ONBİRİNCİ BÖLÜM: İSLAM GAZİSİ SALÇUK
varlık gösterdiler...
Görüldüğü gibi bu devletlerin üçünün kurulduğu
tarihler birbirine yakındır ve kuzeyden gelen 200.000 çadırlık Oğuz
grubunun göç ettiği zamana denk düşer. Selçuklu Devleti'nin kurucusu
sayılan Salçuk da bu grubun içindeydi. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 54)
Salçuk'un babası Dukak, Oğuzlar arasında prestij sahibi, Yabgu
yanında yeri olan bir adamdı. Salçuk 900 yıllarında doğmuştu. Babası
öldüğünde 18 yaşlarındaydı. Ama kısa zamanda önemli mevkilere geldi, hatta
zayıf bir kişi olan Yabgu'nun yerine gözünü dikti. Bu yüzden araları
açıldı. Sonunda Salçuk mensup olduğu Kınık boyundan yakınlarıyla kaçmak
zorunda kaldı. Hazar Denizi'nin kuzeyinde, Cend şehrine yerleşti (935
yılı). O tarihlerde Müslüman Türkler ve Araplar daha çok Asya'da
kendilerine baskı yapan gayrımüslim Oğuzlar ve diğer Türkler'le
savaşıyorlardı ve Cend de bu savaşın sürdüğü uç beyliklerinden biriydi.
Salçuk valiye bir adam göndererek Müslüman olmak istediğini ve ailesine
Müslümanlık esaslarını öğretecek fakihler talep ettiğini bildirdi...
950'lere gelindiğinde, Salçuk bir İslam gazisi olarak büyük ün sahibi olmuş
ve etrafına toplananların sayısı çığ gibi artmıştı.
Hizmetlerinden son derece
memnun olan Sâmani hükümdarı, Salçuk'a Buhara civarını otlak olarak verdi.
Salçuklular hem devleti korumaya, hem de kendi arazilerini genişletmeye
başladılar. En büyük oğlu Mikail (Mişel), bu savaşlar sonunda şehit
oldu. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 55)
Bu esnada Karahanlılar,
Samanlılar ve Gazneliler Türk ve Müslüman olmalarına rağmen, birbirleri
ile Maveraünnehir, Horasan ve İran'ın egemenliği için mücadele
ediyorlardı. Bu mücadelede Salçuk, işine gelen tarafı tutup güçlenmeye
başladı.
999 yılında Gazneli Mahmut Horasan'ı tamamen ele geçirdi.
Karahanlılar da Sâmanlılar'ı yenip Maveraünnehir'i ele geçirdiler (1001
yılı). Salçuklular da onlara tâbi oldular. 1007 yılında Salçuk 100 yaşını
çok aşmış olarak vefat etti. Yerine oğlu Arslan (İsrail) yabgu oldu.
(Bakınız: NOTLAR - 4B, 56)
Bu sefer Karahanlılar ile
Gazneliler arasında sürtüşme başladı. Gazneli Mahmut 1025 yılında
Maveraünnehir'e girdi. Salçuklular'ı tehlikeli bulduğu için bir hile yanına
çağırttığı Arslan Yabgu'yu Hindistan'a sürgüne gönderip bir kaleye
hapsettirdi. Arslan o kalede 1032 yılında vefat etti. Oğlu Kutalmış, kale
civarına gelip, onu kurtarmaya çalışmışsa da, imkânsız olduğundan babası
ölünce geri dönmüştü.
Salçuk'un ölümünden sonra Arslan'ın yabgu
olması, Mikail'in oğulları Tuğrul ile Çağrı'nın kendilerine ait gruplarla
ayrılmasına yol açmıştı. Bunlar Buhara'da bulunuyorlardı ve kendi
başlarına hareket etmeye başlamışlardı (1010'lar). Bu durumdan rahatsız
olan Karahanlı Sultanı Buğra Han, Tuğrul'u yakalatıp hapsetti, ama ordusu
Çağrı Bey'in kuvvetlerine yenilince serbest bırakmak zorunda
kaldı.
