BUHÂRÎ'YE YÖNELTİLEN TENKİTLER

ÇáÅäÊŞÇÏÇÊ ÇáÊì æÌøåÊ Åáì ÕÍíÍ ÇáÈÎÇÑì

21. Asır Araştırmacılarına Armağan

 

 

 

 

G İ R İ Ş

VE

KAYNAKLAR

 

 

el-Câmiu's-Sahîh'e yöneltilmiş tenkitlerin, daha evvel etraflıca ve müstakil bir araştırma konusu olarak ele alınmadığını, ciddî şekilde üzerinde durulmadığını bilmekteyiz. Bu nedenle yeni; yeni olduğu kadar da önemli noktaları aydınlatılacağına inandığımız çalışmamız, iki seneye yaklaşan bir zaman dilimi içinde mevcut hâle ulaştı. Tezimizin, yönlendirici ve belirleyici ölçüler içinde gelişimini sağlayan kıymetli hocalarımın bunda büyük payı vardır.

Ekim 1993'de başlanılan malzeme toplama safhasını, büyük oranda İstanbul kütüphânelerinden elde edilen mâlûmat oluşturmuştur. Önce; Diyânet Vakfı İslam Ansiklopedisi Kütüphânesi'nde bulunan, Buhârî'nin şahsına ve eserine âit ne kadar eser varsa tesbit edilmiş, ilgili bölümler temin edilerek tek tek incelenmiştir. İkinci olarak; Fakültemiz bilgisayarından daha evvel mevcûdiyetini ve adresini öğrendiğimiz yazma eserler (özellikle bazı Buhârî şerhleri), İstanbul, Ankara, Konya ve Manisa'daki önemli kütüphanelere gidilerek yerinde görülmüş, istifâde edilmiştir. Üçüncü olarak da; ithal kitap satan firmalardan Buhârî üzerine matbû ne varsa satın alma gayretine girilmiştir ki, iki yıl boyunca devam eden bu faaliyet bazı önemli ve nâdir eserlere sâhip olmamızı sağlamıştır.

Biraraya getirilen bilgilerin, neye göre tertîb edileceği; dolayısıyle tezin hangi plan dâhilinde oluşturulacağı, bizi en çok yoran safhadır. Başında, yuvarlak bir varsayımla sâdece metin ve sened gibi iki açıdan bakmayı tasarlarken, sonradan senedle ilgili tenkitler kendi arasında ikiye ayrılmış, metin tenkitlerine bir de ta'lîkât konusu ilâve olunmuştur. Her ana bölümü kendi arasında alt başlıklara ayırırken üzerinde düşünülmesi gereken en önemli nokta; tenkîde uğrayan rivâyetlerin hangi kritere göre sıralanması gerektiğiydi. Zira, bazen bir hadise birçok şahıs tarafından eleştiri yöneltilirken, aksine birtek şahsın birçok Buhârî hadisini tenkit ettiğine şâhid olduk. Buna bağlı olarak, bazı tenkitleri hadislerin ismine/konusuna göre, bazılarını da şahısların ismine göre tertib etme zorunluluğu doğdu. Şahısların oluşturduğu bölümlerin ise, kendi arasında -elden geldiğince- kronolojik olarak dizilmesine gayret edilmiştir. İçindekiler kısmına gözatıldığında, ilk bakışta karışık gibi görünen dizaynın sebebi budur.

Çalışmamızın ilk bölümünü teşkil eden Buhârî dönemi, Buhârî'nin şahsını ve bir anlamda el-Câmiu's-Sahîh'in te'lîfine nasıl hazırlandığını anlaşılır kılmayı hedef edindiği için uzun tutulmuştur. Bu bölüm, bizzat aslî kaynaklara mürâcaat ile oluşturulmuş, bazı küçük ayrıntılar dahi mühimsenmiştir.

İkinci bölüm, sened ve metin tenkîdi mefhûmuna biraz farklı bir zâviyeden yaklaşılarak kaleme alınmıştır. Mütekaddim ve müteahhir ulemânın, eski ve yeni devrin konuya bakış açısı; özellikle metin tenkîdi ile kastedilen mânânın keyfiyeti kısaca tartışılmış, muhaddis ve fakihlerin tenkit faaliyetindeki ağırlıklı rollerine temas edilmiştir.

Buhârî'ye yöneltilen tenkitlerin oluşturduğu üçüncü bölümün ilk faslı, senedle ilgili tenkitlerle başlamaktadır. Evvelâ Buhârî'nin, kendisinden hadis nakledeceği râvîde aradığı şartlar, ardından bazı bâriz vasıflarıyla tenkîde uğramış (ehl-i bid'at) râvîler konu edilmiştir. Munkatı' olduğu için eleştiri alan hadisler ise, ikinci bir alt başlıklşa ve sırayla sunulmuştur. Gerek bu, gerekse bundan sonraki safhada, tezimize artık hadislerden verilen örnekler ve bunlar üzerindeki değerlendirmeler hâkim olmuştur. Okuyucunun zihninde oluşması gereken izlenimi, bizim mücerred ifâdelerimizin değil, sergilenen hadislerin belirlemesi kasdına binâen, mümkün olduğu kadar fazla sayıda örnek verebilmeye özen gösterdik. Hatırlatmamız gereken bir husus; Sonuç kısmından sonraya yerleştirdiğimiz EK-1'in, Buhârî'ye yöneltilen sened tenkitlerini, hadis usûlü kâideleriyle temellendirilmiş izahlarla açıkladığı için ayrı bir önem arzettiğidir.

Bu bölümün ikinci faslı metinle ilgili tenkitlere gösterilen misallerden oluşmaktadır. İlkine göre daha kabarık bir malzemeden müteşekkil bu fasıl, (genellikle) sened sorunu olmayan hadis metinlerine nasıl çok farklı tarzlarda yaklaşılabileceğini göstermesi açısından önemlidir. Evvelki ve sonraki ulemânın, hatta muâsır âlimlerin hadisin senedi değil de metni sözkonusu olunca takındıkları birbirine ters tavırlar gözönüne serilmiştir. Bizim işin başında ve sonunda, metin tenkîdinin tesbîti kolay kriterlere sâhip olmadığı üzerinde önemle duruşumuzun sebebi, orada verilen örnekler sâyesinde daha iyi anlaşılacaktır, kanaatindeyiz. Bununla birlikte, üzerinde konuşulmaya gerek olmayacak kadar haklılığı tebârüz eden tenkitler hakkında hiçbir değerlendirme yapmayıp sâdece nakille iktifâ ettiğimizi de hatırlatmak isteriz.

Bölümün üçüncü faslı, el-Câmiu's-Sahîh'in 1341'i bulan ve adına ta'lîk denilen muallak haberlerinin yorumuna ve örneklerine tahsis edilmiştir. Bu ta'lîkler öteden beri âlimleri epeyce uğraştırmış, Buhârî'ye en yakın çağdan başlayarak günümüze değin üzerinde farklı izahlar serdedilmiştir. Ülkemizde Fuad Sezgin'den başka müstakil olarak konuyu ele alan bir tedkikten haberdâr olmuş değiliz. Hem bu sebeple, hem de Sezgin'in kendi içinde çelişkilerle dolu te'villeri karşısında konuyu fazla uzatmadan incelemeyi denedik. Ta'lîklere herkesden fazla ihtimâm göstermiş olan İbn Hacer'in (te'lîf sırasını nazar-ı itibâra aldığımız) eserleriyle hoca ve talebelerine ait usul kitapları, meseleyi (elden geldiği kadar) açıklığa kavuşturmamıza yardımcı olmuştur.

Tezimiz boyunca bize en çok faydası dokunan, en ziyâde katkısı olan eserler, Zehebî (748/1347) - İbn Hacer (852/1448) kuşağının müellefâtıdır. Bu iki şahsın, bibliyografyada gösterdiğimiz eserlerine bakılacak olursa, kendilerinden ettiğimiz istifâdenin boyutu anlaşılacaktır. Yazma eserler arasında henüz tab' edilmemiş şerhler ve risâleler üzerinde ayrı bir ihtimamla durmaya çalıştık. Özellikle Osmanlı devrine âit olduğu halde ne kendisinin ne eserinin adı kalmış bazı müelliflere/kaynaklara da ulaşş olmanın sevincini yaşıyoruz. Kendi kültürümüzden neş'et etmiş irili ufaklı daha nice eserin keşfedilmek üzere bizi beklediği şuûru, ve matbû eserlerin yeknesaklığı karşısında insana heyecan veren tozlu sayfaların içimize attığı merak, böylesi bir girişime sebep teşkîl etmiştir.

Elimizde mevcut malzemeye nazaran, çalışmamızın altı bölümden oluşmasını tasarlamıştık. Mezkur başlıklar dışında; filolojik tenkitler, terâcimle ilgili tenkitler ve nüsha farklarından kaynaklanan tenkitler şeklinde üç konuya daha temas etmek istiyorduk. Ancak bunları, Yüksek Lisans Tezi için tanınan süreye sığdırmak mümkün olmadı. Önümüzdeki günlerde eksik kalan bölümleri ayrıca hazırlayacağımızı bu vesîleyle bildirmek isteriz.

Çalışmamızın başından sonuna husûle gelmiş olması muhtemel her kusur, bilgi ve becerimizin eksikliğinden kaynaklanmıştır. Tevfîk ise Allah'tandır...

18.08.1995

İZMİR

 

 

 

İMAM BUHÂRî VE DÖNEMİ

İç Asya ile Çin'i, Yakın Doğu ve Hindistan'a bağlayan İpek Yolu ile Hind Baharat Yolu güzergâhında kurulmuş Mâverâünnehir'in en önemli ticârî ve dînî merkezlerinden olan Buhâra şehri, en parlak zamanına Buhârî'nin yaşadığı hicrî 3. asırda kavuşmuştu.

5. asır Çin kaynaklarında adından Nu-mi (Numuckes=Güzel şehir) olarak bahsedilen Buhâra, Ceyhun-Seyhun nehirleri arasında kalan ve Soğd (ÇáÕÛúÏ=Sogdiana) adı verilen bölgede kurulmuş çok eski bir şehirdir. Bölgeyi sulayan iki nehirden biri Zerefşan (Altın saçan)'dır ki, Buhâra bunun aşağı mecrâsındadır. Doğudaki Semerkand'e ve Güneybatıdaki Merv'e 280'er kilometre uzaklıktadır. Bugün etrafını çeviren İslam öncesi harâbeler, mîladdan geriye uzanan bir târihe imza attığının şâhididirler. Fürs eserlerinin en eskilerinden olan Vendîdât'dan anlaşıldığına göre, Ceyhun havzasında târih öncesi ârî İran ırkından gelen insanlar meskûndu. Vendîdât'ın yaratılışa ayrılmış ilk faslı, Ahuramazda'nın gücüyle ortaya çıkmış 16 mekânın isimleriçerir. Bunlardan ikincisinin adı Soğd'dur. Ayrıca Merv, Fergâne, Herât ve Ceyhun'unun isimleri de geçer. O vakitler İran'ın müstemlekesi olan bölge Ahisket'den, Fergâne ve Buhâra'ya kadar uzanmıştı. Mâverâünnehir'in (Transoxania) çoğunu kapsayan bu bölge, birçok nehir, sınâî ve tabiî kanallarla kaplıydı. el-Belhî'nin coğrafya eserinde burada yer alan şehir, kasaba, köy, dağ ve nehirlerin isimleri zikredilmiştir ki hepsi de kadîm fârisîcedir. Henry Rawlinson (v.1895)'un, Türklerin ilk kez M.Ö. 700 yıllarında İran ve Tûran'ı birbirinden ayıran Ceyhun'u geçerek Hind sınırlarına kadar ulaştıkları fikrine iştirâk etmeyen 20. yüzyılın en büyük Türkoloğu Arminius Vàmbèry (ö.1913)'ye göre, doğru olan ilk defa M.Ö. 2. yy.'da Bekterya' (ÈßÊÑíÇ) ya geldikleridir. Başka isimlerle de bilinen Türkler, Bekterya (Iğrık) devletinin enkâzı üstüne yeni bir devlet kurarlar. Bu devlet, J. T. Reinaud (v.1867)'un rivâyet ettiğine göre 6. mîlâdî asrın yarısına kadar ayakta kalmıştır. Sözkonusu iddiâyı Belh (ÈáÎ) kelimesi desteklemektedir. Zira eski Türkçe'deki mânâsı Şehir ya da Başkent'tir. Moğollar gibi Türkler de reislerinin oturduğu yere bu ismi verirlerdi. Ayrıca ilk Arap coğrafyacıları: Türkler, İlk asırlarda Ceyhun'un güneyinde oturan Halec (ÎáÌ) kabîlesindendir, derler. Yine; Buhâra ve Beykent (ÈíßäÊ) kelimelerinin asıllarının Tûrânî olduğunda şüphe yoktur. Âmül=Âãõá (diğer adıyla Âmevî) kelimesi de Türkçedir ve "nehir" anlamındadır. Kaynaklar, (6.asırda) Türklerle Bizanslılar arasında büyük kâr getiren ipek ticâretinde Fârisîlerin siyâseti sebebiyle güçlük çıkınca, Altay Dağları'ndan Seyhun kıyılarına kadar uzanan bölgenin hâkimi olan Türk Hâkanı'nın, Büyük Han Dizavol'den yardım istediğini kaydederler. Bu mâlûmata istinâden, bir zaman Numuckes diye bilinen İran şehrinin, sonraları Türklerin eline geçerek Buhâra adını aldığını söyleyebiliriz.

İslam öncesi İrann Zerdüşt inancı, Mâverâünnehir'i aşarak bir taraftan Türkler'in meskûn olduğu Tiyanşan'a, diğer taraftan Kuzeybatı'daki Aral Denizi kıyılarına ulaşştı. Ancak Zerdüştlük, Doğu'dan gelen Budist inancından büyük darbe yedi. Budizm ile Zerdüştlük arasında Mâverâünnehir'de süregelen bu mücâdele, iki inançdan ziyâde iki ırkın mücâdelesiydi. Budda inancı Tûranlılar'ındı ve Tibet'ten öğrenmişlerdi. Bu din, miladın ilk asırlarında Zerefşan'da da kendine sâlikler buldu. Telaffuz şeklini kaybetmeden günümüze kadar ulaşan (ve Buhâra'nın türediği kelime olan) ÈõÎóÇÑú , Budda tapınağında kaynatılan buhardır. M.S. 5. asırda Türkistan ve Ceyhun mıntıkasına yayılan Budizm, Arapların Beykent'i fethedişinden (87/705) sonra da izlerini sürdürdü. Nerşahî (v.348/959)'nin bildirdiğine göre Buhâra'da her yıl kurulan büyük Put Pazarı'nda beheri 50.000 dirheme putlar satılırdı. Beykent fethedildiğinde, gözlerine iki büyük mücevher oturtulmuş saf altından büyük bir put, hediyeler arasında (Irak Valisi) Haccâc'a gönderilmişti.

İslam'ın Buhâra'ya girişi Emevîler'in ilk zamanlarına tesâdüf eder. Ziyâd b. Ebî Süfyân'ın ölümünden sonra, Muâviye tarafından 25 yaşında Horasan'a tâyin edilen Ubeydullah b. Ziyâd, maiyyetindeki 24.000 askerle 54/674'de Buhâra'ya hücûm ettiği zaman, Türk hükümdârı Baydûn ölş, çok küçük yaştaki oğlu Tuğşâde (Tuk Siyâde)'nin yerine annesi Kıbac (veya Kınık) Hâtun devletin idâresini üstlenmişti. Civardan yardım için gelen Türk orduları hezîmete uğratıldıysa da, kale içine sığınarak emân dileyen Hâtun'la sulh yapıldı. Daha sonra Merv'e dönen Ubeydullah b. Ziyâd 56'da Horasan Valiliği'nden azledilince, yerine geçen Saîd b. Osman b. Affân da aynı şekilde Muâviye'nin emriyle Ceyhun'u geçerek Buhâra'ya ulaştı. Yardıma gelen 120.000 askerin bozguna uğratılmasına rağmen, evvelki gibi fetihten ziyâde sulh ile neticelenen harb sonrası işleri düzene koyarak Medine-i Münevvere'ye dönen Saîd, Yezîd'in hilâfeti zamanında orada öldürülmüştür. Onun yerine Horasan'a tayin edilen Müslim b. Ziyâd b. Übeyye, selefleri gibi Buhâra'yı feth için uğraştıysa da, Hâtun'un Soğd hükümdârından yardım istemesi üzerine barış yaparak geri döndü. Yaz kış birçok kez harbedilerek islamlaştırılmaya çalışılan Buhâra halkı her defasında Araplar oradayken müslüman görünmüş, daha sonra irtidât etmiştir. Irak Valisi Haccâc'ın ısrarlarıyla üç kez Buhâra'yı kuşatan Kuteybe b. Müslim el-Bâhilî, nihâyet 88/705'de önce Beykent'i sonra Buhâra'yı gerçek anlamda fethetti. Kuteybe, İslama girmekte zorlanan şehre, uyguladığı siyâset neticesi Şerîat ahkâmını yerleştirmeyi başardı. Kale içinde (Mâh-ı Rûz çarşısındaki) puthânenin (ya da Ateş Evi'nin) yerine büyük bir cami yaptırdı (94). Bu arada müslüman olan Tuğşâde, Kuteybe'nin tensîbiyle 30-32 yıl Buhârhüdât olarak hüküm sürdü.

193/809'da Buhâralıların, Abbâsî Valisi Ali b. İsâ b. Mâhân'a karşı ayaklanmaları, Halife Hârun Reşîd'in Emîri Herseme b. A'yân tarafından bastırılmıştır. Bu tarih Buhârî'nin doğumundan bir sene evveline tekâbül eder. Hârun Reşîd'in oğlu Me'mûn, kardeşi Emîn'i İranlıların yardımıyla yendiği için, ülkenin doğu eyâletlerinin yönetimini bu soydan gelen Tâhirî ve Sâmânîlere verdi. Tâhirî sülâlesinden Tâhir b. Hüseyn, 204/821 tarihinde Horasan Valiliğine getirildiği zaman bölgede (Halîfeye isyan ederek) bağımsızlığını ilan etti. Müteâkiben, 54 yıllık süre içerisinde Buhâra bu hânedâna boyun eğdi. İlerde ele alınacağı gibi, Buhârî'yi 256'da vefatından kısa bir süre önce vatanından sürüp çıkaran kişi de, adı geçen Valinin torunu Ubeydullah (v.300/912)'a bağlı olan Buhara Emîri Hâlid b Ahmed'dir.

Arap fetihleriyle başlayan yaklaşık birbuçuk asırlık bir dönemde Buhâra ve Semerkand'de bulunan Emîrler, Şam ya da Bağdat'taki Halîfe tarafından seçilmiş, Horasan hükümetine boyun eğmişlerdir. Bu sebeple Buhâra, siyâsî istiklâlini ancak Sâmânîler zamanında elde edebilmiştir. Tâhirîlerin Harezm Emîri, 259/872'de Buhâra'ya girerek şehrin her tarafını yıkıp yağmaladığında, ileri gelenlerden bir grup Semerkand hâkimi ve Sâmânî sülâlesinden olan Nasr b. Ahmed'den yardım ister. O da 25 yaşındaki kardeşi İsmâil'i bölgeye gönderir. Tâhirîlerin barış isteği üzerine İsmâil, 260/873 Ramazan'ında büyük sevgi gösterileriyle şehre girer. 295/907'de vefat edene kadar Buhâra'yı her bakımdan ma'mûr eder.

Hayatından bahsedeceğimiz Buhârî, işte böylesine hareketli bir dönemde; 6. Abbâsî Halîfesi el-Emîn (193-198/808-813) ile 15. Halîfe el-Mu'temid (256-279/870-892) devirleri arasında yaşamıştır. Abbâsî devletinde siyâsî ve askerî platformdaki Türk nüfûzu, hicrî 198'de Me'mûn'la başlamış, Mu'temid'in halîfe oluşuyla sona ermiştir.

 

 

 

A. NESEBİ

Buhâra şehrinin onun gibi bir başkasını yetiştiremeyişi sebebiyle olsa gerek, nisbesi ismini unutturan Buhârî'nin adı ve künyesi; Ebû Abdillah Muhammed b. Ebi'l Hasen İsmail b. İbrahim b. el-Muğîre b. el-Ahnef Berdizbe el-Cu'fî'dir.

ÈóÑúÏöÒúÈóå Buhâra halkının kullandığı farsça bir kelimedir. Arapçada (ÇáÒøóÑøÇÚ)çiftçi/bahçıvan anlamına gelir. Berdizbe'nin oğlu Muğîre, Yemen'deki Cu'f kabilesinden olan zamanın Buhâra Valisi el-Yemân b. Ahnes vasıtasiyle müslüman olduğu için, İslamlık velâyetini aldığı kimseye nisbet edilmek suretiyle ona da Cu'fî denilmiştir. Yemân el-Cu'fî'nin torununun oğlu Abdullah b. Muhammed el-Müsnedî (v.229/843), Muğîre'nin torununun oğlu Buhârî'nin şeyhidir. Birçok fıkıh ve hadis âlimi gibi Buhârî de Mevâlî'dendir.

Babası İsmâil b. İbrâhim, oğlu Buhârî'nin ifadesiyle Hammâd b. Zeyd'i görş, Abdullah b. Mübarek'le tanışş, İmâm Mâlik'den hadis rivâyet etmiştir.

B. DOĞUMU

Nevevî'nin bildirdiğine göre, âlimler Buhârî'nin hicrî 194'de Şevvâl'in 13. gecesinden sonra, Cuma namazını müteâkiben (Buhâra'da) doğduğu hususunda ittifak halindedirler. Buhârî'nin varrâkı (kâtibi) Muhammed b. Ebî Hâtim ve ayrıca İbn Adiyy (v.365/975), Hasen b. Hüseyn el-Bezzâz'dan aynı bilgiyi rivâyet etmişlerdir. Ebû Ya'lâ el-Halîlî'nin el-İrşâd fî Ma'rifeti'l-Muhaddisîn adlı eserinde Ebû Hassân Müheyyib b. Süleym'den rivâyet ettiğine göre Buhârî, Şevvâl ayının 12. gecesinin gündüzünde , cuma günü, namazdan sonra doğduğunu bizzat kendisi ifade etmiştir. Aclûnî, Halîlî'nin bu rivâyetini eserine alan İbn Hallikân'ı(v.681/1282) hatâlı bulmakta ve Nevevî'yi desteklemektedir. Ayrıca İbn Kesîr'den, Buhârî'nin Şevvâl13. Cuma gecesi doğduğuna dair sözünü nakletmektedir. Bilgisayar vasıtasıyla yaptığımız hesâba göre Buhârî, 12 Şevvâl 194 yani 19 Temmuz 810 Cugünü dünyaya gelmiştir. Bizce bu, üç farklı rivâyet içinde en doğrusu olarak görünmektedir.

 

C. TAHSÎLİ

Babasını küçük yaşta kaybederek yetim kalan Buhârî, annesinin gözetimi altında büyüdü. Ebü'l-Kâsım Hibetu'llah b. el-Hasen el-Lâlkâî'nin (v.418/1027) Şerhu's Sünne'sinde ve Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed Goncar'ın (v.412/1021) Târîhu Buhâra'sında, Buhârî'nin yine küçük yaşta gözlerini kaybettiği, sonra annesinin duâlarıyla tekrar görmeye başladığı kaydedilmektedir. O devirde medrese öncesi eğitim kurumu işlevini gören Küttâb'a giden Buhârî, varrâkının ifadesiyle dokuz-on yaşlarında hadis ezberlemeye karşı içinden gelen ilhâm ile, mezun olur olmaz ed-Dâhilî ve diğer âlimlerin hadis meclislerine devam etti. Kaynaklar, o yıllarda onbir yaşında olan bu küçük çocuğun dâhiyâne hafızısıyla Dâhilî'nin hatasını bulup düzelttiğini kaydederler. Babasının ilmî mesleği üzere yürüyen Buhârî, onaltı yaşına bastığında Abdullah b. Mübârek'in, Vekî'in kitaplarını ve Rey'lilerin görüşlerini ezberlemiş, kendi beldesinin tüm merviyyâtını dinlemişti. Hattâ baba dostu Ebû Hafs Ahmed b. Hafs (v.217/832)'ın meclisinde Süfyân es-Sevrî'nin Câmi'ini babasının kitabından takip ederek dinliyor, gerekli yerde hocasını ikaz ediyordu.

Zehebî'nin Siyer'i ve Tezkire'sindeki sıralamaya bakılırsa; Horasan yöresinin büyük yerleşim merkezleri olan Belh, Merv, Nişapur, Rey ile (h.210'da) Bağdat ve Kûfe'yi dolaşmak suretiyle Hacc yolculuğuna çıkan Buhârî, henüz onaltı yaşındaydı ve annesi ile ağabeyi yanında idiler. Tacüddîn es-Sübkî onun Buhâra'yı onbeş yaşında terkettiğini söylemektedir. Arefesi 9 Zilhicce 210 / 23 Mart 826 Cuma gününe rastlayan Hacc-ı Ekber'i edâdan sonra annesi ve ağabeyi Ahmed Buhâra'ya döndüler, Buhârî ise ilim tahsil etmek için Mekke'de kaldı. Bilâhare Ahmed Buhâra'da vefât etti. Hicaz'da altı yıl süreyle ikâmet eden Buhârî, oradan başka şehirlere geçti. Kendi ifadesiyle Şam'a, Mısır'a, iki kez Cezîre'ye, dört kez Basra'ya ve birçok defa Kûfe ile Bağdat'a yolculuk etti. Bundan başka Vâsıt, Kaysariyye, Askalan ve Hıms'a da gittiğini bilmekteyiz.

Medîne'de bulunduğu yıllarda bir yandan sahâbe ile tâbiûnun kavillerini ve fetvâlarını tasnif ediyor, diğer yandan Hz. Peygamber'in yanıbaşında mehtaplı gecelerde Tarîh'ini yazıyordu. Yaşı onsekizdi. Böylece Sahîh'ine temel teşkil edecek olan tabakât ve sâir malûmât tamamlanmakta, hazırlık safhası oluşmaktaydı. Bugün elimizde mevcut olan et-Târîhu'l-Kebîr, sadece râvîlere âit bir târih kitabı değil, aynı zamanda birçok rivâyeti ihtiva eden bir hadis eseridir. İshâk b. Râhûye'nin ÓöÍúÑ =sihir kelimesiyle tavsîf ettiği bu hacimli eser için Ebü'l Abbâs b. Ukde (v.332/943), "Bir kimse otuzbin hadis yazmış olsa bile Muhammed b. İsmail'in Tarîh'inden müstağni kalamaz." demiştir.

Buhârî, Medine'de bir yıl kaldıktan sonra Basra'ya geçti. Her gittiği yere kitaplarını da beraberinde götürüyordu. Basra'da kitaplarıyla birlikte beş yıl kaldığını kendisi ifade etmektedir. Bağdat'a sekiz kez gittiğini, her gidişinde Ahmed b. Hanbel'le beraber olduğunu bir başka rivâyetten öğreniyoruz. Ahmed b. Hanbel ona: "Ebû Abdillah! İlmi ve ilim adamlarını bırakıp yine Horasan'a mı gidiyorsun?" diye hayıflanırdı.

D. İLMÎ ŞAHSİYETİ, İLİMDEKİ METODU ve YAŞADIĞI DEVRİN İLMÎ HUSÛSİYETİ

Buhârî'nin ilim çevrelerinde ün yapmış özelliklerinin başında hâfızası gelir. Ondan bahseden hangi esere bakılsa bu konuda birkaç örnekle karşılaşmak mümkündür. Daha çocuk yaşta iken sahip olduğu hâfıza kudretine birkaç örnek verebiliriz:

Taşkent áÔøóÇÔ)muhaddisi Buhâralı Hâşid b. İsmâil (v.261/874) diyor ki: "Buhârî henüz küçük bir çocukken bizimle birlikte Basra'daki hadis şeyhlerine gidip gelir ancak yazmazdı. Bu yüzden onu kınadık. Onaltı gün sonra Buhârî: Üzerime çok geldiniz yazdıklarınızı bana arzedin bakalım, deyince onbeşbinden fazla sayıdaki tüm yazdıklarımızı çıkardık. O hepsini ezbere okudu. Hattâ kitaplarımızı onun hafızasına dayanarak düzeltmeye başladık. Ve anladık ki Onun önüne kimse geçemez."

Yine, onaltı yaşına varmadan yetmişbinden fazla hadisi ezberlemiş olan Buhârî hakkındaMuhammed b. el-Ezher es-Sicistânî şu hâdiseyi nakletmektedir: "Basra'da Süleyman b. Harb (v.224/838)'in meclisinde idim. Buhârî de bizimleydi, dinliyor fakat yazmıyordu. Bazıları, niye yazmıyor? diye sordular. Süleyman b. Harb dedi ki: "O Buhâra'ya döndükten sonra hıfzından yazar." Özellikle bu olay, hâfızası ne kadar güçlü olursa olsun mesmûâtını mutlaka yazıya geçirdiğini göstermektedir. Cu'fî kabilesinden olmakla Buhârî'ye ayrı bir yakınlığı bulunan Buhâra Valisi Ahyed b. Ebî Ca'fer, Muhammed b. İsmâil'in birgün kendisine şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Nice hadis vardır ki Basra'da duydum Şam'da yazdım, nicesini de Şam'da duydum Mısır'da yazdım." Bunun üzerine Ebû Ca'fer "hadisin tamamını mı?" diye sorar. Buhârî ise susar cevap vermez. Güçsüzlüğü yüzünden hâfızanın ikinci plana itildiği günümüz dünyasında bu v.b. rivâyetleri esas alan bazı müsteşrik ve onları takip eden müslüman yazarlar, Buhârî'nin Sahîh'ini diyar diyar dolaşıp şeyhlerden toparladığı şifâhî malûmâttan aklında kalanlarla oluşturduğu fikrine meyletmişlerdir. Bu kanâat diğer literatürü gözardı etmekten kaynaklanmaktadır. Mezkur rivâyeti eserine alan İbn Hacer'in bundan bir evvel zikrettiği husus Buhârî'nin Târih'ini yazarken gösterdiği îtinâya dâirdir. Buna göre Buhârî eserini üç kere yazmış, yani üç kere düzene sokmuştur. Yine ibn Hacer birkaç satır aşağıda varrâk'ı İbn Ebî Hâtim'den onun tüm kitaplarını aynı şekilde üçer kere tasnif ettiğini rivâyet etmektedir. Aynı zat Buhârî'nin hikaye türü hiçbir şeyi, ezberlemek dışında kesinlikle kağıda geçirmediğini kendisinden nakleder. Buhârî'nin tahdîs işine başlamazdan önce sahîh olan ve olmayan hadisleri iyice öğrendiğini, Ehl-i Rey'in kitaplarını incelediğini, ve Basra'da yazıya geçirmedik hiçbir hadis bırakmadığını bilmekteyiz. Tüm bunlar o devrin yazı araç ve gereçlerinden yoksun bir zamana rastlamadığını göstermek bir yana, Buhârî'nin tüm merviyyâtını şifâhen almış ve şifâhen nakletmiş olmadığına da açıkça delâlet eder. Kaynaklarda Buhârî'den ve dolayısıyla onun yaşadığı devirden bahseden sayfalara bakılırsa ßöÊÇÈ¡ ßõÊõÈ¡ßóÊóÈó gibi kelimelere çokça rastlanır. Semerkand'ın kağıtlarının emsalsiz olduğu bir çağda, zamanın âlimlerinin Hz. Peygamberin sünnetini kayda geçirmemek gibi bir gaflete düşmeleri herhalde beklenemezdi. Sünneti gelecek nesillere taşımak gibi önemli bir iş için yazılı metinler özellikle ikinci plana bırakılmış, hâfızanın kontrolünde olmadan fazla bir değer ifade etmemiştir. Buhârî'den bir asır evvel yaşayan hafızasıyla meşhur Âmir b. Şerâhîl eş-Şa'bî (v.104/722), hadisleri önce hıfzetmiş sonra yazmıştır. Ancak devrin geleneği îcâbı bu da kâfî değildi. Bir yandan hâfızaya diğer yandan kağıda geçirilen hadislerin rivâyet edilebilmesi bile ayrı bir izni gerektiriyordu. İzni, hadis meclisinin şeyhi ve aynı zamanda musannefin asıl sahibi olan şahıs verebilirdi. Hadis malzemesini izinsiz kullanan ve iktibâs edene Sâriku'l-Hadîs denirdi. Bu sebeple, belli kurallara bağlanmış olan, hadislerin alınış ve aktarılış biçimleri (ÊÍãøõá ÇáÚáã æÇáÃÏóÇÁ) ise apayrı ve ayrıntılı bir konudur. Yazılı kaynaktan alındığı halde o kaynağın sahibinden şifâhî bir nakil gibi gözüken ÍÏøËäÇ ¡ ÃÎÈÑäÇ gibi tâbirler -günümüzde yanlış anlaşılmakta ise de- aslında yazılı bir kaynağa işaret etmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz rivâyeti işte bu çerçeve içinde anlamak gerekir.

Varrâkının naklettiğine göre Buhârî şöyle diyor: "Benim hadisleri yazma tarzım onlarınki (?) gibi değildi. Ben birisinden hadis yazdığım zaman, eğer adam bu ilimde anlayış sahibi ise ( Åä ßÇä ÇáÑÌá İóåöãÇğ ) ona ismini, künyesini, nesebini, hadisteki illeti, hadisi tahammül şeklini sorardım. Değilse, bana Asl'ını ve nüshasını çıkarmasını isterdim. Başka bazıları ise ne yazdıklarına ve nasıl yazdıklarına aldırış etmezlerdi.". Yine Buhârî şunları söylüyor: "Nişapur'da mukîm iken Buhâra'dan mektuplar gelirdi. Orada bulunan kadın hısımlarım bana selamlarını yazmışlardı. Ben de Buhâra'ya yazmakta olduğum mektupta onlara selâmımı göndermek istedim. Ancakisimleri aklımda kalmamıştı. Bu sebeple onlara selâm edemedim. Beni terkeden ilim nekadar da azış meğer!". Buhârî'nin, kendine 25.000 dirhem borçlanan bir adamı arkadaşlarının sıkıştırmaması için Harezm'e mektup yazdığını da biliyoruz. Mektuplaşmanın bugünkü kadar yaygın olduğu bir devrede, yazıya geçirilen hadislerin muazzam bir kitap külliyâtı oluşturabileceğini tahmin etmek zor değildir. Tüm bunlar bilinmekte iken hadis edebiyâtının teşekkül devri olan Buhârî çağının, nasıl olup da havada uçuşan birtakım şifahi beyânlarla izah edilebildiği şâyân-ı hayrettir.

