve âdet-i seniyyelerini tamamıyla taklid etmiş olduklarından, doğrusu bunlardan ve bunların sohbetlerinden ve hattâ bunların yüzlerini görmekten bile insanlar öyle feyz ve bereket alırlar ki, bunu senelerce çalışsalar elde etmelerine imkân olamaz. Öyleyse sen de böyle birisini bulursan, hemen sohbetine devam eyle. Sakın kendini beğenen şarlatanlara kapılma, uyanık ol. Kimseyi de incitme. Herkese hüsn-i zan edip. âdâb-ı muaşerete riâyet eyle. Büyüklere hürmet ve saygıyı, küçüklere de şefkat ve merhameti elden bırakma.

Bahusus anne ve babana, amca ve dayılarına karşı son derece saygılı ol. Hala ve teyzelerin de böyledir. Bunların çocuklarına karşı da akrabalık haklarını yerlerine getir.

Kimsede kusur, kabahat arama. İnsanların kendi kusur ve kabahatleri kendisine hem yeter, hem de artar. Başkalarında kusur ve kabahat görmeyi büyükler noksanlık alâmeti saymışlardır. Zira peygamberlerden başka hemen herkesin hatâsı vardır. Beşeriyet itibariyle kişinin bazı çirkin ve günah halleri bulunursa da, bazen pek müstesna güzel huy ve amelleri olur. Binâenaleyh, sen bu güzel huyları gör de, onu o cihetten takdir eyle. Öteki cephesini de Mevlâ’ya bırak o kardeşine hayır dualar eyle.

Nefs-i mutmainneye erişmek kolay olmadığı gibi, orada tutunabilmek için de, tevekkül ve amelle beraber, bir de açlığa alışmak ve nefs-i emmârenin on iki huyunu da tamamen terk etmiş olmak şarttır.

Öyle hem huysuzluk, yem evliyalık bir arada cem olmaz; bal ile zehirin bir arada cem olmadığı gibi. Günahlar ve kötü huylar en zehirli yılandan ve en korkunç hayvandan daha fena ve daha tehlikelidir. Böyle olunca, taliplerin bu günah ve çirkin huyların hepsinden vazgeçmeleri ve bunların yerine en güzel huylan kendilerinde toplamaları şarttır. 

1. Nefs-i Mutmainne Sahibinin Rüyası

Kur’ân-ı Kerîm görmek ve okumak tasfiye-i kalbe ve matlûba erişmeye işarettir. Lâkin okuduğu sûreyi bildiği takdirde böyle tâbir olunur. Peygamberleri görmek, dinde kuvvet ve bunlara uyma sıfatıdır. Evliya görmek, korktuğundan emin olmak ve umduğuna nail olmak sıfatıdır. Şeyhleri görmek, nefsini irşada işarettir. Padişah görmek, vücuda tasarruf; doktor görmek, nefsinin isyanını amel-i sâlihle ilaçlamak; vüzerâ, vükelâ ve ümerâ görmek, akılda kemâl ve maksada takarrüp; müftü görmek, nefsin hayra delâleti sıfatlandır.

Kadı görmek, kalb ve azasına Allah Teàlâ’nın hükümlerini icra suretidir. Eimme, hutebâ, ulemâ ve şühedâ görmek ve sâlih insanları görmek, Allah’ın emirlerine tâbi olmak; Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kudüs-ü Şerif, cami ve medreseleri ve bunlara benzer ne kadar mübarek mahal varsa bunları görmek, hepsi kalbin temizliği alâmetidir. Sancak, alem, ok, kılıç, top, tüfek vesaire şeytan vesvesesinin azlığı sıfatıdır. Tesbih, matluba erişmekle; din kitapları, mübarek kitapları ve güzel kokuları görmek, güzelliklerle tâbir olunur. Yâni nefs-i mutmainneye işarettir.

Hattatlık, işin çokluğuna işarettir. Yeşil renk görmek, mutmainnenin alâmet sıfatıdır. Mevsimin gayrinde yeşil ham meyvayı ağaçtan koparmak, ihlâssızlığı giderir ve ihlâsa meyle işarettir. Mevsiminde olmadık yeşil meyvayı ağaçtan koparmak ihlâssızlığa işarettir.

Mutmainne haline dair görülen rüyalarla kişi az çok kendini bilmiş olur. Bunların asıl tâbiri tâbir ilmine vâkıf olan kâmiller tarafından olur. Bu daire içinde her ne kadar amel ve güzel sıfatlar varsa da ihlâssızlık korkusu dahî mevcuttur. Bu nefs-i mutmainne sahipleri, ruhlarını verdikleri zaman mekândan münezzeh olduğu halde cânib-i mâneviyesine ve yevm-i kıyamette Hakk’ın cennetine davet buyrulurlar. Nitekim Kur’ân-ı Azîmüşşan’da, esteizübillâh, “Ya eyyetühennefsül-mutmainne...” lâfzı celîli buna işarettir.

Fakat kula lâyık olan, korku ile reca arasında bulunmaktır. Cenâb-ı Hak cümlemize hüsn-i hatime ile âhirete göçmeyi nasip eylesin. Âmin...

Bursalı Üftâde Mehmed Muhiddin Hazretleri der ki: “Rüyalar kitaplarda yazılan tâbirlerle hallolunmaz. O bir gizli ilimdir, ancak o ilim sahiplerinin tâbiri muteberdir”. Bu nefs-i mutmainneyi tamamlayanlar huccâcın Mina’da hac farizasını yerine getirmek için kurbanlarını kestikleri gibi nefislerini kurban edip beşinci mertebe olan nefs-i râdiyyeye yükselmeye müstait olmuş olurlar. Cenâb-ı Hak cümlemize, bu nefs-i râdiyyeye ulaşabilmek devletini ihsan buyursun. Âmin...

<< Önceki Sayfa | İçindekiler | Sonraki Sayfa >>