Ancak bu olaydan sonra Tuğrul ve Çağrı, Buhara ve Semerkant
yöresini terkettiler. Bunun sebebi ise, sayıları gittikçe artan
Türkmenler'e yer bulma arzusu idi. Çağrı Rum diyarına, Tuğrul da çöle
gidecekti. Çağrı, 1016 yılında Anadolu'ya gelip Vaspurakan Ermeni
Krallığı'na saldırdı, Gürcü ülkesini işgâl etti. Ermeni Ani Krallığı ile
yaptığı savaşta pek başarılı olamadı. Ama yine de geri döndüğünde
Tuğrul'a, "Oralarda bize karşı çıkacak kimse göremiyorum" dedi. Bu olay
prestijlerini arttırdığı için, etraflarına daha çok adam toplandı. Arslan
Yabgu'nun ölümüne kadar, onun önemli kumandanları olarak kaldılar. Daha
sonra bir süre, amcaları Musa ve oğlu Yusuf ile Selçuklular'ı ortaklaşa
idare ettiler. O döneme kadar daha çok Karahanlılar'a tâbi olan Selçuklular,
1035 yılında Horasan'a göçüp oradaki Türkmenler'le birleştiler ve
Gazneliler'e tâbi oldular, daha doğrusu tâbi olmak istediler.
(Bakınız: NOTLAR - 4B, 57)
Türkmenler 950'lerden itibaren
sürekli göç ettikleri için gittikleri ülkenin yerli halkına ve
yöneticilerine dert oluyorlardı. Gazneli Mahmut da onlarla çok uğraşmış,
mümkün mertebe ülkesi dışında tutmaya çalışmıştır. Oğlu Mesut da
Türkmenler'in dikbaşlılığından, kural tanımazlığından ve isyanlarından
yıldığı için, 50 Türkmen şefini hile ile çağırtıp öldürtmüş, ama bu
hareketi yeni bir isyana yol açmıştı.Yani, Türkmenler'in başına buyruk göçmen bir
halk olduğu, yerleşik halklarla pek anlaşamadığı ta o tarinten bilinmektedir.
(Bakınız: NOTLAR - 4B, 58)
İşte Selçuklular Horasan'a yerleşirken, Gazneli Hükümdarı'na
Türkmenler'i yola getireceklerini, zarar verenleri de süreceklerini
bildirmişlerdi. Ama Cürcan'da bulunan Sultan Mesut bir kere yerleştiler mi,
bir daha kurtulamayacağını anlamıştı. Bu yüzden üzerlerine ordu gönderdi.
Bunlar Türkmenler'in bir kısmını katlettiyse de, arkadan gelenler büyük
gruplarla karşılaşınca mağlup oldular.
Yapılan anlaşmayla,
Selçuklulara sancak ve menşur ile üç eyalet verildi, karşılığında aileden
biri Gazneliler'in yanında rehin tutuldu. Buna rağmen Selçuklular diğer
Türkmenler'le birleşerek sınırlarını aştılar ve etrafta çapula devam
ettiler. Nihayet Gazneli Sultanı Mesut bizzat ordusunun başında,
Selçuklular'ı Horasan'dan sürmek için fillerle takviye edilmiş bir orduyla
Dandanakan kalesi önünde saldırıya geçti. Ancak bir süredir devam etmekte
olan çarpışmalar ordusunu yıpratmış, Selçuklular'ın aldığı tedbirler sonucu,
kendileri aç ve susuz, hayvanları da otsuz kalmıştı. Mesut'a karşı olan
bir kısım komutan ve asker, peyderpey Selçuklular'ın saflarına katıldı.
Sonuçta Mesut, yenilmekten kurtulamadı. (1040 yılı)
Bu önemli savaş, Horasan'ın resmen Selçuklular'ın idaresine geçmesini
sağladığı gibi, Gazneliler'in gittikçe gerilemesine ve Selçuklular'ın süratle yayılmasına
yol açtı. Tuğrul Bey Nişabur'u kendine payitaht yaptı. Sonra Harzem
ülkesini, Kirman'ı, Fars'ı ve tüm İran'ı zaptettiler. Ermenistan, Kafkasya,
Azerbaycan ve Irak'ı aldılar. Gürcistan ve Abazistan'ı fethettiler. Bütün
bunlar 15 yıl gibi kısa bir zaman içinde oldu. Daha sonra payitaht Rey'e
nakledildi. Anadolu'da Trabzon'a kadar sefer yapıldı.
