Zen nedir?
Zorlama
bir uygulamaya başvurmadan,
Bir
tak sesi tüm bildiklerimi unutturdu,
Her
ne yaptıysam eski yoldan ayrılmadan,
Sakinleşmenin
tuzağına düşmeden.
Yürüdüğüm
yolda iz bırakmadım.
Dört
bir yanda gerçeğe erişenler,
En
üstünün bu olduğunu söyler.
Zen Budist öğretilerin çoğunda olduğu gibi, yoğun metafizik,
derin zihinsel felsefi bir sistem midir?
Zen’de tüm Doğu felsefesinin kristalize biçimini buluruz, ancak
bundan felsefe teriminin alışılagelmiş uygulamalarını bulacağımız anlamı
çıkarılmamalı. Kuşkusuz Zen mantık ve analiz üzerine kurulu bir sistem olmak
yerine, eğer bir şey ise o da mantığın tam karşıtı olması. Aslında açıklamak
istediğim Zen’in dualist (ikici) bir düşünce tarzı olması. Zen’in zihinsel
yönünden de söz edilebilir, belki önemli özellikler buluruz içinde. Akıl
bölümlere ayıracağımız bir organımız değildir. Zen aklın tümünü simgeler. Aklı
bölümlere ayrıştırsak bile sonuçta bir şey elde edilmez. Üstelik Zen zihinsel
ayrıştırma (intellectual analysis) yoluyla öğrenilenler gibi bir şey de
öğretmez bize; ayrıca içeriğinde ilgilenenlerin kabullenip, benimseyeceği bir
öğreti de bulunmaz. Bu gözle görmek isteyen biri Zen’i oldukça karmaşık
(kaotik) bulur. Zen gönüllüleri, kendilerince belki bazı öğretiler öne
sürebilirler; ancak bunlar kendileri için yararlı olacak bilgileri içerir. Zen’e
bu nedenle bir, bağımlılıkları bulunmaz... Bu doğrultuda Zen’de kutsal
kitaplar, doğmatik ilkeler veya sembolik formüller yerine geçen simgeler de yer
almaz. Bana Zen ne öğretir diye sorulursa, kısaca Zen’in hiçbir şey
öğretmeyeceğini söylerim. Zen öğretisi içinde eğer bir şey varsa, o da kişinin
benliğinden açığa çıkar. Biz gerçekte Zen’i kendimiz bulgularız. O ise sadece
yol gösterir. Her ne kadar bu yol gösterme eğitim amaçlı olsa bile, Zen içinde
kesinlikle önemli bir prensip veya köktenci bir felsefi yaklaşım bulunmaz.
Zen aslının Buda’dan geldiğini kabullenir. Budist öğreti
içindeki sutralar ve sastralar
aracılığıyla kendini açıklamaya çalışır. Zen’e göre bunların tümü vakit ve
nakit kaybından başka bir şey değildir. Bu açıklamaların ardından Zen’in
nihilizm olduğu sonucuna varmak da yanlış olur. Nihilizm kendini yok etmek
anlamına gelir ve hiçbir yere varmayı amaçlamaz. Olumsuzluk belki bir metod
gibi yorumlanabilir, oysa üstün gerçek kabullenme içinde gizlenir. Zen
felsefesi yoktur dendiğinde, doktriner öğretisi yoktur anlamına, kutsal
literatürü anlamsız/değersiz olarak niteler. Unutmamalıyız, Zen reddettiği anda
bu olumlu eğilim, ölümsüzlüğün onaylanması olur. İlerledikçe konu daha bir
açıklık kazanacaktır.
Zen din midir? Terimin güncel kullanımına dayalı anlamıyla ele
alınırsa, değildir. Zen’in tapacağı tanrısı yanında, dinsel töreni de bulunmaz.
