ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM: OSMANLI DEVLETİ'NİN GENEL BİR DEĞERLENDİRMESİNE DEVAM
16. asırdan itibaren Avrupa'nın ilerlemesi, Osmanlı'nın gerilemesi bu sistemin yanlışlığını değil; Avrupalıların yeni dünyaların insanlarını ve tabiatını yok ederek zenginliklerini kendi ülkelerine taşımalarından dolayıdır. Yani Batı'nın zalimliğine, sömürgeciliğine dayanır.
Sakın ola ki, bunda insan haklarının, serbest piyasa ekonomisinin, hatta Avrupa insanının çalışkanlığının etkisi olduğu falan sanılmaya!..
Hele eşitlik, kardeşlik, hürriyet gibi kavramlar
ortaya çıkmak için daha tam 3 asır beklemek zorundaydı!...
Üstelik ortaya çıktığında da kastedilen ve yararlanan sadece Batı
Avrupa ülkelerinin insanları olacak; zenciler, melezler,
kızılderililer, Çinliler, Endonezyalılar, Hintliler,
Malezyalılar, Avustralya ve adaların yerli halkları
bunları duymak için 1945'e kadar beklemek zorunda kalacaktı!.
(Bakınız: NOTLAR - 6B, 24)
Osmanlı'nın niye gerilediğinin sebebi ise bellidir: Kendi sistemden uzaklaşmıştır!..
Bu derece büyük ve karmaşık bir ülkede uygulanan mekanizmada ferdiyetçiliğe ve özel teşebbüsçülüğe yer yoktu. Harp zamanlarında ordunun iaşesini temin etmek için uygulanan "örfi idare" kurallarının bir benzeri, büyük şehirlerin iaşesini temin için de yürürlükte idi. Ticaret, Devlet murakabası altında idi. Toprağın toplumun ortak çıkarlarına uygun işletilmesi için belirli kurallar vardı. Ne ekileceği, ne kadar ekileceği, ne yetiştirileceği köy büyükleri tarafında Devlet adına kararlaştırılırdı. Osmanlı kanunnamelerinde toprağın nadasa bırakılma şartlarından bakımına kadar pek çok konuda köylünün yükümlülükleri tesbit edilmişti.
Mesela 17. asırda İstanbul'un günlük ihtiyacı olan 25.000 kasaplık hayvan ile 2.000 kile buğdayı sağlamak için, belirli yetiştirici bölgelerin ürününün belirli miktarlarını İstanbul'a göndermesi kurala bağlanmıştı. Ayrıca Devlet'in İstanbul çevresindeki 26.000 tarlası da şehir halkının beslenmesi için kullanılırdı.
Ürünler Devlet'in memurları tarafından toplanır, sonra bir liman şehrinde depolanarak evrakı o yörenin kadısına teslim edilirdi. Kadı belgenin arkasına malı İstanbul'a taşıyacak tacirin veya memurun adını, geminin adını, kaptanını, hareket gününü ve mal miktarını kaydederdi. Çeşitli kontrol ve denetimlerden sonra gemi İstanbul'a gelince Balat-Bahçekapı arasındaki iskelelerden birine yanaşırdı. Boşaltma işlemlerinde İstanbul naibi veya kadısının bir memuru bulunur, gerekli kontroller yapılır, vergiler kesilir, sonra kapanlara (depo) aktarılırdı. Un Kapanı un için, Yağ Kapanı yağ için, Bodrum Hanı kumaş için kullanılırdı.
Sonra mal şehir pazarlarının ve iaşenin sorumlusu MUHTESİB tarafından esnaf ve loncaların temsilcilerinin de katılımıyla dağıtılırdı. İlk önce Saray'ın, ordunun, devlet fabrika ve atölyelerinin ihtiyacı karşılanırdı. Kalanı, her lonca kendi mensupları arasında bölüştürürdü. Bu sistem aksamadan asırlarca işlemiştir. En ufak bir şikayette olaya el konmuş ve müsebbibler şiddetle cezalandırılmıştır.