Gençliğinde, çoğu Buhârî'nin kendilerinden hadis yazdığı ehl-i ma'rifet binlerce insan, Basra sokaklarında ondan hadis yazabilmek için ardına düşüyorlardı. Muhammed b. Yûsuf el-Firyâbî (v.212/827)'nin kapısı önünde talebelere hadis yazdırdığı zamanlar henüz yüzünde tüy bitmemiş, bıyıksız bir çocuktu. Aynı zâtın meclisinde râvîler hakkında verdiği bilgi ile herkesi şaşırtmış, onsekiz yaşında Mekke'de hocası Humeydî (v.219/834) ile bir başkası arasında cereyân eden hadisle ilgili ihtilâfı çözş, yine hocası İshâk b. Râhûye (v.238/852)'nin hatasını düzelterek kabul ettirmişti. Hocası Muhammed b. Sellâm el-Bîkendî (Beykentî) (v.225/868) onun hakkında; "Bu çocuk ne zaman yanıma gelse heyecanlanıyorum, hadisleri birbirine karıştırıyorum." demiştir. Hattâ Kuteybe b. Saîd, Yahyâ b. Mâîn, Ebû Hâtim (v.275/888), Ebû Zür'aonun yanına giderler, hadisin inceliklerini ondan dinlerlerdi. Bilâhare Bağdat'ta teşkil ettiği imlâ meclislerinde 20.000'den fazla insanın hazır bulunacağı Buhârî'yi, Bağdat muhaddisleri oraya ilk geldiği günlerde imtihan etmişlerdi. İsnadları ve metinleri birbirine karıştırılmış yüz hadis kendisine sorulmuş, sırasını dahi şaşırmadan her birini doğru olan şekliyle okuyarak bu güç sınavı başarmıştı. Bir de Semerkand'de 400 kadar hadis âlimi huzûrunda buna benzer bir imtihanı başarıyla vermişti.

Buhârî'nin, Târîh'ini kaleme almakla kendisine kuvvetli bir zemin inşâ ettiğinden evvelce bahsetmiştik. Hadisteki metoduna ışık tutması bakımından şu sözlerine de yer vermek istiyoruz: "Sahâbe ve tâbiûndan herhangi bir hadis naklettiysem, mutlaka onların çoğunun doğum yeri ve zamanını, vefat târihlerini ve oturdukları yerleri de biliyorumdur. Yanımda Allah'ın Kitâbı ve Rasûlullâh'ın Sünnetinde aslı bulunmayan hiçbir sahâbe ve tâbiûn sözü bilmiyorum.". Nevevî el-Câmiu's-Sahîh şerhi için yazdığı mukaddimede, ĞßÑ ãóÏúÍöå ÇáÃßÈÑ başğı altında, varrâkı Muhammed b. Ebî Hâtim'in Buhârî'den naklettiği sözü zikreder. Buhârî: "Aklım erdiğinden beri ilmî olmayan hiçbir şeyi asla kaydetmedim." demektedir. Abdullah b. Abdurrahmân ed-Dârimî (v.255/868) bir gün kâtibi İshâk'dan, Buhârî'nin el-Edebü'l-Müfred adlı eserini kendisine getirmesini ister. Kitap üç ay onda kaldıktan sonra geri verir. İshak: "İçinde işe yaramaz ya da zayıf bir hadise rastladın mı?" diye sorunca Dârimî şöyle cevap verir: "İbn İsmâil insanlara sahîh olmayan hadisi okumaz. O hiç ayıplanıp itiraza uğramış mıdır?". Bu iktibasların, sonradan el-Câmiu's-Sahîh'e yöneltilecek olan İsrâiliyyât isnadlarıyla da yakın ilişkisi kurulabilir kanaatindeyiz.

Musannefâtı içerisine yaklaşık 200.000 müsned hadis alan Buhârî, kendisiyle bir yolculukta aynı odada kalan varrâkı İbn Ebî Hâtim'in ifadesiyle bir gecede onbeş-yirmi defa kalkıp kandili yakar, hadisler üzerinde tedkikte bulunurdu. Yine evinde kendisiyle birlikte kalan Muhammed b. Yûsuf el-Ferebrî (v.320/932), bir gece Buhârî'nin onsekiz kere kalkıp bazı şeyler üzerinde notlar aldığını söylemiştir. Hadislerin kaydına gösterdiği olanca titizliğin yanısıra Buhârî'nin, onbeş yaşından itibaren ölünceye kadar şehir şehir dolaşıp muhaddisten muhaddise koşmasını Hâkim en-Nîsâbûrî, onun âlî isnadları elde etmek için mütekaddimûn ulemâya kavuşma arzusuyla izah etmiştir. 100.000 sahîh, 200.000 gayr-ı sahîh hadis ezberlemiş olan Buhârî, acaba sadece ezber ve nakil vazifesi gören bir muhaddis miydi? Bunun cevabı onun fıkhî ve ictihâdî konumuna gözatmakla verilebilir. Dr. Abdü'l-Ğanî Abdü'l-Hâlık'ın æÃä ãÑÊÈÊóå İí İŞåå áíÓÊú Ïæä ãÑÊÈÊå İí ÍİÙå sözlerinde ifadesini bulan Buhârî'nin fıkhî yönü, gerek adı geçenin eserinde ve gerekse bu konuya hasredilmiş müstakil çalışmalarda etraflıca ele alınmıştır.

Buhârî'nin yaşadığı asırda İslam ülkelerinde hadis ve eser tedvîni, sahife ve nüsha yazımı çoğalmıştı. Ehl-i rivâyetin önde gelenleri Hicaz, Şam, Irak, Mısır, Yemen, Horasan gibi beldeleri dolaşarak mevcut kitapları ve nüshaları topluyorlar, böylece evvelki ulemânın elde edemeyeceği kadar muazzam bir külliyâtın ortaya çıkmasına katkıda bulunuyorlardı. Öyle ki, bu yolla bir hadisin bazen yüzden fazla târikine sahip olabiliyorlardı. Böylece hadislerin bilinmeyen başka senedleri ortaya çıkıyor, meşhur ve garîb olanlar tesbit ediliyor, mütâbeât ve şevâhid görülebiliyor, ehl-i fetvâ'nın evvelce elde edemediği birçok hadis onlara ayân oluyordu. Evvelkiler ancak kendi arkadaşlarının ve kendi beldelerinin hadisini toplayabilirken artık her beldeden sahâbe-tâbiûn fakîhlerinin âsâr'ı toplanmıştı. Yine eskiler hadis ricâlinin isimlerini ve adâlet derecelerini tesbit ederken müşâhadeye ve birtakım karinelere îtimat ediyorken, sözkonusu iş artık müstakil bir ilmin konusu olmuş, bu vesîleyle hadislerdeki ittisâl/ınkıtâ' durumu kapalılıktan kurtulmuştu. Süfyân, Vekî' ve diğerleri muttasıl ve merfu olan ancak bin kadar hadis bulabilirken, bu tabakadakiler 40.000 hadis rivâyet ediyorlardı. Hattâ Buhârî, Sahîh'ini 6000 hadisden oluşturmuştu. Abdurrahmân b. Mehdî (v.198/813), Yahyâ b. Saîd el-Kattân (v.198/813), Yezîd b. Hârûn (v.206/821), Abdürrezzâk b. Hemmâm (v.211/826), İbn Ebî Şeybe (v.235/849), Müsedded (v.228/842), Ahmed b. Hanbel (v.241/855), İshâk b. Râhûye (v.238/852), el-Fadl b. Dükeyn (v.219/834), Ali b. Medînî (v.234/848) ve onların çağdaşları, muhaddis tabakalarının ilk modelini oluştururlar. Bu tabakada bulunan Ehl-i Tahkîk ise, işi daha da ileri götürerek hadis usûlünden, hadisin ahkâm ve fıkhına yöneldiler. O asırda geçmiş ulemâdan birini taklid etme diye bir zorunluluk yoktu. Kur'an-ı Kerim'in kural koyduğu bir meselede onu bırakıp başkasına yönelmek câiz olamazdı. Eğer Kur'an-ı Kerim'in nassı birçok mânâyı muhtemil ise Sünnet bu konuda hâkimlik ederdi. (ÅĞÇ ßÇä ÇáŞÑÂä ãÍÊãöáÇğ áæÌæåò İÇáÓäÉ ŞÇÖíÉ Úáíå) Allahn kitâbında bulunmayan bir konuda ise Rasûlullâh'ın sünnetini alırlardı. Bu sünnet ister fakihler arasında meşhûr olsun, ister sahâbe ve fukahâ bu sünnetle amel etmiş olsunlar ya da olmasınlar, onu mutlaka alırlardı. Bir konuda hadis bulunduktan sonra artık herhangi bir eser'e ya da ictihâda tâbî olunmazdı. Bütün aramalara rağmen o mesele hakkında bir hadis bulunamazsa, bölge veya kavim farkı gözetmeksizin sahâbe ve tâbiûndan bir grubun sözlerine tâbî olunurdu. Bu da mümkün olmadığı takdirde; Hz.Ömer'in Kûfe Kadısı Şureyh (v.78/697)'e yazdığı mektupta tavsiye ettiği üzere, (işin ehli ise) ya kendi re'yiyle ictihâd edecek ya da tevakkuf edecekti. Tüm bu metodlar evvelki ulemânın söz ve fiillerinde zaten mevcuttu. Bir kimse ancak, fıkhî bir meselede rivâyetlerin tenâkuz etmesi ve tercih yapılamaması halinde geçmiş fukahânın sözlerine bakar, -Medine ya da Kûfe ehlinin olsun- en sağlam olan kavli seçerdi. Ahmed b. Hanbel bir adama şöyle söylemiştir:" Beni taklîd etme! Mâlik, Evzâî, Nehaî ve başkalarını da taklîd etme! Ahkâmı, onların aldıkları yerden yani Kitâb ve Sünnet'ten al." Mevzûbahs olan fikrî/amelî çerçevenin oluştuğu dönemin en önde gelen fıkıh ve hadis üstadları Ahmed b. Hanbel ve sonra İshâk b. Râhûye'dir ki, her ikisi de Buhârî'nin hocasıdırlar.

Fıkıh; Tafsîlî delillerden elde edilen şer'î-amelî ahkâmı bilmek, şeklinde tarif edilir. Fakîh, bu delillerden şer'î hükümleri istinbât eden kimsedir. Buna göre her âyet ve hadis birer tafsîlî delildir. Bir fakîhin, ahkâm âyetlerini ve ahkâm hadislerini çok iyi bilmesi, Arap dilinin önemli noktalarına vâkıf olması, fıkıh, ilim ve re'y ehlinden olan diğer âlimlerin görüşlerine muttalî olması, sahâbe ve tâbiûnun fetvâlarını gâyet iyi bilmesi gerekir. Buhârî'nin ilmî yönünü ve hayâtını araştıran bir kimse bu şartların onda toplanmış olduğunu görecektir. İbn Hacer: "Buhârî, Sahîh'de ahkâm âyetlerine önem vermiş, bu âyetlerden mükemmel delâletler çıkış ve bunların tefsîrine işaret etmede geniş bir yol tuştur." demektedir. Sahîh'in 1/9'unu oluşturan Kitâbü't-Tefsîr'i ve sâir bâblarda fıkhî mülâhazalarla serdedilen âyetler bunu doğrular. Hadislerin baş taraflarına koyduğu serlevhalar (tercemeler) ise onun hadislerden çıkardığı âhkâmın ifâdesidirler. Buhârî, kendi fıkhını tedvîn ederken diğerlerinden farklı bir yol izleyerek hükümleri hadislere terceme yapmıştır. Bu sebeple İŞå ÇáÈÎÇÑì İí ÊÑÇÌöãå denilmiştir. Tercemede sahâbe ve tâbiûndan ta'lîklerde bulunması, onların fıkhî sözlerine yer vermesi özel bir sebebe dayanır. O da; hükmün âyet ya da hadisle olan alâkasının boyutunu göstermek sûretiyle müctehidin önüne kapı açmaktır. İbn Hacer Mukaddime'de, el-İsmâilî (v.371/981)'nin Sahîh'i inceledikten sonra Buhârî'nin Arap dilinde, Fıkıhda, İllet (rivâyetlerdeki gizli kusurlar) ilmi'nde son derece bilgi sâhibi (mütebahhir) olduğuna dâir kanâatlerini nakletmektedir. Ahmed b. Seyyâr el-Mervezî (v.268/881)'nin Târîhu Merv'de Buhârî hakkında ßÇä íÊİŞøå dediğini bir kenara bıraksak, Buhârî'nin bizzat kendisinin áÇ ÃÚáã ÔíÆÇğ íõÍÊÇÌ Åáíå ÅáÇø æåæ İí ÇáßÊÇÈ æ ÇáÓäÉ şeklindeki ifâdesi fıkıhtaki dirâyetini belirlemeye kâfîdir. Nihayet onun sahâbe ve tâbiûn fetvâları husûsundaki bilgisine gelince; bunu daha evvel kendi ağzından nakletmiş, onun daha onsekiz yaşında iken konuyla ilgili bir eser meydana getirdiğini belirtmiştik. İbn Hacer Sahîh'in herbir Kitâb'ında bulunan bu tür âsâr-ı mevkûfe'nin adedini vermiştir.

Târihî ve fıkhî açıdan (elimizden geldiği kadar) incelemeye çalışğımız Buhârî hakkında yaşadığı devir âlimlerinin sözlerine de yer vermek istiyoruz. Ahmed b. Ebî Bekr ez-Zührî onu Ahmed b. Hanbel'den; Muhammed b. Saîd b. Ca'fer, İshâk b. Râhûye'den; Ali b. Hacer (v.244/858), Horasan âlimleri olan Ebû Zür'a er-Râzî ve Dârimî'den (v.255/868); Amr b. Zürâre ile Muhammed b. Râfi' ise kendilerinden daha fakîh görmektedirler. (Bunu İshâk ile Dârimî'nin kendileri de kabul etmektedirler). Nuaym b. Hammâd ve Ya'kûb ed-Devrakî (v.252/866) Buhârî için İŞíå åĞå ÇáÃãøÉ demişlerdir. (Bündâr) Muhammed b. Beşşâr (v.252/866) ise åæ ÃİŞåõ ÎáúŞö Çááåö İí ÒãÇääÇ demektedir. İshâk b. Râhûye birgün yanındakilere şöyle seslenir: "Ey ashâb-ı hadîs! Şu gence bakın, ve ondan ilim yazın. Eğer o Hasan-ı Basrî zamanında yaşasaydı, Hasan onun hadis ve fıkıh bilgisine ihtiyaç duyardı. Ebû Mus'ab ez-Zührî, yanındaki bir şahsa: "Eğer İmâm Malik'e yetişseydin ve bir onun yüzüne bir de Muhammed b. İsmâil'in yüzüne baksaydın, fıkıhta ve hadiste ikisi de aynı, derdin." demiştir. Mekke âlimleri: "Muhammed b. İsmâil bizim imâmımız, fakîhimiz, Horasan'ın fakîhidir." derlerdi. Buhârî'nin fıkıhçılığı bu şekilde özetlendikten sonra; son olarak onun hangi mezhebe bağlı olduğu, müctehid olup olmadığı konusunu ele almayı uygun görüyoruz. Zirâ bu mesele de kitaplarda ayrıca tartışılmıştır.

Buhârî'nin kâtibinin Ferebrî'den naklettiğine göre; birgün Kuteybe b. Saîd'e sarhoşun boşaması hakkında soru soruldu. O da Buharî'yi göstererek: "Allah hem Ahmed b. Hanbel'i, hem İbn Medînî'yi hem de İbn Râhûye'yi sana gönderdi." dedi. Kâtibi (ya da Ferebrî) devamla şöyle diyor: "Muhammed'in mezhebine göre (ßÇä ãĞåÈ ãÍãÏ) ; eğer sarhoşken ne yaptığını hatırlayamayacak kadar aklı mağlûb ise yaptığından sorumlu tutulamaz.". Bu ifadeler Buhârî'nin kendine âit ayrı bir mezhebi olduğunu hissettirmekte ise de, dört mezhebin her birinin müntesibleri onu kendi mezheblerine dâhil etmek için çaba sarfetmişlerdir. Meselâ Sübkî; İmam Şâfiî'nin arkadaşlarından olan Za'ferânî, Ebû Sevr, el-Kerâbisî'den hadis dinlediği ve Humeydî'den Şafiî'nin fıkhını tahsîl ettiği için (Úáíå ÊİŞøå Úä ÇáÔÇİÚí) onu Tabakâtü'ş-Şâfiiyyeti'l-Kübrâ'sına almış ve Şafiî fakihlerinin ikinci tabakasına dâhil etmiştir. Kadı Ebû Ya'lâ ise Ahmed b. Hanbel'in talebesi olması sebebiyle Tabakâtü'l-Hanâbile'de zikrederek Hanbelî fukahâsının birinci tabakasına dâhil etmiştir. Hocası İshâk b. Râhûye'den ilim alması sebebiyle Hanefîler Buhârî'yi kendi mezheblerinin mensûbu sayarken, İmam Mâlik'in Muvatta'ını Abdullâh b. Yûsuf et-Tinnîsî, Saîd b. Anber ve İbn Bükeyr'den rivâyet ettiği için Mâlikîler de kendilerinden kabul etmektedirler. Hattâ Fuad Sezgin; "Buhârî'ye fıkıhta en çok tesir eden İmam Mâliktir" demektedir. Abdü'l-Ğanî el-Ğuneymî (v.1298/1880), mütekaddimûn ve müctehid hadis hâfızları gibi onun da ne başkasını taklîd eden ne de tâbî olunan bir müctehid olduğunu, yine diğerlerinde olduğu gibi vefâtıyla mezhebinin de sona erdiğini vurgular. Bu tür müctehidler, kendi ictihadlarının gerektirdiği ile mükelleftirler. Zira bir müctehid bir başkasını taklîde mecbur değildir. Çağdaş âlimlerden Dr. Abdü'l-Ğanî Abdü'l-Hâlık'ın bu konudaki tesbîti, Buharînin güçlü bir fakîh olmakla birlikte 'mutlak müctehid' olmadığıdır. Zira onun te'lîfâtı içerisinde belli başlı fıkhî konulardaki müstakil ictihadlarını içeren bir eserine rastlanmadığı gibi, görüşlerini dayandırdığı temel kâideleri tayin eden bir Usûl-ü Fıkh çalışmasıyla da meşgul olmadığı anlaşılmaktadır. Buhârî büyük müctehidlerden olmakla beraber Hadis'de ihtisas sahibi olan Müslim (v.261/874), Tirmizî (v.279/892), Ebû Dâvud (v.275/888) ve Nesâî (v.303/915) gibi, diğer imamları taklîd ile iktifâ etmiştir. Yani 'mezhepte müctehid' dir. Cemâlü'd-Dîn el-Kâsımî ise ÕóÏóŞó ãóäú ŞÇáºİŞåõ ÇáÈÎÇÑì İí ÊÑÇÌöãå¡Ãìú ãÚÑİÉõ ÅÌÊåÇÏå ÊõÏÑß ãäåÇ şeklindeki ifadelerine ilâveten, Buhârî'nin ictihâdın zirvesine ulaşğını ve dolayısıyle mutlak müctehid olduğunu söylemektedir. Kâsımî, el-Câmiu's-Sahîh'i üçüncü kez okuyuşu sırasında Buhârî'nin kendi ictihadlarıyla ilgili olarak aldığı notlardan bir kısmını kitabında zikretmiş, bazı ibadetlerle alâkalı 62 adet görüşünü serdetmiştir. Abdü'l-Ğanî ise Kâsımî'nin tercemelerden çıkardığı bu ahkâmın hepsinin de mutlaka Buhârî'nin görüşü olmasını gerektirmediğini söyleyerek, onun Sahîh'ini kendi görüşlerini te'yîd eden hadisleri tesbît için değil kendince en sahîh olan hadisleri beyân için te'lîf ettiğini, ancak hadislerden çıkan hükümleri de bu arada zikrettiğini belirtmiştir. Muhammed Enver el-Keşmîrî ed-Diyobendî (v.1325/1907) Feydu'l-Bârî alâ Sahîhi'l-Buhârî'de (I/58), herhangi bir görüşü herhangi bir İmam'ınkine muvâfakat etti diye Buhârî'yi o mezhebin müctehidi saymanın doğru olmadığını söyler. Çünkü meşhur mezhep imamlarından bazısı diğerine talebelik ettiği halde müstakil müctehiddir. Dr. Abdü'l-Mecîd Hâşim el-Hüseynî de bu fikre iştirak ederek, Sahîh'i inceleyen bir kimsenin onun 'mutlak müctehid' olduğunda şüphe etmeyeceğini öne sürer. Fıkhu'l-İmâm Buhârî adlı çalışmanın sahibi Dr. Muhammed Abdü'l-Kâdir Ebû Fâris, Buhârî'nin gerek fetvâlarında ve gerekse Sahîh'inin Terâcim'inde muayyen bir fıkhî mezhebi iltizâm etmediğini, dört mezhep imamının her birine bazen muvâfakat bazen de muhâlefet ettiğini belirtmektedir. Fıkhında ve fetvâlarında sâhabe ve tâbiûna dayandıktan sonra, fukahâdan herhangi birine muhâlefet ya da muvâfakat etmiş olması onun için önemli değildir.

Muhammed Zekeriyyâ el-Kândehlevî ise konuyu enine boyuna incelemiş, el-Gangohî'nin Lâmiu'd-Derârî adlı şerhi için yazmış olduğu Mukaddime'nin 9. faslını tamâmen bu konuya ayırmıştır. Buna göre; her ne kadar Abdü'l-Hay el-Leknevî en-Nâfiu'l-Kebîr adlı eserinde İmam Şafiî'den sonra artık mutlak müctehidin bulunmadığını söylüyorsa da, Nevevî'nin Takrîb'i ve Süyûtî'nin Tedrîb'inde zikri geçen metbû' imamlar içerisinde Evzâî (v.157/773), İshâk b. Râhûye (v.238/852), Dâvûd ez-Zâhirî (v.290/902) ve Taberî (v.310/922) de vardır. Bunlar arasında Buhârî'nin zikredilmeyişi onun kendine tâbî olunan imamlardan olmadığını göstermekle birlikte, Şâfiî'den sonra da bu tip müctehidlerin varlığını ispat eder. Abdü'r-Reşîd en-Nu'mânî Mâ Temessü ileyhi'l-Hâce limen Yutâliu 'bne Mâce adlı eserinde Sübkî'nin Buhârî'yi Şâfiî saymasına karşı, Allâme Nefîsü'd-Dîn Süleyman b. İbrâhîm el-Alevî'nin onun diğer dört mezheb imamı gibi kendi başına müctehid imam olduğu şeklindeki îtirâzını kaydeder. Şah Veliyyullah ed-Dehlevî el-İnsâf fî Beyâni Sebebi'l-İhtilâf'da Buhârî'nin İmam Şâfiî'ye müntesib ve fıkhî konuların çoğunda ona mutâbık olmakla birlikte birçok yerde de muhâlif düşğünü belirtirken; İbn Hacer Fethu'l-Bârî'de, Buhârî'nin fıkhî bahislerin çoğunu Şâfiî ve Ebû Ubeyd'den aığını ifade eder. İbn Kayyım el-Cevziyye ise İ'lâmü'l-Muvakkıîn'de Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvud'un Ahmed b. Hanbel'in müntesibi olup onu tam anlamıyla taklîd ettiklerini söyler. Tâhir el-Cezâirî Tevcîhü'n-Nazar'da, Buharî ile Ebû Dâvud'un müctehid ve fıkıhta imam olduklarını İbn Teymiye'den nakleder. İbn Teymiye'ye göre geri kalan Sünen ve Sahîh sahipleri (ehl-i hadîsin mezhebi üzere) ne müctehid imamdırlar ne de herhangi bir âlimi taklîd etmişlerdir. Ancak Şâfiî, Ahmed, İshâk, Ebû Ubeyd v.b. hadis imamlarının görüşlerine meyletmişlerdir. Abdü'r-Reşîd en-Nu'mânî yukarıdaki alıntıları kaydettikten sonra kendi görüşünü serdeder. Buna göre Buhârî ve Ebû Dâvud da diğerleriyle aynı kategoridedir. Zira ictihadları fıkıh kitaplarına girmemiştir. Hattâ talebesi Tirmizî hocasının mezhebinden hiçbir şekilde bahsetmemiştir. Kândehlevî, Şâfiî olduğu iddiâ edilen Buhârî'nin fıkhî meselelerde Şâfiî'yle ihtilâf ettiği noktalardan bazılarını zikretmektedir: Öpmek sebebiyle abdest alma, tenâsül uzvuna dokunma, kadına dokunma, kulleteyn, besmeleyi cehren okuma, başa üç kere mesh etme, menînin temiz olması, tek kişi olan cemaatin imamla aynı hizada durması, Küsûf namazının keyfiyyeti, namazda konuşma gibi ihtilâf ettiği daha birçok mesele, Tercemeleri dikkatle inceleyenler tarafından görülecektir. Ayrıca Buhârî'nin Hanefî olduğunu ispat için İshâk b. Râhûye'yi zikretmeye de hâcet yoktur. Zirâ İshâk, Basra'da Abdu'rrahmân b. Mehdî ile olan yakınlığı sebebiyle sonradan Zâhirî fıkhına yönelmiştir. Onu bir tarafa bıraksak bile Buhârî'nin Hanefî olan şeyhleri (hadis aldığı kimseler) pekçoktur. Abdullah b. Mübârek (v.181/797), Yahyâ b. Saîd el-Kattân (v.198/813), el-Muallâ b. Mansûr (v.211/826), Ebû Âsım en-Nebîl (ed-Dahhâk b. Mahled) (v.212/827), Muhammed b. Abdillâh b. el-Müsennâ el-Ensârî (v.215/830), Mekkî b. İbrâhim el-Belhî (v.214/829), Nuaym b. Hammâd (v.228/842), el-Hüseyn b. İbrâhim, Hafs b. Ğıyâs (v.196/811), Ömer b. Hafs b. Ğıyâs (v.222/836), Fudayl b. Iyâd (v.187/802), Yahyâ b. Maîn (v.233/847), Vekî' b. Cerrâh (v.197/812), Yahyâ b. Eksem, Yahyâ b. Sâlih b. Vuhâzî (v.222/836), Yûsuf b. Behlül (v.210/825), Abdullah b. Dâvud el-Hureybî (v.212/827), İbrâhim b. Tahmân (v.168/784), Cerîr b. Abdi'l-Hamîd ed-Dabbî (v.187/802), el-Hasen b. Sâlih, Dâvud b. Rüşeyd (v.239/853), Zâide b. Kudâme (v.160/776), Zekeriyyâ b. Ebî Zâide (v.148/765), onun oğlu Yahyâ (v.183/799), Züheyr b. Muâviye (v.173/789), Muhammed b. Fudayl (v.195/810), Muğîre b. Miksem (v.134/751), Yezîd b. Hârûn (v.206/821) bunlardandır. Buhârî'nin şeyhi (kendilerinden hadis rivâyet ettiği) ve aynı zamanda Ebû Hanîfe'nin talebesi olan daha birçok şahıs mevcuttur. M. Z. el-Kândehlevî bütün bu mâlûmâtı sıraladıktan sonra kendi fikrini açıklamaktadır. Ona göre Buhârî, kendi başına müstakil bir müctehiddir. İmamların ihtilâf ettiği noktaları iyi bilen bir kimse Sahîh'in Terâcimini dikkatle incelediği takdirde bu sonuca varacaktır. Ancak mezhebinin diğer meşhur müctehidlerinki gibi nakledilmemiş olması, kendine tâbî olunan (metbû') bir İmâm olmayışı sebebiyledir. Buhârî'yi hiç kimse taklîd etmediği için mezhebi yayılmamıştır.

Görüldüğü gibi onun fıkhî yönünün belirlenebilmesi husûsunda üzerinde birleşilen ortak nokta, Sahîh'deki Terâcim'in keyfiyyetidir. Bu konu ileride ayrıca ele alınacaktır.

E. HOCALARI ve TALEBELERİ

Buhârî'nin hocalarının çok cüz'î bir kısmının isimleri yukarıda bazı vesilelerle zikredilmişti. Ca'fer b. Muhammed el-Kattân, Buhârî'nin: "1000'den fazla sika âlimden hadis yazdım. Elimde isnadını zikredemeyeceğim hiçbir hadis yoktur." dediğini kendisinden nakletmiştir. Varrâkı İbn Ebî Hâtim ise onun; "1080 kişiden hadis yazdım. İman hem söz hem de ameldir, demeyenden hiç yazmadım." şeklindeki ifadelerini nakletmektedir. Bu da Buhârî'nin hadis almada, karşısındaki şahısta birtakım akîdevî özellikler aradığını gösterir. Yine kendisinin tedlîse ihtiyaç duyan biri olmadığını ifâde sadedinde şöyle demiştir:" Şüphe duyduğum (áì İíå äÙÑ) bir adamın 10.000 hadisini terkettim. Başka birinin bir o kadar hattâ daha fazla hadisini de aynı sebeple terkettim.". Bu ifâdelerinden, Buhârî'nin 1000 sika şeyhden hâriç, sika olmayan birtakım zevâttan da hadis dinlediğini ancak onları bir kenara ayırıp eserlerine sokmadığını anlıyoruz. Hâkim en-Nîsâbûrî Kitâbü'l- Medhal'de ÃÓÇãì ÌãÇÚÉò ããä áã íÚÊãÏúåã ÃÈæ ÚÈÏö Çááå ÑÍãå Çááå ãõäİÑÏöíä Èá Öãøóåã Åáì ÛíÑöåã æÇÓÊÔúåÏ Èåã (Buhârî'nin tek başlarına itimâd etmediği için istişhâd için kullandığı ve başkalarıyla desteklediği râvîlerin isimleri) başğı altında, künyesiyle bilinenler dâhil 69 kişinin ismini vermektedir. Bu da, eserlerine alsa bile, zayıf ve şüpheli râvîlerin rivâyetlerine karşı muâmele tarzını izah etmektedir.

Hatîb, Târîhu Bağdâd'da Buhârî'nin meşhur şeyhlerinden 29'unu zikrederken, Hâkim Târîhu Nisabûr'da Mekke, Medîne, Şam, Buhâra, Merv, Belh, Herat, Nişapur, Rey, Bağdat, Vâsıt, Basra, Kûfe, Mısır ve Cezîre'de mütekaddimûn muhaddislerden olmak üzere, kendilerinden hadis dinlediği 90 kişinin isimlerini vermiştir. İbn Hacer bu zevâtı 5 tabakada toplamıştır:

1.Tabaka: Buhârî'ye tâbiûndan hadis rivâyet edenler, ki bunların hepsinin şeyhleri tâbiûndandır. Muhammed b. Abdillâh el-Ensârî (v.215/830), Mekkî b. İbrâhim (v.215/830), Ebû Âsım en-Nebîl (v.212/827), Ubeydullah b. Mûsâ (v.213/828), Ebû Nuaym el-Fadl b. Dükeyn el-Mullâî (v.218/833), Ebü'l-Muğîre el-Hûlânî (v.212/827), Hallâd b. Yahyâ (v.213/828), Ali b. Ayyâş (v.218/828), Isâm b. Hâlid (v.211-215/826-830) gibi. Meselâ Ebû Nuaym A'meş'den Buhârî'ye hadis rivâyet etmiştir.

2.Tabaka: Bir evvelki tabakada zikredilenlerle aynı çağda yaşadıkları halde, tâbiûnun sikalarından semâ'da bulunmamış olanlar. Âdem b. Ebî İyâs (v.220/835), Ebû Müshir Abdü'l-A'lâ b. Müshir (v.218/833), Saîd b. Ebî Meryem (v.224/838), Eyyûb b. Süleymân b. Bilâl (v.224/838), Haccâc b. Minhâl (v.217/832), Sâbit b. Muhammed ez-Zâhid (v.215/830) gibi Evzâî, İbn Ebi'z-Zi'b, Sevrî, Şu'be ve İmam Mâlik'in ashâbı olan zevât.

3.Tabaka: Buhârî'nin şeyhlerinin orta tabakasını teşkil eden ve Müslim'in de kendilerinden hadis aldığı bu zevât, tâbiûnla karşılaşmamışlar ancak Tebe-i tâbiînin önde gelenlerinden hadis almışlardır. Süleymân b. Harb (v.224/838), Kuteybe b. Saîd (v.240/854), Nuaym b. Hammâd (v.228/838), Ali b. el-Medînî (v.234/848), Yahyâ b. Maîn (v.233/847), Ahmed b. Hanbel (v.241/855), İshâk b. Râhûye (v.238/852), Ebû Bekr b. Ebî Şeybe (v.235/849), Osman b. Muhammed b. Ebî Şeybe (v.239/853) ve diğerleri. Bunlar Hammâd b. Zeyd, Leys, İbn Mübârek, Hüşeym ve İbn Uyeyne'nin ashâbıdırlar.