Geleceğin barınılacak bir yer olmaması nedeniyle ölüm de amaçlanmaz. Her şeyin
ötesinde, ölümsüzlüğü kutsal bir amaç gibi görenler gibi, Zen iyiliğin peşinden
de koşmaz. O kendini tüm dogmatik ‘dini’ zorunluluk ve sorumluluklardan
arındırır.
Zen’de Tanrı yoktur dediğim anda dindar okur şaşırır. Ama bu
Tanrının varlığını inkar etmek anlamına gelmez. O ne inkar eder. Ne de kabullenir. Bir şey reddedildiği anda
karşısına , onu da reddeden başkası çıkar. Kabulcülük için de aynı şey
söylenebilir. Mantık da kaçamaz bu olgudan. Zen mantık ötesine de ulaşmak
ister. Gerçekte o, içinde antitez bulunmayan daha kutsal bir kabulcülük peşine
düşer. Bu yüzden Zen’de Tanrı ne üstlenilir, ne de yadsınır; Bu sadece Zen için
geçerlidir. Hıristiyan ve Yahudi düşüncesi kabulcülüğünde, böyle bir tanrı
kavramı bulunmaz. Benzer nedenlerle, Zen ne Felsefedir, ne de din.
Zen tapınaklarında karşılaşılan her çeşit Buda ve Bodhisatva
simgeleri, sonsuz sayıda ahşap, taş ve metal benzeri parçalar; bahçemdeki
kamelyalar, açalyalar veya sarmaşıklara benzerler. “Açmış güzel kamelyalar
karşısında saygı duymalı, hatta gönül isterse tapabilirsiniz onlara” der
Zen.Son yemeğe katılmak veya kutsal sudan su serpilmesi gibi, Budacı Tanrılar
önünde saygıyla eğilip çeşitli din benzeri törenler yapanlar da bulunur. Din
adamlarınca övülecek, günahlardan arındıran olarak değerlendirilen bu türden
dini eylemler, Zen açısından yapay, zorlama eylemler olarak nitelenir.
“Kusursuz Yogiler Nirvana’ya erişemez,
kural bozan keşişler de cehennemi boylamaz” biçiminde vurgulanır. Çoğunluğun
düşünce yapısı içinde, moral yaşamın alışılagelmiş yasaları açısından, bu bir çelişkidir.
Ancak içinde Zen yaşantısının gerçeği yatar. Zen insanın özüne, iç temizliğine
ve erdemine inanır. Sonradan eklenen veya şiddet aracılığıyla sökülüp alınan
her şey onun bütünlüğünü özünden yaralar. Zen bu nedenle dini törelere
bağlılığı reddeder.
Gerçek dindarlar şaşıracaklar ancak, Zen’in, klasik ölçütler
dışı kabaca bu açıklanışı yanında, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi Zen’in de bir din olduğunu söylemek hata
olur. Din olmamasına rağmen kolay anlaşılır. Aşağıdaki alıntı, görüşümün açıklığa
kavuşması açısından yardımcı olabilir. Sakyamuni doğduğunda, eliyle göğü ve
yeri göstererek, “Cennetin üstünde ve altında saygıdeğer, onurlu olan yalnız
benim!” dediği söylenir. Zen okulu Ummon’un kurucusu olan, Ummon (yun-men), bir
söyleşide, “Eğer bunu söylerken ben yanında olsaydım, onu bir vuruşta öldürüp,
cesedini aç köpeklere yedirirdim!” der.
Hangi inançsız, ruhani bir lider karşısında bu kadar ileri gidip, ileri
geri konuşabilir. Bir başka Zen ustası ise: éGerçekte işte bu yol Ummon’un
sahip olduğu her şeyden, bedeninden, aklından bile vazgeçip dünyaya nasıl
hizmet edebileceğini gösterir! Onun Buda sevgisiyle ne kadar dolu olduğunu
hissetmesidir! der.