Bundan sonra NARH ve çarşı-pazar denetimleri devreye giriyordu. Narhın tesbiti bazen padişahın da katıldığı, vezir-i azam, kadı, muhtesib ve lonca sorumlularının bulunduğu toplantılarda yapılırdı. Herkesin söz ve itiraz hakkının olduğu bu toplantıların bir benzeri, "demokrasinin beşiği" diye gereksiz göklere çıkarttığımız İngiltere'de 19. asırda bile yoktu!.. (Bakınız: NOTLAR - 6B, 25)
Osmanlı yönetimindeki bütün tacirler, zenaatkârlar, esnaf ve işçiler MESLEKLERİNE GÖRE teşkilatlanmışlardı. 17. asırda İstanbul'da 1109 lonca örgütü ve bunlara bağlı 126.000 üye vardı. Devlet memurları, yeniçeriler, sipahiler ve yabancılar dışındaki hemen herkes bu örgütlerden birine üye idi. (Bakınız: NOTLAR - 6B, 26)
Selçuklu döneminden intikal eden ÂHİ teşkilatında sıkı bir disiplin hakimdi. Kişiler işe çıraklıktan başlar, ağır ağır yükselir, sonra usta olurdu. Becerisi, namusu, dürüstlüğü ile kendini gösteremiyen yükselemediği gibi; dükkan açtıktan sonra da hatası görülenler, kurallara uymayanlar bizzat Ahi ileri gelenleri (Yiğitbaş-Kethüda- Âhi Babası) tarafından cezalandırılır, hatta meslekten tard edilirdi. Yani, ÂHİLİK sadece bir meslek kuruluşu değil, bir EĞİTİM ve AHLÂK kurumu idi.
LONCA içinde yıkıcı rekabet kesinlikle yasaktı. Yani, esnaf malını en iyi şekilde üretebilir ama başka bir esnafı piyasadan kovmak için fiyat kırmak, reklam yapmak, hatta sabote etmek gibi günümüzde "olağan" sayılan faaliyetlerde bulunamazdı. Ham madde ihtiyacı Devlet'in uyguladığı sistem ile karşılanır; bunda da spekülatif faaliyet, karaborsacılık, istifçilik yapılamazdı.
STANDARDİZASYON'u biz Batılılardan öğrendiğimizi zannederiz. Gerçekte Osmanlı'da her şeyin standardı belirlenmişti. Mesela, kumaş dokuyacakların kullanacakları ibrişimin niteliği tesbit edilmişti. Başkasından kumaş dokunmasına izin verilmezdi. Mesela, İstanbullu kürkçü esnafı bir samur kürkü 80 samurdan yapmak durumundaydı. Bu sınırın dışına çıkan hemen cezalandırılırdı. Kürklerin kontrolü Hassa Kürkçübaşısı'na ait olup, hilekârları derhal hükümete haber vermekle yükümlüydü.
Devlet te bizzat üretime katılırdı. 17. Asırda İstanbul'da 29 devlet işletmesinde 10.000'den fazla işçi çalışmaktaydı. İşyeri başına ortalama 300 kişi düşmekteydi. Aynı tarihte özel üretici kesimde ise 25.000 işyerinde 80.000 eleman vardı. Her özel işyerine 3-4 eleman düştüğüne göre, Devlet işletmelerinin büyüklüğü kolayca anlaşılır.
Türklerin ticaretle ilgilenmediği söylenmesine rağmen, Osmanlı Devleti ticarete çok önem verirdi. Yol boyunca sıralanmış çok sayıda hanlar, kervansaraylar birer vakıf olarak faaliyet gösterirlerdi. Yolların güvenliği ile sorumlu birlikler gece gündüz devriye gezerlerdi. Yine yolların ve köprülerin bakımı ve tamiri ile görevlendirilmiş köyler vardı. (Bakınız: NOTLAR - 6B, 27)
Dış ticaret te sıkı bir denetim altında idi. Çeşitli tarım ürünleri ile ham maddeler "stratejik madde" sayılırdı, Bunların dışa satılmaları şöyle dursun, bir bölgeden diğerine nakli bile yasaktı. Ancak ülke ekonomisine zarar vermiyecek mallar yurt dışına satılabilirdi. Ülke refah içinde olduğu, kendine yettiği için 1550'ye kadar ithalat zaten azdı.
