ARAP, AİLE VE KABİLE DEMEKTİR
yazımızda
teferruatıyla ele almış, ayni ailenin nasıl iki düşman gruba bölündüğünü
anlatmıştık.
Bu durum dünyanın pek çok yerinde görüldüğü gibi,
TÜRKLER'de de çok yaygındır. Aynı soydan gelen TÜRK boyları AİLE
reislerinin adlarını almış, sonra aralarındaki bağları unutmuş, birbirine
düşman hale gelmiştir.
Mesela OĞUZ TÜRKLERİ'nden bir kısmı 900'lerde MÜSLÜMAN
olmuş, TÜRKMEN adını almış, ANADOLU'ya gelip yerleşen TÜRKMENLER'e de bir
süre sonra YÖRÜK denmeye başlanmıştır. OĞUZLAR'ın KINIK boyu SELÇUKLULAR'ı
bir başka boyu da OSMANLILAR'ı meydana getirmiştir.
Yerleşik hayat yaşıyan SELÇUKLULAR ile OSMANLILAR göçebe
hayat yaşıyan TÜRKMENLER ile daima sürtüşmüşlerdir. Bu da bazı yazar ve
sözde aydınlar tarafından "SELÇUKLU ve OSMANLI'nın TÜRK düşmanı"
gösterilmesine sebep olmuştur. Halbuki ikisi de TÜRK, hepsi de
TÜRKMEN'dir!
TÜRKMEN'i SELÇUKLU'dan, SELÇUKLU'yu OSMANLI'dan,
OSMANLI'yı YÖRÜK'ten ve CUMHURİYET ÇOCUĞU TÜRK'ten FARKLI görmek,
CAHİLLİK'TEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR!
4- ŞURA sistemine benzeyen bir uygulama da TÜRK
BOYLARI'ndaki KURULTAY sistemidir. Köylere, obalara kadar
AKSAKALLAR-İHTİYAR HEYETİ olarak inmiştir. KURULTAY, HAKAN'ı seçer, ondan
sonra bütün OBA BAŞLARI, KOMUTANLAR ona itaat ederdi. HAKAN da bütün
önemli konularda KURULTAY'a danışırdı. Eğer HAKAN yoldan çıkar, hatta
biriken malını TOY (ziyafet) düzenleyip halka dağıtmazsa, çadırını yağmalatmazsa,
öldürülürdü. OSMANLI dahil, bütün TÜRK DEVLETLERİ'nde öldürülen hükümdâr
sayısı, diğer milletlerinkinden fazladır. TÜRK DEVLETLERİ'nin uzun ömrünün
sebebi de budur. Böyle bir sistem şimdiki "demokrasi" uygulamasından daha
etkili ve başarılı idi.
5- Görüldüğü gibi ZEKÂT öyle "keyfe tâbi" bir ödeme
değildir. İSLAMİ bir VERGİ'dir!... SERVET'ten, BİRİKEN MAL'dan alınan bir
vergidir. ve ÇOK ÖNEMLİDİR!
Çünkü GELİR'i kaçırmak, saklamak mümkündür.
Ama SERVET'i saklamak zordur!.. Onun için zamanımızın bütün zenginleri
SERVET üzerinden VERGİ alınmasından çok korkarlar. Yani ZEKÂT vermekten
kaçınırlar. Bir yandan da MÜSLÜMANLIK taslarlar!.. Partilerimizin hiç biri de SERVET'ten
VERGİ almaya yanaşmaz!..
6- Maalesef böyle iddialar, ALEVİLER'i uyandırdığını,
aydınlattığı sanan bazı zavallılar tarafından "EHL-İ BEYT Risalesi",
"ALEVİ'nin El Kitabı" gibi adlarla ve yazarının kimi olduğu tam olarak
anlaşılamıyan eski tarihli tercümelerle ortaya atılmaktadır.
Bunların arasında "ALEVİLER'in MÜSLÜMAN olmadığını" öne
sürenler, Hz. ALİ'nin NAMAZ kılarken ŞEHİT edildiğini unutup, "namaz
kılmanın putperestlerden geçtiğini" iddia edenler dahi vardır.
Benzer şekilde SÜNNİ yazarlar da "bir sapık mezhep"
diyerek, "mum söndü" hikâyeleri ile bezeyerek ALEVİLİK üzerine olur olmaz
şeyler yazmaktadırlar.