Zen, Yeni Düşünce inanları, Hıristiyan gizemcileri, Sannyasinler
veya bazı Budistlerce uygulanan meditasyon uygulamalarında olduğu gibi kafa
karışıklığına neden olmaz. Dhyana, Zen açısından anlaşıldığı kadarıyla, benzer
uygulamalar içermez. Kişi kendini Zen içinde eğitirken, aynı zamanda dini veya
felsefi bir konuda meditasyon yapabilir, ancak elde edilecek olanlar yalnızca
rastlantısaldır. Orada Zen’in özü yer almaz. Zen zihnin kendini disipline
etmeği, onun kendini ustalaştırmasını, doğasına yakışır bir anlayışı amaçlar.
Böylece Zen sadece meditasyon ile dolu olmanın ötesinde, kişinin akıl ve ruhu
içine girebilmesi, Zen’in asli görevi sayılır. Zen eğitim disiplini içeriğinde,
aklın gözünü açarak, varoluşun kendi nedeni içine bakabilmek bulunur.
Meditasyon için insanın zihnini bir şeye yoğunlaştırması
gerekir. Tanrının bütünlüğü, onun sonsuz sevgisi ya da eşyanın süreksizliği
gibi. Zen ise bu fazlalıklardan kurtulmayı arzular. Zen’in onemle üzerinde
durduğu şey; bağımsızlığın eldesi, doğal olmayan tüm yüklerden kurtulmaktır.
Meditasyon, aklın doğal yapısına ait olmanın tersi, yapay bir eklenti gibidir.
Kuş havada ne üzerine meditasyon yapar? Ya sudaki balık? Yalnızca yüzerler
uçarlar. Yeterli değil midir bu onlar için? Kim aklını Tanrının ve insanın
birliği, ya da yaşamın hiçliği üzerine sabitlemek ister? Kim bu tür bir
meditasyon aracılığıyla, Tanrısal iyilik veya sönmeyen cehennem ateşinin,
günlük yaşantının içinden açığa çıkıması uğruna tutsak olmak ister.
Hristiyanlığı tektanrıcı, Vedanta’yı tüm tanrıcı olarak adlandırabiliriz ama benzer şeyleri Zen için
öne sürmek olanaksız. Zen bu türden açıklamalara karşı çıkar. Zen için
düşünceyi üzerinde sabitleyeceği bir amaç bulunmaz. Zen gökyüzünde yavaşça
sürüklenen bulut kümesi gibi, hiçbir mekanik bağlayıcıyla bağlanıp, hiçbir iple
tutturulamaz. Meditasyonun ölçütü (miktarı) ne olursa olsun, Zen’in bir yerde/n
yakalanabilmesi olanaksız. Meditasyon Zen olmamakla birlikte, ne tek
tanrıcılık, ne de tüm tanrıcılık, Zen’e konsantrasyon alanları oluşturabilir.
Eğer Zen tektanrıcı ise, izleyenlerine her şeyin tekliği üzerine meditasyon
önermeli. Karşıtlıkların ve eşitsizliğin, her şeyi aydınlatan kutsal ışığın
parlaklığı içinde eriyip kaybolduğu teklik. Eğer Zen tümtanrıcı ise bize, en
değersiz çiçeğin bile Tanrı’nın yüceliğini yansıttığını anlatmalı. Buna karşın
Zen tarafından, ‘Her şey tekliğe
indirgendikten sonra, bu tekin neye indirgeneceği?’ sorulur. Zen kişi aklının
bağımsızlığı ve engellenmemiş olmasını ister. Teklik, bütünlük düşüncesi, özgün
ruhun bağımsızlığını tehdit eden engel, onu öldüren tuzaktır.