Devlet, bütün bu işleri güçlü bir memur kadrosu ile yürütürdü. Sadece Maliye teşkilatında, ayrı statüye tabi 321 çeşit memur vardı, ve bunlar şimdiki pozisyonlar gibi uydurma, "işe adam" değil de "adama iş bulma" kabilinden tesis edilmiş kadrolar değildi.
Osmanlı Devleti'nde bütün yurdu kapsıyan bir denetim ağı, vergi toplama düzeni ve çağa göre son derece modern bir bütçe sistemi vardı. Mali konularda en küçük bir aksaklık bile hoşgörü ile karşılanmazdı. Ülkenin her yanında asayişi sağlayan güvenlik güçleri, adaleti sağlıyan mahkemeler mevcuttu. Devlet ülkede uçan kuştan haberdar idi. Şah İsmail ve Şahkulu olayları buna örnektir ama; daha şaşırtıcısı, yayınlanmış olan Erzurum ve Isparta illeri ile ilgili kayıtlardır. Buna göre 1500'lerde Devlet bu illerdeki bütün mahalleleri, mahallelerdeki hane sayısını, hanelerdeki erkek sayısını ve her hanenin vergi yükünü bilmekteydi!.. Şimdiki Erzurum'un hane sayısı ve vergi yükü aynı kesinlikle biliniyor mu acaba?..
Daha önce üzerinde uzun uzun durduğumuz Anadolu'ya Türkmen göçü 1500'lerde dahi sürmekteydi. Devlet bunun tedbirini kuruluş tarihlerinden itibaren almış; gelenleri kavim, boy ve aşiret olarak gruplandırmış ve olay çıkartmalarını önlemek için güçlü aşiretleri bölerek ayrı ayrı yerlere iskan etmiştir. Timur istilası (Şeyh Bedreddin) ve Şah İsmail (Şahkulu) kışkırtması dışında, 200 yıl içinde önemli bir olay cereyan etmeyişi, bu tedbirlere bağlanmalıdır.
Acaba Komünist rejimin Sovyetler'de 70 yıl sürdüremediği "çeşitli ırk, din ve dil mensuplarını bir arada tutma"yı, Osmanlı Devleti 600 yıl nasıl başarmıştı?.. İşte bunun sırrı "prensiplere dayalı merkeziyetçilik" ile "teferruatta hareket serbestisi tanıyan adem-i merkeziyetçi" Osmanlı idaresindedir.
Şimdinin softaları bilmelidir ki, Osmanlı bundan 400 yıl önce bile Rumeli müslümanlarının giyim kuşamlarına karışmazdı. Cevdet paşa şöyle anlatır:
- "Bosna'daki kızlar 25 yaşına kadar ferace giymezler, delikanlılarla âşıkdaşlık (flört) ederler. Bunu pek afifkârâne (edepli) bir yolla yaparlar. Erkek ve kız birbirini sevdikten sonra tezevvüç ederler (evlenirler)... Yine Tecerli aşiretinde karıların kocalarını boşama âdeti vardır... Osmanlı memleketi başka memleketlere benzemez. Bir eyalet diğer bir eyalete, bir sancak diğer sancağa uymaz..."
Bu meyandan olmak üzere, Yavuz'un özel imtiyaz tanıdığı Doğu Anadolu Sancağı için Uzun Hasan, Alaüddevle ve Kayıtbay kanunnameleri bir süre aynen muhafaza edilmiş, sonra yavaş yavaş Osmanlı'nın kendine mahsus nizamı içinde eritilmiştir. Bir nevi koyu derebeyliğin hakim olduğu bölgede, Osmanlılar önce eski hükümleri yumuşatmış, angaryaya ayrılan günleri ve ağır vergileri azaltmıştır. İkinci aşamada bidatler ref edilmiştir, yani eski hükümler iptal olmuştur. Bu iptal olunanlara Halep, Humus Maarra kanunları da dahildir.