Eski Türk
törelerine göre Tuğrul, büyük yabgu idi. İran ve Irak'a hükmediyordu.
Kuzey Azerbaycan, Gürcistan ve Anadolu, ArslanIn oğlu Kutalmuş'un;
Mezopatamya ve Suriye, Musa'nın oğlu İbrahim Yinal'ın idaresinde idi.
(Bakınız: NOTLAR - 4B, 59)
Selçuklular, Nişabur'u aldıktan
sonra, özellikle Dandanakan Savaşı'ndan sonra, İslâm ülkelerindeki
yağmalarına ve çapula son vermişlerdi. Yani artık Selçuklular da yerleşik
bir toplum olma yolundaydılar. İşte aynı yıl, yani 1040'da, Karahan
Sultanı Buğra Han, içyüzlerini öğrendiği İsmaililer'le savaşmış ve çoğunu
yok etmişti. Tuğrul Bey de Halife'ye başvurarak Şii Buveyhiler'e karşı
harekete geçmek istediğini söyledi, fakat sözünü dinletemedi!... 15 yıl sonra
Halife'nin kendisi Tuğrul Bey'i çağırmak zorunda kalacaktı.
Bu arada göçe devam eden, ancak bağımsız kalmayı ve göçebe yaşamayı,
yerleşik olmaya tercih eden Türkmenler, İslâm ülkelerindeki yerli halkla sürtüşmeye
devam ediyorlardı. 1044 yılında Halife, meşhur âlim Maverdi'yi göndererek
olaylardan Tuğrul'u sorumlu tuttuğunu bildirdi.
- "Zaptettiğin yerler sana yeter, İslam ülkesine zarar verme,"
dedi... Halife'nin o dönemde fazla gücü yoktu. Ama son derece dindar ve Halife'ye karşı saygılı olan Tuğrul Bey,
- "Ben dürüst davranıyorum, ama milletimden aç ve perişan olanlar kötü davranıyorsa ne yapabilirim?"
cevabını verdi. Ama yine de göçebeleri kontrolü kabullendi. Bir süre sonra Türkmenler, kendilerini denetim altına almaya çalışan Selçukluları hasım bildiler.
Böylece ortaya enteresan bir
çelişki çıktı. Selçuklular hem Türkmenler'in iktidarıydı, hem de onlarla
uğraşmak durumundaydılar!.. Yalnız bunu bazı tarihçi ve sosyolog geçinenlerin
yaptığı gibi Selçuklu-Türkmen düşmanlığı şeklinde
göstermek yanlış olur. Olaya, "Yerleşik şehirleşmiş Türkmenler ile hâlâ
göçebe olan Türkmenler arasındaki farklı sorunlar" olarak bakmak daha
gerçekçi bir değerlendirmedir. Selçuklu hükümdarları göçebe Türkmenler'e yurt bulmayı
kendilerine ilk ve en önemli görev edinmişler, ama yersiz yurtsuz
olanların itaatsizliklerini de hoş görmemişlerdir. Ortada iddia edildiği gibi bir "alevî
katliamı" falan yoktur, huzursuzluk yaratanların tedibi, yola getirilmesi söz konusudur.
(Bakınız: NOTLAR - 4B , 60)
Yine Diyarbakır Emiri Nasirüddevle, Türkmenler'den
şikayet edince Tuğrul Bey,
- "Kullarımın senin memleketine geldiğini haber
aldım. Sen bir Suguur (uçbeyi) emirisin.
Onlara mal verip kâfirlere karşı
kullanmalısın. Zira onların asıl maksadı Ermeni beldeleridir,"
demiştir.
1047 yılında Nişabur'a gelen kalabalık bir Türkmen
grubuna oradaki Selçuklu Beyi İbrahim Yinal,
- "Rum diyarına gidiniz. Ben de arkanızdan geleceğim,"
diyerek yön göstermiştir... Böylece Selçuklular, akın akın göç eden
Türkmenler'e hem yer buluyor, hem de âsi beylerini düşmanla meşgul ederek
devlet düzenini koruyorlardı.