4.Tabaka: İlim tahsîlinde Buhârî'nin akrânı olmakla birlikte, ondan evvel hadis semâ' etmiş olanlar. Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî (v.252/866 ya da 258/871), Ebû Hâtim er-Râzî, Muhammed b. Abdi'r-Rahîm Sâika (v.255/868), Abd b. Humeyd, Ahmed b. en-Nadr (v.290/902), Muhammed b. İbrahim el-şencî (v.291/903) ve ed-Dârimî (v.255/868) gibi. Buhârî, kendi şeyhlerinden alma fırsatı bulamadığı ya da başkalarında bulunmayan hadisleri bunlardan tahrîc etmiştir.

5.Tabaka: İsnad ve yaş bakımından Buhârî'nin talebesi sayılan bir grup. Bunlardan bir faydaya binâen hadis dinlemiştir. Abdullah b. Hammâd el-Âmülî (v.269/882), Abdullah b. Ebi'l-Âs (ya da Ebi'l Kâdî) el-Harezmî, Hüseyn b. Muhammed el-Kabbânî (v.289/901), Muhammed b. İshâk es-Serrâc (v.313/925), Muhammed b. İsâ et-Tirmizî (v.279/892) ve diğerleri. Bu şahıslardan çok az şey rivâyet etmiştir. Osman b. Ebî Şeybe'nin Vekî' den naklettiği; "Bir adam üst tabakadan, kendi emsâlinden ve alt tabakadan tahdîsde bulunmadıkça âlim olamaz" sözüne ittibâen böyle yapmıştır. Hattâ kendisi de bir muhaddisin bunu yapmadıkça kâmil muhaddis olamayacağını bizzat ifâde etmiştir.

Nevevî'nin Ebü'l-Fadl Muhammed b. Tâhir el-Makdisî (v.507/1113)'den rivâyet ettiğine göre, o da Buhârî'nin Sahîh'inde kendilerinden hadis aldığı şeyhleri aynı şekilde beş tabakada incelemiştir. Ayrıca Zehebî de kendine göre Buhârî'nin şeyhlerini beş tabakaya ayırmıştır. Lafızlardaki ve verilen şahıs isimlerindeki benzerliğe bakılırsa, İbn Hacer'in her ikisinden de istifâde ettiği kuşkusuzdur. Makdisî beş tabakayı tarif edip örnekler verdikten sonra, bunun faydasını şöyle izah etmektedir: Meselâ Buhârî bir yerde (1.tabakadanolan) Mekkî b. İbrahimð Yezîd b. Ebî Ubeydð Seleme b. el-Ekva' şeklinde sahâbeye ulaşırken, başka bir yerde (3.tabakadan olan) Kuteybe b. Saîdð Bekr b. Mudarð Amr b. el-Hârisð Bükeyr b. Abdillah b. el-Eşeccð Yezîd b. Ebî Ubeydð Seleme b. el-Ekva' şeklindeki bir senedle sahâbeye ulaşmaktadır. Meseleyi bilmeyen bir kimse, yukarıdaki ilk tarîkde bazı râvîlerin düşğünü zannedebilir. Buhârî işte böyle bazen bir hadisi bir yerde nâzil olarak rivâyet ederken, bir başka yerde ise âli olarak rivâyet etmektedir. Buhârî pekçok zaman araya bir râvî koyarak İmam Mâlik'den rivâyette bulunurken, bazen Abdullah b. Muhammed el-Müsnedîð Muâviye b. Amrð İshâk el-Fezârî kanalıyla Mâlik'e ulaşmaktadır. Yine Şu'be ve Süfyân es-Sevrî'den bir tek râvî vâsıtasıyla tahdîs edebildiği gibi, arada üç râvî zikretmek sûretiyle de hadis aldığını görebiliriz. Hattâ bunların en garibi; Mâlik, Süfyân ve Şu'be'den yaşça daha küçük olup daha geç vefât eden Abdullah b. Mübârek'den hadis rivâyet ederken bazen arada onun ashâbından bir kişiyi zikretmekte, bazen de Saîd b. Mervânð Muhammed b. Abdi'lazîz b. Ebî Rizmeð Ebû Sâlih Selmûye tarîkiyle İbn Mübârek'e vâsıl olmaktadır. Buhârî, Sahîh'in hâricindeki bir eserinde bazı şahıslardan direkt olarak hadis alırken, Sahîh'de aynı kişilerden bir vâsıta ile hadis rivâyet etmektedir. Ahmed b. Menî' (v.244/858) ve Dâvud b. Rüşeyd (v.239/853) bunlardandır. Tersine; Sahîh'de vâsıtasız olarak kendilerinden hadis aldığı kimselere, başka yerde araya bir râvî koyarak ulaşğı da vâkîdir. Ebû Nuaym el-Fadl b. Dükeyn (v.219/834), Ebû Âsım en-Nebîl (v.212/827), el-Ensârî, Ahmed b. Sâlih (v.248/862), Ahmed b. Hanbel (v.241/855), Yahyâ b. Maîn (v.233/847) bunlardandır. Görüldüğü gibi Buhârî, çağdaşı da olsa bir kaynağa nasıl ulaştıysa, ulaşğı senedi aynen muhâfaza etmeye özen göstermiş, bunun sonucu olarak da doğrudan ulaşamadığı yakın kaynaklardan uzun senedlerle hadis rivâyet edebilmiştir. Bundan başka anlatılanlardan çıkardığımız bir sonuç daha vardır. Buhârî'nin âlî isnadları sülâsîdir. Ve bunlarda Hz. Peygamberle kendisi arasında sadece üç kişi bulunmaktadır. Müslim, Ebû Dâvud ve Nesâî'nin eserlerinde hiç bulunmayan sülâsî senedli bu hadislerin Sahih'deki adedi yirmiikidir.

Buhârî'nin talebesi olup ondan hadis yazanlar ise sayılamayacak kadar çoktur. Bunların başında Sahîh sahibi Müslim b. Haccâc gelir. Ayrıca Ebû İsâ et-Tirmizî, Ebû Abdi'r-Rahmân en-Nesâî, Ebû Bekr b. Huzeyme, Ebû Hâtim er-Râzî, Ebû Zür'a er-Râzî, Ebû İshâk İbrâhim b. İshâk el-Harbî (v.285/898), Sâlih b. Muhammed Cezere (v.293/905), Yahyâ b. Muhammed b. Sâîd, Muhammed b. Abdillah Mutayyen (v.297/909), İbn Ebi'd Dünyâ (v.281/894), Muhammed b. Yûsuf el-Ferebrî (v.320/932) önde gelen meşhur talebeleridir. İbn Hacer Buhârî'den hadis almış 45 önemli şahsiyetin isimlerini vermektedir. Bunlar içinde Buhârî'nin hocaları da bulunmaktadır. Bağdat'ta ondan en son hadis rivâyet eden el-Hüseyn b. İsmâil el-Mehâmilî (v.330/941)'dir.

Bu bahsi kapatmadan evvel, üçü de Sahîh sahibi olan üç talebesinin Buhârî hakkında söylediklerini nakletmek istiyoruz. Ahmed b. Hamdûn el-Kassâr'ın bildirdiğine göre Müslim b. el-Haccâc (v.261/874) Buhârî'nin yanına gelerek onu alnından öpş ve sonra şöyle demişti: "Bırak da ayaklarından öpeyim ey hocaların hocası, muhaddislerin efendisi ve ey hadisteki illetlerin doktoru!". Ebû İsâ et-Tirmizî: "Ne Irak'da ne de Horasan'da İlel'i, Târih'i ve senedleri Muhammed b. İsmâil'den daha iyi bilen birini görmedim." demektedir. Muhammed b. İshâk b. Huzeyme (v.311/923) ise Buhârî için şunu söylemiştir: "Gökkubbenin altında Rasulullah'ın hadisini Muhammed b. İsmâil'den daha iyi bileni görmedim.".

F. MİHNE HÂDİSESİ

Eserine olmasa da Buhârî'nin şahsına, daha doğrusu fikrine yöneltilen tenkitleri içine alan bu mesele tezimizin konusuna tamâmen uzak değildir. Bu sebeple buna da değineceğiz.

Bazı eserlerde kaydedildiğine göre Buhârî, aslında birkaç mihne hâdisesi yaşamıştır. Abdü'r-Reşîd en-Nu'mânî'nin ed-Dirâsât adlı eserinin hâmişinde bahsettiğine göre; babası İsmâil, Buhârî küçük yaştayken vefât edince, babasının arkadaşı olan Ebû Hafs el-Kebîr (v.217/832) Buhârî'ye sâhip çıkmış, onun ilk hocalarından olmuştu. Buhârî 16 yaşlarında çıktığı Hacc yolculuğunda Humeydî (v.219/834), Nuaym b. Hammâd el-Huzâî (v.228/842), İsmâil b. Ar'ara gibi Ebû Hanîfe karşıtlarından etkilenmiş, Târih'inde ve diğer eserlerinde bu ölçüsüzlerden! (ãä åÄáÂÁ ÇáãõÌÇÒİíä) duyduklarını nakletmişti. Buhâra'ya döndükten sonra ise fetvâ vermeye başladı. Şeyhi Ebû Hafs: Sen bu işin ehli değilsin, dediği halde onu dinlemeyerek devam etti. Hattâ, aynı koyunun sütünden içen karşı cinsden iki çocuğun, süt kardeşliği sebebiyle evlenmelerinin harâm olduğuna hükmetti. Bu nedenle halk onu Buhâra'dan çıkardı.

İkinci bir hâdise de el-Fusûlü'l-İmâdiyye adlı eserde zikredilmektedir. Fergâne'den Buhâra'ya gönderilen ve üzerinde Ebû Bekr b. Hâmid, İmam Ebû Hafs ez-Zâhid ve Ebû Bekr el-İsmâilî'nin imzâlarının yeraldığı bir bildiride, İmân'ın gayr-ı mahlûk olduğu, mahlûk olduğunu söyleyenin kâfir olacağı tebliğ edilmişti. Bu sebeple Buhâra'dan birçok kişi çıkarıldı. Bunlar arasında Sahîh sahibi Muhammed b. İsmâil de bulunuyordu. el-Cevâhiru'l-Mudîe'de de zikri geçen bu olaylar, Ebû Hafs el-Kebîr hayattayken vukû bulmuştu. Ebû Hafs hicrî 217'de vefat ettiği zaman Buhârî 23 yaşındaydı.

Cemâlü'd-Dîn el-Kâsımî,ÑÏø İöÑúíÉò Úáì ÇáÈÎÇÑí başğını koyduğu bir fasılda ilk hâdiseyi konu edinmiştir. Hanefî usulcülerden Ebü'l-Berekât en-Nesefî (v.710/1310) Keşfü'l-Esrâr adlı eserinin girişinde bir hadisçinin fıkhı bilmediğini, bu sebeple birçok hatâ yapabileceğini belirttikten sonra buna örnek olarak -İŞÏ Ñõæì lafzıyla- Buhârî'nin yukarıda sözü edilen fetvâsını kaydetmiştir. Kâsımî, Buhârî'nin eserlerinde geçmeyen kaynağı belirsiz bu iddiânın son derece gülünç ve garip olduğunu belirtmiş, dokuz maddeden oluşan itirazlarını sıralamıştır. Bu maddelerden biri, atılan iftirânın sebebine dâirdir. Belki de Sahîh'de İmam Ebû Hanîfe'yeæ ŞÇá ÈÚÖ ÇáäÇÓ sözüyle işaret eden Buhârî'ye kızan biri, Ebû Hanîfe'nin intikâmını almak için bu iftirâyı atmış olabilirdi. Kâsımî'ye göre bu tabir, onun kıymetini eksiltmek ya da gözden düşürmek için söylenmiş değildir. Bilakis Buhârî, İmâm'a olan saygısından dolayı böyle yapmış, açık isim vererek reddetmekten kaçınmış ve müphem lafzı tercîh etmiştir. Zira Buhârî'nin kabul etmediği görüş sadece Ebû Hanîfe'ye değil, ondan önce veya sonra yaşamış olup aynı fikirde olan başka âlimlere de âit olabilirdi. Öyleyse sâdece ona hasretmek doğru olmazdı. İşte Buhârî'nin münâkaşa edebine böylesine riâyetinden dolayı Hanefî sempatizanları bilakis ona teşekkür etmelidirler. el-Leknevî (v.1304/1886) ise æ åì ÍßÇíÉñ ãÔåæÑÉ İí ßÊõÈö ÃÕÍÇÈöäÇ dedikten sonra, bu olayın doğruluğuna ihtimal vermediğini belirtmektedir.

Zikri geçen ikinci olaya ise mu'teber kaynakların hiçbirinde rastlayamadık. Ayrıca el-İsmâilî'nin Buhârî ve onun Sahîh'i hakkındaki sözlerinin küçük bir kısmını evvelce kaydetmiştik. Bu nedenle her iki hâdiseye de şüpheyle bakmaktayız.

Üçüncü ve asıl meşhur olan mihne ise, hicrî 250'de Nişapur'da meydana gelen olaydır. Devrin siyâsî yapısıyla yakın alâkası vardır. Buhârî'nin: "Onları tekfîr etmeyeni câhil sayarım" dediği Cehmiyye'nin akislerini taşıyan Mu'tezile mezhebi, Abbâsî'lerin (132-656/749-1258) en ihtişamlı devirlerini yaşadıkları zamanlarda baştaki halîfelerin siyâsî görüşlerine de nüfûz ederek bazı kanlı olayların cereyânına sebebiyet vermişti. Mu'tezile kelâmcılarının hadisçiler üzerindeki tehakkümlerine devletten de destek sağlayarak başlattıkları bu sıkıntı devresi, onaltı yıl kadar devam etmiştir. Başta kadı Ahmed b. Ebî Duâd (v.240/854), Bişr el-Merîsî (v.218/833) ve Sümâme b. Eşras (v.213/828) gibi ileri gelen mu'tezilî âlimlerin fikirlerinden etkilenen el-Me'mûn'un hilâfetinin (198-218/813-833) son yılında başlayan fitne, el-Mu'tasım (218-227/833-842) ve el-Vâsık (227-232/842-847)'la devâm etş, nihâyet el-Mütevekkil'in ahd-i hilâfetinde (232-247/847-861) hadis ulemâsının îtibarlarının iâdesiyle sona ermiştir. İhtilâfa yol açan mesele, Allah'ın sıfatlarının kadîm olup olmadığıdır. Mu'tezile Sıfât-ı Meânî'yi (Hayat-İlim-Sem'-Basar-İrâde-Kudret-Kelâm-Tekvin) teaddüd-i kudemâ endîşesiyle reddetmiş, bunlardan İrâde Kelâm'ı Sıfât-ı Fi'liyye (Terzîk-Tahlîk-İhyâ-İmâte v.b.) grubuna dâhil etmişlerdir. Onlara göre bu tür sıfatların hepsi ÍÇÏËÉñ ÛíÑõ ŞÇÆãÉò Èå dir. Dolayısıyle Allah kelâmı olan Kur'an-ı Kerim onların nazarında mahlûktur. Ehl-i Sünnet'e göre ise Kelâm sıfatı, Allah'ın zâtıyla kâimdir ve kadîmdir. Bu sıfatın bir nev'i olan Kur'an'ın mânâsı ve medlûlü de aynı şekilde kadîmdir. Memnû ve müstahîl olan; zâtların teaddüdüdür, yoksa bir tek zâtta bir çok sıfatın bulunmasında mahzûr yoktur. Mahlûk olan, insanın fiilleridir. Yani Kur'an'ın dillerde telaffuz edilen ve elde yazılan harfleri hâdis ve mahlûktur. İşte kısaca arzettiğimiz bu îtikâdî mesele yüzünden, Ahmed b. Hanbel, Ahmed b. Nasr el-Huzâî, Ebû Ya'kûb Yûsuf b. Yahyâ el-Büveytî gibi meşhur âlimler siyâsî otoritelerin baskısı altında ezilmişler hattâ işkencelere mâruz kalmışlardı. el-Mütevekkil'in 232/847'de halîfe oluşuyla devlet bazında sünnîleşme devri başlayınca ulemâ arasında evvelkinin tersine bir hassâsiyet oluşmuş, hattâ bu, yıllar sonra Buhârî'nin aleyhine kullanılan bir silah olabilmişti.

Buhârî 250 tarihinde Nişapur'a geldiği zaman Müslim'in ifâdesiyle şehrin 2-3 merhale (merhale=2 saat) dışında, içlerinde Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî'nin de bulunduğu Nişapur ulemâsı tarafından karşılanmış daha sonra Buhâralıların evine (ya da külliyesine) yerleştirilmişti. ez-Zühlî o gelmeden önce Nişapur'un önde gelen hadis şeyhiydi. Önceleri talebelerine Buhârî gibi sâlih bir zâtın meclisine gidip ondan hadis dinlemelerini söylemişti. Buhârî'nin ilmine öylesine hürmetkâr idi ki, Ebû Osmân Saîd b. Mervân'ın cenâzesinde ona râvîlerin isimleri, künyeleri, hadislerin illetleri hakkında sorular soruyordu. Fakat Nişapur'da kaldığı beş sene zarfında Buhârî'nin meclisleri, görğü îtibardan dolayı dolup taşınca, ez-Zühlî'nin talebesi azalmıştı. İşte bundan sonra hased ve gurur araya düşmanlık soktu. Buhârî'nin Nişapur'a ilk geldiği günlerde ez-Zühlî, Müslim ve arkadaşlarını: "Buhârî'ye Kelâmî konulardan sormayın. Bizim görüşümüzün tersine cevap verirse aramız açılır. Horasan'da ne kadar Nâsıbî (Harûrî), Râfızî, Cehmî ve Mürciî varsa bize karşı şamata ederler." diye tenbihlemiş bir yandan da Buhârî'nin ÇááİÙõ ÈÇáŞÑÂä ãÎáæŞ dediğini hadisçiler arasında yaymıştı. Nitekim iki üç gün sonra meclisteki birisi tarafından Buhârî'ye Kur'an'ı telaffuz etmenin mahluk olup olmadığı soruldu. O da ÃİÚÇáäÇ ãÎáæŞÉñ æ ÃáİÇÙäÇ ãä ÃİÚÇáöäÇ diye cevap verdi. Bunun üzerine soruyu soran kişi, ŞÏ ŞÇá:áİÙì ÈÇáŞÑÂä ãÎáæŞñ diyerek ortalığı velveleye verdi, insanlar birbirleriyle kavgaya tutuştular ve bundan sonra da Buhârî'nin meclisini terkettiler. Bir başka sefer kendisine aynı soruyu soranlara, Yahyâ b. Saîd el-Kattân (v.198/813) ile Abdu'r-Rahmân b. Mehdî (v.198/813)'nin ÃÚãÇá ÇáÚÈÇÏö ßáøõåÇ ãÎáæŞÉñ sözleriyle cevap veren Buhârî, biraz evvel zikredilen ifâdelerinde neyi kastettiğini ortaya koymuştu. Ancak maksadını anlamaya yanaşmayanlar ona ta'nettiler ve "Sen bu sözden dönersen biz de sana döneriz" dediler. Buhârî ise; "Söylediğiniz şeyde benimkinden daha kuvvetli bir delil getirmediğiniz müddetçe olmaz." diyerek karşılık verdi. Yaklaşık bir ay sonra ez-Zühlî: "Onun meclisine giden bizimkine gelmesin." diyerek açıkça tavır aldı. Bununla birlikte Müslim b. Haccâc Buhârî'nin meclislerine devam etti. Nihâyet ez-Zühlî "Lafz meselesini kabul eden bir kimsenin bizim meclisimizde bulunması helâl değildir" deyince, Müslim ridâsını sarığının üstüne atarak herkesin önünde meclisi terketti. Ahmed b. Seleme (v.286/899) de ona tâbî oldu. Daha sonra Müslim, ez-Zühlî'den yazdığı tüm hadisleri develerin/devecinin sırtında ona geri gönderdi. Bu iki talebesinin kendisini terkedişini müteâkip ez-Zühlî, "Bu adam benimle aynı şehirde oturmasın" diyerek nihâî tavrını ortaya koyunca, Buhârî işin âkibetinden korktu ve şehri terketti. Rivâyetlere bakılırsa Buhârî Nişapur'dan çıktıktan sonra Merv ve Rey'e de uğradı. Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî her tarafa Nişapur'da cereyan eden hadiseyi haber etmiş olsa gerek ki, Merv'e gelişinde Buhârî'yi karşılayan Ahmed b. Seyyâr, bu meselede onunla birlikte olduğunu ancak umûmun bunu kabul edemediğini söyleyince, "Bana Hak bildiğim şeyden sorulur da ondan gayrısını söylersem, Cehennem ateşinden korkarım." diye cevap verdi. Abdurrahmân b. Ebî Hâtim'in el-Cerh ve't Ta'dîl (7/191)'de haber verdiğine göre Buhârî 250'de Rey'e geldiğinde, ez-Zühlî'nin mektubu üzerine babası Ebû Hâtim ve Ebû Zür'a onun hadisini terkettiler.

Muhammed b. Nasr el-Mervezî (v.294/906) ve Ebû Amr el-Haffâf (v.299/911)'ın bildirdiklerine göre, Buhârî her ikisine de: áİÙì ÈÇáŞÑÂäö ãÎáæŞ demediğini, bunu kim iddiâ ederse yalancı olduğunu ifâde etmiştir. Bu sözleri, lafzdan 'melfûz'un kendisini' yani 'Kelâmu'llâh'ı' anlayanlar için söylediği kuşkusuzdur. Buhârî'nin mahlûk olduğunu iddiâ ettiği şey, telaffuz anlamındaki Lafz'dır. Zira Buhârî, kulların hareketlerinin, seslerinin, elde ettiklerinin ve yazdıklarının mahlûk olduğunu, ancak satırlarda/sahifelerde tesbit olunmuş, mübeyyen/metlüv olan ve aynı zamanda {Èá åæ ÂíÇÊñ ÈíøöäÇÊñ İí ÕÏæÑ ÇáøĞíä ÃõæÊõæÇ ÇáÚáãó} âyeti gereğince kalplerde idrâk edilen Kur'an'ın Allah'ın Kelâmı olduğunu, yaratılmadığını kendisi beyân etmektedir. Bugün elimizde mevcut olan Halku Ef'âli'l-İbâd adlı eserinde, Kur'an'ın mahlûk olmadığını ispat için serdettiği 116 adet delil bulunmaktadır. Buhârî'nin: "Bu uğursuz bir meseledir. Bu mesele yüzünden Ahmed b. Hanbel'in başına gelenleri gördüm ve bu konuda konuşmamaya karar verdim." diyerek atıfda bulunduğu hocası İmam Ahmed, bu meseleye dâir söz sarfetmenin hattâ áİÙì ÈÇáŞÑÂä ãÎáæŞ demenin bile bid'at olduğunu söylemekteydi. Buhârî'ye karşı yapılan hücumların sebebi biraz da budur. Az önce naklettiğimiz sözleri ise, asıl maksadı anlayamayanlara karşı bir izah niteliğindedir.

İbn Kayyim el-Cevziyye mevzû bahs olan ihtilâfı fevkalâde çözümlemiştir. Şöyle diyor: "İmam Ahmed ve Ehl-i Sünnet ashâbı ile Buhârî'nin mezhebi aslında birdir. Ancak bazı kimseler İmam Ahmed'in ãä ŞÇá áİúÙöì ÈÇáŞÑÂä ãÎáæŞ¡İåæ Ìóåúãöìøñ. æãä ŞÇá ÛíÑõ ãÎáæŞò¡İåæ ãÈÊÏöÚñ sözünden kasdını anlamamış ve onun mutlak olarak reddine temessük etmişlerdir. Buhârî'nin şöhretinden dolayı ona karşı duyulan gizli bir hased sebebiyle, bu durum Ehl-i Hadis arasında fitne doğurmuştur... Buhârî bu meseleyi kendisine muhâlefet edenlerden daha iyi bilmektedir. İmam Ahmed ise sedd-i zerîa açısından, lafzın mahlûk olduğunu ya da olmadığını söylemeyi mutlak olarak men'etmiştir. "Kur'an'ı telaffuzum mahlûk değildir" denilmesini men'etmiştir, zira bunda selefin sözünden ayrılma sözkonusudur. Çünkü onlar "Kur'an mahlûk değildir" demişlerdi. Kur'an, mânâ ve lafzın herikisine birden şâmildir (mütenâvildir). Eğer lafzı ayrıca tahsîs ederek gayr-ı mahlûk olduğu söylenirse bu, kelâmda ziyâdelik ya da mânâda eksiklik varmış gibi bir izlenim doğurur. Halbuki Kur'an'ın tümü gayr-ı mahlûktur. Lafzın tahsîsine (öne çıkarılmasına) hiç lüzum yoktur. Ahmed b. Hanbel'in mutlak olarak nefy ve isbâtı menetmesi, onun dili ve sünneti çok iyi bilmesinden ileri gelir. Zira lafızla iki şey kasdedilir: a) Telaffuz olunan şey (melfûz), ki bunda kulun dahşli yoktur, b) Kulun telaffuzu ve kulun fiilidir. Eğer lafzın mahlûk olduğu söylenirse birinci mânâ akla gelebilir ki bu hatâdır. Yok eğer lafzın mahlûk olmadığı söylenirse bu sefer de ikinci mânâ akla gelebilir ki bu da yanlıştır. İmam Buhârî ise kulun yaptığı ile Rabbin yaptığı şeyi tefrîk ederek kullara âit olan kesb, hareket, ses ve telaffuza mahlûk demiş, Muhammed (s.a.v.)'in Cebrâil'den onun da Allah Teâlâ'dan işittiği Kur'an'a yani Melfûz'a mahlûk denilmesini ise nefyetmiştir. Bu konudaki şüpheleri giderecek açıklamaları Halku Efâli'l-İbâd adlı eserinde yapmıştır. Buhârî'nin orada belirttiği gibi her iki grub da (telaffuzun mahlûk olmadığını söyleyenlerle tilâvet ve kırâatin mahlûk olduğunu söyleyenler) Ahmed b. Hanbel'in mezhebinin inceliğini aış ve araştırmamışlardır. Ahmed b. Hanbel ve diğer ehl-i ilimden bilinen odur ki; Allah'ın kelâmı mahlûk değildir. Onun dışında kalan mahlûktur. Her iki taraf da kendi görüşlerinin İmam Ahmed'e âit olduğunu zannetmişler, yanılmışlardır. Halbuki iki grubun da yanıldığı ve isâbet ettiği noktalar vardır. Birinci grubun hatası; Kur'an'ı okuyan kişiden duysesi Rabbin zâtı ile kâim olan sesle aynı tutmalarıdır. İkinci grubun hatası; Allah'tan Rasûlullah'a ulaşan ve arapça olan Kur'an'ın mahlûk olup Rabbin kelâmı olmadığını, zira Allah'ın kelâmının kendisiyle kâim olan bir mânâdan ibâret olup sûre, âyet, harf veya arapçadan ibâret olmadığını söylemeleridir. İmam Ahmed'in vefâtından sonra bu iki fırka arasında harb süregelmiştir. Buhârî, Ahmed b. Hanbel ve diğer sünnet imamları iki fırkanın da sözlerinden berîdirler. İbrâhim el-Harbî'den rivâyet olunduğuna göre kendisi bir gün Ahmed b. Hanbel ile otururlarken adamın biri çıkıp geliyor ve bir topluluğun Kur'an'ı telaffuzun mahlûk olduğunu söylediklerini iletiyor. Bunun üzerine İmam Ahmed şöyle diyor: 'Bir kul Kur'an ile Allah'a beş şekilde yönelir. Kalbiyle ezberler, lisânıyla okur, kulağıyla duyar, gözüyle bakar ve eliyle yazar. Kalb mahlûktur, ancak ezberlenen (mahfûz) mahlûk değildir. Tilâvet mahlûktur, ancak tilâvet olunan (metlüv) mahlûk değildir. İşitme mahlûktur, ancak işitilen (mesmû') mahlûk değildir. Bakış mahlûktur, ancak bakılan (el-manzûru ileyh) mahlûk değildir. Kitâbet mahlûktur, ancak yazılan şey (mektûb) mahlûk değildir."

Buhârî, başına gelenlerden sonra memleketine döner. Buhâra'nın 1 fersah dışında kurulmuş çadırlarda tüm şehir halkı tarafından karşılanır. Üzerine altın ve gümüş paralar dökülür. Bir süre Sikketü'd-Dihkân'da meskûn olur. Goncar'ın Tarih'inde haber verdiğine göre, bir gün (Halife Ebû Ahmed b. Tâhir el-Huzâî'nin) Buhâra Valisi Halid b. Ahmed ez-Zühlî, Buhârî'ye elçi göndererek Sahîh'ini, Târih'ini ve diğer kitaplarını kendisinden dinlemek üzere getirmesini ister. Buhârî elçiye: "Ben ilmi zelîl etmem ve insanların (veya sultanların) kapılarına taşımam. Eğer ilme ihtiyâcın varsa mescidimde ya da evimde hazır ol. Eğer bu hoşuna gitmediyse, sen sultansın beni hadis meclislerinden men'et, ki böylece Kıyâmet günü Allah'a karşı bir özrüm olsun. Çünkü ben, Nebi (s.a.v.)'in; 'Kim ilimden sorulur da onu gizlerse, boynuna ateşten gem vurulur.' hadisi gereğince ilmimi gizlemem." diyerek haber gönderir. Hakim en-Nîsâbûrî'nin Târih'inde bildirdiğine göre ise, Vali Halid b. Ahmed Buhârî'nin evine gelerek çocuklarına adı geçen kitapları okutmasını ister. Buhârî bunu kabul etmeyince, bu sefer elçi göndererek çocukları için başkalarının bulunmadığı ayrı bir meclis tertîb etmesini talep eder. Buhârî: "Hadis semâını bir gruba tahsis edemem" diyerek yine reddeder. İşte bu hâdiseler arada büyük bir gerginliğin oluşmasına yol açar. Bu arada Nişapur'daki Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî'den lafız meselesinde söyledikleriyle ilgili bir mektup gelir. Hâlid b. Ahmed, Hureys b. Ebi'l-Verkâ ve diğer ulemâdan Buhârî'nin aleyhine yardım ister. Onlar da Buhârî'nin mezhebi hakkında tenkitlerde bulunurlar. Buna dayanarak -gelişinden bir ay geçmeden- Vali onu şehirden çıkarır. el-Leknevî'nin bildirdiğine göre, Vali'ye yardım edenler arasında, Ebû Hafs el-Kebîr'in oğlu Muhammed b. Ahmed b. Hafs es-Sağîr (v.264/877) de vardır. Ancak el-Keşmîrî, bu zâtın yolculuklarda Buhârî'ye yoldaşlık ettiğini ve karşılıklı hediyeleştiklerini hatırlatarak hikâyeyi doğru bulmaz.

Böylece, Buhâra vâlisi tarafından İslâm'a sokulan Muğîre'nin torunu, yine bir Buhâra vâlisi eliyle bu şehirden çıkarılmıştır. Şehri terkeden Buhârî, önce biraz aşağıda kalan Ribatlardan Bîkent (Beykent)'e gider. Sonra oradan Semerkand'in köylerinden olan Hartenk'deki akrabalarının yanına geçer. Vefât edinceye kadar burada ikâmet eder.

G. ESERLERİ

Buhârî'nin, büyüklü küçüklü birçok te'lîfi vardır. İbn Hacer el-Câmiu's- Sahîh dışında 20 adet eserin isimlerini râvîleriyle birlikte zikretmiştir. Abdü'l-Ğanî Abdü'l-Hâlık ise 25 isim vermektedir. (Diğer eserlerden de istifâde etmek sûretiyle) bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. el-Edebü'l-Müfred: el-Câmiu's-Sahîh'in 78. bölümünü teşkîl eden ßÊÇÈ ÇáÃÏÈ den farklı ve müstakil olduğu için bu isim verilmiştir. 644 bab başğı altında, toplam 1322 eser ve hadisten müteşekkildir. Bunların 383'ü sahâbe veya tâbiûn kavlidir. el-Câmiu's-Sahîh, daha çok mütehassıslar için hazırlanmışken, bu eserde konular günlük hayatın pratikleri dikkate alınarak tesbît edilmiştir. Aynı zamanda senedlerde diğeri kadar sıkı şartlar aranmamış, oraya alınamayan pek çok hadis burada sunulmuştur. Kitabı müellifinden rivâyet eden Ebü'l-Hayr Ahmed b. Muhammed b. el-Celîl (ya da el-Halîl) b. Hâlid b. Hureys el-Buhârî el-Kirmânî el-Bezzâr'dır. Baskıları: 1304-1306 Hindistan, 1309 İstanbul, 1346,1349 ve 1375 Kahire, 1969 Hımıs, 1970 Taşkent.

2. et-Târîhu'l-Kebîr: Sahâbe dâhil olmak üzere râvî tabakâtına ve tanıtımına ayrılmış bir eserdir. Buhârî'nin, künyeleriyle bilinenlere ayırdığı Kitâbü'l- Künâ adlı müstakil eserindeki (Haydarâbad 1360) 993 şahsı da ilave edersek, toplam 13.782 râvînin tanıtımı yapılmıştır. İki kitap karşılaştırıldığı takdirde 189 kişinin mükerrer olduğu görülecektir. Böylece asıl rakam 13.593 olmaktadır. Eser alfabetik olarak düzenlenmiştir. Bu çalışmasıyla Buhârî, Tabakât nev'inde alfabetik tasnif çığırını açan ilk müelliftir. Zehebî, et-Târîhu'l-Kebîr'de zikri geçenlerin sayısını 40.000 küsur olarak vermektedir. Aynı rakamı el-Kettânî'de de (v.1345/1926) görmekteyiz. Eğer verilen rakam yanlış değilse, Buhârî'nin aynı konuda daha mücessem bir eserinin varlığı akla gelmektedir. (Buhârî'nin musannefâtı arasında sayılan et-Târîh fî Ma'rifeti Ruvâti'l-Hadîs ve Nakaleti'l-Âsâri ve's-Sünen ve Temyîzü Sikâtihim min Duafâihim ve Târîhu Vefâtihim adlı bir eserle, et-Tevârîh ve'l-Ensâb isimli bir başka eseri daha vardır ki bunların yazmaları hâlen mevcut olup, hacimleri küçüktür). Kitabın râvîleri Ebû Ahmed Muhammed b. Süleymân b. Fâris, Ebü'l-Hasen Muhammed b. Sehl b. Kürdî en-Nesevî (ya da el-Fesevî), Ebü'l-Hüseyn Abdü'l-Hak b. Abdi'l-Hâlık b. Ahmed b. Abdi'l-Kâdir b. Muhammed b. Yûsuf'dur. Kitap içerisinde geçen tüm râvî ve hadislerin müstakil bir fihristi yapılmıştır. Hadislere âit 277 sahifeden oluşan fihristte 6000'e yakın hadis sıralanmıştır. Bu da râvî sayısının yaklaşık yarısı demektir. Hicrî 252'de vefat eden bir râvînin de tanıtılanlar arasında yer alması, eserin ikmâl edildiği tahmînî zamanı belirlemektedir.