Çıkarılan yeni kanunlar hakimlerin, derebeylerin tebaaya karşı keyfi davranışlarını önlemek yönündeydi. Amaç mülkiyeti devlete geçen toprakta derebeyliğin törpülenmesi, zamanla yok edilmesi, merkezi otoritenin ve düzenin sağlanması idi. Bunu sağlarken büyük tepkilere yol açmaktan kaçınılmıştır.
Osmanlı toprak veriminin artması için de çok gayret sarfetmiştir. Biz
Osmanlı'nın imar faaliyeti deyince, İstanbul camileri ile Mimar Sinan'ın
yurdun dört bir yanına yayılmış eserlerini hatırlarız. Ancak bunların
ötesinde su yolları, hendekler, setler, barajlar, sarnıçlar, değirmenler
vardır. Hem öyle ki, bunlardan bazıları şimdiki su sistemimizden daha
gerçekçidir.
(Bakınız: NOTLAR - 6B, 28)
Osmanlı köyleri çok büyüktü, birbirine yakındı, şimdikilere benzemezdi. Yol güzergâhında, en müsait mevkilerde kurulu idiler. Toprağı iyi işliyorlar ve entansif tarım yapıyorlardı. Muhtelif iklimlere göre ürün alıyorlardı. Evliya Çelebi Anadolu'nun her tarafında 500 haneli, bağlı, bahçeli, camili, medreseli, hamamlı köylerden söz eder. Bu köyler kendilerine lâzım olandan çok fazlasını üretirlerdi.
Köylerdeki canlılık kasaba ve şehirlerde de mevcuttu. Bilime değer verildiği için medreselerde matematik, tıp, kimya, mantık gibi ilimler dini bilgilerin yanısıra öğretilmekte idi. Bu okullarda hırıstiyanların da eğitim görmesi, dini hoşgörünün bir başka yönünü yansıtır.
Dokumacılık çok ilerlemişti. Dericilik, köselecilik, doğramacılık, cam imalatı, dökümcülük, demircilik gelişmiş zenaat dalları idi. Devletin ise kendi tersane, hunbarahane, tophane, barut kârhaneleri (atölye) vardı. 1500'lerde özel ve devlet işyerlerindeki işçi sayısı 100.000 tahmin edilmektedir. Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda bütün Türkiye'de 20.000 kadar işçi olduğu göz önünde tutulursa, bu rakamın büyüklüğü anlaşılır.
Bizanslılar idaresinde Anadolu'da geniş topraklara sahip bir aristokrasi vardı. Halk topraksızdı ve serf statüsündeki köylülerden ibaretti. Türklerin gelişi ile bu topraksız köylüler hürriyete ve kendilerinin kullanabilecekleri toprağa kavuşmuşlardı. Selçuklular eski Türk göçebe geleneğine göre, ve İslam hukukuna dayanarak toprağı devlet mülkiyetine almışlardı. Çiftçilere ancak işleyebilecekleri kadar toprağa tasarruf hakkı tanımışlar, kalanını göçebelerin iskânına ayırmışlardı. Bu suretle zirai istihsal artmış, içtimai nizam kurulmuş, Anadolu'nun Türkleşmesi sağlanmıştı.
Osmanlıların Selçuklulardan devraldıkları MİRİ toprak sistemi iledir ki, geçen asra kadar Avrupa'da mevcut olan toprak aristokrasisi ve topraksız halk kitleleri; Türk idaresi altına girmiş yerlerde ortadan kalkmıştı. Türklerin diyarında başka hiç bir yerde görülmeyen bir içtimai ahenk ve düzen kurulmuştu.