O tarihlerde Anadolu'da bir kısım Rum
halkının yanı sıra, Bizans'ın İslâm saldırılarına karşı yerleştirdiği
Müslüman olmayan Peçenek, Uz, Kuman gibi Türk boyları da vardı. Yani
Anadolu 1071 tarihinden çok önceleri Türkleşmişti. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 61)
Ne var ki, 928 yılında tekrar güçlenen Bizans, karşı
hücuma geçip kaybettiği toprakları geri almış, Müslümanlar'ın elinde sadece
Diyarbakır, Mardin ve Siirt kalmıştı.
İslam Devleti'nin Bizans'a
sınır üç Suguur'u vardı: Doğu Anadolu (Ermeniye), Malatya (Ceziriye), Şam
(Suriye)... Bu uçbeyliklerinin halkı hep harp içinde yaşardı. Bilhassa IX.
Asır'dan itibaren de çoğunluğunu da Türkistan ve Horasan'dan gelen gaziler
oluşturuyordu. Bu beylikler bir nevi askeri cumhuriyetlerdi. Halife'ye
bağlıydılar ama kendi adlarına para bastırırlar, emir veya sultan diye
anılırlardı... Türk masallarındaki "şehzâde, padişah kızı" diye geçen
kişiler, elbette 36 Osmanlı padişahı ile ilgili değil; bu bölgenin,
Horasan'ın, bütün Türk diyarının sayıları yüzleri bulan padişahlarından
kalmadır.
Aşağı yukarı üç asır süren bu dönem (700'ler-1000'ler),
bize Seyyit Battal Gazi gibi kahramanların, komutanların destanları ile
intikal etmiştir.
Tuğrul Bey, Azerbaycan ile ilgilenirken,
Kutalmış Ermenistan'a girdi. O tarihlerde Ermeniler Bizans
hakimiyetindeydiler. 1045 yılında bir Bizans ordusunu yendiyse de, 1047
yılında yenik düştü. İşte bu yenilgiden sonra Anadolu'nun fethi sistemli
bir şekilde planlandı. 1048'de Hasankale'de yeni bir muharebe oldu. Bizans
ordusu yenildi. Yapılan anlaşmayla, o zamana kadar İstanbul'daki camide
Fatımi Halifesi adına okunan hutbenin Abbasi halifesi ve Türk Hakanı adına
okunması sağlandı. Halbuki adına hutbe okunan halife İslâm Devleti'nin
lideri olmak bir yana, Bağdat'tan dışarı çıkamıyordu. Selçuklular'dan önce
Endülüs, Mısır, Suriye, İran, Türkistan hep İslâm Devleti'nden (Abbasiler)
kopmuştu. Ancak Tuğrul Bey, halifeye gösterilecek saygının İslâm'ın
birliğini sağlamakta yararlı olacağı düşüncesindeydi.
Nitekim,
çıkan bir Şii-Sünni çatışmasından sonra, Buveyhlilerden bezmiş olan Halife
Kaim Biemrullah'ın daveti üzerine, bu konuya el attı. Mekke yolunu ıslah
etmek ve hacıları emniyete almak için Bağdat'a gelerek Buveyhoğulları
devletini yıktı. Çağrı Bey'in kızını da halifeye vererek onunla akrabalık
kurdu. (1055)
Aslında Buveyhliler de Türk'tü. Kürtlük iddialıra doğru değildir. Deylem'de
iken Alioğullarından Zeyd'in torunu Hasan'ın kurduğu devlet zamanında
Alevileşmiş, sonradan kendileri İran'da bir devlet kurmuş ve
Şiileşmişlerdi. Hatırlanacağı gibi, Zeydi Alevileri ilk üç halifeyi de
kabul eden mutedil bir inanca sahiplerdi. Buveyhliler Bağdat'ı aldıktan
sonra halifeye dokunmamayı menfaatlerine daha uygun buldular. Hatta Şii
olmalarına rağmen, Fatımi Halifesi adına hutbe okutmaktan bile çekindiler.