Zen ayrıca, Tanrının kaktüs, üç kilo pirincin ise kutsallığı
fikri üzerine bile düşüncemizin yoğunlaşmasını istemez. Zen bunları isterse,
kendini felsefi bir sistem içine sürüklemiş olur ki, oradan zaten yitirilmiş
olur.Oysa ılık ateşi buz soğuğunu eksiksiz algılar. Çünkü donla birlikte titrer
daha sonra ateşi davet ederiz. Faust’un dediği gibi: His her şeyin içinde her
şeydir. Gerçek karşısında tüm teorilerimiz çaresiz kalır. Ancak buradaki ‘his’
en derin ve yalın şekliyle anlaşılmalı. “İşte o his” denmesi bile, artık Zen’in
orada olmayacağını anlatır. Bu nedenle de Zen, tüm kavramsal yaklaşımların
karşısında olup, yakalanması zordur.
Zen’in önereceği meditasyon ne türden olursa olsun, her şeyi
olduğu gibi görecek olandır; karı beyaz, kuzgunu siyah. Meditasyon söz konusu
olduğunda, çoğunluk onun soyut karakteri vurgulanır; o da, meditasyonun aklın
üst düzeyde genelleyen önermeler olarak tanınması olur ki, o da yaşamın somut olayları içinde her zaman
yakın ve direkt bağlantı kurulamayan eşyanın doğasıdır. Zen ne medite eder ne
de soyutlar. Sezer veya hisseder. Zen içe işleyip sonunda gömülerek kaybolur.
Meditasyona gelince; dürüst bir şekilde dualistik, sonuçta kaçınılmaz derecede
yüzeyseldir.
Bir eleştirmen (2) Zen’i “St. Ignatius Loyala’nın Ruhsal Uygulamaları’ında
Budist benzeri olarak değerlendirilir. Eleştirmen bu örnekle, Budist
ayrıntıların Hıristiyan benzerliklerini bulmak yönündeki güçlü eğilimini
sergiler. Zen konusunda lekesiz bir içgörüye sahip olabilenler, bu karşılaştırmaların ne denli geniş bir
alanı kapsadığını duyumsarlar. Yüzeysel sohbet içinde bile Zen uygulamalar ve
İsa topluluğunun kurucularının önerdikleri arasıda benzerliğin gölgesinden bile
söz edilemez. St. Ignatius düşüncesi ve ibadeti, Zen’e göre, yalnızca sofu
aklın yararı için inceden işlenip, örülmüş hayal gücü üretimi olarak
değerlendirilir. Gerçekte bu birinin başı üzerine tuğla üzerine tuğla yığıp
yerleştirmek olup, ruhun yaşamı için gerekli saf birikim bulunmaz. Üstelik, Ruhsal
Uygulamaları’nın Hinayana Budacılığındaki Akıl Dinginliği için Beş Metod,
Kirlilik Üzerine Dokuz Düşünce, yahut Altı veya On Bellek Konuları adı
altındaki meditasyonlara benzerliklerinden söz edebiliriz.
Zen bazen, “akıl öldüren ve vaktini boşa harcayan hayal belası”
diye anılır. Bu tanımlama Japonya’da Dinler (3) adlı yapıtın
tanınmış yazarı Griffis’e ait. Onun “akıl öldüren” tanımıyla ne anlatmak
istediğini çıkaramıyorum. Kişinin aklını bir şeye takıp, aklın hareketliliğini
öldürdükten sonra onu uykuya yatırmaya zorladığını mı anlatmak istiyor acaba?
Reischauer kitabında(4) Griffis’in görüşlerini çağrıştırır biçimde,
Zen’i “mistik ve kendini uyuşturan” olarak niteleyip, neredeyse onu onaylar.
Ona göre Zen; Sipnoza’nın Tanrı için uyuştuğu söylendiği gibi “Büyük Ben”
düşüncesiyle, bu dünyaya has üstün gerçeklik içinde yutulmuş olarak düşünmüş
olabilir. Zen eleştirenleri, ne denli yüzeysel, gözlemleri ne kadar şaşırtıcı!