Buhârî'nin Târih'deki hatâlarını gösteren, kendi devrinde yaşayan muhaddislerden Ebû Zür'a ve İbn Ebî Hâtim er-Râzî'nin kaleme aldıkları, Beyânü Hatai Muhammed b. İsmâil el-Buhârî fî Târîhihî adlı bir eser de matbû olarak elimizde mevcuttur. 771 ismi muhtevîdir. Kitabın musahhihi Abdu'r-Rahmân b. Yahyâ el-Muallimî, bu rakamın yarısından fazlasının müelliflere ulaşan eksik nüshadan kaynaklandığını, Buhârî'nin kendi tashîhiyle en son şeklini alan ve bugün elimizde mevcut olan nüshada mezkur yanlışların bulunmadığını belirtmektedir. Baskıları: 1361-1364 Haydarâbad, (?) Diyarbakır (Târih, Künâ, Hata' birarada).

3. et-Târîhu'l-Evsat: Râvîleri Abdullah b. Ahmed b. Abdi'sselâm el-Haffâf ve Zencûye b. Muhammed el-Lübbâd'dir. Bilindiği kadarıyla eser tam olarak günümüze gelmiş değildir. M. M. el-A'zamî, çok eksik bir nüshasının (56 varak) Hindistan'da mevcut olduğunu haber vermektedir. (Bankipur, 12/32, No.687). Eserin eksiksiz yazma nüshası, II. Dünya Savaşı'ndan evvel Almanya Devlet Kütüphânesi'nde bulunmaktaydı.

4. et-Târîhu's-Sağîr (Asğar): Buhârî'nin kendi ifadesiyle, Hz. Peygamber, muhâcirûn ve ensâr'ın târihi, tâbiûn ve sonra gelenlerin tabakâtı, vefatları, nesebleri, künyeleri ve rivâyet ettikleri hadisleri içine alan muhtasar bir kitaptır. Müellif buradaki şahısları et-Târîhu'l-Kebîr'den seçerek almıştır. Kronolojik tertible yazılmıştır. Râvîsi Abdullah b. Muhammed b. Abdi'r-Rahmân el-Aşkar'dır. Baskısı: 1324 Allahâbad, 1325 Ahmedâbad, 1976-77 Kâhire.

5. Kitâbü'd-Duafâ (Ed-Duafâü's-Sağîr): 418 şahıs isminden oluşan alfabetik tasnifli bu eser, et-Târîhu'l-Kebîr içinde zikri geçen râvîlerden zayıf olanlar biraraya getirilerek oluşturulmamıştır. Zira tahkîkini yapanİzzü'd-Dîn es-Seyrevân'ın dipnotları incelenirse sadece 103'ünün isimlerinin Târih'de yer aldığı görülür. Bu sebeple, müstakil bir çalışma olduğu kanaatindeyiz. Râvîleri, Ebû Bişr Muhammed b. Ahmed b. Hammâd ed-Dôlâbî, Ebû Ca'fer Mesîh b. Saîd ve Âdem b. Mûsâ el-Huvârî'dir. el-İsâbe'de Kitâbü'd-Duafâi ve'l-Metrûkîn ismiyle kayıtlıdır. Hattâ el-İsâbe'de eserin râvîsi olarak Ebü'l Hasen Muhammb. Şuayb el-Ğâzî'nin ismi verilmektedir. Belki de bu, müellifin aynı türde başİka ve daha hacimli bir eseridir. İlki ise matbûdur. Baskısı: 1323 (Agra) Haydarâbad, 1325 Allahâbad, 1984-1985 ve 1986 Beyrut.

6. Rafu'l-Yedeyn fi's-Salât ve el-Kırâatü Halfe'l-İmâm: Fıkıhla alâkalı olan bu iki eserin râvîsi, Buhârî'den Buhâra'da en son rivâyette bulunan Mahmûd b. İshâk el-Huzâî'dir. Birinci eser rükûya giderken ve kalkarken ellerin kaldırılması gerektiğini savunur. İkincisi ise imamın arkasında Fatihâ okumanın vücûbiyyeti hakkındadır. Ehl-i Rey'in bu konulardaki görüşlerine muhâlefeten yazılmışlardır. İlki, Kurretü'l-Ayneyn bi Raf'i'l-Yedeyn fi's-Salât ismiyle, ikinci eser ise Hayru'l-Kelâm fî'l-Kırâati Halfe'l-İmâm ismiyle birarada matbûdurlar. Baskıları: 1303 Hindistan, 1320 Kahire, 1256 Kalküta, 1299 Delhi, 1983 Kuveyt, 1985 Beyrut.

7. Halku Ef'âli'l-İbâd (ve'r-Red ale'l-Cehmiyye): O, Halku'l Kur'an meselesinde haklı olduğunu göstermek için te'lîf ettiği bu eserde; Allah'ın Kelâm sıfatını, kulların fiilerinin yaratılmış olduğunu Kur'an'ın ise mahlûk olmadığını ve Kader'i delillerle isbât etmiştir. Eserin râvîleri Ferebrî ve Yûsuf b. Reyhân b. Abdi's-Samed'dir. Baskısı: 1306 Delhi, 1985 Beyrut, 1992 İstanbul (Arapça aslı ve Türkçe tercümesi ile birlikte).

8. Akîde yahut Tevhîd: Eser Zâhiriyye kütüphânesi, hadis bölümü, No. 200'dedir. Hicrî 465 târihlidir.

9. el-Müsnedü'l-Kebîr: Tirmizî şârihi Mübârekfûrî (v.1353/1935), bu eserin İbn Teymiye eliyle yazılmış tam bir nüshasının Almanya (ÇáÌÑãäíÉ) Kütüphanesi'nde bulunduğunu haber vermektedir. Aynı bilgi, Sîretü'l-İmâmi'l-Buhârî'yi yazan Abdü's-Selâm el-Mübârekfûrî'nin (v.1342/1923) adı geçen eserinde oğlu Ubeydullah tarafından da verilmektedir. Bu zat, Almanya İlimler Akademisi Yazma Eserler Kütüphânesi'nde (ãßÊÈÉ ÇáãÎØæØÇÊ İì ÏÇÑ ÇáÚáæã ÈÃáãÇäíÇ) II. Dünya Savaşı'ndan evvel bulunduğunu söylemektedir.

10. Kitâbü'l-Mebsût (Mebsût fi'l-Hadîs): Mübârekfûrî bu eserin İbn Mende eliyle yazılmış bir nüshasının yine Almanya (Cermeniyye) Kütüphânesi'nde bulunduğunu bildirmektedir. Ubeydullah er-Rahmânî de II. Dünya Savaşı'ndan evvel orada bulunduğunu söylemektedir. Eserin râvîsi Vehb (ya da Müheyyib) b. Süleym'dir.

Buhârî'nin, elimizde matbû ya da mahtût olarak bulunmayan diğer eserleri şunlardır: Birru'l-Vâlideyn, Kitâbü'l-İlel, Kitâbü'l-Fevâid, Esâmi's-Sahâbe, Kitâbü'l-Eşribe, et-Tefsîru'l-Kebîr, Kitâbü'l-Hibe, Kitâbü'l-Vuhdân, Kitâbü'l-İ'tisâm, Meşyeha, el-Câmiu'l-Kebîr, el-Câmiu's-Sağîr, Ahbâru's-Sıfât, Kitâbü'l-Atîk, Kitâbü'l-İmân, Kitâbü's-Sünen fi'l-Fıkh.

H. VEFÂTI

Mihne hâdisesinin vatandan ayrılışla netîcelenmesi üzerine Buhârî, Hartenk'e geldi. Semerkand'in köylerinden olup şehre üç günlük (ya da 2-3 fersah) mesâfede bulunan Hartenk'te, akrabâlarından Ebû Mansûr Gâlib b. Cibrîl'in evinde misâfir oldu. Abdü'l-Kuddûs b. Abdi'l-Cebbâr es-Semerkandî'nin rivâyet ettiğine göre Buhârî bir gece namazının ardından: "Allahım genişliğine rağmen arz bana dar geldi. Artık beni katına al." diye duâ eder. Akabinde hastalanır ve bir ay geçmeden vefât eder. Hastalığının şiddetlendiği son gün, Semerkand'den bir elçi gelerek onu şehre davet eder. Davete icâbeten çarığını giyip sarığını sarar. Koluna giren ev sahibi Gâlib b. Cibrîl'in yardımıyla ata binmek üzere yirmi adım yürümeden, yanındakilere: "Gücüm kalmadı, beni bırakın." der. Pek çok duâ ettikten sonra yanı üzerine uzanır ve rûhunu teslîm eder. Kefenleninceye kadar vücûdundan çok fazla ter akmış, vasiyeti üzere içinde kamîs ve imâme bulunmayan üç beyaz bez ile kefenlenmiştir. Buhârî'nin kaldığı evde misafir bulunan (belki de onu götürecek olan elçi) ve defin işlerini üstlenen İbrâhim b. Muhammed, cenâzeyi Semerkand'e götürüp orada defnetmek istediyse de bir arkadaşı buna mânî olur. Kaynaklar Buhârî'nin hicrî 256 yılının Ramazan Bayramı ve aynı zamanda Cumartesi gecesi, yatsı namazından sonra ölğünde (ertesi gün öğle namazını müteâkip toprağa verildiğinde) ittifak hâlindedirler. Bilgisayar hesâbıyla Cumartesi gecesi, Ramazan bayramının 1. günü akşamına tesâdüf etmektedir. Yani Buhârî 1 Şevval 256 / 1 Eylül 870 Cuma'yı Cumartesiye bağlayan gece vefât etmiştir. (Doğumu gibi). Bu tarih, 14. Abbâsî Halîfesi el-Mühtedî'nin idâm edilip yerine el-Mu'temid'in geçirildiği 19 Haziran 870'den yaklaşık ikibuçuk ay sonrasına tesâdüf eder.

Buhârî bildiğimiz kadarıyla evlenmemiştir. Bazı kaynaklarda, onun Ahmed isminde oğlu olduğuna işaret eden bir rivâyete rastlamaktayız. Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ ve Tabakâtü'ş-Şâfiiyyeti'l-Kübrâ'da Ebû Saîd Bekr b. Münîr'den: "Buhârî'ye, oğlu Ahmed'in gönderdiği bir ticâret malı taşınmıştı. Bazı tüccarlar ona gelerek 5000 dirhem kârla malı satın almak istediler..."şeklinde devam eden bir hâdise nakledilmektedir. Aynı rivâyeti Hatîb el-Bağdâdî ile İbn Hacer de zikretmektedirler. Târîhu Bağdâd'da ÃäİĞóåÇ Åáíå İáÇä denilmiş, Tağlîku't-Ta'lîk ve Hedyü's-Sârî'de ise malı kimin gönderdiği tasrîh edilerek Ebû Hafs ismi verilmiştir. Evvelce geçtiği üzere; İsmâil b. İbrâhim'in ölümünden sonra arkadaşı Ebû Hafs el-Kebîr (v.217/832), oğlu Buhârî ile yakından ilgilenmişti. Bu zâtın adı Ahmed b. Hafs'dır. İlk iki kaynakta Ahmed ismi verilerek yapılan yanlışğın sebebi belki de budur. Ayrıca Mişkâtü'l-Mesâbîh'de Tebrîzî (v.737/1336) ve onun şerhi Mirkâtü'l-Mefâtîh'de Aliyyü'l-Kârî (v.1014/1605), Buhârî'nin kendinden sonra neslini devam ettirecek bir evlat bırakmadığını söylemektedirler. Keşfü'l Hafâ sâhibi Aclûnî ise şöyle demektedir: "Zâhir olan Buhârî'nin evlenmediğidir. Onun evlendiğini ya da evlenmediğini ele alan hiç kimse görmedim. Ebû Abdillâh şeklinde künyelenmesi buna engel değildir. Zira künye (tekniye), küçük çocuk için bile istenen bir şeydir. Kezâ Buhârî'nin câriyesiyle ilgili kıssa da buna mânî değildir.".

Buhârî'nin büyük bir tüccar (ÏöåúŞóÇä) olduğunu, babasından kalan yüklü bir servetle hayâtını idâme ettiğini biliyoruz. Bu serveti mudârabe ortaklığı yapmak sûretiyle değerlendirmiştir. Günde 500 dirhem kazanıp, tümünü ilim uğruna sarfettiğini kendisi ifâde etmiştir. Kazandığını gizli, açık; gece, gündüz infâk etmiştir. Bununla birlikte memleketinden nafakası gelmediği için ot yediği, Basra'da elbisesiz ve parasız bir vaziyette çıplak kalıp kendisini bulan arkadaşları tarafından giydirildiği zamanlar da olmuştur.

Buhârî'nin az da olsa şiirleri vardır. Hâkim en-Nîsâbûrî'nin bazılarını zikrettiği beyitlerden biri şöyledir:

ÅÛÊóäöãú İí ÇáİÑÇÛö İóÖúáó ÑßæÚ İÚÓì Ãä íßæäó ãæÊõßó ÈÛÊÉğ

şßóãú ÕÍíÍò ÑÃíÊóõ ãöä ÛóíúÑö ÓóŞóãò ĞóåÈÊú äóİÓõå ÇáÕøÍíÍÉõ İóáÊÉğ

 

 

 

HADİS TENKÎDİ ÜZERİNDE BAZI MÜLÂHAZALAR

Sahih bir hadisin isnâdında aranan şart, râvîlerinin adâlet ve zabt şartlarını hâiz, senedinin ise muttasıl olmasıdır. Şüzûz ve illetden arınmışğı ise metninde aranan şartlardır. Bir hadis, isnâd bakımından sağlam oluşuyla sahîhu'l-isnâd adını alır. Ancak gerçek anlamda sahih hadis, diğer iki vasfı da hâiz olandır. Yani isnâdın sahihliği, bağlı bulunduğu hadis metninin sıhhatini gerektirmez. İlk muhaddisler, ellerinde mevcut hadis malzemesini gelecek nesillere aktarmak için oluşturdukları külliyât içerisine, bu beş şartı taşıyan hadisleri almaya gayret etmişlerdir. Eserlerine sonradan yöneltilen tenkitlerin yoğunluk derecesi, bu seçimdeki başarılarıyla orantılıdır.

Ahmed Naim (v.1934)'in ifâdesiyle: "Muhaddisin vazîfesi, nükûlü eslâftan ahlâfa nakletmektir. İçlerinde nakd-i ricâl, tâbir-i diğerle intikâd-ı esânîd ile meşgul olarak hadisin kavîsini zaîfinden ayırdetmek ve mütûnun teâruz ve tefâvütlerini göstermek vazîfe-i mühimmesini de deruhte etmiş olanlar varsa da, mânâ ve delâlet îtibâriyle nakd-i mütûn onlara âid değildir. Nakd-i mütûn ile uğraşan, fukahâ ve onların başında müctehidlerdir." Muhammed Zâhid Kevserî (v.1952) ise şöyle demektedir: "Vâkıa, muçoğunlukla sened yönünden hadis tenkîdiyle yetinmişler, seneddeki ızdırâba verdikleri önem kadar, hadis metnindeki ızdırâba önem vermemişlerdir. Goldziher yandaşlarının dâhilî tenkit dedikleri metin tenkîdini, fıkıh ve istinbât ehli yerine getirmiştir. Ve böylece iki grup (hadisçi ve fıkıhçılar) hadis tenkîdini paylaşşlardır." Gerçekten de bazı hadisler, senedlerindeki ricâlin tümünün sika oluşlarına rağmen, herkesin göremeyeceği billet-i kâdiha (hadisin sıhhatini bozan gizli sebep) ile ma'lûl olabilmektedirler. Bu nedenle, çok geniş bir sahayı kapsayan ilel-i hadîs, bazen o hadisi toplayan musannifin ilmini aşabilmekte ya da gözünden kaçabilmektedir. Bu tür rivâyetleri tenkit ve red işi, -eğer muhaddis aynı zamanda fakîh değilse- çoğunlukla fukahâ ve şârihlere kalmaktadır. Yukarıda sözlerini naklettiğimiz çağdaş âlimlerin fikrine, M. Reşid Rızâ, Tâhir el-Cezâirî, M. Zübeyr Sıddîkî ve M. Gazzâlî'nin de iştirâk ettiğini görüyoruz. Aslında bu zikrettiğimiz görüşler görünüşte, hadis ilminin ana gâyesini tesbît eden muhaddislerin, kendi koydukları kurallara aykırı davrandıkları gibi mantıksız bir sonuca ulaşmaktadır. Zira Dirâyetü'l-hadîs (Mustalahü'l-hadîs) ilminin konusu, râvî ile mervînin halleridir. Râvî ile sened, mervî ile metin kastedilir. Metinden müstağnî kalarak varılan sonuçlar, hadis ilmi açısından değer ifâde etmezler. Hadisleri değerlendirmede metnin rolü senedden büyüktür. Evvelâ, bir hadisin sahih ya da hasen oluşu mutlak değildir. Bu hüküm senedine mi, yoksa metnine mi âittir? izâhı gerekir. Bir haberin mütevâtirliği (râvîlerinin sayısından ziyâde, lafzının halk ya da âlimler arasında meşhur olması sebebiyle) metinle alâkalı bir durumdur. Keza sahih-hasen-zayıf arasında müşterek olan ıstılahların bir kısmında sâdece metnin durumuna bakılır. Meselâ merfû, mevkûf, muzdarib, müdrec, musahhaf, müselsel; metni ilgilendiren ıstılahlardır. Bir garîb hadisin meşhur, azîz ya da müstefîz hadislere muhâlefeti metin sebebiyledir. Şâz hadisdeki râvînin teferrüd ve muhâlefeti çoğu zaman metinde bulunur. Sika olan râvîlerin, metindeki ziyâdeleri de böyledir. İlletlerin bir kısmı da yine metinde bulunan kusurlardır. Maklûb hadis, bir yönüyle, metinde meydana gelen değişimin karşılığıdır. Lafzî-mânevî şevâhid ile mütâbeâtta, metinlerin birbirlerine uygunluğu aranır. Mevzû hadislerin alâmeti sayılan bütün deliller metinle ilgilidir. Mânâları görünüşte birbirine zıt iki sahih hadisin, cem', tercîh ve nesh metodlarından biriyle vuzûha kavuşturulması demek olan Muhtelifü'l-hadîs ilmi ile; Akıl, his, ilim ve dînin kesin kâidelerine muârız gözüken sahih bir hadisin te'vîli demek olan şkilü'l-hadîs ilmi, konularını tamâmen metne hasr etmişlerdir. Senedi bir hedefe varmak için kullanan muhaddisler nezdinde, rivâyet edende titiz davranılmasının sebebi, rivâyet edilenin sıhhatini meydana çıkarmak içindir. Dış görünüşe aldanılmadığı takdirde, muhaddislerin senedden ziyâde metin üzerinde durduklarını kabul etmek gerekir. Hz. Peygamberin Cehennemle inzâr ettiği zümreye dâhil olmamak ve ona yalan isnâd etmemek için hadisin lafzan edâsında senedden çok metin üzerinde dikkat gösterilmiştir. Meselâ, ilk muhaddislerden Kâsım b. Muhammed, Recâ b. Hayve ve İbn Sîrîn, rivâyet ettikleri hadislerin her kelimesinde fevkalâde titizdiler.

Müsteşrikler ise bunun aksini iddiâ edegelmişlerdir. Reinhart Dozy (v.1883), Alois Sprenger (v.1893), Ignaz Goldziher (v.1921) ve daha sonra Leone Caetani (v.1935), Gaston Şhite, Joseph Schacht (v.1969) gibi hadis ilmindeki araştırmalarıyla meşhur olan şarkiyatçılar, senedle metni ayrı ayrı mütâlaa etmişler, bir hadisin metninin sıhhatini tesbît için senedden başka bir yol olmadığını savunmuşlardır. Bu fikirlerinin zarûrî netîcesi olarak, muhaddislerin hadis tenkîdini isnâda hasredip, metni terkettikleri iddiâsını ortaya atmışlardır. Bu iddiâ bazı müslüman ilim adamları tarafından da tervîc edilmiştir. Ahmed Emîn, Mahmûd Ebû Rayye, es-Seyyid Sâlih Ebû Bekr, Zâkir Kâdirî Ugan gibi.

Birbirine zıt mezkur fikirler karşısında, evvelkiler ve sonrakilerin metin tenkîdi ile ne kasdettiklerini iyice anlamamız gerekiyor. Görebildiğimiz kadarıyla, ilk devir muhaddisleri hadis metnini aktaran taşıyıcılara (yani râvîlere) ayrı bir önem atfetmişler, bir habere sahîh ya da sakîm damgasını vurabilmek için, öncelikle haberciye bakmışlardır. Bir kimsenin dürüstlüğü, insanlarla olan münâsebetlerine bakılarak isbât olunmuş, ayrıca hâfıza gücü tevsîk edilmişse, onun sözlerinin -vâkıalarla aksi ispatlanmadıkça- doğru olarak kabûl edilmesi (bugün bile) geçerli bir âdettir. Bu zâviyeden hareket etmiş olmaları bir noksanlık değildir. Çünkü mevsûkiyeti kesin olmayan bir belgenin muhtevâsını tenkitten işe başlamak, kısa yol varken uzun yolu tercîh etmek olurdu. Ancak bunu yaparken metni tamâmen gözardı ettikleri söylenemez. Zira şerîat; amel edilmesi gerekli hüküm ve kâide, metnin içindedir. Dolayısıyle senedler, metinlere götüren bir vesîledir. Senedi oluşturan râvîlerin tetkîk ve tahlîli sona erdiğinde gözler metne çevrilmiş, hadîsin sıhhatini bozacak bir kusurun bulunup bulunmadığı araştırılmıştır. Gerek sahâbe ve gerekse tâbiûn, metin tenkîdi yapmışlar, karşılaştırma (muâraza/mukârane/mukâbele) metodunu kullanmışlardır. Onlara tâbî olan muhaddisler de aynı metodları (hattâ ilâve olarak mürekkep ve kağıt kontrolü metodunu) uygulayarak, metni gözardı etmemişlerdir. Bu noktada şunu da ilâve etmeliyiz ki; son yıllarda bir çok araştırmacı, metin tenkîdi sözüyle hadislerin müsbet ilim ölçülerine vurulmasını kasdetmektedir. Bugün bile kısmen kesin netîcelere ulaşmamış, bu sebeple sonuçları günden güne değişebilen ilmî verilere dayanarak, hadis metinlerini fevrî hükümlerle değerlendirmenin yanlış olacağı ortadadır. Faraza, o devrin ilerlememiş fen ve teknolojisine istinâden birtakım rivâyetler reddedilip eserlere alınmamış olsaydı, günümüzde her ferdin kolayca idrâk edebileceği birçok hadis, elimize ulaşmama tehlikesinde kalacaktı. Yine son devir araştırmacılarının tenkîde mesned kabul ettikleri diğer bir mesele de, hadislerle aklî verilerin çatışmasıdır. Hadis âlimleri, bir metnin aklın muktezâsına muhâlif oluşunu mevzûluk alâmeti sayarken, buna te'vîle müsâit olmama kaydını da ilâve ederler. Te'vîl'den maksat; menkûl ile ma'kûl'ün arasını bulmaktır. Yani bizâtihî te'vîl; hadisin akla uygun olup olmadığını araştırmak demektir. Akıl-nakil teâruzunda kabul edilebilecek en genel kâide, aklî olana değil kat'î olana öncelik tanımaktır. Zira naklî verilerde olduğu gibi, aklî veriler içinde de zannî olanlar vardır.

Her hâlükârda, ilk devir muhaddislerinin metni tenkit etmekten maksatları; daha çok, râvîlerin semâ'larını, yani merviyyâtı karşılıklı mukâyese etmekten ibârettir. (Sahih, hasen, zayıf, şâz, münker, muallel, müdrec, musahhaf gibi ıstılahlar bu değerlendirmenin doğurduğu sonuçlardır). Eğer metin'den, lafız+mânâ kasdediliyorsa, -mevzû hadisleri tanıma yolları hâriç- onların daha çok lafız karşılaştırmasına önem verdiklerini kabul edebiliriz. Zira nasıl kusursuz bir isnad çoğunlukla lafızlarında hatâ olmayan bir metinle son buluyorsa, kusursuz bir metin de çoğunlukla hatâsız bir mânâyı taşır. (İsnâda önem atfetmeyen müsteşrikler tarafından üzerinde en çok durulan nokta, hadis metinlerini oluşturan ikinci kısım; yani mânâdır). Diğer haberlerin aksine; şer'î haberlerin sağlamlığı, râvîlerinin sağlamlığına, yani cerh ve ta'dîl notlarının zayıf olmamasına rabtedilmiştir. İbn Haldûn (v.808/1406), târihî haberlerle dînî rivâyetleri ayrı kefede değerlendirerek bu fikri te'yîd eder. Modern târih tenkîdi karşısında, hadis tenkitçiliğini üstün kılan en önemli husus da budur. En başta zikrettiğimiz; muhaddisler yerine fakihlerin metin tenkîdi işini yüklendikleri fikri, bu açıdan doğrudur. Ebû Rayye'nin meşhur eserine ilk reddiyeyi yazmış olan Difâun ani's-Sünne müellifi Prof. Dr. M. Ebû Şehbe: "Hadisçilerin isnâd tenkîdine metin tenkîdinden daha fazla yer verdiklerini inkâr edemeyiz" dedikten sonra, bunu onların uzak görüşlü, derin düşünceli ve temkinli olmalarına bağlamaktadır. Böyle davranmalarının birtakım sebepleri vardır: a) Hadis bazen müteşâbih olur, mânâsı anlaşılmaz. Bu takdirde sadece aklı hakem yaparak metni tenkit etmegereksizdir. b) Hadisin metni bazen mecâzî olur, hakîkî anlamında kullanılmamıştır. Hakîkî mânâsına hamletmek akla, hisse ve müşâhedeye terstir diyerek hadisi reddetmek yersizdir. Kur'an'da da bunun pekçok misâli vardır. c) Bazen de hadis metni gaybî bir haberden bahsetmektedir. Cennet ve Cehennem'in vasıfları gibi. Aklın yargısıyla bu kabil haberleri reddetmek insafsızlık olur. d) Bazı hallerde hadisin, gün geçtikçe ilmî hakîkatlerle ortaya çıkan ve nebevî bir mûciolduğu anlaşılan bir metni olur. İnsaflı olan herkesin takdir edeceği gibi, şâyet hadis âlimleri yüzeysel bir değerlendirme ile hikmeti gizlşi olan bu ve benzeri hadisleri hemen reddetmeye kalkışsaydı, sonra da açıkça bunun hikmeti ortaya çıksaydı o zaman bu, araştırma eksikliği, cehâlet ve aynı zamanda risâlet sâhibinin hakkına tecâvüz sayılmaz mıydı?. Bizce, sahâbe ve tâbiûnun hadisleri tenkit konusunda temkinli davranmalarında en önemli tesir, yine Allah Rasûlü'nden duydukları şu hadisden kaynaklanmıştır: "Bizden bir hadisi işitip, onu öylece belleyen ve o şekilde başkasına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Çünkü nice fıkıh yüklü insanlar vardır ki yükünü kendinden daha fakih olana ulaştırır. Nice fıkıh taşıyanlar vardır ki, fakih değildir."

Çağdaş âlimlerden Mevdûdî (v.1979), hadisçilerin bu davranışlarındaki hikmeti şöyle ifâde etmektedir: "Dirâyet meselesi hadislerin bizzat metinleriyle ilgilidir. Rivâyet ise tamâmen senedle ilgilidir. Rivâyet erbâbının sorumluluğuna aldığı şey; aslında güvenilir kaynaklardan ele geçirebildiği, Hz. Peygamberle alâkalı bütün malzemeyi biraraya toplamaktır. Bundan sonra, konuyu inceleyerek üzerinde araştırma yapmak, rivâyetlerden işe yarayanları almak dirâyet erbâbının görevidir. Eğer rivâyet ehli kendi kafalarına, kendi anlayışlarına göre dirâyet ehlinin işini de görürler ve konularını beğenmedikleri rivâyetleri reddedip gitselerdi, yani kitaplarına almayıp atsalardı, o zaman, bu hadis kitaplarını düzenleyenlerin beğenmediği fakat başkalarının değerli ve işe yarar görğü bütün malzemeden nasıl faydalanırdık? Bu bakımdan rivâyet ehlinin, görevlerini daha çok senedleri tenkit etmekle sınırlandırmaları ve muhtevâyı tenkit etme hizmeti verenler için sağlam senedlerle kendilerine ulaştırılmış olan maddeleri biraraya toplamaları, onlar için en uygun olandır.

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi (v.1954), Mısır Millî Eğitim Bakanı Dr. Muhammed Hüseyn Heykel Paşa'nın, Hayâtü Muhammed adlı eserindeki bazı iddiâlarına reddiye olarak kaleme aldığı bir yazısında şunları söylemektedir: "Heykel Paşa, (Åäøßã ÓÊÎÊáİæä ãöä ÈóÚúÏöì. İãÇ ÌÇÆóßã Úäøí İÃóÚúÑöÖõæå Úáì ßÊÇÈ Çááåö¡ æãÇ ÎóÇáóİóå İáíÓ Úäøì) şeklindeki mevzû hadisi delil göstererek, hadislerin kabul ve reddi için Kur'an'a muvâfık olup olmadıkları ölçüsüne/mikyâsına ehl-i hadisin riâyet etmediğini zannetmektedir. Halbuki onlar, -zındıkların uydurduğu bir hadîse ihtiyaç hissetmeksizin- bu ölçüye zaten riâyet etmişler, onunla birlikte hem rivâyet-i hadis hem de dirâyet-i hadisle alâkalı birtakım şartları da nazar-ı îtibâra almışlardır. Mezkur mikyas da, işte bu dirâyetle ilgili şartlardan sadece biridir. Heykel Paşa, hadis toplayıcılarının öncelikle gözetmek zorunda oldukları rivâyet şartlarına, hiç önem vermemektedir. Tıpkı batılı târihçilerin, hadisçilerin onda biri kadar buna ehemmiyet vermedikleri gibi. Halbuki hadis ilmi aynı târih gibi ulûm-i nakliyyedendir ki, bir naklin sıhhati için evvelâ bu şartları hâiz olması lâzımdır. Dirâyet yönü ise, önemli olmakla birlikte ilk makam ona ait değildir. Aksi halde naklî ilimler aklî ilim haline gelirdi. (æÅáÇø ÇäúŞóáóÈÊö ÇáÚáæãõ ÇáäøŞáíøÉ ÚáæãÇğ ÚŞáíøÉğ) . Ayrıca akıl açısıdan tetkik, muhaddisten çok müctehidin ihtisâs sahasına girer. Muhaddisin konumu, doktora göre eczâcının durumu gibidir. Akıllar farklı farklıdır. Bir şahsın aklına uymadı diye râvîsinin emîn oluşuna rağmen reddedilen bir hadis, tetkik ve anlayış bakımından o şahısdan daha derin ve kuvvetli olan başkalarının aklına uygun gelebilir. äÖøÑ Çááåõ ÇãúÑöÃğ ÓãÚ ãóŞÇáÊì İæóÚóÇåÇ İÃÏøóÇåÇ ßãÇ ÓãÚåÇ. İÑõÈøó ãõÈóáøóÛò ÃæúÚóì ãä ÓÇãÚò hadisi, bu mühim inceliğe işaret etmektedir. Bu hadis-i celîl, muhaddisi en doğru yola iletir."

Görüldüğü üzere, yukarıda işaret ettiğimiz hadis, Sabri efendi tarafından da hadisçilerin baş prensibi olarak ortaya konulmuştur. Bu sâyede bugün, zengin bir literatüre sahibiz.

İsnadla ilgili tenkit, hadislerdeki ileli bilen belli imamlardan başkasının anlayamayacağı kapalı ve ince bir konu olması sebebiyle muhaddislere münhasır bir saha olarak kalmış, onlar biraz da bu sebeple ötekine kıyasla daha kolay olan metin tenkîdi işini şer'î ilimleri iyi bilen diğer âlimlere bırakmışlardır. Tahir el-Cezâirî, meseleye böyle farklı bir açıdan bakmaktadır. (Dârekutnî'nin tenkitlerinin ele alındığı Ek-1'in son tarafında, onun bu görüşüne temâs edilmiştir.)