Bunların ikisinin de meselenin halline en ufak bir
katkısı olmadığı gibi, konuyu daha da karışık bir duruma sokmaktadırlar.
Çözüm, gerçek ilim adamlarının olay ve iddiaları bizim yapmaya
çalıştığımız gibi gönül ve mantık süzgecinden geçirerek
değerlendirmelerinde ve birlikte sohbetler düzenliyerek aralarındaki fikir
ayrılıklarını tatlılıkla gidermelerinde yatmaktadır.
Yalnız hemen belirtelim ki, yukarda sözünü ettiğimiz
kitabın asıl adı ER RİSALE-İ EHL-İ BEYTİYYE'dir. Ali Nizami adında bir
kişi tarafından yazılmıştır. EBUBEKİR ve ÖMER hakkındaki ithamları
dışında, son derece yararlı bilgiler taşır ve ALEVİLER'e namaz-niyaz
öğretir.
7- ÖMER, KUDÜS'ü DOĞU ROMALILAR'dan almıştır. Daha doğrusu KUDÜS halkı,
ÖMER'in adaletini görünce, şehrin anahtarlarını getirip ona teslim etmiştir. O dönemde
orada ne bir İSRAİL halkı vardı, ne de DEVLET'i! O tarihten sonra da KUDÜS
hep MÜSLÜMANLAR'ın elinde olmuş, ancak hem YAHUDİLER'in hem de
HIRİSTİYANLAR'ın ziyaretine ve ibadetine kapatılmamıştır.
1055 yılından itibaren de KUDÜS, TÜRKLER'in elindedir...
ta 1918'e kadar!... Önce SELÇUKLULAR, sonra MISIR KÖLEMENLERİ ve sonra da
OSMANLILAR bütün MUKADDES TOPRAKLARI ellerinde tutmuşlar ve korumuşlardır.
Bir ihanet sonucu elimizden çıkan KUDÜS, ARAPLAR'a da yâr olmamış,
YAHUDİLER'in eline geçmiştir. MÜSLÜMANLAR'ın oradaki söz hakkı
kalmamıştır. Artık HIRİSTİYANLAR'dan sonra üçüncü sınıf olarak
bulunmaktadırlar.
Yüce ALLAH'ın ne büyük lûtfudur ki, İSLAM'ın üç
mukaddes şehri; MEKKE, MEDİNE ve KUDÜS müslümanların
eline savaşsız ve kansız geçmiştir. KUDÜS'ü kana
bulayanlar HAÇLI SEFERLERİ düzenliyen hıristiyanlardır.
Aslında MEKKE, MEDİNE, KERBELÂ, MEZAR-I ŞERİF ve KUDÜS
100 yıl o bölgeyi korumuş olan TÜRKLER'in elinde olması gerekir!
8- Hz. MUHAMMED bir gün seferi halde iken yanında bulunan
AYŞE ile münasebette bulunmuş... AYŞE de sonra dereye gidip
yıkanmış, boy abdesti almış...
Döndüğünde gerdanlığının düştüğünü farketmiş ve hedvec denilen deve üstüne
konup içinde oturulan kapalı hücresinden inerek geri dönmüş. Bu arada
kervan onun olmadığını farketmeyerek hedveci yükleyip hareket etmiş. Ayşe
koşarak gidip gerdanlığı bulmuş, geri döndüğünde kimsenin olmadığını
görmüş. Bu esnada artçı bir yiğit devesiyle gelmiş. Safvan adındaki bu adam
onu beraberinde alıp getirmiş. AYŞE'nin banyolu ıslak saçları,
koşmaktan pembeleşmiş yanakları ve süvarinin de yakışıklı oluşu bir takım
dedikodulara yol açmış... Söylentiler çoğalınca PEYGAMBERİMİZ AYŞE'yi
babası EBUBEKİR'in evine göndermiş. ALİ de kendisine AYŞE'yi boşayarak
dedikodulara son vermesini tavsiye etmiş.... Ancak bu arada "AYŞE'nin
suçsuz olduğunu, namuslu kadınlara zina esnat edenlerin 4 şahit getirmesi
gerektiğini ve iftira atanlara 80 değnek vurulmasını" emreden ve
teyemmüme, yani susuz abdest almaya imkân tanıyan yetler inmiş. (Bakınız:
Nur Suresi 3-25).... İşte bu olay ALİ ile AYŞE'nin arasını açmıştı.