İşin aslı, Zen öldüreceği bir ‘akla’ da sahip değil; bu nedenle akıl öldüren de
olamaz. Zen’de sığınak gibi kaçılan bir ben olmadığı için, onun insanı
uyuşturan ‘ben’inden de söz edilmesi gerçeği yansıtmaz.
Gerçek olan şu: Zen’in dış görünüşüne bakarak algılanması son derece zor olması yanında, onun bir zerresini yakaladığımızı düşündüğümüz an uçup gitmesi. Uzaktan bakıldığında kolayca erişilirmiş hissi verebilir. Ancak ona yaklaşmaya çalıştıkça, daha da uzaklaştığı ortaya çıkar. Belki yıllarca uğraşır didinirsiniz ama bu, onun size umduğunuz hakkaniyetle yaklaşacağı anlamına gelmez.
“Tanrı katına yükselen yol, birinin kendi ben’ine inmesidir”, bunlar Hügo’nun sözcükleri. “ Eğer Tanrı’ya ilişkin derin anlamı sorguluyorsan, kendi ruhunun derinliklerini araştır”, bu ise St. Victor Richard’ın tanımı. Bu derinlikler araştırıldıktan sonra geriye ‘ben’ diye bir şey kalmaz. İnebildiğin derinliklerde, etraflıca tanımlanabilecek ‘ruh’ ve ‘Tanrı’ kavramı da bulamazsın artık. Neden? Çünkü, Zen dipsiz bir uçurumdur. Zen her şeyin anlamını değişik bir tavırda açıklamaya çalışır: “Aklı (veya ruhu = hsin) nerede görmek istiyorsun?” Üçlü dünyanın hiçbir yanında hiçbir şey baki değil. Budanın meskeni neresi olabilir? Dört elementin hepsi (hava, toprak, su, ateş) doğasının en üst konumunda tamamıyla boş, anlamsız. Ancak gerçek gözümüzün tam önünde tüm yüceliğiyle serili. İşte hepsi burada! Ne bir eksik, ne bir fazla! Bir anlık bir duraksamayla bile Zen, geri alınamaz biçimde kaybolur. Geçmişin şimdinin ve geleceğin tüm budaları, bir kez daha yakalatmak için deneyebilir, o yinede bize binlerce kilometre uzakta kalır. “Akıl öldüren” ve “kendini uyuşturan” sahte gerçek! Zen kendini huzursuz eden, küçümseyen eleştirilerle de vakit öldürmez.
Eleştirmenler, aklın Zen tarafından bilinçaltı konumu için
hipnotize edildiğini belirtmek istiyor olabilir. Bu aslında Budist öğretinin
gözdesi boşluğun (sunyata) kavranmasıdır. Orada özne, nesnel dünyanın
bilincinde olmaz. Boşluk içinde kaybolur. Bu açıklama da gerçekte Zen’in
hatasız tanımı değildir. Zen için bu tür tanımları içeren açıklamalar yapılır,
ancak onu anlayabilmek için atlayıp şu ana geçmek gerekir. ‘Engin boşluk’
geçilmek ister. Kişi eğer canlı-canlı gömülmek istemiyorsa, öznenin bilinçdışı
konumundan uyanması şart. Zen yalnızca ‘kendini uyuşturan’ terk edildiğinde
anlaşılır. Eğer akıl herhangi bir anda ‘öldürülür’ ise, işi Zen’in ellerine
teslim etmeli. Öldürülmüş cansız olanı ebedi yaşam konumuna ancak o döndürür.
“Ey sarhoşlar, tekrar doğun, rüyadan uyanın, ölüm yatağından kalkın!” der Zen.
Üstelik beni gözü bağlı, titrek ellerle aramaya çalışmayın; unutmayın ki ben
konuşma biçimlerine de kendimi teslim etmem.