Meşhur olan ve olmayan fıkhî mezheplerin ortaya çıkışı, hadis musannefâtının oluşumuyla aynı zamana rastlar. İmamların fıkhî görüşlerini yansıtan, günümüze kadar intikâl etmiş eserlerde görğümüz; hakkında münâkaşa yapılan hadisler ve reddedilen rivâyetler, tenkit meselesinin hadisçiler olduğu kadar fıkıhçıların da el attığı bir saha olduğunu göstermektedir. Bu nedenle yukarıda zikrettiğimiz görüşlere biz de katılıyoruz. Ancak; metin tenkîdini sadece fukahânın yaptığı iddiâ edilirse, kanaatimizce bu yanlıştır. Böyle bir fikir, islâmî ilimlerin -hele öyle bir devirde- birbirinden müstakil şeylermiş gibi telakkî edilmesinden kaynaklanmış olabilir. Bu tür parçacı bir yaklaşım, devrimizin ihtisas anlayışına daha uygun görünüyor. Metin tenkitlerine en çok yer verenlerin, müteahhirûn muhaddisler olduğu şüphesizdir. Şerh devrinin eserleri, böyle bir zarûreti kendiliğinden ortaya çıkarmıştır. Bunu bir kenara bırakırsak; mütekaddimûn çağında, sadece râvî olma vasfını taşıyanlar hâriç, genellikle bir hadisçinin aynı zamanda fakih, bir fıkıhçının da aynı zamanda muhaddis olduğu söylemek mümkündür. Hiç değilse, her fâkihin mutlaka muhaddis olduğu şeklindeki görüş mutlaka doğrudur. Süfyân b. Uyeyne gibi bazı âlimler: "Eğer yönetim bizim elimizde olsaydı, fıkıhla uğraşmayan her hadisçiyi ve hadisle uğraşmayan her fakihi hurma dalıyla döverdik." diyorlardı. Sonraki ulemâdan Fahrü'l-İslâm Pezdevî (v.482/1089)'nin áÇ íóÓÊóŞíã ÇáÍÏíËõ ÅáÇø ÈÇáÑÃúìö¡ æáÇ íÓÊŞíã ÇáÑÃìõ ÅáÇø ÈÇáÍÏíË şeklindeki sözleri aynı ihtiyâcı yansıtır. Başta kendisinden iktibâsda bulunduğumuz Ahmed Naim de, metin tenkîdi işini muhaddislerden tamâmen tecrîd etmemekte, sadece hadis toplayıcılığından başka kudreti olmayanları dışarıda bırakmaktadır. Tecrîd mukaddimesinde şöyle diyor: "Cem-i hadîsden daha büyük bir dikkat ve basîrete muhtaç olan bu mühim işe, ancak sayrafî-i hadîs mertebesini bulmuş ecille-i nukkâd ve eâzım-ı huffâz el sürebilmişlerdir."

Bu arada, konumuzla ilgili olarak bir soru daha akla gelmektedir. Acaba tasnif sâhibi muhaddisler, eserlerini oluştururken metin tenkîdine dikkat etmişler midir? Bunun cevâbı, yukarıda bahsedilen fıkhî kriter gözönüne alınarak verilebilecektir. Cemâlü'd-Dîn el-Kâsımî (A'zamî'nin hilâfına), áãú äóÌöÏú ãÍÏøöËÇğ ÛíÑó İŞíåò ÈÇáÅÓÊŞÑÇÁö¡ İÅäø ÃÑÈÇÈó ÏóæÇæíäö ÇáÓøõäøÉö ßáøõåã İŞåÇÁõ ãÌÊåÏæä demektedir. Özellikle bahis konumuz olan Buhârî'nin fıkhî yönü, evvelki bölümde etraflıca ele alınmıştı. Yine de hiç yanılmamış olması elbetteki mümkün değildir. Bu sebepledir ki, onun Sahîh'ine yöneltilen tenkitler tezimize konu teşkîl etmiştir.

 

 

 

SAHîH-İ BUHÂRî'YE YÖNELTİLEN TENKİTLER

Allah'ın Kitâbı Kur'an-ı Kerîm'den sonra, (yani Kur'an bir tarafa bırakılırsa) en sahih iki kitaptan biri olarak kabul edilen Buhârî'nin Sahîh'i, şöhretine rağmen tenkit dışı bırakılmamış, yazılışını tâkîbeden devirlerde birçok yönden eleştiri almıştır. Zira beşer mahsûlü her çalışmanın, bir takım noksanları da beraberinde getirmesi tabîîdir. el-Câmi'us-Sahîh, sâdece hadislerin sened ve metinlerinden mürekkeb bir eser olmayıp aynı zamanda kendi içinde özellikli ve kapsamlı çok sayıda muallak rivâyeti de (Ta'lîkât) ihtivâ ettiği için, eleştiri alan yönlerini 3 ana başlık hâlinde inceleyeceğiz.

 

 

A. SENEDLE İLGİLİ TENKİTLER

Sahîh-i Buhârî'nin senedlerine yöneltilen tenkitlere, ricâl ve ittisâl-inkıtâ yönü olmak üzere iki açıdan bakmak g. Buhârî'nin, Sahîh'i oluştururken elde ettiği isnadlarda hangi şartları aradığı, hangi ölçüye göre hadşis aldığı, onun râvîlerinin tenkîdi meselesine ışık tutması bakımından önemlidir. Önce buna açıklık getirilmelidir.

1. Buhârî'nin İsnadda Aradığı Şartlar

Gerek Buhârî ve gerekse diğer Kütüb-i Sitte müelliflerinin hiçbirinden, "Ben kitabıma falanca şartları hâiz olan hadisleri aldım." diye bir kayıt nakledilmemiştir. Ancak eserlerin kontedilip incelenmesi sonucu, Hâkim en-Nîsâbûrî'den başlayarak bu konuda bazı tahmînî şartları ortaya koyanlar vardır. Muhammed b. Tahir el-Makdisî (v.507/1113) ile Muhammed b. Mûsâ el-Hâzimî (v.584/1188), kaleme aldıkları küçük çaplı eserlerde her bir hadis imamının şartlarını tesbit etmeye çalışşlardır. Hem onlar hem de İbn Hacer sâyesinde Hâkim'in tesbit ettiği şartlar günümüze kadar ulaşştır. Buna göre Hâkim, el-Medhal ilâ Ma'rifeti Kitâbi'l-İklîl adlı eserinde şöyle demektedir: "Sahih olan hadisler on kısma ayrılır. Bunların beşi müttefekun aleyh, beşi ise muhtelefün fîh'dir. Üzerinde ittifak edilenlerin ilk kısmı Buhârî ve Müslim'in seçtiği hadislerdir. Birinci derecede sahih olan bu hadise örnek şudur: Meşhur bir sahâbînin Rasûlullah'dan rivâyet ettiği hadisin iki tane sika râvîsi olup ondan da yine meşhur bir tâbiî bu hadisi rivâyet eder. Bu tâbiî'nin de iki tane sika râvîsi bulunup, etbâü't-tâbiînden hâfız, mütkın ve meşhur biri onun hadisini rivâyet eder. Etbâ'ın da dördüncü tabakadan bir çok râvîsi olur. Bu râvîler içinde Buhârî ve Müslim'e o hadisi rivâyet eden ise hâfız, mütkın ve adâletle meşhur bir şeyhdir.". en-Nîsâbûrî'nin bu görüşü, her iki musannifin de bir tek râvîsi olan bir çok sahâbîden hadis tahrîc etmiş oldukları gerekçesiyle, kabul edilmemiştir. Ancak İbn Hacer: "Hâkim'in zikrettiği şart, Buhârî'nin kendilerinden hadis tahrîc ettiği bazı sahâbîler hakkında kabul edilemez ise de, sahâbeden sonra gelenler hakkında muteberdir. Sahîh'in Asl'ında, tek bir râvîsi bulunan şahısdan rivâyet edilmiş hiçbir hadis yoktur." demektedir. Hâkim'in görüşüne itiraz eden Makdisî'ye göre Buhârî ve Müslim'in şartı; diğer sikalara muhâlif olmayacak şekilde, sikalığında ittifak bulunan bir râvînin meşhur bir sahâbîden naklettiği, isnâdı maktû' değil muttasıl olan hadisi tahrîc etmektir. Eğer bu sahâbînin iki yada daha fazla râvîsi varsa daha iyi olur. Yok eğer tek râvîsi var ve bu râvîye kadar ulaşan tarîk sahih ise, o hadisi de tahrîc etmişlerdir. Zeynü'd-Dîn el-Irakî (v.806/1403), Makdisî'nin de görüşünü tam olarak isâbetli bulmamaktadır. Hâzimî ise konuyu etraflıca ele almış, Şeyhayn ve diğer aslî hadis kaynaklarını tasnîf edenlerin, haberi kabul edilmesi lazım gelen bir şahısda aradıkları şartları sıralamıştır. Bu şartlar şunlardır: 1) İslam 2) Akıl 3) Sıdk 4) Müdellis olmamak 5) Adâlet 6) Adâleti sâbit olan şahsın, ulemâ nezdinde hadis ilmine alâkasıyla maruf olması 7) Hıfzındaki hadisleri sahifelerden değil, âlimlerden almış olması 8) Hadisi semâ ettiği anda iyi zabtetmesi ve eğer şeyhi tedlîs yapmakla bilinen biriyse, o hadisin rivâyetinde şeyhinin tedlîs yapmadığını kesin olarak biliyor olması 9) Gaflet şüphesinden uzak ve selîmü'z-zihn olması 10) Hâfıza zayıflığı sebebiyle yanılması (vehim ve galatı) az olması 11) İyi gidişat üzere ve vakarlı olup, utanmazlık ve lâubâlîlik ile meşhur biri olmaması 12) Bid'atları terketmiş, hevâdan uzak duran biri olması. Bid'atçı ise, kendi yoluna başkalarını da davetçi olmaması. Hâzimî şöyle devam ediyor: "Her imamın hadis tahrîc etmede ayrı bir metodu vardır. Sahîh hadisleri tahrîc edenler, âdil olan râvînin kendi şeyhlerine ve o şeyhlerden rivâyet eden diğer sika râvîlere göre durumunu gözönüne alırlar. Bu râvînin bazı kimselerden aldığı hadis sahih ve sâbittir. Bu durumda tahrîc etmek gerekir. Diğer bazılarından aldığı ise kusurludur, şevâhid ve mütâbeât dışında tahrîce uygun değildir. Bu ayırımı yapabilmek için, asıl râvîden rivâyette bulunanların tabaka ve mertebelerini bilmek gerekir. Mesela; Zührî'nin ashâbı beş ayrı tabakadan oluşur. Her tabakanın kendisinden sonra gelene üstünlüğü vardır. 1.tabaka; sahihlikte son noktadır (son derece sahihtir). İşte Buhârî'nin gâyesi budur. 2.tabaka; adâlet bakımından birinci ile aynı olmakla beraber, ilk tabakadakiler hem hıfz ve ıtkan sâhibidirler, hem de sefer ve sefer hâricinde Zührî ile uzun beraberlikleri olmuştur. Oysa bu tabaka, Zührî'ye ancak kısa bir müddet mülâzemet etmiştir. Gaflet göstermeyip titiz olma konusunda (Itkân) ise birinci tabakadan aşağıdırlar. Bu da Müslim'in şartıdır... (Bundan sonraki tabakalarda Ebû Dâvud, Nesâî ve Tirmizî'nin şartları zikredilir). 1.tabakada bulunanlar, Mâlik (v.179/795), İbn Uyeyne (v.198/813), Ubeydullah b. Umer b. Hafs (v.145/762), Yûnus b. Yezîd el-Eylî (v.159/775), Ukayl b. Hâlid el-Eylî (v.141/758), Şuayb b. Ebî Hamza (v.162/778) ve diğerleridir. 2.tabakada bulunanlar ise Abdurrahman b. Amr el-Evzâî (v.157/773), el-Leys b. Sa'd (v.175/791), en-Nu'mân b. Râşid, Abdurrahman b. Hâlid b. Müsâfir ve diğerleridir. Bazen Buhârî, ikinci tabakaya giren şahıslardan da hadis tahrîc etmiştir.

Suyûtî, Sahîh-i Buhârî'ye ta'lîk olarak yazdığı et-Tevşîh adlı eserinin mukaddimesinde, İÕá İí ÈíÇä ÔÑØ ÇáÈÎÇÑì başğı altında şunları söylemektedir: "Buhârî belli bir şarttan sözetmemiştir. Bu, kitabını isimlendirişinden ve kitaptaki tasarrufundan istikrâ (araştırma-gözlem) ile anlaşılmaktadır. Eserine, el-Câmiu's-Sahîhul-Müsnedü'l-Muhtasar min Umûri Rasûli'llâhi (s.a.v.) ve Sünenihî ve Eyyâmih ismini vermiştir... el-Müsned sözünden anlaşıldığına göre; Buhârî'nin asıl maksadı, kavlî, fi'lî ya da takrîrî olsun Nebî (s.a.v.)'den bir sahâbînin rivâyet ettiği ve ona kadar isnadı muttasıl olan hadisleri tahrîc etmektir. Bu kâidenin dışında olan yerler varsa da, asıl maksat olarak değil, mütâbeat ve karşılaştırma içindir... Buhârî'ye göre Úóäú¡ Ãóäøó¡ ŞÇá gibi tabirlerin semâ'a hamledilebilmesi için, râvînin kendisinden rivâyet ettiği kimse ile bir kere de olsa karşılaşğı sâbit olmalıdır. Buhârî, râvîlerden şeyhi ile en çok beraber olanı ve şeyhinin hadisini en iyi bileni seçmiştir. Eğer bu vasfı taşımayan birinden hadis almışsa, onu mütâbeât olarak tahrîc etmiş ya da râvînin zabtını takviye eden bir karineyle birlikte zikretmiştir.". Buhârî'nin, bu cümlelerde belirtildiği gibi, râvînin şeyhiyle muâsır olması yanında buna bir de telâkî (karşılaşma) şartını ilave etmesi, Sahîh-i Buhârî'yi sıhhat bakımından Sahîh-i Müslim'e üstün kılan bir meziyet olarak kabuledilegelmiştir. Halbuki Müslim, Sahîh'inin mukaddimesinde bu konuya ayrıca temas etmiş, bu şartı koyanı isim vermeksizin ağır dille eleştirmiştir. Ona göre bir hadiste İáÇä Úä İáÇä şeklinde kullanılan tabir; (sika olmaları, müdellis olmamaları şartıyla) rivâyet edenin, kendisinden rivâyet edilenle aynı asırda yaşaması, onunla karşılaşması ve ondan hadis duyması mümkünse ittisâle hamledilir. Ayrıca, karşılaştıklarına ve semâın vukû bulduğuna dâir bir delile ihtiyaç yoktur. (Yani imkânü'l-likâ yeterlidir, sübûtü'l-likâ şart değişldir). Cumhûrun görüşü budur, aksini söyleyen ise evvelce söylenmemiş yeni bir icat çıkarmıştır, câhildir. Şeyhülislam İbn Kemal Paşa (v.940/1534), bu sebebe dayanılarak yapılan tercih hakkında şöyle demektedir: "Karşılaşma (telâkî) imkânının, sahihlik için yeterli olduğu hükmü verildikten sonra artık, bununla iktifâ etmemenin Sahîh-i Buharî'yi Sahîh-i Müslim'e tercih ettiren sebepler cümlesinden sayılması için neden yoktur. Zira zikredilen bu şart sahih değildir. Öyleyse, tercih sebebi olarak bu şarta itibâr etmek, şüphesiz uygun olmaz.". el-Emîr es-San'ânî ise Tavdîhu'l-Efkâr adlı eserinde konunun inceliğini şu sözleriyle ortaya koymaktadır: "Buhârî ile Müslim arasındaki ihtilaf sadece an'ane konusundadır, başka bir şeyde değildir. Buhârî'nin şartı likâ (karşılaşma), Müslim'in şartı ise muâsara (aynı çağda yaşamış olma)dır. Böyle olunca, Sahîh-i Buhârî'nin tümü bu şart sebebiyle diğerine tercîh edilemez. Bilakis, Buhârî'nin an'anesi Müslim'in an'anesinden daha sahih ve tercihe daha lâyıktır denilir.".

2. el-Camiu's-Sahîh'in Önemli Bir Özelliği

Buhârî'nin hadis almada öngörğü şartları, dolayısıyle râvîlerde aradığı özellikleri böylece özetledikten sonra, bir konuya daha temas etmek istiy. Endelüs ulemâsından Ebü'l-Velîd el-Bâcî (v.474/1081), Sahîh'in ricâline dâir kaleme aldığı eserinin mukaddimesinde æÌæÈ ÇáÊøóÍóÑøõÒö İí ÇáÃÎĞ Úä ÇáÚÏæá ismini verdiği bir babda şöyle diyor: "Bil ki hadis iki şekilde (iki şey için) alınır:

a) Onunla amel etmek ve onu din edinmek için. Bu tür hadise, sikanın sikadan, onun da yine sikadan almak sûretiyle bu minvâl üzere Nebi (s.a.v.)'ye kadar ulaşacak şekilde elde edilmedikçe itimat edilmemesi gerekir.

b) Böle bir rivâyetin bulunduğunu bilmek, ve ondaki zayıflık yönünü anlamak için. Böyle hadislerin herkesden alınması caizdir. Rivâyete göre Süfyân es-Sevrî, üç çeşit hadis yazardı: 'Bir grup hadis vardır ki onu din edinmek için yazarım; bir adamın hadisi de var ki onu yazar bir kenara kaydederim, ne atarım ne de dinden sayarım; yine zayıf olan birinin hadisi de vardır ki onu öğrenmek isterim ama değer vermem.' demiştir.".

Buradan Zehebî'nin şu sözlerine geçerek bir bağlantı kurmak istiyoruz. Diyor ki: "Şeyhayn'ın kendilerinden hadis aldığı şahıslar iki kısımdır:

a) Eserin aslında ihticâc ettikleri,

b) Mütâbeât, istişhâd ve i'tibâr için hadislerini tahrîc ettikleri. İkisinin ya da birinin kendisiyle delil getirdiği bir kimse, tevsîk edilmediği gibi ta'n da edilmemişse o sikadır, hadisi sağlamdır. İkisinin ya da birinin ihticâc ettiği ve aleyhinde konuşulmuş olan râvîye gelince; ya bu kelam haksız yere söylenmişdir (teannüt) ve cumhur onu sika görmektedir. Bu durumda hadis yine sağlamdır. Ya da râvînin hıfzı hakkında söylenen ve onu leyyin bulan kelam muteberdir. İşte bu durumda onun hadisi, bizim Sahihin en alt derecesi (ÃÏäì ÏÑÌÇÊ ÇáÕÍíÍ) diye isim verdiğimiz, hasen mertebesinden aşağıya düşmez. Allah'a şükür, Buhârî ve Müslim'in asıllarda hüccet kabul ettikleri halde rivâyetleri zayıf olan hiçbir kimse yoktur. Bilakis bu tür rivâyetler ya hasendir, ya da sahihdir. Ancak şâhid ve mütâbi'lerde hadis alınan şahıslarda ise ya hıfz bakımından bir eksiklik sözkonusudur, ya da sika oldukları şüphelidir.". Yaptığımız iktibaslar Buhârî'nin sahih olanla olmayanı, asıl ve terâcim farkı gözeterek, birarada zikrettiğini göstermektedir. Buhârî bazen şâz olanla sahih olanı aynı bâba almakla, ilkinde râvînin hatâ ettiğini ortaya koymak, bazen de muhtevâsı aynı olan iki rivâyetin mürsel olanıyla mevsûl olanını arka arkaya zikrederek, ilkindeki sıhhat giderici vasfın ikinciyle giderildiğini göstermek istemiştir. Hattâ, naklettiği bir rivâyetin sahih olmadığına bizzat kendisinin işâret ettiği de vâkîdir. İşte bu, Sahîh-i Buhârî'nin gözden kaçırılan önemli bir özelliğidir. Gerek Buhârî ve gerekse Müslim, kitaplarına aldıkları hadislerin hepsinin en yüksek derecede sahih olması şartını koşmamışlardır.

3. Râvîlere Yöneltilen Tenkitler

Yukarıda cümlelerini aktardığımız Zehebî'nin, râvî tenkîdi sahasında otorite olduğunu biliyoruz. Onun Mîzânü'l-İ'tidâl adlı eserine bakarsak, hakkında ileri geri sözedilerek áãÊßáøóã İíåã) cerhe maruz kalmış râvî adedinin toplam 11.053 olduğunu görürüz. Bunların 5.991'ini Kütüb-i Sitte hâricinde bulunan kişiler oluşturmaktadır. Kütüb-i Sitte'ye dâhil olanların sayısı ise yaklaşık 5.000'dir. Buhârî'de bulunan ve bu rakamın %13 kadarını teşkil eden râvîler, bid'at, cehâlet (râvînin adâlet vasfıyla tanınıp tanınmadığı), galat (hâfıza yanılgısı), (zabtı kendinden daha kuvvetli olanlara) muhâlefet, (tedlîs ve irsâl'in yol açtığı isnaddaki kopukluk) ınkıtâ olmak üzere beş yönden tenkîde uğramışlardır. Nevevî ve İbn Hacer'den de istifâde ederek, bu tür tenkitlere verilen cevapları şu şekilde hülâsa edebiliriz (Parantez içlerinde verilen örnekler tarafımızdan tesbît edilip konulmuştur):

1) Buhârî, hâfıza kudreti (zabt) ve diğer hususlarda farklı derecelerde olan râvîlerin rivâyetlerini asıl kısma almamış, mütâbi', şâhid ve ta'lik şeklinde kullanmıştır. (Meselâ Mâlik b. Dînâr (v.131/748)'dan, istişhâd için hadis almış ve ta'lîkan zikretmiştir. Ebû Hâtim'in zayıf bulduğu (tad'îf ettiği) Ahmed b. Yezîd b. İbrâhim el-Vertenîsî'den sadece bir yerde mütâbeât olarak hadis rivâyet etmiştir. İbn Hırâş ve Nesâî tarafından tenkit edilen el-Hasen b. Bişr el-Becelî (v.221/835)'den sadece iki yerde, Kitâbü'l-İstiskâ ve K. Menâkıb'da mütâbeât olarak hadis almıştır. İbn Maîn'in zayıf addettiği Müraccâ b. Recâ'dan ta'lîk sûretiyle hadis almıştır. Ahmed b. Hanbel, el-Fellâs ve İbn Huzeyme tarafından, dînî emirlerde/rivâyetlerde gevşekliği (leyyin) görülen ve Buhârî'nin şeyhlerinden olan Mûsâ b. Mes'ûd en-Nehdî (v.220/835)'nin hadisleri de hep ta'liklerde zikredilmiştir.)

2) Onun âdil görğü râvîyi bir başkası cerhetmişse, yapılan bu cerh müfesser (sebebi açıklanmış) ve kâdih (zarar verici) olmalıdır. Aksi halde cerh, ta'dîlin önüne alınamaz. (Meymûn b. Siyâh hakkında Yahyâ İbn Maîn: "zayıftır." dediği halde, Ebû Hâtim ve Buhârî onu her bakımdan güvenilir (sika) kabul etmişler, İbn Maîn'in sözüne itibar etmemişlerdir. Yine Hüseyn b. Zekvân el-Muallim (v.145/762) hakkında Zehebî, Ukaylî'nin onu delil göstermeksizin zayıf saydığını söylemektedir.)

3) Râvîde görülen ihtilât (bunama hâli), ondan hadis alındıktan sonra ortaya çıkmış olabilir. (Mesela Muhammed b. el-Fadl Ârim (v.224/838), sika bir râvî olmasına rağmen, ömrünün sonunda bunama sebebiyle rivâyetleri karıştırmaya başlamıştır (ihtilât etmiştir). Ondan hadis alan Buhârî, hafızasına sonradan ârız olan bu durumu, bizzat kendisi Târîh'inde haber vermektedir. Sahîh'e alındıkları halde ömrünün sonuna doğru hıfzında ihtilât görülen diğer râvîler (hâfızası sebebiyle tenkit edilenler hâriç) tesbit edebildiğimiz kadarıyla şunlardır: İshâk b. Râhûye (v.238/852), Cerîr b. Hâzim el-Ezdî (v.107/725), Husayn b. Abdi'r-Rahmân el-Kûfî (v.139/756), Saîd b. Ebî Arûbe (v.156/772), Abdü'r-Rezzâk b. Hemmâm (v.211/826), Abdü'l-Melik b. Umeyr (v.136/753), Kays b. Ebî Hâzim (v.84/703muhadram), Ebû İshâk Amr b. Abdillah es-Sebî'î (v.127/744), Saîd b. İyâs el-Cüreyrî (v.144/761), Osmân b. el-Heysem el-Müezzin (v.220/835), Kureyş b. Enes el-Ensârî (v.280/893), Hişâm b. Ammâr (v.245/859).)

4) Bir hadis sika râvîden nâzil isnadla elde edildiği halde, zayıf râvîden daha âlî bir isnadla alınabiliyorsa, nâzil olan rivâyet hadisçiler arasında bilindiği için diğeri tercih edilmiştir. (Bunun örneği Dârekutnî'nin tenkitlerinden bahsedilirken gelecektir.)

5) Çok çeşitli cerh sebebi vardır. Fakihler ile hadisçiler arasında bu konuda farklı bakış açıları bulunmaktadır. Orta yolu tutmuş tenkitçiler yanında, müteşeddidlere de rastlanır. Bu durum gözönüne alındığında Buhârî'nin vereceği hükümle başkasınınki çatışabilir. (İbn Abbas'ın âzadlı kölesi İkrime (v.105/723) gibi. İmam Mâlik, Mücâhid ve İbn Sîrîn onu Hâricî görerek tekzîb ederken, Buhârî ve diğer Sünen sahibleri kendisini huccet kabul etmişlerdir. Sonraki devirlerde Taberî, Muhammed b. Nasr el-Mervezî, İbn Mende, İbn Hıbbân, İbn Abdi'l-Berr gibi âlimler onu savunan müstakil risâleler kaleme almışlardır. Cerh edilen râvîleri tedkik eden İbn Hacer'in de hakkında en çok izahât verdiği şahıs İkrime'dir.)

6) Râvînin hıfzında görülen zayıflık, hadisçilerce maruİf olan uzun süre beraberlik (Øæá ÇáãáÇÒãÉ) kâidesi gereğince ortadan kalkabilir. Böyle olan bir râvînin kendisiyle uzun zaman beraber olduğu bilinen birinden hadis rivâyet ettiği durumla, aksi olan durum bir tutulamaz. Bu sebepledir ki, cerh ve ta'dîl kitaplarında bazen bir râvî hakkında ãŞÈæá ÅĞÇ Ñæì Úä İáÇä¡ ÖÚíİ İí İáÇä denildiğine rastlanır. (Buhârî, ölümüne yakın hıfzında ihtilât görüldüğü için tenkit edilen Hammâd b. Seleme (v.167/783)'nin kendisiyle uzun beraberliği bilinen Sâbit el-Bünânî'den rivâyet ettiği, sadece bir hadisi, o da ta'lîk sûretiyle, Kitâbü'r-rikâk'da vermiştir. Yine hakkında İbn Adiyy'in: "Katâdeð Enes tarîkiyle rivâyet ettiği hadislerde nekâret (sikalara muhâlefet) vardır." dediği Yezîd b. İbrâhim et-Tüsterî (v.161/777), Buhârî tarafından Sahîh'in bir yerinde huccet olarak, iki yerde ise mütâbeât olarak zikredilmiştir. K. Salât'da bulunan mütâbi'lerin birinde, Yezîdð Katâdeð Enes tarîki bulunmaktadır.)

7) Tenkitçi hâfızlar, bazen bir râvîyi tanımadıkları için hakkında ãÌåæáñ ibaresini kullanmışlardır. Halbuki bu râvî başkaları nezdinde adâletiyle maruf, hıfz ve zabtıyla meşhur olabilir. (Buhârî'nin Kitâbü'l-Et'ıme'de kendisinden hadis tahrîc ettiği İbrâhîm b. Abdi'r-Rahmân el-Mahzûmî, İbnü'l-Kattân tarafından cehâletle (adâlet yönünün bilinmezliğiyle) cerh edilmiştir. Yine Kitâbü'z-Zebâih'de hadis aldığı Üsâme b. Hafs el-Medenî, el-Lâlkâî tarafından meçhul görülmüştür. Buhârî, Ebû Hâtim er-Râzî tarafından meçhul addedilen Beyân b. Amr (v.222/836)'dan K. Hacc ve diğer bölümlerde, Hüseyn b. el-Hasen b. Yesâr (v.188/803)'dan sadece K. İstiskâ'da, el-Hakem b. Abdillah el-Basrî'den sadece K. Zekât'da, el-Abbâsb. el-Hüseyn Ebü'l-Fadl (v.240/854)'dan K. Meğâzî ve Teheccüd'de hadis rivâyet etmiştir. Hepsi de diğer muhaddisler tarafından tanıtılmış ve tevsîk edilmiş kişilerdir.)

8) Zabtı kuvvetli olmadığı için sık sık yanılgıya düşen (galatı görülen) bir râvînin rivâyeti, gerek Buhârî'nin eserinde gerekse bir başka musannefde, sağlam râvîler kanalıyla mervî ise mesele kalmaz. Hadisin, zayıf olan rivâyet zincirine değil, aslına, yani metnine güvenilerek alındığı böylece ortaya çıkar.

9) Râvînin kitabı vardır ama hıfzı sağlam değildir. Ya da hıfzı sağlamdır ama kitabı yoktur. Bu nedenle cerhe uğramış olsa bile, durumun tafsîl edilmesi gerekir. Kitaptan tahdîs edenin hıfzına bakılmaz, kitabına itimad edilir. (Buhârî, Yahyâ b. el-Kattân tarafından leyyin kabul edilen Abdü'l-Vâhid b. Ziyâd el-Abdî (v.176/792)'den bir çok yerde hadis rivâyet etmiştir. İbn Hacer, kitap sahibi oluşu sebebiyle onun hıfzına yöneltilen tenkîdin zarar vermeyeceğini söyler.)

Buhârî'nin Sahîh'ine aldığı râvîlere yöneltilmiş her türlü tenkit, bugün elimizde matbu olarak bulunan bir kaç eserde incelenmişştşir. Ebü'l-Velîd el-Bâcî (v.474/1081), et-Ta'dîl ve't-Tecrîh limen Harrace lehü'l-Buhârî fi'l-Câmiı's-Sahîh (tahkik: Dr. Ebû Lübâbe Hüseyn) adlı eserinde sahâbe dâhil 1744 râvînin isimlerini vermiş, varsa yöneltilen tenkitleri, ardından tevsikleri bildirmiştir. Hâfız Zehebî (v.748/1347), bu konuda biri er-Ruvâtü's-Sikâtü'l-Mütekellemü fîhim bimâ lâ Yûcibü Raddehüm, diğeri ise Zikru Esmâi Men Tüküllime fîhi vehüve Müvessekun adında iki küçük eser te'lif etmiştir. İlk eserin mukaddimesinde Zehebî, özellikle Sahîhayn'da bulunduğu ve kendisince sika olduğu halde, cerh kitaplarında ismi geçtiği için mecruhlar arasına girmiş ve önemsiz sözlerle cerhedilmiş pekçok râvîyi Mîzânü'l-İ'tidâl adlı eserine aldığını belirtmektedir. Kitap 92 şahsın ismini ve cerh sebeplerini muhtevîdir. Bunlardan 81'i Buhârî'de bulunmaktadır ve hepsinden Müslim ile diğer meşhur sünenlerde de tahrîc yapılmıştır. İkinci eserin mukaddimesinde ise kitabını, sika oldukları halde haklarında bazı imamların ileri geri söz ettiği râvîlerden oluşturduğunu ifâde etmiştir. Ona göre, bu şekilde cerhedilmiş râvîlerin hadisleri sahihin en üst mertebesinde olmasa bile hasen derecesinden de aşağıya düşmez. Eser, 401 râvînin isimlerini ve yapılmış cerhleri-ta'dilleri kısaca açıklamaktadır. Bunlardan 183'ü Buhârî'ye ait râvîlerdir. Bu sayının 71'i diğer eserinde de zikredildiği için tekrarlar hariç 112 râvî bulunmaktadır. Dolayısıyle Buhârî'nin hadis rivâyet ettiği toplam 193 şahıs, Zehebî tarafından bu iki eserde müstakil olarak incelenmiş bulunmaktadır.

Zeynü'd-Dîn el-Irâkî'nin oğlu Ebû Zür'a el-Irakî (v.826/1422) el-Beyân ve't-Tavdîh limen Uhrice lehû fi's-Sahîh ve Müsse bi Darbin mine't-Tecrîh adını verdiği kitapta, Buhârî ve Müslim'de yer alan ve müfesser ya da kâdih olmayan cerhe maruz kalmış 560 râvîyi ele almış, -kendi ifadesiyle- önce cerhedenlerin, arkasından ta'dîl edenlerin sözlerini zikrederek doğruyu ortaya koymak istemiştir. Yaptığımız sayıma göre, Buhârî'ye ait toplam 353 râvî ismi mevcuttur ki, bunun 227'si aynı zamanda Müslim ve K. Sitte'ye dâhil olan diğer sünenlerde de bulunmaktadır.

Ebû Zür'a ile çağdaş olan İbn Hacer (v.852/1448)'in Hedyü's-Sârî Mukaddimetü Fethi'l-Bârî'si, şüphesiz bu konuda en muhtevâlı eser olma konumunu muhâfaza etmektedir. Bu mukaddimenin 9. Fasl'ını tamâmen Buhârî'nin cerh edilmiş râvîlerine, cerh sebeplerine ve reddiyelere ayırmıştır. İbn Hacer, asıllarda kendilerinden hadis alınan ve muttasıl senedler içinde zikredilenler ile, ta'lîk, istişhâd ve senedleri çoğaltma (teksîr-i turuk) için hadis alınanları ayrı gruplara ayırmıştır. Yine kendi sayımımıza göre ilk grupda 393, ikincisinde 75 râvî bulunmaktadır. Böylece aleyhlerinde sözedilmiş râvî sayısı 468'e ulaşmaktadır. Bunlar içinde îtikâdı sebebiyle ta'n edilenlerle, kabul edilemeyecek (merdûd) şekilde tad'îf edilenler, İbn Hacer tarafından (bazı ilâvelerle birlikte) ayrıca iki grupta toplanmıştır. İlkinde 68, ikincisinde ise 222 kişinin isimleri sayılmıştır. Dolayısıyle muteber sayılamayacak cerh ile kusurlu bulunan râvî sayısı 290'dır.

a) İtikâdı Sebebiyle Tenkîde Uğrayanlar

Hz. Peygamberin vefâtını tâkîbeden ilk iki asrın birtakım siyâsî/îtikâdî fitneler sebebiyle İslam âlimleri üzerinde menfî tesirler bıraktığı inkâr edilemez bir gerçektir. Hele Abbâsî hilâfeti devrinde Emevîler lehine söz sarfetmenin yasaklanması, objektif olmaktan uzak bazı menfî değerlendirmelerin cerh kitaplarına girmesi ve fevrî suçlamalarla râvîlere yüklenilmesi sonucunu doğurmuştur. Buna bir de muâsır ulemânın (mezhep/îtikad vs. farklılıkları sebebiyle) aralarındaki çekişmeler eklenince, münekkitlerin her tabakasını kendi arasında müteşeddit ve mutavassıt şeklinde ikiye ayırma zarûreti doğmuştur. O kadar ki, İmam Şafiî bile îtikâdî gerekçelerle tenkit edilmekten kendini kurtaramamış, Ehl-i Beyt'i öven şiirleri yüzünden Ahmed b. Abdillah el-Iclî (v.261/874) tarafından şîîlikle, koyu Hanefî olan Yahya b. Maîn (v.233/847) ve Ebû Ubeyd Kâsım b. Sellâm (v.224/838) tarafından da sika olmamakla ithâm edilmiştir.