Bu durum, sosyal güvenlik kurumlarının da gelişmesine yol açmıştı. Bu da yaygın bir VAKIF sistemi demekti. Osmanlı Devleti'nde öğrencilere, memurlara ve fakirlere bedava yemek dağıtan imarethaneler vardı. Sürekli hastaneler, mescidler, camiler, medreseler, hanlar, kervansaraylar yaptırılırdı. O dönemde camiler sadece namaz kılınan yerler olarak görülmezdi. Adına uygun (Bakınız: NOTLAR - 6B, 29) birer toplanma, dayanışma, yardımlaşma merkezleri idi. Osmanlı'nın sosyal güvenlik kurumu VAKIFLAR; Devlet eliyle kurulan, Devlet geliriyle işleyen, ancak idari ve mali bakımdan özel ve özerk bir statüye tabi müesseseler idi.
Devletin bu kadar çok hayır işi yapabilmesinin, MİRİ toprak sistemi ile bağlantısı açıktır. Yapılan bir araştırmaya göre 1490 yılında 7 imarethanenin geliri olan 3 milyon akçenin %80'i, MİRİ topraklardan alınan vergilerden sağlanmakta idi. Yani toprak mülkiyetinin Devlet'te olması idi, VAKIF sistemi de böyle başarılı ve yaygın olamazdı.
Mesela Fatih İmarethanesi'nin 1489-1490 mali yılı kayıtlarında görülen 1.500.611 akçelik gelirinin kaynakları şöyleydi:
255.233 akçe : İstanbul'daki 12 hamam ve bazı arsaların kirası
433.698 akçe : İstanbul'daki 8.677 Hıristiyan ve Yahudi'nin
cizyesi
737.220 akçe : Çorlu, Tekirdağ, Ereğli ve Kırklareli'ndeki 57
köyün mahsulü
88.460 akçe : Bazı zırai mahsullerin satışı.
İmarethanenin hesapları vakıflarda işlerin ne kadar düzenli yürüdüğünü göstermesi açısından dikkat çekicidir.
1500 yıllarında bu imarethanede her gün 1.650 kişiye bedava yemek verilmekteydi. Bunların çoğu öğrenci, diğerleri de memur, doktor, öğretmen ve yolculardı. Fakir olup ta yemek alanlar bu rakamın dışındadır. Herkese pilav, 80 dirhem ağırlığında tam parça bir et, bir somun ekmek, ayrıca bazen çorba verilmekteydi. Fatih Vakıfnamesi'nde, "fakir-zengin herkesin güleryüzle karşılanıp itibar gösterilmesi, istirahatlerinin ve hayvanlarının bakımın görülmesi, her yolcuya gelir gelmez 50 dirhem bal verilmesi" gibi hükümler yer almaktaydı. Bugünkü devlet hastanelerinde hastalara doğru düzgün bir sıcak çorba veremediğimizi düşününce, Osmanlı'yı hayırla yad etmek gerekir. (Bakınız: NOTLAR - 6B, 30)
Osmanlılar halkı düşünen, koruyan KERİM DEVLET'in bir sembolü olan VAKIF sistemini görülmemiş ölçüde büyütmüş, vakıf kurmayı, yaşatmayı kendilerine görev bilmişlerdi. Mesela 1530'da Anadolu Eyaleti'nde (Batı Anadolu) 45 aşevi, 342 cami, 1.055 mescit, 110 medrese, 626 zaviye, 75 han ve kervansaray vakıf aracılığı ile işletilmekte, 7.000'den fazla memur ve öğrenci vakıflardan maaş almakta idi.
Görüldüğü gibi Osmanlı vakıfları büyük ölçüde toprak gelirleriyle işletilmekteydi. Topraktan köylü besleniyor, yönetici sipahi besleniyor, sonraki artık geliri Devlet alıyordu. Aldığını da yine halkına geri veriyordu!..
Böyle bir düzen merkezi otoritenin eyaletlerdeki memurlarının gerçek bir OTORİTE sahibi olmalarına, idari ve mali teşkilat arasındaki sıkı KOORDİNASYON'a, her teşkilatın kendi içinde iyi bir İŞBÖLÜMÜ'ne, üretim ve tüketimin sıkı DENETİM'ine bağlıdır. Osmanlı'da bunların hepsi vardı.