Gerekirse bu eleştirileri çoğaltmak olası, sanırım yukarıdakiler
yeterli derecede okuyucunun aklını Zen konusunda daha olumlu değerlendirmeler
için hazırlamıştır. Zen’in temel fikri, varoluşumuzun içimizdeki işleyişiyle
yakından karşılaşmak ve bunu en çarpıtmasız biçimiyle, dıştan veya sonradan eklemeye başvurmadan
gerçekleştirmektir. Ayrıca, herhangi dış bir otorite görünümündeki bir şey de
Zen tarafından dışlanır. Eğer Zen’de otorite varsa, o da insanoğlunun içine
yerleştirilmiş saf, mutlak inanç içinden gelir. Bu sözcüğün en sofu olanı için
de geçerli olur. Hatta akıl yürüten bilge güç, bile son veya mutlak olarak
düşünülüp değerlendirilemez. Aksine, aklın kendisiyle aracısız bir biçimde
haberleşmesini engeller. Zihin görevini bir aracı gibi çalışırsa tamamlar.
Zen’in ise kendini başkalarına tanıtmak haricinde bir amaca hizmet etmez. Şu an
karşınızda bulunan yazı sadece deneme kabilinden geçici olup, içinden beklenen
sona veya mutlak değişmeze ulaşılamaz. Bu Zen’in en yalın, en basit biçimde
yakalamaya çalıştığı hayat gerçeğinin özüdür. Zen kendini Budizmin ruhu özünden
olduğunu yadsımaz. Gerçekte bu öz bütün dinlerin ve felsefelerin ruhudur. Zen
bütünüyle eksiksiz anlaşıldığında, aklın mutlak barışı, sükuneti elde edilmiş
olur. Birey olması gerektiği gibi yaşar. Daha başka neye gereksinim duyulur?
Kimileri Zen’in belirtildiği gibi mistisizmin bir biçimi olarak,
din tarihinde eşsiz olarak nitelenemeyeceğini söyler. Belki öyle; ancak Zen
kendi düzeni içinde gizemlidir. O parlayan güneş kadar, gonca açmış bir çiçek
gibi, şu an caddede davul çalan birini işitirkenki kadar gizemlidir. Eğer bunları
gizem olarak tanımlarsak, Zen onlarla ağzına kadar doludur. Bir keresinde Bir
Zen ustasına, Zen’in ne olduğu sorulduğunda; “Günlük düşüncen” diye yanıtlamış.
Bu şatafatsız ve özünden açık sözlülük değil midir? Onun düşünceleri içinde
mezhep ve tarikat ruhuyla ilgili hiçbir kırıntı bulunmaz. Budistler kadar
Hıristiyanlar da bunu, aynı okyanusta rahatça halinden hoşnut olarak yaşayan
büyük ve küçük balık gibi deney imleyebilir. Daha başka ne olabilir? Zen
havadır. Zen okyanustur. Zen dağdır. Zen ilk bahar çiçeğidir. Zen gök
gürültüsü, şimşek çakması, yaz sıcağı, kışın karıdır. Zen insandır.
Biçimsellik, geleneklere bağlılık, en üst düzeydeki alışkanlıklar, bunlar
Zen’in uzun geçmişi boyunca birikmiş fazlalıklar. Onun özünde daha canlı oluşu
gizli. Eşsiz erdemi, hüneri, yararı şurada yatar: Onun yardımıyla herhangi bir
şeyin peşin hükmü ve tarafını tutmadan, en son gerçeği görebiliriz.