9- SEBAİLİK: Yazımızın içinde de belirttiğimiz gibi aslen
YAHUDİ olan ABDULLAH İBNİ SEBE, ancak OSMAN zamanında MÜSLÜMAN olmuş,
kendi inanç ve âdetlerinden vazgeçmeden İSLAM'ı benimser görünmüş, dine
FESAT katmıştır. Önceleri HİCAZ, BASRA ve KUFE'de serseri serseri
dolaşmış, oralardan kovulunca MISIR'a gitmiştir. Orada OSMAN'ın
idaresinden şikayet edenlerin arasına karışmıştır. Çok zeki olduğu için
halkı kandırmasını ve etrafına adam toplamasını bilmiştir. Kısa zamanda
gayrımemnunların lideri haline gelmiştir. ABDULLAH İBNİ SEBE daha sonra
kendine has bir MEZHEP oluşturmuştur ki, bizce ilk MUHAMMED yolundan
ayrılan KOL budur.
Zaten MEZHEP kelimesi HİZİP'ten gelir. Tıpkı FIRKA, PARTİ
bölünme, ayrılma anlamındadır. KUR'AN'da HİZBULLAH, yani ALLAH'IN HİZBİ
olarak geçer ki, insanların ikiye ayrılacağı, bir kısmının ALLAH
tarafında, diğerinin de karşı tarafta olacağına işaret eder. Ne var ki,
kişi ben "HİZBULLAH'tanım," demekle ALLAH'ın tarafında olmaz!
Yani HİZİP kelimesinin tek MÜSBET anlamı, "doğrudan yana
olmak" şeklindedir. Diğer bölünmeler ve ayrılmalar aşırıya giderse;
derine iner, kopukluk yaratırsa, zararlı olur.
İşte biz MEZHEPLER'e böyle bakıyoruz. Onlar hiç bir zaman
bölünme vasıtası olmamalıdır. Oluyorsa, o MAKBUL bir MEZHEP değildir!
ABDULLAH İBNİ SEBE'ninki değildi.
ABDULLAH İBNİ SEBE, OSMAN'a karşı MUHAMMED ve ALİ'yi
sevenleri yanına çekebilmek için "MUHAMMED'in yeniden dünyaya geleceğini"
ve "ALİ'nin MUHAMMED'in varisi olduğunu" öne sürmüştür!.. Halbuki o
tarihte ALİ hayatta idi. Eğer bu konuda söyliyeceği varsa, kendi söylerdi!
İBNİ SEBE gibi henüz MÜSLÜMAN olmuş birinin hemen "ALİ'nin konumu"na
teşhis koyması en azından densizlikti!
İBNİ SEBE kendini göstermek için hiç bir fırsatı
kaçırmadı. 656 yılında MISIR'dan MEDİNE'ye şikâyet için gelenlerin başında
idi. OSMAN'ın şehadetinden sonra adamları ile ALİ'nin yanına yamandı.
"ŞİA" imiş gibi göründü. Ancak zamanla tavırları Hz. ALİ'yi o kadar tedirgin etti
ki, kendisini MEDAİN'e sürgün gönderdi.
Ama bu arada olanlar olmuştu... SIFFIN savaşında OSMAN'ın
kaatilleri ve İBNİ SEBE'nin müritleri ALİ'yi "KUR'AN'a karşı
savaşamıyacaklarını" iddia ederek yalnız bıraktılar. HALİFELİK'ten
düşürülmesine sebep oldular.
ABDULLAH İBNİ SEBE'nin nerede ve ne zaman öldüğü
bilinmemektedir. ALİ'yle olan beraberliğinden dolayı mezhebi "ŞİA"
sayıldı. Bizce Şİİ MEZHEPLER'in ilkidir. Yani KUR'an'dan ve MUHAMMED'in
yolundan saptığı için MAKBUL OLMAYAN MEZHEPLER'dendir.
İBNİ SEBE Yahudilikten vazgeçmediği için pek çok "hadis"
uydurmuş, bunlarla kendine inananları kandırmıştır. İSRAİLİYAT diye
bilinen İSLAM'da olmadığı halde YAHUDİLİK'ten İSLAM'a sokulmuş pek çok
husus onunla başladı.