Bizce makbul olmayan yanları, Bizans'ın İslâm ülkesine yaptığı saldırılara
(900'ler) ilgisiz kalmaları, böylece ülkenin bölünmesine, Müslümanlar'ın
öldürülmesine veya tekrar Hıristiyan yapılmasına ses çıkarmamalarıdır. Bu
açıdan Ali'ye pek uydukları söylenemez.
(Bakınız: NOTLAR - 4B, 62)
Tuğrul Bey'in tutuklattığı Buveyhli komutan Arslan Besasiri
sonradan hapisten kaçtı. Arslan adından da TÜRK oldukları anlaşılır... Ürslan,
dağılmış olan Buveyhliler'i etrafına topladı ve
Selçuklular'ın isyanlarla uğraşmasından yararlanarak Bağdat'ı ele geçirdi.
Halife kaçmak zorunda kaldı (1058) Besasiri bu sefer çekinmeden hutbeyi,
Şii Fatımiler Halifesi adına okuttu. Böylece Orta Asya'nın, Selçuklular'ın dışında kalan
ve Endülüs haricindeki bütün İslam ülkesinde Şiilik hâkim oldu!.. Ama bu ancak
bir yıl sürdü... Tuğrul Bey tekrar Bağdat'a geldi, Halife'yi eliyle tahtına
oturttu. Bu kez onun kızını kendine alarak akrabalık bağlarını pekiştirdi. (1059)
İbrahim Yinal Tuğrul Bey'e isyan etmiş, fakat yapılan
savaş sonucunda yenilerek 1059 yılında idam edilmişti. 1060 yılında Çağrı
Bey, 1063 yılında da Tuğrul Bey vefat etti. Yerine Çağrı'nın oğlu
Alparslan geçti.
Alparslan önce Bizans'ın bir vilayeti olan
Ermenistan'ı aldı. Gürcistan, Şirvan ve Halep'i zaptetti. Karşı hücuma
geçen Bizans İmparatoru Diyojen, Türkler'in eline geçmiş olan Doğu
vilayetlerini geri aldı. Malazgirt'i tahrip edip kale muhafızlarını idam
etti. O sırada Alparslan ordusunu dağıtmıştı. Sulh istediyse de, İmparator
Rey ve Bağdat'ı talep edince savaşmak kaçınılmaz oldu.
İmparatorun
yanında 200.000, Alparslan'ın yanında ise düzenli 15.000 kişi vardı. 26
Ağustos 1071 Cuma günü Alparslan sabah namazını kılıp beyaz elbiseler
giydi. Ordusuna döndü,
- "Artık ben bir hakan değil, neferim. Ölürsem bu elbise kefenim olsun,"
diyerek taarruz emrini verdi. Selçuklu ordusunun
kahramanlığının yanında, Bizans ordusunda bulunan Uz, Peçenek gibi Türk
boylarının, karşılarında düşman diye gördükleri kişilerin kendi
âdetleriyle savaşan Türkler olduğunu öğrenmeleri ve Alparslan'ın saflarına
geçmeleri, zaferi kolaylaştırdı.
Malazgirt savaşı ile Anadolu
Selçuklular'a kesin olarak açıldı. Alparslan'ın ordusuyla birlikte Türkmen oymakları,
onların peşine takılarak İran-Irak dağlarından kalkıp gelen Kürt aşiretleri Anadolu'ya girdiler...
Kürtler'in Anadolu'daki varlığı böyle başladı. Yoksa öyle Kurti, Komagene gibi kelimelere
bakarak 5000 yıllık bir tarih çıkarma çabaları boş ve temelsizdir.
Alparslan'a Esir düşen İmparator Diyojen, bir milyon
dinar karşılığı serbest bırakıldı ama, İstanbul'a dönerken Ermeni Kralı
tarafından yakalanıp gözlerine mil çekildi.
Alparslan, oğlu
Melikşah'a bir de Bizanslı prenses aldı. Bununla, "kadının malı kocasının"
töresi gereği Bizans'a tâlip olduğunu göstermek istiyordu. Sonra
Melikşah'a, Semerkant'ta Kanklı bir Türk hakanının kızını daha aldı. Kendi
kızını da Halife'nin torununa verdi.