En çok dikkatimizi çeken husus râvîlerin bid'atler nedeniyle cerh edilmesi olduğundan, diğer sebepler bir tarafa, biz Sahîh-i Buhârî'deki bu tür tenkîde uğramış râvîlerin isimlerini özellikle kaydetmek istiyoruz. Zehebî'nin ismi geçen iki eseri, İbn Hacer'in Hedy'de (s.483-484) bu konuya ayırdığı bölüm ve Süyûtî'nin Tedrîb'de (1/278-280) bid'atiyle ayıplanan (Ñãì ÈÈÏÚÊå) râvîleri zikrettiği kısımdan faydalanmak sûretiyle (tekrarları çıkararak) bu râvîleri ölüm tarihleriyle birlikte tesbit ettik:

1. Şîîlikle itham edilenler: Saîd b. Fîrûz Ebü'l-Bahterî (v.83/702), Adiyy b. Sâbit (v.116/734 Râfızî), Abdullah b. îsâ b. Abdi'r-Rahmân b. Ebî Leylâ (v.135/752), Avf b. Ebî Cemîle el-A'râbî (v.146/763 Râfızî ve Kaderî olduğu da söylenmiştir), Futr b. Halîfe el-Hayyât (v.153/770), İsmâil b. Zekeriyyâ el-Hulkânî (v.173/789), Abbâd b. el-Avvâm (v.186/802), Cerîr b. Abdi'l-Hamîd (v.188/803), Muhammed b. Fudayl b. Ğazvân (v.195/826), Ubeydullah b. Mûsâ el-Absî (v.210/825), Abdü'r-Rezzâk b. Hemmâm (v.211/826), Hâlid b. Mahled el-Katavânî (v.213/828), İsmâil b. Ebân (v.216/831), el-Fudayl b. Dükeyn (v.219/834), Mâlik b. İsmâil Ebû Ğassân (v.219/834), Saîd b. Kesîr b. Ufeyr el-Mısrî (v.226/840), Abbâd b. Ya'kûb er-Ravâcinî (v.250/864 Râfızî), Muhammed b. Cühâde el-Kûfî, Saîd b. Muhammed el-Cermî, Abdü'l-Melik b. A'yün, Saîd b. Amr b. Eşva'.

2. Kaderîlikle itham edilenler: Muhammed b. Sevâ' el-Basrî (v.87/705), Vehb b. Münebbih (v.114/732), Katâde b. Diâme (v.117/735), Hassân b. Atıyye eş-Şâmî (v.120/737), Umeyr b. Hânî (v.127/744), Atâ' b. Ebî Meymûne (v.131/748), Sâlim b. Aclân (v.132/749 Mürciî de denilmiştir), Abdullah b. Ebî Nüceyh (v.132/749), Sevr b. Zeyd el-Medenî (v.135/752), Abdullah b. Ebî Lebîd el-Medenî (v.137/754), Sâlih b. Keysân (v.140/758), Hâlid b. Mihrân el-Hazzâ' (v.141/758), Şibl b. Abbâd (v.148/765), Kehmes b. el-Minhâl (v.149/766), Sevr b. Yezîd el-Hımsî (v.150/767), el-Velîd b. Kesîr el-Mahzûmî (v.151/768 İbâzî ve Harûrî olduğu da söylenmiştir), Hişâm ed-Destivâî (v.153/770), Seyf b. Süleymân el-Mekkî (v.155/771), Saîd b. Ebî Arûbe (v.156/772), Abdü'l-Vâris b. Saîd et-Tennûrî (v.180/796), Yahyâ b. Hamza el-Hadramî (v.183/799), Abdü'l-A'lâ b. Abdi'l-A'lâ eş-Şâmî (v.189/804), Sellâm b. Miskîn (v.197/812), Abdullah b. Amr Ebû Ma'mer (v.224/838), Şerîk b. Abdillah b. Ebî Nemir, el-Hasen b. Zekvân el-Basrî, Zekeriyyâ b. İshâk, İmrân b. Müslim el-Kusayr, Hârûn b. Mûsâ el-A'ver en-Nahvî.

3. Mürciîlikle itham edilenler: Amr b. Mürra el-Hanefî (v.110/728), Sâlim el-Eftas (v.132/749), Ömer b. Zerr el-Hemdânî (v.156/772), İbrâhim b. Tahmân (v.168/784), Muhammed b. Hâzim Ebû Muâviye ed-Darîr (v.195/810), Abdü'l-Hamîd b. Abdi'r-Rahmân Ebû Yahyâ el-Hammânî (v.202/817), Şebâbe b. Süvâr el-Medenî (v.206/821), Ebân b. Yezîd el-Attâr, Verkâ' b. Ömer el-Yeşkürî el-Kûfî, Eyyûb b. Âiz el-Bahterî, Zerr b. Abdillah el-Mürhibî, Osmân b. Ğıyâs er-Râsibî el-Basrî.

4. Nâsıbîlikle itham edilenler: Kays b. Ebî Hâzim (v.84/703 muhadramlardan), İshâk b. Süveyd b. Hübeyra el-Adevî (v.131/748), Hureyz b. Osmân (v.163/779), Abdullah b. Sâlim el-Eş'arî (v.179/795), Behz b. Esed(v.198/813), Husayn b. Nümeyr el-Vâsıtî.

5. Cehmîlikle itham edilenler: Bişr b. es-Sirrî (v.195/810), Yahyâ b. Sâlih el-Hımsî el-Vuhâzî (v.222/836), Ali b. el-Ca'd el-Cevherî (v.230/844).

6. Hâricîlikle itham edilenler: İkrime Mevlâ İbn Abbâs (v.105/747 İbâziyye, Harûrîyye, Sufriyye ya da Necdiyye kolundan olduğuna dâir dört ayrı şey söylenmiştir), Davûd b. el-Husayn (v.135/752 Kaderî olduğu da söylenmiştir).

Bunlardan başka; Ahmed b. Sâlih et-Taberî (v.248/862) felsefeyle uğraşğı için, Hişâm b. Hassân el-Ezdî el-Firdevsî (v.147/764) Haşebî ya da Hıtenî olduğu için, Ali b. Ebî Hâşim Kur'an'ın mahlûk olup olmadığında vakf ettiği için, İmrân b. Hıttân (v.84/703) ise başta bulunan imamlara karşı ayaklanmayı savunup buna girişmeyen (Hâricîlerin kolu) Ka'diyye'den olduğu için cerh edilmişlerdir.

Verilen ölüm tarihlerine gözatıldığında, bu râvîlerin birtakım ehl-i bid'at fırkalarının ortaya çıktığı dönemlerde yaşadıkları müşâhade edilecektir. İlk hadis musanniflerinden İmam Mâlik'in (v.179/795), kendisinden hadis alınmayan dört kısım râvîyi sayarken bunlara bid'at sâhibi olanları da dâhil etmesi, cerh unsurları arasına ehl-i bid'atten olma keyfiyyetinin ne zaman girdiği hakkında bizi az çok bilgi sahibi etmektedir. Hadisleri şahsî hevâ ve hevesten koruma amacına yönelik böyle bir gayret içine giren hadisçilerin büyük çoğunluğunun bu konuda vardıkları ortak hüküm; -küfre sokan bir bid'at içinde olduğu ittifakla kabul edilmiş olması hâriç- râvînin, yalandan sakındığı, şahsiyeti zedeleyici vasıflardan uzak durduğu ve ibâdetlerine düşkün olduğu bilinmekte ise, kendi mezhebine başkalarını davet etmedikçe rivâyeti kabul olunacağı şeklindedir. Bazıları ise bu vasıfta bir râvînin, mezhebini güzel gösteren ve güçlendiren rivâyetlerinin kabul edilemeyeceğini savunmuşlardır. Bu bir yana; böyle bir şahsın rivâyeti başka tarîklerle desteklenmişse, veyahut şahıs bu bid'atinden tevbe edip dönşse zaten mesele kalmayacaktır. Hadis imamlarından bir kısmı, kâfir olmayan bid'atçının rivâyetlerinin makbul olması için ileri sürülen bütün şart ve sınırlandırmaları gereksiz bularak, sâdece üzerinde ittifak edilen adâletle ilgili şartları taşımalarını yeterli görşler, islam sınırları içerisinde kaldığı sürece o râvîden hadis almışlardır. Buhârî, Müslim ve diğer bazı muhaddisler bu görüştedir.

b) Muhammed Sâdık Necmi'nin Görüşleri

Buhârî hadislerini, özellikle râvîleri bakımından tenkîde tâbî tutan günümüz Şîî müelliflerinden biri M. Sâdık Necmi'dir. Seyrî Der Sahîhayn isimli Farsça eserinde (Kum/1359), Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde 300'den fazla itimâda şâyân olmayan râvînin yeraldığını öne süren yazar, bunların özellikle îtikâdî açıdan sağlam olmadıklarını; aralarında yalancı ve Hz. Ali'ye düşmanlık besleyen kimseler bulunduğunu söylemektedir. Sâdık Necmi'ye göre her iki muhaddis de, Hz. Ali'nin velâyet ve fazîletlerine dâir hadislere taasuplarından dolayı yer vermemişler, ne onun İlim Şehrinin kapısı olduğunu bildiren hadisten ne de Gadîrhum olayından bahsetmişlerdir. Buhârî güvenilir olmayan birçok râvîden hadis almışken; Hz. Hasan, Ca'fer Sâdık, İmam Mûsâ, Ali b. Mûsâ er-Rızâ ve (muâsırı olan) Hasan el-Askerî gibi Ehl-iş Beyt İmamlarından bir tek hadis bile rivâyet etmemiştir.

Hasan Murtazâ el-Kazvînî tarafından Teemmülât fi's-Sahîhayn adıyla Arapça'ya çevrilen eserde (Beyrut/1408), 34 konuda toplam 50 Sahîhayn hadisi tenkit edilmiştir. Bu tenkitler, Şîa'nın inanç esaslarından olan Tevhîd, Nübüvvet ve Hilâfet temel alınarak yapılmıştır. Müellife göre Buhârî, hadisleri taktî' ve mânen rivâyet usûlünü, tâbî olduğu siyâsî otoritenin tesiriyle ve düşmanı olduğu! Hz. Ali'nin fazîletlerini anlatan bir kısım rivâyetleri devre dışı bırakmak gâyesiyle icad etmiştir. Muâviye'nin para karşılığında Hz. Ali aleyhine hadis uydurttuğu Ebû Hureyre, Amr b. Âs, Muğîre b. Şu'be ve tâbiûndan Urve b. Zübeyr'den el-Câmiu's-Sahîh'e pekçok hadis alındığına işâret eden Sâdık Necmi, yaptığı tenkitlerde Ebû Rayye'den büyük ölçüde faydalanmıştır.

4. İttisâl-Inkıtâ' Açısından Senedlere Yöneltilen Tenkitler

Konumuzun başında, senedle ilgili tenkitleri iki açıdan inceleyeceğimizi belirtmiştik. Buhârî'nin ricâl bakımından eleştiri alan yönlerini bu şekilde izah ettikten sonra, ittisâl ve inkıtâ' bakımından tenkîde uğrayan senedlerini gündeme getirmek istiyoruz.

a) Dârekutnî'nin Tenkitleri

Sahîhayn'ın senedlerini tenkit eden ilk eser, Ebü'l-Hasen Ali b. Ömer ed-Dârekutnî (v.385/995) tarafından kaleme alınmıştır ve bugün el-İlzâmât ve't-Tetebbu' adıyla elimizde bulunmaktadır. Aslında iki kitaptan müteşekkil olan bu eserin ilk kısmı, yani el-İlzâmât; Buhârî ve Müslim'in, şartlarına uygun olduğu için bazı hadislerini aldıkları bir sika râvînin, tahrîc etmeleri gerekirken etmedikleri diğer rivâyetlerini göstermeyi hedef edinmiştir. Ya da tersine, bu iki eserde yer alan bir metnin, onların koydukları şartları hâiz olduğu halde kendilerinden hadis almadıkları sika râvîlerden oluşan diğer sahih tarîklerini göstermek için yazılmıştır. Halbuki Buhârî'nin (Müslim gibi), Sahîh'ini gereksiz yere uzatmamak için birçok sahih rivâyeti terkettiği bizzat kendisinden mervîdir. Bu nedenle, istidrâk mâhiyetini taşıyan ve toplam 70 hadisi ihtivâ eden bu hacmi küçük eser, Buhârî'ye (ya da Müslim'e) yöneltilmiş tenkitler grubundan sayılamaz. Bilakis Sahîhayn'daki rivâyetleri farklı varyantlarla desteklediği için, eksikleri tamamlayıcı bir vasıf taşır.

Eserin ikinci kısmını oluşturan et-Tetebbu' ise Sahîhayn'daki bazı hadislerin illetlerini göstermeyi hedef edinmiştir. Bu illetler, hem muallak hadislerde hem de müsned olan, yani kitabın asıl mevzûunu teşkîl eden hadislerde aranmıştır. Eserde toplam 218 hadis yer alır. İbn Hâdî el-Vâdiî'nin tahkik ve notlarından da faydalanarak baştan sona yaptığımız tetkîk netîcesi şöyledir; en sonuncu hadis Sahîhayn'da değil de Ebû Dâvud'un Sünen'inde bulunduğu için geri kalan 217 hadisin, 75'i sadece Buhârî'de, 108'i sadece Müslim'de bulunmaktadır. Aralarında ortak olan hadis sayısı ise 34'dür. Buhârî'ye ait olanlardan 4'ü (no.139,140,142,176) ilzâm mâhiyetindedir, 1'i (no.162) tekrardır, 1'inde ise (no.201) herhangi bir tenkit sözkonusu değildir. Ortak olanlardan ise 2'si (no.165,183) tekrardır, 1'inde (no.152) tenkit yoktur. Böylece kalanları topladığımızda Buhârî'ye yöneltilmiş 100 tenkitle karşılaşmaktayız. İbn Hacer'in ağzından klasik halde sık sık aktarılan; Buhârî'de, 32'sine Müslim'in de ortak olduğu toplam 110 adet tenkîde uğramış hadis bulunduğu ifâdesi, Dârekutnî'nin et-Tetebbu'daki tüm tenkitlerini içine almadığı gibi, bunların hepsi de onun tarafından tenkit edilmiş değildir. Hedyü's-Sârî'nin 8. Fasl'ını Dârekutnî ve diğer münekkitlerin tenkitlerine ayıran İbn Hacer, her birine yeterli cevâbı vermeye çalışştır. Bu bölümde bulunan (s.366-402) 110 tenkîdin tamâmını incelediğimizde şu netîceye varmaktayız; 3, 4, 32, ve 43 no'lu tenkitler Dârekutnî'nin adı geçen eseri hâricinde başka bir yerden alınmıştır. 6, 11, 20, 38, 51, 52, 75, 81, 106, 107 ve 108 no'lu tenkitler Ebû Mes'ûd İbrâhim b. Muhammed ed-Dımeşkî (v.401/1010)'nin el-Etrâf ale's-Sahîhayn adlı eserinde zikrettiklerine aittir ve bunlar Ebû Ali el-Hüseyn b. Muhammed el-Ğassânî el-Ceyyânî (v.498/1104)'nin et-Tenbîh ale'l-Evhâmi'l-Vâkıa fi's-Sahîhayn min Kıbeli'r-Ruvât'ından naklen alınmıştır. Yine ed-Dımeşkî'nin 54 no'da bulunan tenkîdi ise bu eserin hâricinde başka yerden alınmıştır. 65 ve 109 no'lu tenkitler Ebû Ali el-Ceyyânî'ye aittir ve kendi eserinden alınmıştır. 85 no'lu tenkit Abdü'l-Ğanî b. Saîd'in tenkîdidir ve o da et-Tenbîh'inden alınmıştır. 73 no'lu tenkit Hatîb el-Bağdâdî, İbn Abdi'l-Berr ve Kadı Iyâz tarından Buhârî'ye yöneltilmiştir. 93 no'da el-İsmâilî'nin tenkîdi yer almaktadır. 110 no'lu tenkit ise İbn Hazm, Kadı Iyâz ve Tâhir el-Makdisî tarafından yapılmıştır. Böylece Dârekutnî'nin et-Tetebbu' adlı eserinde bulunan tenkitlerinden Hedyü's-Sârî'ye alınan hadis sayısı 88 olmaktadır.

Dârekutnî, özellikle vasl ve irsâl yönünden senedlere eleştiriler yönelttiği mezkur eserinde, sadece bir hadisi metin tenkîdine tâbî tutmuştur. Yani tenkitlerin hemen hepsi hadisle ilgili bazı teknik konulardadır ve hiçbiri metnin reddedilmesi sonucunu doğurmamıştır. Hatta Dârekutnî'nin, bazı senedleri kritettikten sonra Sahîh'de bulunan hadisi tasvîb ettiği de olmuştur. Çoğu yerde onun maksadı Sahîh'de bulunan bir metne, Buhârî'nin elde ettiğinden daha sağlam bir senedle vâsıl olmaktır. Meselâ yukarıda geçtiği üzere Ka'diyye'den olduğu için bid'atçi sayılarak cerh edilen İmrân b. Hıttân'ın, İbn Ömer vâsıtasıyla Hz. Ömer'den rivâyet ettiği ÅäãÇ íáÈÓ ÇáÍÑíÑó İí ÇáÏäíÇ ãóäú áÇ ÎóáÇóŞó áå İí ÇáÂÎÑÉ hadisini ele alan Dârekutnî, İmrân'ın kötü îtikâdı ve habîs re'yi sebebiyle metrûk biri olduğunu, halbuki bu hadisin İbn Ömer'den, başka vecihlerle de nakledildiğini öne sürmektedir. İşte bu aynı zamanda, musannifin elinde nâzil isnadla bulunan bir hadisin, senedinde zayıf râvî bulunsa da âlî isnadla rivâyet edilmiş olanını tahrîc etmeyi tercîh ettiğini gösteren bir örnektir. Müslim bu durumu açıkça belirtmiş, sikalar kanalıyla geldiği halde nâzil olan bir hadisi, ÃÕáõ ÇáÍÏíËö ãÚÑæİñ ãä ÑæÇíÉö ÇáËøöŞÇÊ diyerek zayıf râvîler kanalıyla gelen âlî tarîkiyle aldığını ifâde etmiştir.

Müslim'in Sahîh'ine yazdığı şerhde, Dârekutnî'nin Sahîhayn içindeki (başka yerde vasledilmemiş) muallak hadislere tenkit yöneltmediğini söyleyen İbn Salâh (v.643/1245)'ın aksine İbn Hacer şöyle demektedir: "Dârekutnî'nin tenkitlerinin bazısına cevap verilememiştir. Bunlar sadece, el-Câmiu's-Sahîh'de bir başka vecihten muttasıl olarak nakledilmemiş muallak hadislerdir.". el-İlzâmât'ı başından sonuna taradığımızda, Müslim'e herhangi bir muallak hadîsi sebebiyle tenkit yöneltilmediğini görmekteyiz. İbn Salâh'ın sözleri bu açıdan doğrudur. Ancak Buhârî'nin Sahîh'i için durum farklıdır. Görebildiğimiz kadarıyla 2, 16, 94, 97, 106, 123, 129, 150, 171, 174, 179 ve 197 no'lu tenkitlerde Dârekutnî; isnâdının başında æŞÇá... denilerek ta'lîk yapılan hadislere de değinmektedir. Bu muallak hadislerin çoğu bir müsned hadisten sonra, birkaçı ise bab başğı (terceme) içinde zikredilmiştir. İbn Hacer, yukarıda aktardığımız sözlerinden sonra, ta'lîklerin dışında kalan müsned hadisler arasında herkes tarafından tenkit edilenlerin toplam sayısını 110 olarak vermiştir.

Tenkitlere verdiği cevaplardan oluşan bölümün sonunda İbn Hacer: "Senedlerdeki illetleri çok iyi bilen tenkitçi huffâzın eleştiriye tâbi tuttukları (ÊÚŞøÈ) bu hadislerdeki illetlerin hepsi de kâdih değildir. Bilakis çoğunun çözümü bellidir ve zayıflatıcı unsur bertarâf edilmiştir. Geri kalan bir kısmında ise verilecek cevap isâbetli olabileceği gibi, yanlış da olabilir. Nihâyet çok az bir bölümüne ise cevap verebilmek güçtür, zorlama olur." demektedir. Teassüf olacağını söylediği tenkîde örnek olarak, Ka'b b. Mâlik'den nakledilen bir hadisi verebiliriz. Rivâyete göre, Ka'bn ÓóáúÚ dağındaki sürüsünü güden câriyesi, sürü içinde hastalanıp ölecek hâle gelen bir koyunu keskin bir taş parçasıyla boğazlar. Durumu öğrenen Ka'b, Hz. Peygamber (s.a.v)'e sormadan etinin yenilmesini istemez. Nihâyet yenilebileceğine dâir Hz. Peygamberden emir gelir. İşte bu hadisi rivâyet edenlerden Nâfi' ve ondan hadisi alan diğer râvîler üzerinde bir çok ihtilaf bulunmaktadır. Senedindeki muzdariblik sebebiyle hadisi tenkîd eden Dârekutnî'nin sözlerini aktaran İbn Hacer tek cümleyle şöyle der: æ ÚáøÊõå ÙÇåÑÉñ æÇáÌæÇÈõ Úäå İíå Êßáøõİñ æÊÚÓøõİ .

Netîce olarak Dârekutnî'nin et-Tetebbu'da ele aldığı hadislerin küçük bir kısmı hâriç illet-i kâdiha ile ma'lûl olmadıkları, hemen hepsinin de sahihliğin en yüksek derecesinde olmayan sahih hadislerden meydana geldikleri anlaşılmaktadır. Bunu daha detaylı şekilde kavrayabilmek için, İbn Hacer'in tafsîlatlı biçimde altı kısma ayırarak tasnîf ettiği cevaplarını iyice anlamak gerekir. Zira bunlar birtakım hadis usûlü konularını da içerdiği için ayrıca önem arzederler. Senedle ilgili tenkitlerin omurgasını oluşturan bu izahlar, Tahir el-Cezâirî'nin kaleminden, çalışmamızın sonundaki EK-1'de verilmiştir.

b) İbn Hazm'ın Tenkitleri

Dârekutnî'den sonra da el-Câmiu's-Sahîh'in senedlerine bazı eleştirilerin yöneltildiğini görmekteyiz. Endelüs ulemâsından İbn Hazm (v.456/1063), râvîlerin cerh ve ta'dîli husûsunda Buhârî'nin hükmüne itimat etmiş ve ondan aldığı birçok hadisin senedi hakkında övücü sözler sarfetmiş bir âlim olmakla birlikte, özellikle el-Muhallâ adlı eserinde, (senedlerinde görğü kusurlar sebebiyle) birtakım Buhârî hadislerini kıyasıya tenkit etmiştir. Biz, bunlar içinde muhaddislerin en çok dikkatini çekmiş iki hadisi ileride ele almak istiyoruz. Zira İbn Hazm'ın, daha çok metnindeki kusurlar sebebiyle tenkit ettiği İsrâ hâdisesini anlatan hadis, ileride gelecek Metinle İlgili Tenkitler bölümüne; isnâdında zâhirî kopukluk (muallak) bulunduğu için munkatı' sayarak kabul etmediği ve çalgı âletlerinin haramlığına dâir diğer hadis ise Ta'lîkâtla İlgili Tenkitler'den bahsedeceğimiz bölüme daha uygun düşmektedir. Ancak İbn Hazm'ın adı geçen eserindeki konumuzla alâkalı diğer bazı tenkitlerini, kısa izahlarla şöylece sıralayabiliriz:

1. Kitâbü'l-Eşribe (Bab.15, VI/248)'de bulunan "Allah haram kıldığı şeylerde sizin için şifâ yaratmamıştır." hadisini, râvîsi Süleyman b. Ebî Süleyman eş-Şeybânî'yi meçhul olarak nitelendirdiği için bâtıl sayar.

2. Yine Kitâbü'l-Eşribe (Bab.14,20, VI/247,249)'de rivâyet edilen (Hz. Peygamber'in, bostanında bulunduğu ensardan bir zattan su isteyişini anlatan) Câbir hadisini, râvîlerden Füleyh b. Süleyman'ın zayıf oluşu sebebiyle reddeder.

3. Kitâbü'l-Hudûd (Bab.4, VIII/14)'da içki içene verilen had cezasına dâir Hz. Ali'den nakledilen hadisi birçok yönden illetli bulur. Zira en baştaki râvî Umeyr b. Saîd en-Nehaî'nin ismi ve künyesi hakkında farklı okuyuşlar bulunmaktadır. Bu şahıs hakkındaki ihtilaf sebebiyle, hadisin senedini muzdarib bulmaktadır.

4. Kitâbü'l-Edeb (Bab.60, VII/89)'de (ßáøõ ÃãÊì ãõÚóÇİóì ÅáÇøó ÇáãõÌóÇåöÑõæä) hadisini amcası Zührî'den rivâyet eden Muhammed b. Abdillah'ı cerhetmiş ve zayıf olarak nitelemiştir.

5. Kitâbü'l-Hayz (Bab.13,14, I/81)'da, hayızdan temizlenen bir kadının kokulu pamukla silinmesi gerektiğine dâir Hz. Âişe'den gelen hadisin üçüncü râvîsi Mansûr b. Safiyye'nin zayıflığına işâret ederek, hadislerinin delil olarak kullanılamayacağını söylemiştir..

Bunlardan başka İbn Hazm; Amr b. Ebî Amr (v.150/767), Leys b. Sa'd'ın kâtibi Abdullah b. Sâlih (v.225/839), Ebû Bekr el-A'şâ (v.202/817), Muhammed b. Abdi'r-Rahmân b. Sevbân, Talk b. Ğannâm (v.211/826), Züheyr b. Muhammed et-Temîmî (v.162/778) ve Abdullah b. Alâ' b. Zebr'i (v.164/780) zayıf addetmekte, Attâb b. Beşîr el-Cezerî (v.188/803) ile Muhammed b. Yahyâ el-Kinânî'yi ise (adâlet ve zabt yönünden) mechûl oldukları iddiâsıyla cerh etmektedir. Onun ve onun gibi diğer pek çok otoritenin râvîleri hedef alan tenkitleri İbn Hacer tarafından Hedyü's-Sârî'nin 9. faslında tek tek ele alınmıştır. Bu noktada bizi daha çok ilgilendiren, muayyen hadislere yöneltilmiş tenkitlerdir.

) Hatîb el-Bağdâdî'nin Tenkîdi

Zâhirî âlim İbn Hazm ile aynı devirde yaşamış olan Hatîb el-Bağdâdî (v.463/1070), el-Câmiu's-Sahîh'in üç yerinde zikri geçen bir hadis sebebiyle Buhârî'yi tenkit etmektedir. Mesrûk b. el-Ecda' b. Mâlik (v.62/681)'in Hz. Âişe'nin annesi Ümmü Rûmân'dan tahdîs ettiği sözkonusu rivâyette, ifk hâdisesinin bir bölümü anlatılmaktadır. Hadisin temâs ettiği mühim nokta; kendisine iftirâ atanların anlattığı uydurma haberin, babası Hz. Ebûbekir ve kocası Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından da duyulduğunu öğrenir öğrenmez Hz. Âişe'nin, annesinin yanında bayılarak yere düşmesidir. Râvî Mesrûk'un nakil sırasında kullandığı edâ sîgası bir yerde ÓóÃóáúÊõ Ããøó ÑõæãóÇäó , diğerinde Úóäú Ããøö ÑæãÇä, birinde ise ÍÏøóËóÊúäöì Ãã ÑæãÇä şeklindedir.

Hatîb şöyle demektedir: "Buhârî, Mesrûk kanalıyla Âişe'nin annesi Ümmü Rûmân'dan ifk hadîsinin bir kısmını naklediyor. Bu bir vehimden ibârettir. Mesrûk ondan hadis duymamıştır. Zira Ümmü Rûmân, Hz. Peygamber hayatta iken vefât etmiştir. O sırada Mesrûk altı yaşındaydı. İşin bu tarafı Buhârî'ye kapalı kalmıştır. Zannedersem Müslim bunun farkına varmış ve hadisin naklinden vazgeçmiştir.". Bu tenkit karşısında İbn Hacer'in itirazları için sadece kendi şerhinde geçen yeri vermekle yetineceğiz. Çünkü ondan evvel bizzat Buhârî, bu tarîke itimat edip eserine koyuşunun gerekçesini, bir başka eseri olan et-Târîhu's-Sağîr'de dile getirmiştir. "Ebû Bekr (r.a.)'in hilâfeti sırasında ya da onyakın dönemde vefât edenler" nâmıyla açtığı bâbda bu konuya yer vererek her üç senedi de zikretmiştir. Arkasından şöyle demektedir: "Ali b. Zeyd'in Kâsım'dan rivâyet ettiğine göre, Ümmü Rûmân Nebî (s.a.v.) zamanında vefât etmiştir. Ancak bu şüphelidir (æİíå äÙÑ). Mesrûk'un hadisi müsneddir (æÍÏíË ãÓÑæŞ ÃÓúäóÏõ).". Dolayısıyle Buhârî, muhtemel itirazları tahmin etmekle beraber, kendi kanaatince senedini muttasıl görğü bu hadisi Sahîh'ine almaktan çekinmemiştir.

Buhârî şârihi Kirmânî (v.786/1384), eserinin iki yerinde Ümmü Rûmân hakkında kısaca bilgi vermiş, hadisin Kitâbü'l-Enbiyâ'da (ÓÃáÊõ lafzıyla) geçtiği yerde şöyle demiştir: "Vâkıdî (v.207/822)'nin bildirdiğine göre Ümmü Rûmân hicretin altıncı senesinde vefat etmiş, Rasûlullah (s.a.v.) defin için kabrine inmiştir. Kelâbâzî (v.398/1007), eğer Vâkıdî'nin söylediği doğruysa Mesrûk Ümmü Rûmân'dan hadis işitmemiştir, demektedir. Hattâbî (v.388/998) ise, doğru olan ÓõÆöáóÊú şeklinde okumaktır; ancak bazıları bunu ÓõÃöáóÊú şeklinde elif ile yazarlar, diyor. Kanaatimce bu düzeltmenin bir faydası yoktur. Zira ifk hadisinin Kitâbü'l-Meğâzî'de geçtiği yerde Mesrûk, ÍÏøóËóÊúäöì Ãã ÑæãÇä lafzını kullanmıştır.".

Abdü'r-Rahîm el-Abbâsî (v.963/1555), el-Câmiu's-Sahîh'e yazdığı Feydu'l-Bârî adlı şerhinde, Kirmânî'nin yukarıda aktardığımız cümlelerini aynen almış, ancak son tarafta Hattâbî'nin sözleri olarak gösterilen cümleleri Hatîb'e atfederek zikretmiştir. Daha sonra şöyle devam ediyor: "Humeydî (v.488/1095), el-Cem'u Beyne's-Sahîhayn adlı kitabında: Karşılaşğımız Bağdatlı hadis hâfızlarından bazıları bu hadisin apaçık mürsel olduğunu söylüyorlardı, demektedir. Bunun sebebi; hadisi Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatta iken ölen Ümmü Rûmân'dan rivâyet eden Mesrûk b. el-Ecda'ın, kesin olarak (ÈáÇ ÎáÇİ) Rasûlullah'ı görmemiş olmasıdır.".

Ümmü Rûmân'ın asıl isminin (bir görüşe göre) Zeyneb binti Abdi Dihmân el-Kinâniyye olduğunu, ancak ittifakla onun Mâlik b. Kinâne oğullarına mensup bulunduğunu söyleyen İbn Keykeldî de (v.761/1359), mezkur sebeplerden dolayı hadisi mürsel kabul etmektedir.