Yıldırım Bayezid zamanındaki ahlâk bozukluğuna, gerçek "Kanuni" olan Fatih'in koyduğu kurallara karşı direnmelere, ve vakıfların istismara müsait olmasına rağmen; Osmanlı devlet düzeni 1550'ye kadar böyle idi. Sistemin başarısı HEM sıkı MERKEZİYETÇİ, HEM DE ADEM-İ MERKEZİYETÇİ olabilmesindeydi. Yani kesin prensipler ile kurumlar Devlet'e sıkı sıkıya bağlı iken, teferruatta geniş bir hareket serbestisi tanınıyordu.
Osmanlılar böylece zamanımızda dahi halledilememiş olan, Devlet hiyerarşisindeki merkeziyetçi-özerk çekişmesini, ikisinde de aşırıya gitmeden, hangisini nerede kullanacaklarını iyi bilerek halletmişlerdi.
Osmanlılar, baştan beri Batılıların zamanımızda bile ulaşamadıkları bir
dini hoşgörü içinde idi. Aynı tavır Selçuklular'da da vardı. Mesela 2.
Kılıç Arslan, Malatya Süryani Patriği'ne yazdığı mektupta, "Bizans'a
karşı kazandığı zaferde Patriğin duaların katkısı olduğunu" belirtmişti.
Yine 2. Gıyaseddin Keyhüsrev, evlendiği Hırıstiyan Gürcü melikesinin
Konya sarayına papazı ile gelmesine izin vermişti!.. Hatırlanacağı gibi
Mevlana Celaleddin Rumi'nin cenazesine her dinden insan katılmıştı.
Yunus'un, Hacı Bektaş'ın "72 millete bir gözle bakma" prensibinin ise,
hiç bir zaman şimdilerin uyduruk lâiklik=hoşgörü anlayışı ile alâkası
yoktu.
(Bakınız: NOTLAR - 6B, 31)
Osman Bey zamanında 3.000.000 olduğu söylenen nüfusun üçte biri Hırıstiyandı. Her ne kadar ilk rakam bize biraz yüksek görünüyorsa da, Engizisyon'un resmi devlet politikası olduğu, müslüman ve yahudilerin İspanya'dan kovulduğu, Avrupa'da zulme maruz kaldığı, din savaşlarının ortalığı kasıp kavurduğu yıllarda Osmanlıların başka dinlere kucak açtıkları, inkar götürmez bir gerçektir.
Meselâ, 1522'de Rodos fethedildiğinde Sultan Süleyman henüz 27 yaşında idi. Adanın hâkimi pre-masonik Saint Jean Tarikatı'nın Üstad-ı Azamı L'isle Adam, padişahın ayaklarına kapandı. Padişah kefereye ayağa kalkmasını söyledi, elini öptürdü ve adayı kahramanca savunduğu için iltifatlar etti. Hakaret beklerken böyle bir muamele görünce şaşıran Üstad-ı Azam, çevresindekilere şöyle dedi:
- "Hükümdar gençliğine rağmen kemâle ermiş bir kişi!.."
Sultan Süleyman'ın liderini övdüğü bu Haçlı tarikatı, 1096 yılında Kudüs'ün Hıristiyanlarca fethinden beri müslümanları katleden Templar Şövalyeleri Tarikatı'nın bir devamı idi. 1198'de Selahaddin Eyyübi tarafından Kudüs geri alınınca Akdeniz adalarına yayılan ve "kutsal" gayesi kalmadığı için korsanlığa başlıyan pek çok tarikatten biri idi. Adını da "Hırıstiyanlar darda kaldığında müslümanları arkadan bastırıp yok edeceğine" inandıkları Aziz Jean Efsanesi'nden alıyordu!..
Bu korsanların Avrupa'ya yayılmış olanları, Golden Dawn (Altın Şafak), Rose Croix (Kızıl Haç) gibi adlar altında faaliyet gösterdikten sonra, 1717'de şimdiki Mason Tarikatı'na dönüşecektir!..