Daha önce de belirtildiği gibi, Zen’i eşsiz kılan şeyin
Japonya’da uygulandığı şekliyle, onun sistematik olarak aklı eğitmesi olduğu
söylenebilir. Alışılagelmiş gizemciliğin kararsız, düzensiz bir sistem olması
ve bireyin günlük yaşamından kopuk oluşu nedeniyle, Zen onu kökünden,
değiştirir. Yukarıda cennette ne varsa, tümünü yeryüzüne taşır. Zen’in
gelişmesiyle, gizemcilik gizem olmaktan çıkar. O diğer örneklerde olduğu gibi,
bir anda akla bağışlanmış bir imkansızlık değildir. Zen kendini; enteresan,
ilginç olaylarla dolu olmayan sokaktaki adamın yaşamını, yaşam eyleminin
ortasında olduğu gibi yaşanması gerektiğini kabullenerek, bunu açıklamaya
çalışır. Zen şunu gösterebilmek için aklı sistematik olarak eğitir: İnsanın
gözünü en ihtişamlı gizemin günlük ve saatlik uygulanışı için açar, kalbi
uzayın sonsuzluğu, zamanın ölümsüzlüğü kucaklaması için her çarpışında büyütür.
Bizi cennet bahçesinde yürür gibi ayrı bir dünyada yaşatır. Bütün bu ruhsal
başarı herhangi bir öğretiye başvurmadan elde edilir. Gerçeğin sadece içimizde
saklı olduğunu basit, karmaşık olmayan, en içten şekliyle söylemeye çalışır.
Zen pratik uygulanabilir, olağan, sıradan başka ne olursa olsun
bunun yanında en çok yaşanandır. Yaşlı bir usta, Zen’in ne olduğunu
anlatabilmek için parmağını havaya yükseltir, bir diğeri tekmeler ve bir
üçüncüsü ise soru soran öğrencisini tokatlar. (5) Eğer içimizde yatan gerçek bu biçimde
gösterilirse, ruhsal eğitim açısından herhangi bir dinden daha uygulanabilir,
daha pratik bir yöntem sayılmaz mı? Bu özgün değil midir? Zen özgün ve yaratıcı
olmaktan başka bir şey olamaz çünkü, kavramlarla uğraşmak yerine yaşamın,
yaşayan olayların içindeki ayrıntılarla uğraşır. Kavramsal olarak bakıldığında,
parmağın havaya kaldırılması, bireyin yaşamındaki en sıradan olaylardan bir
olur. Zen’in bakış açısından izlemeye çalışıldığında ise, kutsalın
mükemmelliğin ve yaratıcılığın titreşimleri anlamına gelir. Bu gerçeği Zen’in
uzun zamandır belirttiği gibi geleneksel, basmakalıp ve kavram sınırlı
varoluşumuzun ortasında, varoluşun kendi nedenine sahip olduğunu söylemeliyiz.
Yengo’nun (Yuan-wu 1566-1642) bir mektubundan alınan aşağıdaki
alıntı bu yazının başındaki ‘Zen nedir?’ sorusunu yanıtlayabilir: “Şu anda her
şey tam karşında. Zeki birisine onun gerçeğine inanmak için tek sözcük yeterli;
günah yavaş-yavaş sürünerek yaklaşıyor olsa bile. Oysa kağıda, mürekkebe ve
sözcüklerin gösterilerine veya mantığın iki anlamlılığına teslim ettiğinde ise
daha fazlası gerekir ve üstelik o uzaklara çok uzaklara uçup kaçar. Zen’in
engin gerçeği, herkes tarafından yakalanabilir. Onu başkaları arasında aramak
yerine, varlığında ara. Aklın diğerlerine göre daha üstün olup; sessiz, yeterli
ve özgürdür. O kendini sonsuza kadar benliğinin altı duyusu ve dört elementi
üzerine kazıyıp damgalar. Tüm bunlar onun ışığı içine emilmiş hap solmuştur.
İçindeki özne ve nesne ikilemini sustur, aklı aşıp ikisini de unut. Akıllılık
ve anlayıştan kurtar kendini ve doğrudan Buda kimliğinin ve aklının derinlerine
ulaş. Bunlar dışında başka gerçek yok. Bu yüzden Bodhidarma Batıdan geldiğinde,
‘Birinin ruhunun özünü doğrudan gösterdiği, dini esaslar yasalarca
engellenmediği için benim öğretim
eşsiz, onaylı gerçeğin eksiksiz aktarılmasıdır.’diye sade bir açıklama
yapar.Zen’in mektuplar, sözcükler, sutralarla başaracağı hiçbir iş yoktur.