Süyûtî et-Tevşîh'de, bu konuda Hatîb'e tâbî olanların aksine, (İbn Hacer'in de dediği gibi) zayıf biri olan Vâkıdî'nin sahih senedlerle gelmemiş sözlerine uyulmayacağını söylemektedir. Yukarıda et-Târîhu's-Sağîr'deki sözlerini aktardığımız Buhârî'nin, bu meseleye et-Târîhu'l-Evsat'ta da aynı tarzda işaret ettiğini belirten Süyûtî, sözlerine şöyle devam ediyor: "el-Harbî, Mesrûk'un onbeş yaşında iken Ümmü Rûmân'dan hadis dinlediğini kesin olarak ifâde etmiştir. Zira Sahîh'de zikri geçen tahyîr âyetiile ilgili hadisde Hz. Peygamber (s.a.v.), hanımlarını boşanıp boşanmama husûsunda muhayyer kılmaya önce Hz. Âişe'den başlamış ve ona: (İáÇ Úáíßö Ãäú ÊóÓúÊóÚúÌöáöì ÍÊøóì ÊóÓúÊóÃúãöÑöì ÃóÈóæóíúßö) Cevap vermek için acele etmen gerekmez, ana-babana danış, demişti. Aynı hadisi Müsned'e alan Ahmed b. Hanbel, tahyîr âyeti'nin hicretin dokuzuncu yılında indiği ilâvesini kaydetmiştir. Bu ise Hz. Âişe'nin annesi Ümmü Rûmân'ın, Vâkıdî ve onunla aynı görüşte olanların zikrettiğinden daha geç bir târihte vefât ettiğine işâret eder.". Süyûtî'nin, bir başka hadisin delâletiyle vardığı bu hüküm, çok isâbetli gözükmekte; aynı zamanda kendisinin, temel kaynaklara nüfuzdaki mahâretini ortaya koymaktadır. Hatîb el-Bağdâdî'nin tenkîdi sadedinde yukarıda verilen cümlelerden, Ümmü Rûmân vefât ettiği vakit Mesrûk'un altı yaşında olduğu anlaşılmaktadır. Usûl kitaplarında, hadis tahammülü için, rivâyet etmede aranan vasıfların şart olmadığı yazılıdır. Yani küçük bir çocuk, duymuş olduğu hadisi bülûğa erdikten sonra rivâyet edebilir. Eğer Mesrûk, Ümmü Rûmân ile (çocukken) karşılaşşsa mesele kalmaz.

d) Velî Hadîsi

el-Câmiu's-Sahîh'e yöneltilen senedle ilgili tenkitler arasında, önemli görğümüz bir hadis daha vardır. Kitâbü'r-Rikâk'da, Muhammed b. Osman b. Kerâmeð Hâlid b. Mahledð Süleyman b. Bilâlð Şerîk b. Abdillah b. Ebî Nemirð Atâ'ð Ebû Hureyre kanalıyla zikredilen bu hadisde Peygamber (s.a.v.): " (Åä Çááå ŞÇá: ãä ÚóÇÏóì áöì æáíøğÇ İŞÏ ÂĞóäúÊõå ÈÇáÍÑÈ ...) Allah Teâlâ diyor ki; Kim benim velî kuluma düşmanlık ederse, ona harb ilân ederim. Kulum bana, üzerine farz kıldığımdan daha sevimli olan hiç bir şeyle yaklaşmamıştır. Kulum nâfilelerle de bana kurbiyyete devam eder. Nihâyet ben onu severim. Sevdim mi, artık onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey istese verir, bana sığınsa onu korurum..." buyurmaktadır.

Mısırlı âlim Muhammed Gazzâlî, tenkit ettiği Sahîhayn hadisleri içine bu rivâyeti de almış, M. Abduh (v.1905) ve M. Reşid Rızâ (v.1935)'ya âit meşhur tefsir el-Menâr'ı referans vermiştir. Aslında, senedindeki râvîsi sebebiyle çok önce tenkîde uğramış bir hadis olsa da, asrımız İslam âlimlerinin konumuzla ilgili tenkitlerine örnek teşkil etmesi sebebiyle, meseleyi onların dilinden aktarmayı uygun görüyoruz. { ÃáÇó Åäøó ÃæáíÇÁó Çááåö áÇ Îæİñ Úáíåã æáÇ åã íóÍúÒóäõæä } âyetinin tefsîri sırasında Reşid Rıza şöyle diyor: "Velîlere dâir sahih hadisler içerisinde, sûfîlerin sözlerinden Allahn kelâmına en yakını olarak mezkur hadisden başkasını görmedik. Buhârî bu hadisi rivâyet etmede tek kalmıştır (infirâd). Hadisin metninde olduğu gibi senedinde de garâbet vardır. Hafız İbn Recep (v.795/1393): Buhârî bu hadisin tahrîcinde diğer hadis müellifleri arasında teferrüd etmiştir.... Bu, Sahîh-i Buhârî'nin garîb rivâyetlerindendir (åĞÇ ãä ÛÑÇÆÈ ÇáÕÍíÍ), demektedir. Muhammed b. Osman b. Kerâme, hadisi Hâlid b. Mahled (v.213/828)'den rivâyette tek kalmıştır. Bu hadis Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde yoktur. İmam Ahmed ve başkaları Hâlid hakkında söz etmişler, onun münker rivâyetleri bulunduğunu söylemişlerdir. Ayrıca bu hadis başka vecihlerden nakledildiyse de hepsinin aleyhinde sözedilmiştir. İbn Hacer Tehzîbü't-Tehzîb adlı eserindecerh ve ta'dîl imamlarının Hâlid b. Mahled hakkındaki ihtilaflarını zikretmiştir. Meselâ bir grup onun münker hadisler rivâyet ettiğini ifâde etmektedir. Yine Zehebî'nin Mîzân'ında, Ebû Hâtim'in onun hakkında: Hadisi yazılır fakat delil getirilemez dediği, Ezdî'nin: Hadislerinden bazısı münkerdir, bize göre ehl-i sıdk'dan sayılır, şeklindeki sözleri kayıtlıdır. İbn Sa'd (v.230/844) ise onun için: Hadisi münkerdir, Şia mezhebine müntesiptir ve aşırı bir şîîdir. Zarûret hâlinde kendisinden hadis yazmışlardır, diyor. Bu cerhlerin bir kısmı Fethu'l-Bârî mukaddimesinde zikredilmiştir. İbn Hacer bunlara cevap vermiştir. Hadisin metnindeki garâbete gelince; o da Allah'ın (aynı hadis içinde yer alan) æáÇíÒÇá ÚÈÏí íÊŞÑøóÈ Åáìøó ÈÇáäøæÇİá ¡ ÍÊøóì ÃÍÈøóå. İÅĞÇ ÃÍÈÈÊõå ßäÊõ ÓóãúÚóå ÇáĞì íóÓãÚõ Èå... kavlidir. Bu hadisle hulûl ve ittihâd'a delil getirilmiş, ulemâ ise te'vil etmiştir. Bana göre en iyi te'vîlini daha önce beyân etmiştim.".

Orijinal metinden naklettiğimiz bu (ve dipnottaki) cümleler bir bütün olarak dikkate alınırsa, Reşid Rızâ'nın aslında hadisi reddetmediği, sâdece mevcut ihtilafları serdettiği hattâ halle çalışğı görülüyor. Lakin Muhammed Gazzâlî, bizim yaptığımız gibi tümüyle iktibas etmek yerine, bir takım tasarruflarda bulunarak metni kısaltmış, kendi isteği doğrusunda bir manzara aksettirmiştir.

Zehebî, râvîlerin cerhi konusunda birtakım önemli hususlara temas ettiği Usûlü'nde, özellikle mutasavvıflar ve ilm-i zâhir ulemâsı arasındaki çekişmelerin, gâyesinden saptırılmış gayr-ı muteber cerhlere yol açtığını söylemektedir. ãõÍöŞøõ ÇáÕøõæİöíøóÉ yani hakkı söyleyen mutasavvıflar ile diğerlerinin arasını ayırıktan sonra, onlara ta'n eden kimselerin ãä ÚÇÏì áì æáíÇ İŞÏ ÈÇÑÒäì ÈÇáãÍÇÑÈÉ hadisinin hükmü kapsamına gireceğini belirtir. Dolayısıyle Zehebî'nin bu hadis hakkındaki kanâati, cerh ilmini istismâr edenleri tehdit etmede kullanılacak kadar sağlamdır.

İbn Hacer, hadisin metnindeki müteşâbih mânâyı (özellikle Allahn, velî kulunun gözü kulağı oluşu) uzun uzadıya te'vîl etmeye çalışştır. O bu konuda yedi ayrı izah getirmiş, Hattâbî ve Tûfî'den alıntılar yapmıştır. Hadisin senedine gelince; Mîzân'da Hâlid hakkında verilen bilgileri kısaca aktarmaktadır. Zehebî orada şöyle diyor: "Bu hadis cidden gariptir. el-Câmiu's-Sahîh'in heybeti olmasaydı, Hâlid b. Mahled'in münkerleri düşman olarak ona yeterdi. Bu, lafızdaki garâbet yüzündendir. Çünkü Şerîk b. Abdillah nakilde tek kalmıştır. Kendisi hâfız değildir. Aynı zamanda metin, sâdece bu isnadla rivâyet edilmiştir ve Buhârî'den başka da hadisi tahrîc eden yoktur. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde bulunduğunu sanmıyorum.". İbn Hacer, kesinlikle Müsned'de bulunmadığını kendi görüşü olarak kaydettikten sonra, Zehebî'nin Şerîk hakkındaki sözlerine katılmakta, ancak metnin sâdece bu isnadla mervî olduğu şeklindeki mutlak ifâdesini reddetmektedir. Hadisin başka tarîkleri bulunduğunu, bu tarîklerin tümünün onun bir aslı olduğuna delâlet ettiğini savunmaktadır. Hadisi; Abdü'l-Vâhid b. Meymûnð Urveð Âişe senediyle, Ahmed b. Hanbel ve Beyhakî (v.458/1065) Kitâbü'z-Zühd adlı eserlerinde, ayrıca Ebû Nuaym (v.430/1038) ve İbn Ebi'd-Dünyâ tahrîc etmişlerdir. İbn Hıbbân (v.354/965) ve İbn Adiyy Abdü'l-Vâhid'in teferrüd ettiğini, Buhârî ise onun münkerü'l-hadîs olduğunu zikretmişlerdir. Ancak Taberânî (v.360/970) Ya'kub b. Mücâhidð Urve senediyle tahrîc etmiş ve hadisi Urve'den, Abdü'l-Vâhid ve Ya'kub dışında hiçkimsenin rivâyet etmediğini belirtmiştir. Bundan başka Beyhakî (Kitâbü'z-Zühd'de) ve Taberânî, aynı hadisi zayıf senedle Ebû Ümâme el-Bâhilî'den de tahrîc etmişlerdir. Yine Tâberânî İbn Abbâs'dan, el-İsmâilî ise (Müsnedü Alî'de) Hz. Ali'den rivâyet etmişlerdir ki, ikisinin de senedi zayıftır. Ebû Ya'lâ, Bezzâr ve Taberânî Enes b. Mâlik'den rivâyet etmişlerdir ki, bunların da senedi zayıftır. Taberânî, hadisi muhtasar olarak Huzeyfe b. Yemân'dan tahrîc etmiştir. Senedi hasen-garîb'tir. Yine muhtasar olarak Ebû Nuaym ve İbn Mâce (v.273/886) zayıf bir senedle İbn Ömerð Hz. Ömer kanalıyla Muâz b. Cebel'den nakletmişlerdir. Ayrıca hadisi Ahmed b. Hanbel (Zühd'de) ve Ebû Nuaym (Hilye'de) Vehb b. Münebbih'ten (maktû' olarak) rivâyet etmişlerdir. İbn Hıbbân'ın bu konuda bir tedkîki (teakkub) vardır. Ebû Hureyre hadisini tahrîc ettikten sonra şöyle diyor: (Bu tarîkden başka) mezkur hadisin sâdece iki tarîki mevcuttur. Biri Hişâm el-Kinânîð Enes, diğeri de Abdü'l-Vâhid b. Meymûnð Urveð Âişe senediyledir. Her ikisi de sahih değildir. Sahih olan bizim zikrettiğimizdir.".

İbn Hacer'in serdettiği (bazıları zayıf olmakla birlikte) birçok şâhid ve mütâbi'den başka, tesbit edebildiğimiz başka takviye edici deliller de vardır. Hilyetü'l-Evliyâ'da Ebû Nuaym, Buhârî'nin bu hadisine mütâbeât-ı tâmme'de bulunmuş, yani Buhârî'nin şeyhine kendine âit iki ayrı senedle vâsıl olmuştur. Bunlardan biri; İbrâhim b. Muhammed b. Hamzað Ebû Ubeyde Muhammed b. Ahmed b. Müemmelð Muhammed b. Kerâmeð Hâlid b. Mahled...diğeri ise; İbrâhim b. Abdillahð Muhammed b. İshâk es-Serrâcð Muhammed b. Kerâmeð Hâlid b. Mahled...şeklindedir. Aynı şekilde Zehebî'nin de bu hadise bir mütâbii vardır. Ahmed b. İshakð Ebû Bekr b. Şâbûrð Abdü'l-Azîz b. Muhammed el-Ademîð Rızku'llah b. Abdi'l-Vehhâbð Abdu'r-Rahmân b. Mehdîð Hâlid b. Mahled isnâdıyla verilen bu rivâyet mütâbeât-ı kâsıra'dır. Zira Buhârî'nin şeyhinin şeyhine ulaşmaktadır.

İbn Ebî Hâtim er-Râzî'nin el-Cerh ve't-Ta'dîl'inde (Zehebî'nin ondan naklettiğinden başka) Hâlid b. Mahled hakkında olumlu görüşler de kaydedilmektedir. Yahyâ b. Maîn'in onun hakkında "beis yoktur" (ãÇ Èå ÈÃÓ) dediği rivâyet edilmiştir. Zehebî'nin (daha evvel zikri geçtiği üzere) İbn Ebî Hâtim'in babası Ebû Hâtim'den yaptığı nakilde "hadisi yazılır" (íõßÊÈõ ÍÏíËõå) sözü ona âittir. Geri kalan "onunla delil getirilmez" (áÇíõÍÊÌøõ Èå) ilâvesi ise Ebû Hâtim'in değil, Ebû Ahmed (herhalde İbn Adiyy ?)'in sözüdür. Biri ta'dîl diğeri ise cerh lafızlarından olması sebebiyle üzerinde durulması gereken bu farklılığı, İbn Hacer'in Tehzîb'inde görmekteyiz. Ayrıca Ebü'l-Velîd el-Bâcî de Ebû Hâtim'in sözünü bizim verdiğimiz şekilde aktarmaktadır. Mîzân'ın elimizdeki baskısında bir yanlışlık olması muhtemeldir. İbn Adiyy el-Kâmil'de, Hâlid b. Mahled'in münker hadislerini sıraladığı bölümün sonunda şöyle der: "Kûfîlerden Osman b. Kerâme, Garplılardan Ahmed b. Saîd ed-Dârimî'nin Hâlid'den rivâyet ettikleri hadise itibar ederim. Bu iki şahsın ondan aldıkları hadise karşı gönlüm rahattır... Bana göre Hâlid b. Mahled inşâallah lâ be'se bih'dir". Dikkat edilirse, sözkonusu hadis Osman b. Kerâme vâsıtasıyla Hâlid'den alınmıştır.

Ebû Ya'lâ (v.307/919), Müsned'inde bu hadisi Abbâs b. Velîdð Yûsuf b. Hâlidð Amr b. İshâkð Atâ b. Yesâr tarîkiyle Hz. Meymûne'den rivâyet etmiştir. İbn Hacer bu rivâyeti zayıf bulmaktadır.

Zehebî ve İbn Hacer'in, velî hadisinin Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde yer almadığı yolundaki sözlerini nakletmiştik. Ancak araştırmamız netîcesi bu hadisin orada da bulunduğunu gördük. Ahmed b. Hanbel iki ayrı senedle hadisi zikretmektedir. Biri; Hammâd ve Ebü'l-Münzir (ikisi birlikte) ð Urve'nin azadlığı Abdü'l-Vâhidð Urve tarîkiyle Hz. Âişe'ye, diğeri; Ebü'l-Münzirð Urve kanalıyla yine Hz. Âişe'ye ulaşmaktadır. İlk rivâyette hadis: ãóäú ÃĞóáøó áì æáíøğÇ İŞÏ ÅÓÊÍáøó ãÍÇÑÈÊì lafzıyla, ikincisinde ise ãä ÂĞì... lafzıyla başlamaktadır. Mânâ bakımından benzerlik arzettiği için, bunları şâhid olarak değerlendirmek gerekir.

Netice itibâriyle; Huzeyfe b. Yemân'dan gelen rivâyet hâriç diğer takviye edici tarîklerin bir kısmının zayıf olduğu ortaya çıkmış bulunuyor. Bununla birlikte, Buhârî'nin kendi tarîkine yapılan mütâbi'leri de gözönünde bulundurursak, hadis metninin zayıf olmadığı, yani (İbn Hacer'in belirttiği gibi) bir aslının mevcut olduğu kanâati hâsıl olmaktadır. Bir de bu hadisi Buhârî'nin Kitâbü'r-Rikâk'da zikredişi, meselenin hallini kolaylaştırmaktadır. Zira daha evvel Dârekutnî'nin tenkitlerinden bahsederken Buhârî'nin, eserinin tümünü sahihliğin en yüksek derecesindeki hadislerden oluşturmadığına dikkat çekmiştik. Mesela, Ebû Zür'a er-Râzî'nin Münkeru'l-hadîs dediği Muhammed b. Abdi'r-Rahmân et-Tufâvî hakkında İbn Hacer: "Onun Sahîh'de üç hadisi vardır...Bunlardan üçüncüsü, Kitâbü'r-Rikâk'daki ßõäú İì ÇáÏäíÇ ßÃäøóß ÛÑíÈñ hadisidir. Tufâvî bunun rivâyetinde teferrüd etmiştir. Hadis, Sahîh'in garîb (ferd)lerindendir. Buhârî'nin sıkı davranmaması, öyle görünüyor ki, bunun terğîb ve terhîb hadislerinden olması sebebiyledir.". diyor. Aynı durum, özellikle koyu şîî olduğu ve münker rivâyetleri bulunduğu için tenkîd edilen, Buhârî'nin kendi şeyhi Hâlid b. Mahled ve Kitâbü'r-Rikâk'daki bu rivâyeti için de sözkonusudur.

e) İbn Hacer'in Tenkîdi

Buhârî'nin, kendi rivâyet ettiği bir hadisin senedini izah sadedinde söylediği (sâdece Ebû Zerr nüshasında bulunan) bir cümle, İbn Hacer tarafından tenkit edilmiştir. Müslim b. İbrâhim kanalıyla Abdullah b. Mübârek'ten naklettiği (gaspla ilgili) hadisin sonunda Buhârî: "Bu hadis İbn Mübârek'in Horasan'daki kitabında yoktur. Onu râvîlere Basra'da imlâ ettirmiştir." der. Şârih İbn Hacer ise şöyle demektedir: "Abdullah b. Mübârek, hadislerini Horasan'da tasnîf etmiş ve orada talebelerine okumuş, ehl-i hadis ondan bu hadisleri dinlemişlerdi. İbn Mübârek, bu kitaplarında bulunmayan hadislerde hâfızasından tahdîs etmiştir... Bu hadisin İbn Mübârek'in Horasan'da tahdîs ettiği kitaplarında bulunmaması, onu Horasan'da rivâyet etmemesini gerektirmez. Nuaym b. Hammâd el-Mervezî, kendisinden Horasan'da hadis dinleyenlerdendir ve bu hadisi ondan rivâyet etmiştir... Hadis, Sahîh'in gariblerindendir.". Görüldüğü gibi bazen bir şârih, bizzat müellifin açıklamaya lüzum hissettiği bir noktayı hatâlı bulabilmektedir. Ancak böyle bir tenkit, hadisin metnini redde götürmeyişi yönüyle dikkati celbetmektedir.

f) İbn Âşûr'un Tenkitleri

Yaşadığımız asrın mağribli büyük âlimi İbn Âşûr (v.1973), geçmiş ulemânın (Sahîh'e dâir) eksik bıraktığı ya da sadra şifâ cevaplar veremediği bazı meseleleri vuzûha kavuşturma gâyesiyle kaleme aldığı eserinde, çoğu metinle ilgili olmak üzere birçok hatâlı noktaya işaret etmiş bunları halle çalışştır. Bunlar içinde, el-Câmiu's-Sahîh'in senedleriyle ilgili birkaç tenkitle karşılaşmaktayız.

Ebü'n-Nu'mânð Hammâd b. Zeydð Eyyûbð Nâfi' tarîkiyle rivâyet edilen bir hadisde Hz. Ömer, Huneyn savaşı dönüşünde Rasûlullah (s.a.v.)'a, câhiliyye devrinde tuttuğu i'tikâf nezrini yerine getirmesinin gerekip gerekmediğini sorar. Hz. Peygamber de nezrine sâdık kalmasını emreder. Tek bir metinden oluşan bu hadisi Buhârî, dört ayrı senedle birlikte zikretmiştir. Bunlardan sâdece ilkinde, (bizim zikrettiğimiz senedde) Hz. Ömer yer almaktadır. Diğerlerinde ise hadis, Nâfi'ð İbn Öme şeklinde Hz. Ömer zikredilmeksizin rivâyet edilmiştir. Anlatılan vâkıâda ise, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e soruyu soranın bizzat kendisi olduğu ortadadır. İşte bu sebeple İbn Âşûr'a göre hadis munkatı'dır. Şârihlerin İbn Ömer'e dayanan tarîkleri delil göstermeleri yanlıştır. Buhârî'nin de zayıflığını göstermek gâyesiyle æ ŞÇá ÈÚÖåã diyerek zikrettiği bu senedlerde İbn Ömer, babasını da isnaddaki yerine koymadığına göre; ...Úä äÇİÚò Ãäøó ÚãÑó ŞÇá: íÇ ÑÓæá Çááå!... şeklinde doğru olarak serdedilen senedde (Nâfi' ile Hz. Ömer arasında) bir kopukluk meydana gelmiştir.

Yine İbn Âşûr, elimizdeki matbû Buhârî nüshalarında bulunmayan bir cümleyi, içinde geçen bir râvînin ismi sebebiyle tenkit etmektedir. Kitâbü't-Tefsîr'in 14. bâbında Ya'kûb b. İbrâhimð şeymð Ebû Bişrð Saîd b. Cübeyrð İbn Abbâs tarîkiyle rivâyet edilmiş hadisin devâmındaki cümle şudur:ŞÇá ÇáİÑÈÑí: ŞÇá ãÍãÏ Èäõ ÚóíøóÇÔ: Åäøó ÃÈÇ ÚÈÏ Çááå áã íÌÆ ãä ÃÍÇÏíËö åõÔóíúã İí åĞÇ ÇáßÊÇÈ ÅáÇø ÈÇáÎíÑ. æ ĞßÑ Ãäøó åõÔóíúãğÇ ßÇä ÕÇÍÈó ÊÏáíÓ . Bazı nüshalarda ise Muhammed b. Ayyâş yerine Muhammed b. Abbâs geçmektedir. İbn Âşûr özetle şöyle diyor: "Buhârî'nin râvîlerini içine alanlar dâhil diğer ricâl kitaplarına mürâcaat etmeme rağmen, bu ismin Ayyâş mı yoksa Abbâs mı olduğuna kânî olamadım. Bu zâtın Buhârî'nin arkadaşlarından olduğuna şüphe yoktur. Belki de Buhârî'nin yaşı küçük ashâbından olup, Ferebrî'nin hadis aldığı en yüksek tabakadandır. Sanırım bu ihmâlin sebebi, insanların Sahîh-i Buhârî'nin rivâyetinde sâdece Ferebrî ve ondan dağılan kollara itimat etmeleridir.".

Bunlardan başka; Buhârî'nin Muhammed b. Beşşârð İbn Ebî Adiyyð Hişâm b. Hassânð İkrimeð İbn Abbâs şeklindeki senedle naklettiği bir hadise de tenkit yöneltmiştir. Bu hadisde, Hilâl b. Ümeyye'nin karısına zinâ isnâd ederek (kazf) Rasûlullâh'ın huzurunda yemîn ettiği anlatılır. İbn Âşûr şöyle demektedir: "Daha evvel Nûr sûresinin tefsîrinde (aynı isnadla) geçen hadisde de, karısıyla lânetleşen kimse Hilâl b. Ümeyye olarak zikredilmiştir. Halbuki burada (bir bab sonra) Sehl b. Sa'd es-Sâidî'nin haber verdiği hadiste, bu işi yapanın Uveymir el-Aclânî olduğu belirtilmiştir. Aynı hadis Muvatta'da açık sûrette mervîdir. Bu sebeple ehl-i tahkîk, liân kıssasında Hilâl b. Ümeyye'den bahsedilmesinin, râvî Hişâm b. Hassân (v.147/764)'ın vehmi olduğunu kesinlikle ifâde etmişlerdir. (Mühelleb'in kardeşi) Ebû Abdillâh İbn Ebî Sufra, Taberî (v.310/922), İbnü'l-Arabî (v.543/1148), Vâhıdî ve Kadı Iyaz (v.544/1149); hepsi de Hişâm'ın zayıf olduğunu söylemişlerdir.".

g) Müsteşriklerin Tenkitleri

Müslüman âlimlerin konumuzu ilgilendiren tenkitlerinden verdiğimiz birkaç örnekten sonra, bir de müsteşriklerin bu konudaki görüşlerine temas etmek istiyoruz. Ünlü İtalyan şarkiyatçı Leone Caetani (v.1935), el-Câmiu's-Sahîh'in görğü itibardan duyduğu rahatsızlığı kısa yoldan bertarâf etme arzusuyla olsa gerek, Buhârî'nin kendisinden en çok hadis rivâyet ettiği kimseleri bir kalemde ve yakışıksız kelimelerle silme yoluna gitmiştir. Onun Annali dell'Islam adıyla kaleme alıp Türkçe'ye çevirilmiş bulunan eseri, bu konuda pekçok örneği ihtivâ eder. Sahîh'de 185 rivâyeti bulunan İbn Abbâs (v.70/689), 419 hadisi yer alan Ebû Hureyre (v.58/677) ve 248 rivâyeti alınan Enes b. Mâlik(v.93/711) gibi üç genç sahâbî hakkında Caetani tarafından söylenenleri, senedle ilgili tenkitler grubunda değerlendirmek istedik.

İbn Abbâs hakkında şöyle diyor: "Muhammedle karâbeti ve münâsebât-ı husûsiyyesi, müslümanlar nazarında onun vüsûk ve sıhhati hakkında bir şüphe gölgesine bile imkân bırakmaz. Halbuki naklettiği hadislerin yalnız bir kısmını cidden nakletmiş olsa bile, bunlar tetkik edilince onun kadar hiçkimsenin yalan söylememiş yahut uydurmamış olduğu teslim edilir....Yaptığı iğfal bir takım masalları ortaya çıkarmaktı. Bunları peygamberin ağzından işitmiş olduğu zannını veriyordu. Bunu açıktan açığa söylemedi. Fakat bilvâsıta böyle bir kanâat tevlîd etmeğe çalıştı. Bütün nakl ve hikâye ettiği şeyleri peygamber tarafından verilmiş mâlûmât diye meydân-ı tedâvüle çıkarmak için bazılarının menba-ı peygamber olduğunu söyledi ve bazıları hakkında hiç menba göstermedi. Müslüman hadis ulemâsı da buna bakarak İbn Abbâs tarafından isim zikredilmeksizin bildirilen hadislerin peygamberin ağzından çıkmış olduğuna hükmettiler.".

Caetani'nin, ortaya attığı iddiaları delillendirme bâbında verdiği örnekler, ilim haysiyetinden uzak birtakım tahrifler olarak karşımıza çıkmaktadır. Meselâ Buhârî'nin Kitâbü'l-Vudû'da İbn Abbâs'dan rivâyet ettiği bir hadise işaret eden Caetani, İbn Abbâs'ın Hz. Peygamberle olan samîmiyetini ispattaki ısrarı neticesi onunla ve zevcelerinden biriyle beraber aynı yatakta yatmış olduğunu icad etme yoluna gittiğini söyler. Hz Peygamber (s.a.v.)'in gece yarısı kalkıp abdest alışını ve İbn Abbâs ile beraber namaz kılışını anlatan iki hadisin baş tarafı şöyledir: ...Úä ÇÈäö ÚÈøóÇÓ ŞÇá: ÈöÊøõ ÚäÏ ÎóÇáóÊöì ãóíúãõæäóÉó áíáÉğ İŞÇã ÇáäÈìøõ Õáì Çááå Úáíå æÓáã ãä Çááíáö...Ãäøó ÚÈÏó Çááå Èäó ÚÈÇÓ ÃÎÈÑå Ãäøóå ÈÇÊó áíáÉğ ÚäÏ ãíãæäÉó ÒóæúÌö ÇáäÈìøö Õáì Çááå Úáíå æÓáã æóåúìó ÎóÇáóÊõå... . Caetani'nin bu hadislerde geçen 'teyzesi' kaydını niçin tercüme etmediğini anlamak zordur. İbn Abbâs hicretten üç sene evvel doğduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefâtında 13-14 yaşlarında idi. Kaldı ki, Hz. Meymûne Hz. Peygamber ile hicretin 7. yılında Serif'de evlendiğinde, İbn Abbâs 10 yaşında bir çocuktu. Bu hâdise cereyan ettiğinde 13 yaşından daha küçük olması da mümkündür. Ayrıca, hadisden anlaşıldığına göre İbn Abbâs Hz. Peygamber ve eşiyle aynı yatakta değil, aynı yastıkta yatmıştır. Yastığın uzun tarafına onlar, kısa tarafına ise İbn Abbâs başını koymuştu. Bu durumda, zaten yatakta değil yerde uyunuyor olması gerekir. Anlaşılan o ki, Caetani, Rasûlullah (s.a.v.)'ın hücrelerini üç oda bir salonlu mekanlar olarak tasavvur etmemesi gerektiğini bilmiyordu. Ve hiç sıkılmadan, onun yeğenine böylesi bir iftirâyı lâyık gördü.

Caetani bir başka münâsebetle şöyle demektedir: "Mevzû hadislerin miktarı pekçoktur. Meçhul birtakım muhaddisler, bunlara tam bir isnad izâfe etmişler ve hadisleri ashabdan birine kadar çıkarmışlardır. Fakat bazen tarih sırasiyle pek büyük hatalara düştüklerini ve tağşîşi belli ettiklerini hiç düşünmemişlerdir. Misal olarak İbn Abbâs'a atfolunan bazı hadisleri gösteriyorum. Bu hadislere göre peygamber, İslâmiyetin altmışdan fazla mezhebe ayrılacağını, halkın ve dînin; rafz, ilhâd, iç savaşlar ve kıtâl ile parçalanacağını söylemiştir.(Buhârî c.1, s.11, satır.3 / c.1, .33, satır.13). Bu hadisler, 2. asr-ı hicrînin ortalarında mevcut olan vaziyete, yani her tarafta müslüman mezheplerinin türemeye başladığı zamana bir îmâdır. Halbuki malum olduğu üzere İbn Abbâs, İslâmiyette büyük i'tizaller vücud bulmadan evvel, 68 târih-i hicrîsinde vefat etmiştir.".

el-Câmiu's-Sahîh'in ne 1. cildinin 11. sahifesinde, ne diğer sahifelerinde; hattâ ne 1. ciltte ne de diğer ciltlerde, ne İbn Abbâs'dan ne de başkalarından rivâyet edilmiş bu mealde bir hadis mevcut değildir. Bu hadis az farklarla, Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce ve Müsned'de bulunmakta olup, râvîleri içinde İbn Abbâs yoktur. Ayrıca bu hadislerde İslâm'ın altmışdan fazla mezhebe değil, müslümanların yetmiş küsur fırkaya ayrılacaklarından bahsedilmektedir. Bu, bir kaynağın; cildi, sahifesi ve satırı gösterile gösterile yapılan yolsuzluğa örnek teşkil eder.

Ebû Hureyre (r.a.)'ye gelince; Caetani şunları söylüyor: "İbn Abbâs'dan sonra, peygamberin havârık nakleden sahâbeleri arasında en meşhuru Ebû Hureyre ed-Devsî'dir. Buhârî Sahîh'inde en çok bu zâtla istişhâd eder. Bu büyük itimat, o en büyük hadis mecmuasının kıymetini pekçok eksilttikten başka, müslüman muhaddislerin en büyüğünde ve en meşhurunda hakîkî bir tenkit fikrinin kat'î sûrette bulunmadığını gösterir. Ebû Hureyre, kelimenin tam anlamıyla yalancı ünvânına kesb-i liyâkat eder...Ebû Hureyre yalancılıkta o kadar hayâsız davranmıştır ki, ciddî hadis ulemâsından bir sınıf arasında onun hadislerinin mevsûkiyeti hakkında pek kuvvetli şüpheler mevcut idi.". Devamla Caetani, Ebû Hanîfe'nin Ebû Hureyre'nin sözlerini kabul etmediğine dâir ed-Demîrî'nin Hayâtü'l-Hayevân'ından bir nakil yapmaktadır ki bunlar kesinlikle tahrifden ibârettir. Caetani, kitabının başka bir yerinde d, aynı vâkıaya istinâden, Enes b. Mâlik'i şüpheli ilân etmekte, beş vakit namazla ilgili hadislerin Sahîh'deki yegâne râvîsi olduğu için bunlara itibar etmenin gereksizliğini öne sürmektedir. Rivâyete göre güya Ebû Hanîfe; Ebû Hureyre, Enes b. Mâlik ve Semüre b. Cündüb hâricindeki bütün ashâbın sözlerine hürmet edip kabul edermiş. Halbuki kaynak gösterilen eserdeki söz; "Ebû Hureyre'nin hadisi makbul değildir." şeklinde olup, bunu söyleyen Ebû Hanîfe değil, horasanlı hanefî bir gençtir ve söylediği sözden ötürü derhal tevbe etmiştir. İddiâ edilenin aksine, hikâyede diğer iki sahâbînin adından bahsedilmemiştir.

[ Bizce asıl üzücü ve bir o kadar da düşündürücü olan; ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından sonra müsteşriklerin önderliğinde özellikle Ebû Hureyre etrâfında koparılan tezvîr fırtınasından, müslüman âlim ya da yazarların da etkilenmiş olmasıdır. Tezimizde daha evvel isimleri geçen M. Ebû Rayye ve Sâlih Ebû Bekr, İmam Ebû Yûsuf'dan şöyle bir olay naklederler: "Ebû Hanîfe'ye, Rasûlllah'dan gelen ve kıyâsımıza muhâlif olan bir haber hakkında ne yapmamız gerektiğini sordum. Dedi ki: Sika râvîler tarafından nakledilmişse onunla amel eder, re'yi terkederiz. Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer'in rivâyeti hakkında ne dersin? diye sordum. O ikisi sana yeter, dedi. Ya Hz. Ali ve Hz. Osman için ne dersin? deyince "aynı şekilde" diye cevap verdi. Başka sahâbîlerin isimlerini saymaya başladığımı görünce şöyle dedi: Bazıları hâriç sahâbe'nin tümü adûldür. Ebû Hureyre ve Enes b. Mâlik bunlardandır.".