Bunların başında TAVŞAN ETİ YEMEME gelir. Bilindiği gibi,
KUR'AN'da tek eti yasak hayvan DOMUZ'dur. Ancak TEVRAT'ta DOMUZ'un yanında
bir de TAVŞAN vardır. İşte özellikle ALEVİLER'in TAVŞAN ETİ yememelerinin
kaynağı, ne MUHAMMED'dir, ne ALİ, ne de 12 İMAM!.. Yahudi kökenli MÜNAFIK
ABDULLAH İBNİ SEBE'dir!
ALEVİLER tavşan eti yemezse. ne olur?... Hiç bir şey
olmaz. Kimi de kuzu etini sevmez, yemez... Burada tek önemli nokta
ALLAH'ın HARAM kılmadığını haram saymaktır ki, bundan kaçınmak gerekir.
10- İSLAMİYET'te güzel bir uygulama vardır. Ölen kişi ne
kadar kötü olursa olsun, imam cemaatte "merhumu nasıl bilirdiniz?" diye
sordu mu, "iyi bilirdik" diye cevap verilir. En fazla susulur. Yani ölmüş
kişinin arkasından kötü konuşulmaz. Özellikle HANEFİLER buna çok uyarlar.
Buna ek olarak PEYGAMBERİMİZ'in zamanında yaşamış, onu
görmüş kişilere, o tarihte çocuk dahi olsa, büyük saygı duyulur. Bunun
dayanağı da PEYGAMBERİMİZ'in " Ne mutlu beni görene!.. Ne mutlu beni
göreni görene!" HADİS'idir. Elbette ki, bu kişilerden büyük çoğunluğu
İSLAM'ı ilk kaynağından öğrenmişlerdir.
Ancak ALEVİLER ve BEKTAŞİLER, "PEYGAMBER'i eşek te gördü.
Ona da mı saygı göstereceğiz?" diye itiraz eder ve bilhassa EMEVİ SOYU
hakkında sert eleştirilerde bulunurlar.
Bizce bunun ikisinin ortası MAKBUL'dür. Yani durup
dururken kimse hakkında konuşmamak, ancak önemli bir olayı incelerken
herkesi beşer olarak alıp KİN gütmeden HATA ve SEVAB'ını dile getirmek!..
Yazımızda bunu yapmaya çalıştık.
Bu konuda şimdi SÜNNİLER ve ALEVİLER arasında bir ayırım
varmış; SÜNNİLER saygı gösteriyor, ALEVİLER göstermiyormuş gibi görünse
de; geçmişte böyle değildi! Mesela MUAVİYE hiç bu kurala uymadı,
PEYGAMBER SÜLALESİ'ne yani EHL-İ BEYT'e, hem de CAMİLER'de söğdürdü. Bu davranışı hiç te
müsamaha ile karşılanacak bir şey değildir!
Buna mukabil ALEVİLER, BEKTAŞİLER CEMLER'de ve muhtemel
ŞİİLER ibadetlerinde YEZİD'e lânet okurlar. Yalnız ALEVİLER'in çoğu orada
geçen YEZİD kelimesinin şeytan'ın ve bütün kötülüklerin sembolü olduğunu
bilirler. Aynı şey KUR'AN'daki TEBBET Suresi için de geçerlidir.
Kastedilen EBU LEHEB'in şahsından çok onda müşahhaslaşan PEYGAMBER'e ve
İSLAM'a düşmanlıktır! Böyle davrananlara yağdırılan lânettir!... Doğrusunu
ALLAH bilir!
Bazı ALEVİLER ve ŞİİLER, YEZİD'le yetinmez; MERVAN'a,
MUAVİYE'ye, bütün EMEVİLER'e, EBUBEKİR, ÖMER, OSMAN'a, hatta bütün
HALİFELER'e söğerler...
Bizce bu da aşırıya gitmek demektir. İSLAM'a yakışmaz!
Kaldı ki, 12 İMAM'dan bize kalanlarda hiç böyle bir tavır yoktur. Bu,
"kraldan çok kralcı" EHL-İ BEYT sevgisini gösterişe döndürenlerin
tavrıdır!
Tekrar belirtelim ki, biri PEYGAMBERİMİZ'in öz amcası
ABBAS'ın, diğeri de büyük büyük amca oğlu ÜMEYYE soyundan gelen halifeler
arasında, çok muhterem zatlar da vardır. Bunlardan 2. MUAVİYE ve ÖMER
"camilerde EHL-İ BEYT'e söğme" işine son vermişlerdir.
*****