Sadece işareti yakalamanı ve orada sakin, barışçıl meskenini bulmanı ister. Akıl bulanmış karışmışsa anlayış
hareketlenip canlanır. Eşyaların farkına varılır, fikirler eğlendirir, hayali
ruhlar büyülere başvurup çağrılır. Önyargılar büyüyüp yaygınlaşarak şahlanır.
Zen’de labirentler arasında sonsuza dek kaybolur.”
Deneyimli bilgin Sekiso (Shih-shuang), “Tüm arzularını,
özlemlerini durdur; dudaklarının kenarında küf oluşmasına izin ver. Kendini
lekesiz, kusursuz bir ipek parçasına dönüştür. Düşüncen sonsuzluğu simgelesin.
Kendini ölümü simgeleyen küle, soğuğa ve cansızlığa terk et. Terk edilmiş bir
köy türbesindeki eski bir buhurdana dönüştür kendini” der.
Bu sadeliğe inanınca, şu biçimde yoluna devam etmelisin: Bedenin
ve aklın doğadaki taş veya bir tahta parçası gibi cansız bir nesne haline
dönüşsün. Kusursuz hareketsizlik ve önemsememezlik durumu elde edildiğinde
yaşamın tüm belirtileri kımıldamaya başlar. Tüm sınırlılıklar ortadan kalkar.
En ufak düşünce zerresi bile artık seni rahatsız etmez. Ansızın tam bir sevinç
ve yeterlilik duygusu kaplar benliğini. Koyu bir karanlığın içinden sızan bir
ışık gibi. Yoksulluk içindeyken önüne çıkan bir hazine gibi. Artık çok hafif,
özgür, rahatlamış olarak duyumsarsın kendini. Dört element ve beş duyu
sorumluluk olarak hissedilmez... Yaşamın tüm sınırlılık ve bağımlılıktan
kurtulur. Kuş gibi hafiflersin. Nesnenin mutlak doğası içindeki aydınlatan iç
görünün farkına varıp, artık yakalanamaz gerçek peri görünüşlü sonsuz sayıda
çiçekler gibi görünür. İşte sana gösterilmeye çalışılan masum, saf ben; burada
işaret edilen doğuşunun en güzel görünüşlü
manzarası, yaradılışın özgün yüzü. Yalnızca tek,engellenemez düz bir
geçit bulunur. Bu ancak herhangi bir duygu ve fikrin, bedenine, yaşamına ve
sana ait olan şeylere, senin özüne egemen olmadığı zaman böyledir. Bu senin
barışı, rahatlığı, yapmamayı (nondoing) ve sevinci, zevki elde ettiğin yer
olur.
Tüm sutralar, sastralar bu gerçeği tartışmaktan başka bir şey
değildir. Modern olsun, klasik olsun felsefecilerin hepsi, yaratıcılık ve hayal
güçlerini, yalnızca bu amaç uğruna zorlarlar. Hazinenin kapağı ilk
açılıyormuşçasına heyecan verir. Kapak bir kere açıldı mı, önüne gelecek tüm
nesneler, tüm fırsatlar kullanılmak üzere emrine sunulur. Etrafta ne kadar çok
mal mülk olursa olsun, bunlar senin kendisi olabilmiş benince kullanılmak üzere
önüne çıkar. Var olan tüm hazineler keyfin uğruna seni bekler. ‘Bir kere elde
edildi mi, sonsuza kadar elde edilmiş olur’ değişiyle anlatılmak istenen işte
budur. İşin aslına bakılırsa hiçbir şey elde edilmez. Edinilen bir şey varsa o
da gerçek anlamda elde edilen olmaz. Ancak yine de bundan yeni, eşsiz bir şey
elde edilir.