Mekke'ye gidip nâmına hutbe
okuttu. Böylece Kâbe ve civarı da Türk idaresine girdi. Bu arada isyan
eden Buhara beyleri ile Harzemli Yusuf'a derslerini verdi. Tutuklanan
Yusuf burada da kendisine kafa tutunca, cesur fakat tedbirsiz Hakan,
sinirlenerek bırakılmasını emretti. Yusuf bir anda hançerini çekip
Alparslan'ı şehit etti. (1072) Büyük bir Türk, gururu yüzünden 40 yaşında
bu dünyadan göçmüş oldu.
Aynı tarihlerde Uygfuir Türkü Yusuf Has Hâcip,
KUTATGU BİLİG adlı eserini yazıp Doğu Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han
(Ebû Ali Hasan bin Süleyman Arslan)’a sunuyor, Kaşgarlı Mahmud da
DİVÂN-I LUGAT-IT TÜRK'ü hazırlıyordu!..
Alparslan'ın oğlu Melikşah'a 10 milyon
kilometrekarelik koca bir imparatorlukla birlikte, mükemmel bir devlet
adamı olan veziri Nizamülmülk'ü devretmişti. Zamanında 200 kadar padişah,
han ve şehzade önüne gelip bağlılığını bildirmişti. Alparslan, Türklüğe son derece bağlı,
Türkçe konuşan, halifenin verdiği ünvanları kullanmayan, âlimlere, şâirlere
destek olan muhterem bir zattı.
Bu arada Melikşah da yeni halifeye
kızını vererek akrabalığı kuvvetlendirdi. Çok gayretli bir hakandı.
Yemen'den Amuderya'ya, Anadolu'dan Hindistan'a dayanan koca imparatorluğu
12 defa dolaşmıştır. Hanedan mensuplarının çıkardığı isyanları bastırdı.
Nizamülmülk ile birlikte pek çok iş başardı. Ülkeye yollar, çöllere
kuyular açtırdı. Yeni şehirler inşa ettirdi. Ömer Hayyam'ın da katkısıyla
meşhur Celâli Takvimi'ni hazırlattı... Melikşah dönemi Selçuklular'ın "Altın
Çağı" idi. Hasan Sabbah'ın yarattığı tedhiş dışında ülkede asayiş
hakimdi.
Ancak son yıllarında Nizamülmülk ile arası açıldı.
Nizamülmülk, gelecekte büyük şehzade Berkyaruk'un sultan olmasını
istiyordu. Melikşah'ın sevgili karısı Turhan ise, oğlu Mahmut'un veliaht
olmasına çalışıyordu. Bu sebeple Nizamülmülk'ü kocasına kötüledi. Sonunda
Melikşah, "Devletime ortak mısın?" diyerek vezirlik alâmeti olan börk ve
diviti geri istedi. Nizamülmülk de,
- "Padişah bilsin ki onun tacı, tahtı ile benim börküm ve divitim birbirinden ayrılmaz şeylerdir. Ayrılırsa bâki kalamaz,"
dedi. Buna kızan Melikşah, Nizamülmülk'ü azletip, Turhan
Hanım'ın tuttuğu Tac-ül Mülk'ü vezir yaptı. Bu kişi, içten pazarlıklı
beceriksiz olduğu kadar da hırslı biriydi. Devletin başına belâ oldu.
Köşesine çekilen Nizamülmülk, geçmişte çok uğraştığı Hasan
Sabbah'ın fedailerinden biri tarafından şehit edildi (1092). 33 gün sonra
da Melikşah vefat etti. Böylece Nizamülmülk'ün işaret ettiği husus
gerçekleşmiş oldu.
Yetkisi olmamasına rağmen, padişah eşlerinin
devlet idaresine karışmasının acı sonuçlarından birincisi, Nizamülmülk
gibi bir vezirden mahrum kalmak, ikincisi de böyle önemli bir mevkiye
Tac-ül Mülk gibi hiç de ehil olmayan birinin gelmesi olmuştur. Böylece
devlet de parçalanmıştır.