İş bu kadarla da kalmıyordu. Rodos'un Saint Jean Şövalyeleri Cem Sultanı Osmanlılar aleyhine kullandıkları gibi, Şehzade Korkut'un da peşine düşmüşler, ne var ki onu ele geçirememişlerdi. Ama Yavuz Kahire'yi alınca, Rodos'a sığınan Cem Sultan'ın oğlu ile torunu, hala ellerindeydi, ve ilk fırsatta gene Osmanlı'ya karşı onları silahlandırmak arzusundaydılar.
İşte bütün bunlara rağmen Sultan Süleyman, 27 yaşında ateşli bir genç olmasına ve pek çok kusurları bulunsa da, esir düşmüş İslam düşmanı bir korsana iyi muamele edebiliyordu. Sözde tarikat mensubu bu yaşlı korsan da kendinde olmayan meziyetleri bu tıfıl gençte gördüğü için hayrete düşüyordu. Sultan Süleyman, gavura bu müsamahayı gösterirken, yeğeni olan şehzadeler ise Fatih Kanunnamesi'ne göre idam ediliyorlardı. Çünkü ataları Cem gibi, düşmana sığınıp Devlet'i tehlikeye atmışlardı!..
Aynı Sultan Süleyman Moldavya seferi sırasında, bir hıristiyanın evini yakan iki Osmanlı askerini gözünü kırpmadan idam etmişti. Bu da Fatih Kanunnamesi'ne göre bir uygulamadır. Barış sırasında askerler böyle bir davranışta bulunsa, cezaları hapis olurdu, ama sefer sırasında Osmanlı ordusunu zalim gösterecek davranışlar en ağır şekilde cezalandırılmıştır. Çünkü DEVLET KÜFR İLE DEĞİL, ZULM İLE YIKILIRDI! Osmanlı ise gerçekten ADİL idi, zalim değildi.
Söz ADALET'ten ve FATİH'ten açılmışken bir misal daha verelim:
Fatih Ayasofya civarında bir köşk yaptırmak istiyordu. Ünlü Rum mimarlarından birisine işi verdi, ve isteklerini bildirdi. Bu arada sütünların boyunu da kendi verdi. Rum mimar, binayı yaptı ama baktı ki Fatih'in istediği yükseklik estetik olmıyacak, sütunların boyunu iki arşın kısalttı. Köşk tamamlanınca Fatih vezirleriyle görmeye geldi ve sütünların kısa olduğunu farkedince sinirlendi, mimarın ellerini kestirdi.
Rum mimar bu haksız davranışı İstanbul Başkadısı Hızır Bey'e şikayet etti. Hızır Bey derhal olaya el koydu ve padişahı sanık olarak mahkemeye çağırdı. Fatih geldi, ama alışkanlıkla baş köşeye doğru yürürken Kadı Hızır Bey gür sesiyle padişahı uyardı:
- "Oturma begüm!.. Hasmınla mürafaa-i şer olup ayak beraber dur!"
Padişah bu ikaz üzerine sanıklara mahsus yere geçip ayakta durdu. Duruşma sonunda Rum mimarı haklı bulan Hızır Bey, kısasa uygun olarak Fatih'in ellerinin de aynı yerden kesilmesine karar verdi!.. Bu ağır cezayı duyan Rum mimar şoke oldu ve kısastan vazgeçti. Bunun üzerine Kadı Hızır Bey cezayı diyete çevirdi. Fatih'i kendi kesesinden Rum mimara hayat boyu günde 10 akçe ödemeye mahkum etti. Padişah, ellerini kurtarmanın sevinci içinde diyeti 20 akçeye çıkarttı ve Rum mimara bir de ev bağışladı. Adil kadının eteğini öperek mahkeme salonundan ayrıldı.
İnsanın gözlerini yaşartan bu ADALET ve TEVAZU kıssası, bağrımıza da bir yumruk indirmemize yol açıyor. Günümüzde "Ben milletvekiliyim" diye her türlü kuralı çiğneyenler, resmi veya özel otomobiline ceza yazan dürüst polis memurunu uzaklaya sürmeyi marifet sayan bakanlar, babasına güvenip askerle otel basan general çocukları aynı soydan değil mi acaba?