Halbuki Nizamülmülk, adı gibi devleti de
nizama sokmuştu. Devletin evrak teşkilatını oluşturmuş, kademelerini tesis
etmiş, toprakları IKTA sistemine göre başarılı askerlere tahsis ederek hem
onları ödüllendirmiş hem de iyi idare edilmesini sağlamıştı. Bağdat'ta
Nizamiye diye bilinen medreseyi kurmuş, ayrıca eğitim sistemini
geliştirmişti. Arkadaşı olan Ömer Hayyam gibi pek çok şâir ve âlim onun da
desteği ile sultanın iltifatına mazhar olmuşlar, değerli eserler
vermişlerdir. Nizamülmülk'ün etkisi bizlere kadar uzanmıştır. O kadar ki,
hâlâ askeriyede olduğu gibi, pek çok devlet binasının ana giriş kapısına
"Nizamiye" denir. Nizamülmülk'ün "Siyasetnâme" adlı eseri, Makyavel'den
çok önce devlet adamlarına ışık tutmuştu. Prensipleri hâlâ da geçerlidir.
Melikşah'ın ölümü üzerine, Turhan Hatun tahta 4 yaşındaki oğlu
Mahmut'u geçirmek istemişti. Bu esnada Berkyaruk İsfahan'da, Mahmut da
Bağdat'ta idi. Devletin bir tarafında Berkyaruk, diğer tarafında da Mahmut
hüküm sürmeye başladılar. Bu esnada, daha önceden Fatımiler'den Suriye'yi
alan Adsız'a yardıma gitmiş, ama onu öldürerek Suriye'de ıkta sahibi olmuş
olan Tutuş ayaklandı. Tutuş, Melikşah'ın kardeşiydi. Horasan'da da
Melikşah'ın öteki kardeşi Arslan Argun başkaldırdı. Melikşah'ın üçüncü
oğlu Mehmet ise, kendisine ıkta olarak Berkyaruk tarafından verilen Gence
havalisinde hutbeyi kendi adına okutmaya başlamıştı. Yani o da bağımsız
olmak arzusundaydı. Daha sonra da dördüncü kardeş Sancar (Sencer) yine
Horasan'da başına buyruk hareket etmeye başladı. Melikşah'ın diğer kardeşi
Böri Pars ise Arslan Argun ile hareket ediyordu.
Mahmut iki sene sonra, 1094 yılında vefat edince taht, Berkyaruk'a kaldı. Ama 12 yıllık
saltanatı; üç amca, üç kardeş ile taht mücadelesi, "Haşhaşî" fesatı ve
anarşi ile geçti. Ondan sonra İsfahan'da sultan olan Gıyaseddin Ebu Seca,
14 yıl kadar hüküm sürdü. Bu devirde Haşhaşîler sultanı öldürmeye cesaret
edecek kadar güçlenmişlerdi. Sonra, 1117 yılında Sancar hakan oldu.
Sancar, Berkyaruk zamanında, daha 12 yaşında iken, Gazne seferine katılmış
ve orayı zaptetmişti. Böylece Horasan, Sogd ve Semerkant da onun hissesine
düşmüştü. Ama bu yerlerin beyleri, kendisini tanımadılar. Aslında Melikşah
zamanında parçalanmış olan Selçuklu İmparatorluğu, böylece dağılmış ve
tamamen taksim edilmişti. Ayrıca dışarıdan gelen baskılar bu dönemde çok
artmıştı. Kuzeyden Karahıtaylar, Harzemşahlar, Şaman Oğuzlar ülkeye
saldırıyorlardı. Selçuklular toparlanmaya ve birleşmeye çalıştılarsa da
geç kalmışlardı.
Sancar isyanları bastırmaya uğraşırken, 1142'de
Guz Türkmenleri'nin eline düştü. Ülkenin eserleri, kıymetli hazineleri
yağma edildi. Sancar 1152'de esaretten kurtulduysa da bir daha saltanat
tesis edemedi. 1157 yılında da vefat etti. İmparatorluğun doğusu
Karahıtaylar ile Harzemşahların eline geçti (1187).