Tesbit edebildiğimiz kadarıyla bu rivâyetin aslı şöyledir: Şa'rânî'nin Mîzân'ında (I/53) bildirildiğine göre, Ebû Mutî' el-Belhî İmam Ebû Hanîfe'ye, senin görüşün Ebû Bekr'inkine ters düşerse ne yaparsın? diye sorar. O da: Kendi görüşümden vazgeçerim. Ömer'in Osmann ve Ali'nin görüşleri lehine de vazgeçerim. Ebû Hureyre, Enes b. Mâlik ve Semüre b. Cündüb hâriç Hz. Peygamberin tüm ashâbının görüşlerini kendiminkine tercih ederim, der. Ebû Hanîfe'nin Ebû Hureyre ile diğer bazı sahâbîleri istisnâ etmesi, onlardan hadis almadığı şeklinde anlaşılamaz. Zira onun Ebû Hureyre hadisi ile kıyâsı terkettiği meşhurdur. İstisnâ edilen, onların rivâyetleri değil kendi görüşleridir. Bu zaten, Fıkıh Usûlünde Hanefîlerin haber-i vâhid'i kabul şartları bahsinde geçen, bilinen bir konudur. Hanefî fakîhi Şemsü'l-Eimme es-Serahsî (v.490/1096), İÕáñ İì ÃŞÓÇã ÇáÑæÇÉö ÇáĞíä íßæä ÎÈÑõåã ÍÌÉğ başğı altında, râvîleri ma'rûf ve mechûl olmak üzere ikiye ayırır. Ma'rûf olanlar da kendi arasında, a) fıkıh, rey ve ictihadla tanınanlar, b) adâleti, zabt ve hıfzının iyiliği ile tanınmakla beraber, fıkhı az olanlar; şeklinde ikiye ayrılır. İlk şıkka dâhil olan râvîler; Hulefây-ı Râşidîn, Abâdile, Zeyd b. Sâbit, Muâz b. Cebel, Ebû Mûsâ el-Eş'arî ve Hz. Âişe gibi sahâbîlerdir. Bunlardan gelen bir haber, ister kıyâsa muvâfık olsun isterse olmasın, ilmi gerektirir ve onunla amel etmek vâciptir. İkinci şıkka girenler için Serahsî şöyle diyor: "Adâlet, zabt ve hıfzıyla ma'rûf olanlara gelince; bunlar Ebû Hureyre ve Enes b. Mâlik gibi Rasûlullah (s.a.v.) ile seferde ve sefer dışında uzun süre berâberlikleriyle meşhur sahâbedir. Ebû Hureyre; adâletinde, Rasûlullah ile uzun süren berâberliğinde, hıfz ve zabtının fevkalâdeliğinde hiçkimsenin şüphe etmediği kimselerdendir. Hz. Peygamber onun için duâ etmiştir...Bununla birlikte, sahâbeden ve sonraki nesilden Ebû Hureyre'nin bazı rivâyetlerine kıyas ile karşı çıkanlar olmuştur. İbn Abbâs, Hz. Âişe, Hz. Ömer, İbrâhim en-Nehaî gibi...Deriz ki; Ebû Hureyre'nin kıyâsa muvâfık olan rivâyetiyle amel edilir (ma'mûlün bih). Kıyâsa muhâlif olduğu halde, ümmetin kabûlü varsa yine amel edilir. Aksi halde şer'an sahih bir kıyas, (rey kapısının kapalı olduğu yerlerde) onun rivâyetine mukaddemdir. Bu sözümüzle onu küçümsediğimiz akla gelebilir ki, bundan Allah'a sığınırız. Evvelce belirttiğimiz gibi o, adâlet, hıfz ve zabtta öndedir.". Serahsî'ye göre sahih kıyâsın huccet oluşu, Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sâbittir. Öyleyse, her yönden sahih kıyâsa zıt olan bir haber, aynı şekilde Kitap, meşhur Sünnet ve İcmâa muhâlif demektir. Örnek olarak; Ebû Hureyre'den gelen ve müşteriye güzel gözüksün diye memelerinde süt biriktirilen hayvanların (musarrât) satın alındıktan sonra bir avuç hurma ile birlikte iâde edilebileceğini bildiren hadis, Kitap-Sünnet-İcmâ ile sâbit bir hükme (el-Harâcü bi'd-Damân kâidesine) tersdir. Serahsî devamla şöyle diyor: "Herşeye rağmen ashâbımız, böyle fakih olmayanların rivâyetlerine ta'zim, sözlerine itimat etmişlerdir. İmam Muhammed'in zikrettiğine göre Ebû Hanîfe, hayız müddeti ve başka konularda Enes b. Mâlik'in sözünü kabul etmiştir. Ebû Hureyre'nin derecesi ise, Enes'in üstündedir. Bundan anlıyoruz ki İmamlar, re'ye kapalı olan durumlarda, zarûret durumu hâriç onların rivâyeti ile amel etmeyi terketmemişlerdir. (İÚÑİäÇ ÈåĞÇ ¡ Ãäåã ãÇ ÊÑßæÇ ÇáÚãá ÈÑæÇíÊåã ÅáÇø ÚäÏ ÇáÖÑæÑÉ áÇöäúÓöÏóÇÏö ÈÇÈö ÇáÑÃì)".]

Caetani iddiâlarına şöyle devam ediyor: "Ebû Hureyre'de hristiyanlık nüfûzu pek âşikârdır. Bu yalnız bir temâyül şeklinde kalmamış, İncil'den cümleler almak ve İsâ'nın sözlerini Muhammed'in ağzından söyletmek derecesine varmıştır. Muhammed gûyâ şöyle demiş: 'Biz en sonuncuyuz; bir gün gelecek en birinci olacağız.' (c.1, s.70, 216, 224). Halbuki bu, İncil'in bir fıkrasıdır.".

Bahsedilen ilk hadis, el-Câmiu's-Sahîh'in bir çok yerine Ebû Hureyre'den naklen alınmıştır. Bunların bazısında sâdece äÍäõ ÇáÂÎöÑõæäó ÇáÓøóÇÈöŞõæäó buyurulmuştur. Hadisin uzun hâliyle (ve bazı lafız farklarıyla) rivâyet edildiği diğerlerinin tercümesi ise şöyledir: "Bizler (Ehl-i Kitâb'a nazaran) en sonra gelmişlerken, Kıyâmet gününde (fazîletçe) en başa geçecek olanlarız. Şundan dolayı ki, bizden evvel onlara kitap verildi de, Allah'ın onlara farz buyurduğu gün bu (Cuma günü) iken onlar ihtilaf çıkardılar. (Başka günlere ta'zim ettiler). Bizi ise Allah, o gün hakkında doğruya iletti. Bu sebeple insanlar o gün bizim arkamızdan gelirler. Yahûdîlerin ibâdet günü yarın, Hristiyanlarınki de öbür gündür.".

Matta İncili'nde geçtiği bilinen cümleler ise şöyledir: "Fakat nice birinciler sonuncular, sonuncular ise birinciler olacaklardır.". Hz. İsâ: "Devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin adamın Allah'ın melekûtuna girmesinden daha kolaydır." deyince, şâkirtleri buna çok şaşırırlar. Petrus ise: "İşte biz herşeyi bıraktık ve senin arkandan geldik. Öyleyse bizim neyimiz olacak?" diye sorar. Hz. İsâ da; kendi uğruna evini-barkıı, ana-babasını, kardeşlerini ve çocuklarını bırakıp gelen bu insanlara terkettiklerinin yüz katını, bir de ebedî hayâtı miras alacaklarını vâdeder. İşte bu va'din hemen peşinden, yukarıda zikredilen cümleyi söyler.

Görüldüğü gibi Hadis-i Şerif'in muhtevâsı ile Matta'da anlatılanlar arasında irtibat kurmak mümkün değildir. Belli ki burada Hz. İsâ, zamanla müridlerinden bazılarının kendisinden ayrılacağını ve arkada kalacağını, sonradan kendisine katılacak olan bazı kimselerin ise öne geçip itibar kazanacaklarını söylemek istemiştir. Şunu da hatırlatmak isteriz ki, bu hadis sâdece Ebû Hureyre'den değil, Huzeyfe b. el-Yemân'dan da (Müslim'de) rivâyet edilmiştir.

Caetani'nin Ebû Hureyre hakkında daha pekçok isnad ve iftirâsı varsa da, hepsi bu kabil usûlüne uygun oynanmayan bir oyunun sebep olduğu tökezlemelerdir. Annali dell'Islamn müsveddelerinin, daha evvel müellif tarafından J. Horovitz (v.1931), C. H. Becker (v.1933), I. Guidi (v.1935), P. H. Lammens (v.1937), C. A. Nallino (v.1938) ve G. Levi della Vida (v.1967) gibi diğer şarkiyatçılara, onaylarını almak için gönderildiğini biliyoruz. Dolayısıyle Caetani'nin hatalarına onların da ortak olduğunu söyleyebiliriz. Daha ŞÇá ÃÈæ ÚÈÏ Çááå tâbiriyle İmam Buhârî'nin (künyesinin) kasdedildiğini bilmeyecek kadar lâkayt olan bir münekkidin, el-Câmiu's-Sahîh ve onun râvîleri hakkında sağlıklı kararlar alamayacağı, sağlam tenkitler yapamayacağı açıktır.

 

 

 

B. METİNLE İLGİLİ TENKİTLER

Sahîh'e yöneltilmiş sened tenkitleri kadar, metin tenkitleri de mühim bir yer işgal eder. İlk devir İslam âlimlerinin metin tenkîdine önem verip vermediklerini bir parça aydınlatacağını umduğumuz bu bölüm, aynı zamanda yaşadığımız çağın metin tenkîdi anlayışıyla onların bakış açısı arasındaki farkı ortaya koyması bakımından önem arzeder.

1. Niyet Hadîsi

Buhârî'nin Sahîh'i, daha ilk bâbındaki ilk hadisi sebebiyle metin tenkîdine uğramıştır. Humeydîð Süfyânð Yahyâ b. Saîd el-Ensârîð Muhammed b. İbrâhim et-Teymîð Alkame b. Vakkâs el-Leysîð Ömer b. el-Hattâb tarîkiyle Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivâyet edilmiş olan bu meşhur hadis (niyet hadisi) şöyledir: ÅäøãÇ ÇáÃÚãÇáõ ÈÇáäøöíøóÇÊö æÅäøãÇ áßáøö ÇãúÑöÆò ãÇ äóæóì. İãóäú ßÇäÊú åÌÑÊõå Åáì ÏõäúíóÇ íõÕöíÈõåÇ Ãæ Åáì ÇãúÑóÃÉò íóäúßöÍõåÇ¡ İåÌÑÊõå Åáì ãÇ åóÇÌóÑó Åáíå . Ancak hadisin ortasında bulunması gereken önemli bir parçası, Buhârî tarafından hazfedilmiştir. el-Câmiu's-Sahîh'in ilk şârihi olarak bilinen el-Hattâbî (v.388/998) bu hadis hakkında şunları söylemektedir: "Hadis, İbrâhim b. Ma'kil en-Nesefî (v.294/906)'nin Buhârî'den rivâyet ettiği nüshada böyle eksik (ãóÎúÑõæãğÇ) ve yarısı gitmiş halde bulunmaktadır. Arkadaşlarımın nüshalarına mürâcaat ettiysem de, hepsini noksan buldum. Bunlarda da İãóäú ßÇäÊú åÌÑÊõå Åáì Çááåö æ Åáì ÑÓæáöå İåÌÑÊõå Åáì Çááåö æ Åáì ÑÓæáöå ibâresi zikredilmemektedir. Ferebrî (v.320/932) nüshasının aynı şekilde olduğunu gördüm. Buhârî'ye Sahîh'i arz eden râvîler tarafından böyle bir ihmal (iğfal) nasıl ortaya çıktı?, anlamıyorum. Bu hadisi Muhammed b. İsmâil, kitabının başka bir yerinde Humeydî tarîki dışında Ebü'n-Nu'mân Muhammed b. el-Fadlð Hammâd b. Zeydð Yahyâ b. Saîd senediyle tam olarak zikretmiştir. Kuteybe b. Saîdð Abdü'l-Vehhâbð Yahyâ b. Saîd tarîkiyle zikrettiği diğer rivâyette de, herhangi bir eksiltme yapmamıştır. Bu hatânın Humeydî (v.219/834)'den kaynaklanmadığında şüphe etmiyorum. Zira güvenilir râvîler, hadisi bize Humeydî tarîkiyle noksansız olarak nakletmişlerdir... Kusûrun nereden kaynaklandığını Allah bilir. Bu haberin, Nebî (s.a.v.)'den müsned olarak sâdece Hz Ömer tarîkiyle sahih olduğu husûsunda ehlş-i hadis arasında ihtilaf bilmiyorum.".

Sahîh'deki tüm muallak hadislerin kendisine ulaşan muttasıl senedlerini göstermek için Tağlîku't-Ta'lîk'i yazan İbn Hacer (v.852/1448), kitabın gâyesine uymadığı halde, müsned bir hadisle giriş yapmak ve bununla berekete kavuşmak (ÊóíóãøõäğÇ Èå) arzusuyla, ilk olarak mezkur hadisten bahsetmiştir. Kendi şeyhlerinden Ebü'l-Ferec Abdu'r-Rahmân b. Ahmed b. el-Mübârek b. Hammâd el-Ğazzî'nin en başta yer aldığı uzun bir senedle Humeydî'ye ulaşş ve niyet hadisini tam şekliyle rivâyet etmiştir. Buhârî'ye bu mütâbeatından sonra şöyle demektedir: "Ebû Abdillah kitabına bu hadisle başlamış ve hadisin ãä åÇÌÑ Åáì Çááå... kısmını ihtisar etmiştir. Onu bu kısaltmaya sevkeden sebebi anlayamadım. Zira gerek şeyhi (Humeydî), gerekse şeyhinin şeyhi (Süfyân b. Uyeyne) hadisi bütünüyle rivâyet etmişlerdir. Ancak Buhârî, onu böyle ezberlediyse durum başkadır.".

İbn Hacer, daha sonra kaleme aldığı eseri Fethu'l-Bârî'de, hadis hakkında uzun uzadıya nakil ve izahlara yer vermiştir. Biz bu nakilleri İbn Hacer yerine, (bulabildiğimiz kadarıyla) esas me'hazlardan ya da ondan faydalanılmakla birlikte bazı ilâveler yapılmış muahhar eserlerden aktarmaya çaşşacağız. Ancak daha evvel, İbn Hacer'in şahsına âit bir tesbîti zikretmek istiyoruz: "Musanniflerin âdeti, eserlerinin mukaddime kısmına kendi görüş ve metodları hakkında gerekli ıstılahları koymaktır. Buhârî'nin görüşleri ise; hadisi kısaltılmanın (ihtisâr) ve mânâ ile rivâyetin cevâzı, hüküm çıkarmada (istinbâtta) dikkatli davranma, anlamı gizli olanı açık olana tercih etme, sarâhaten semâ sîgasıyla gelen bir senedi diğerlerinden üstün tutma gibi şeylerdir. İşte Buhârî bunların hepsini burada; senediyle ve metniyle bu hadiste icrâ etmiştir.".

Celâlü'd-Dîn es-Süyûtî (v.911/1505), Sahîh'e yazdığı ta'lîkde: "Başkaları bu hadisi, onun şeyhi Humeydî'den eksiksiz olarak rivâyet etmişlerdir. Buhârî ise âdeti üzere, ya hadisin ortalarında ya da sonunda ihtisâr yapmıştır. Hicret bâbında Hammâd b. Zeyd rivâyetiyle gelen hadiste İãä ßÇäÊ åÌÑÊå Åáì Çááå æÑÓæáå... kavli (diğerlerinin aksine), İãä ßÇäÊ åÌÑÊå Åáì ÏäíÇ íÕíÈåÇ... kavlinden sonra gelmiştir. Muhtemelen, Buhârî'nin yanındaki Humeydî rivâyeti de böyleydi, o da son cümleyi hazfetti."demektedir. Ancak Humeydî'nin elimizdeki iki ciltlik Müsned'inin baştan 28. hadisi olan mezkur rivâyete baktığımızda, Allah'a ve Rasûl'üne hicretten bahseden cümlenin sonda değil ortada olduğunu görürüz. Eğer Buhârî, hadisi hocasının hıfzından değil de kitabından almışsa, ihtisârı ortasından yapmış demektir.

Ebû Dâvud'un beşyüz bin rivâyet içinden medâr-ı İslâm olarak seçip çıkardığı dört hadisten biri niyet hadîsidir. Pekçok fıkhî meseleye ışık tutmuş olması bakımından da ulemânın dikkatini çeken bu hadis hakkında yazılmış, şerh niteliğinde bazı müstakil risâlelerle karşılaşmaktayız. Bunlardan birinin müellifi olan İbn Kemal Paşa (v.940/1534), öncelikle bab başğı (terceme) ile hadis arasındaki alâkasızlığı şöyle dile getirmektedir: "Terceme, vahyin nasıl başladığını beyân etmek içindir (ßíİ ßÇä ÈóÏúÁõ ÇáæÍìö Åáì ÑÓæáö Çááåö...). Halbuki hadis, amellerin niyete muhtaç olduğunu açıklamaktadır. Müellifin bu hadisi kitabının mukaddimesi yerine kâim kıldığı; selefin, hulûs-u niyyetlerini belirtmek için, bir kitaba bu hadisle başlamayı sevdikleri; şeklşinde mâzeretler öne sürülmüştür. Yine de şunu unutmayasın ki; bu itibara göre münâsip olan, hadisin tercemeye takdîm edilmesidir.". İbn Kemal Paşa biraz ileride, niyet hadisini kelime kelime şerhederken şunları söylemektedir: "Bazı nüshalarda İãä ßÇäÊ åÌÑÊå Åáì Çááå æÑÓæáå kavlinin bulunmadığı söylenmektedir. Bu konuda sağlam râvîlerin (esbât) nüshasına itimat edilir ki onlar, Sahîh'in birden fazla yerinde ve Humeydî'den başka tarîklerle sözkonusu cümleyi tesbît etmişlerdir. Aynı şekilde, Humeydî tarafından da mezkur hadis tam olarak rivâyet edilmiştir. Öyleyse noksanlık, ondan kaynaklanmamıştır... Hadis buraya muhtasar olarak konulmuştur. Musannif, hadisi bu bâbın hâricinde (tam şekliyle), altı yerde daha zikretmiştir.".

Hicrî 1139 tarihli bir başka risâlede, Kayseri Mâhbevî Hâtun Medresesi müderrislerinden Bekir b. Ali Ferdî (v.1140/1727)'nin bu konudaki şu satırlarını okuyoruz: "ÈÇÈ ßíİ ßÇä ÈÏÁ ÇáæÍì şeklinde başlayan terceme, Asîlî (v.392/1001) ve Ebû Zerr (v.434/1042) dışındaki nüshalarda böyledir. O ikisinde ise, ÈÇÈ kelimesi zikredilmemiştir. Onların âyeti isti'mâle uygundur. Zira bâb ve fasıl; kitâb olursa kıymet ifâde eder. (Yani burada falanca kitap diye bir ön başlık konmamıştır ki, bâb demeye ihtiyaç duyulsun)... Buhârî'nin âdeti, bir hadisi iki yerde aynı şekil üzere tekrar etmemektir. O hadisin kendi şartına uygun birden fazla senedi varsa, ikinci olarak geçtiği yerde ikinci senedle, üçüncü yerde üçüncü senedle...zikreder. Eğer hadisin bir tek senedi bulunuyorsa, metninde tasarruf ederek sâdece üzerinde ittifak edilen kısımla iktifâ (iktisâr) eder. İbn Hacer'in bildirdiğine göre, Sahîh'in iki yerinde senedi ve metniyle aynen tekrar edilmiş bir hadise çok ender rastlanır. Burada da Buhârî, iktifâ etmiş ve İãä ßÇäÊ åÌÑÊå Åáì Çááå æÑÓæáå... kavlini hazfetmiştir. Zira ittifak edilen kısım İãä ßÇäÊ åÌÑÊå Åáì ÏäíÇ... cümlesidir. Buhârî muhaddislerin en büyüklerinden biri olduğu için, başkasının göremediği şeye muttalî olması mümkündür. Bu sebeple İbn Arabî'den nakledilen; Buhârî'nin burayı hazfetmekte hiçbir özrü yoktur. Çünkü Humeydî, Müsned'inde eksiksiz zikretmiştir, sözü bir şey ifâde etmez. Onun mezkur hadisi, fıkıh ve hadis ilminde hocası olan Humeydî'den buradaki şekliyle rivâyet etmiş olması muhtemeldir.". Bu cümleleri biz, diğerlerine göre biraz daha muallak ve Buhârî'nin otoritesine kayıtsız teslim olunmuş buluyoruz.

Buhârî'nin Sahîh'ine yazacağı şerh münâsebetiyle Sultan III. Murad'ı (v.981-1003/1574-1595) ziyâret için İstanbul'a gelen Şam ulemâsından Muhammed b. Dâvud el-Kudsî, tamamını görme imkânımız olmayan bu eserinde takip etmeyi tasarladığı ilmî metodunu göstermek gâyesiyle, sâdece ilk hadisin şerhini içine alan 65 varaktan müteşekkil bir kitapçık kaleme almıştır. Konumuzu ilgilendiren bölümde Hattâbî'nin sözügeçen cümlelerini aktardıktan sonra şöyle diyor: "Müstahrec'inde Humeydîð Süfyân... senediyle hadisi tahrîc eden el-İsmâilî (v.371/981), Buhârî'nin bu cümleyi düşürmüş olmasına teaccüp etmiş; Belki de Humeydî, hıfzından böyle tahdîs ettiği için Buhârî de bu şekliylistimlâ etmiştir, ya da Humeydî eksiksiz rivâyet ettiği halde Buhârî'nin hâfızasından silinmiştir; gibi mâzeretler ileri sürmüştür. Ancak bu, herikisinin de hâfıza ve zabt yönünden kuvvetli olmaları gerekçesiye zayıf görülmüş, gerek Humeydî ve gerekse Süfyân'ın rivâyetlerinde mezkur kısmın mevcut oluşu buna delil gösterilmiştir. Bu görüş ise; Onların hadisi tam olarak rivâyet etmeleri, bundan başka rivâyetleri olmadığını göstermez, denilerek reddedilmiştir. Doğrusu şudur: Bu iki şeyhin iki türlü rivâyeti bulunmaktaydı. Biri ıskât (aradaki cümlenin düşğü rivâyet), ki bunu Buhârî Humeydî'den aldı; diğeri ise isbât (cümlenin mevcut olduğu rivâyet), ki bunu da başkalarından aldı. Ve ilkini, râvîlerinin üstünlüğü sebebiyle öne aldı. (Çünkü hocası Humeydî, Mekkeli ve Kureyşli olan şeyhlerinin en büyüğüdür. Humeydî'nin hocası Süfyân da aynı şekilde, bu hadisin ittifakla kendilerinden rivâyet edildiği Mekkeli şeyhlerin en büyüğüdür). Buhârî böyle yapmakla, dünyâ ahvâlinin insanlara gâlip geldiğini, kendisinin evvelemirde dünyâyı kasdetmekten geri durarak, âhireti ve özellikle en fazîletli ibâdet olan ilmi tercih ettiğini göstermek istemiştir. Deniliyor ki: Hazfedilen kısım hâlis kurbiyyete işâret ettiğine göre geri kalan kısım, hâlisânelik ile riyâkârlık arasında şüpheli bir konumdadır. Halbuki, o böyle yaparak nefsinin durumundan haber vermiş olmaktadır. İlkini çıkararak kendini tezkiye etmekten kaçınmış, ikinciyi zikrederek niyetinin saflığını bilen ve buna göre karşılığını verecek olan Rabbine işini havâle etmiştir. Aynı zamanda bu durum, Buhârî'nin bir hadisi ihtisâr etmeyi câiz görğüne delâlet eder ki çoğunluk da aynı görüştedir. Lâkin, alınan kısmın bırakılan kısma ihtiyaç göstermeyecek şekilde müstakil olması şartıyla.".

Osmanlı devri Buhârî şerhleri içinde, belki de en hacimlisi (30 cilt) olan Necâhü'l-Kârî'de, müellif Yusuf Efendizâde (v.1167/1753), yukarıda aktarılan (ve esâsen İbn Hacer kaynaklı olan) bilgileri özetle verdikten sonra şunları söylemektedir: "Buhârî'nin böyle eksik bir şekilde başlangıç yapmaktan maksadı, bu eseri ile Allah-ü Teâlâ'nın rızâsını istediğine işâret etmektir. Allah ona, niyetine göre karşılık verecektir. Zira her şahıs, niyeti nisbetinde mücâzât olunur. Eğer niyeti Allah rızâsı ise, karşılığını Dâreyn'de sevap ve hayırla görür. Yok eğer dünya makamlarından biriyse, ne dünyada ne de âhirette hayır ve sevaptan nasîbi yoktur. İşte bu mânâ, hadisin muhtasar hâliyle de husûle gelmiştir.".

İbnü'l-Müneyyir'in (v.683/1284) meseleye bakış açısını, târih sırasıyla daha evvel vermemiz gerektiği halde, diğerlerine nazaran biraz farklı bulduğumuz için en sona alıyoruz. Sahîh'deki bab başlıkları ile hadisler arasındaki münâsebetleri ele aldığı eserinde şöyle demektedir: "Bu hadisin tercemeyle ilgisi, eskiden beri pekçoklarına müşkil gelmiştir. Kanâatimce Buhârî'nin kasdı şudur: Hadis, sâdece Allah'a hicret edenlere (ãä åÇÌÑ Åáì Çááå æÍÏå) şâmildir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in nübüvvetinin başlangıcı, Allah'a hicret idi. Hira mağarasında Allah'a münâcaat ederek, ibâdetlerde bulunarak halvete ve kurbiyyete hicret etmişti. Allah-ü Teâlâ ona hicretindeki sadâkatini ilham ettiği, onun da çalışıp didinip Hakkı bulduğu vakit, artık bu hicret, Allah'ın lütuf ve ihsânının da başlangıcı oldu. Zira Allah, herşeyin başı ve yegâne sığınak olan ilâhî te'yîd ve Rabbânî tevfîke kavuşturarak onu seçmiş, ona vahyini indirmişti. Bu söylediğimiz, (ehl-i sünnetin reddettiği) nübüvvetin mükteseb olması anlamında değildir. Bilakis nübüvvetin; onu başlatan ve bitiren herşeyin (mukaddimât-mütemmimât) Allah'ın bir fadl-u ihsânı olduğu anlamındadır. Ki Allah, arzuya ulaştıran, istenileni veren, emele kavuşturandır. Buhârî bu hadisteki İãä ßÇäÊ åÌÑÊå Åáì Çááå æÑÓæáå İåÌÑÊå Åáì Çááå æÑÓæáå kısmını zikretmemekle, bizim dikkat çektiğimiz mânâya en güzel şekilde temas etmiş olmaktadır. Sanki o ...İåÌÑÊå Åáì ãÇ åÇÌÑ Åáíå diyerek, geri kalan tarafı zikretmeye lüzum görmemiştir. Hangi kasıtla hicret yapılmışsa, o şeye hicret edilmiş olunacağını anlatmak istemiştir ki, bu umûmî anlamın içine Allah'a hicret etmek de girer. (Görüldüğü gibi) Buhârî'nin âdeti; açık ve zâhir olanla istidlâl etmeyi terkedip, gizli ve kapalı olana îmâ etmektir. Bunun örnekleri ileride gelecektir.".

Buraya kadar verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı gibi, hadis üzerinde yapılan ihtisâr, sonraki muhaddisleri hayli uğraştırmıştır. Çoğunluk, bu hatânın Humeydî'den kaynaklanmadığında ve Buhârî'nin tasarrufuyla meydana geldiğinde birleşmektedir. Hadisin bab başğı ile doğrudan alâkalı olmayışı, bunun bir mukaddime yerine kâim kılındığını düşündürmektedir. Hattâ, Ebû Zerr ve Asîlî nüshalarında ÈÇÈ kelimesinin bulunmadığını hesâba katarsak, kitabın en başından ÈÓã Çááå ÇáÑÍãä ÇáÑÍíã ßÊÇÈ ÇáÅíãÇä denilen yere kadar bu kısmın, vahiyden bahseden bir mukaddime olduğunu söyleyebiliriz. Buhârî'nin kendisinden hadis aldığı şeyhlerden İbn Mehdî (v.198/813), niyet hadisi hakkında: "Bu hadis her bâbın baş tarafına konulmalıdır." der. Ayrıca İmam Şâfiî, İmam Ahmed b. Hanbel, Ali b. el-Medînî, Ebû Dâvud, Tirmîzî ve Dârekutnî, niyet hadisinin İslam'ın üçte biri ya da dörtte biri olduğunu söylemişlerdir. İşte Buhârî'nin bu hadisle işe başlaması, (bab başğıyla alâkası olsun olmasın) hocaları arasında yer etmiş güzel bir geleneği devam ettirmek demektir. Az önce İbnü'l-Müneyyir'in işâret ettiği gibi, hadisin vahy-hicret ilişkisi açısından doğru yerde zikredildiğini kabul edersek, cevâbı müşkil olan tek şey, en can alıcı ibârenin neden çıkarıldığı sorusudur. Hadis Bed'ü'l-Vahy'den başka altı yerde daha, ve eksiksiz hâliyle geçtiğine göre, daha ilk başta böyle bir kusûrun ortaya çıkmış olması bunun bilerek yapıldığı fikrini akla getirmektedir.

2. İsrâ Hadîsi

el-Câmiu's-Sahîh hadisleri içinde metni bakımından belki de en çok, İsrâ hâdisesini anlatan hadis tenkit almıştır. Buhârî'nin arkadaşı ve talebesi İmam Müslim'den günümüze, bu hadis hakkında pekçok şeyin söylendiğini görüyoruz.

İsrâ ve Mi'râc'ı anlatan rivâyetler arası yapılacak bir sıralamada, Sahîh'de en son olarak zikredilen; Abdü'l-Azîz b. Abdillahð Süleymân b. Bilâlð Şerîk b. Abdillah vâsıtasıyla nakledilen bu hadiste Enes b. Mâlik, Rasûlullah (s.a.v.)'ın Kâbe Mescidinden sefere çıkarıldığı geceyi anlatmaktadır. Buna göre; Hz. Peygambere vahiy gelmeden evvel, bir gece Mescid-i Harâm'da (başka iki kişiyle birlikte) uyurken üç melek (nefer) yanlarına gelmiş, uyuyanlar içinde en hayırlı olanını (Hz. Peygamber'i) almışlardı. Hz. Peygamber bundan sonra onları görmemişti. Bir başka gece tekrar gelen bu melekler, gözleri uyur kalbi görür bir halde onu tekrar alıp (ÍÊøóì ÃÊóæúåõ áíáÉğ ÃÎÑóì İíãÇ íóÑóì ŞóáúÈõåõ æÊóäóÇãõ Úóíúäõå) Zemzem Kuyusu'nun yanına götürürler. İçlerinden Cebrâil aleyhisselâm, Hz. Peygamber'in göğsünü yararak kendi eliyle yıkadıktan sonra, iman ve hikmetle doldurur. Daha sonra (önce Mescid-i Aksâ'ya oradan da) semâya birlikte urûc ederler. Yedi kat semâ, peygamberlerle selamlaşılmak sûretiyle bitirildikten sonra Sidretü'l-Müntehâ'ya gelinir. İşte kıssanın bu kısmında tenkîde konu olan ibâre şudur: ÍÊøóì ÌÇÁ ÓöÏúÑóÉó ÇáúãõäúÊóåóì æÏóäóÇ ÇáúÌóÈøóÇÑõ ÑÈøõ ÇáÚöÒøóÉö İÊÏóáøóì ÍÊøóì ßÇä ãöäúåõ ŞÇÈó ŞóæúÓóíúäö Ãæ ÃóÏúäóì İÃóæúÍóì Çááåõ İíãÇ ÃæúÍóìº ÎãÓíäó ÕáÇÉğ Úáì ÃãøóÊößó... (Nihâyet Sidre'ye geldi. Cebbâr olan Allah ona doğru yaklaştı, daha da yaklaştı. O kadar ki, birleştirilmiş iki yay arası kadar hattâ daha da yakın oldu. Sonra ona vahyedeceği şeyi bildirdi...)

Aynı rivâyeti Sahîh'ine, Hârûn b. Saîd el-Eylîð İbn Vehbð Süleyman b. Bilâlð Şerîk b. Abdillah b. Ebî Nemirð Enes b. Mâlik zinciriyle alan İmam Müslim, hadisin baş tarafını Şerîk'in ifâdelerinden naklediyor: "Enes b. Mâlik'i, Rasûlullah (s.a.v.)'ın Ka'be Mescidi'nden alınarak yürütüldüğü geceyi bize şöyle anlatırken dinledim: 'Rasûlullah (s.a.v.)'a vahiy gelmeden önce bir gece kendileri Mescid-i Harâm'da uyurken üç melek gelmiş'...". Müslim, hadisin geri kalanını zikretmeyerek şöyle der: (æÓÇŞó ÇáÍÏíËó ÈŞÕøÊå äÍæó ÍÏíËö ËÇÈÊò ÇáÈõäóÇäöìøö. æŞÏøóãó İíå ÔíÆğÇ æÃÎøóÑ. æÒóÇÏó æäóŞóÕó) "Şerîk, Sâbit el-Bünânî'nin hadisi gibi tüm kıssayı hikâye etmiş, ancak hadisde bazı takdim ve te'hirler, ziyâde ve noksanlar yapmıştır.". Görüldüğü gibi ilk kez Müslim, isnadda yer alan Şerîk semetni kusurlu bulmuş, dolayısıyle tümünü tahrîc etmeye gerek duymamıştır. Şerîk'in hatâları içinde daha ziyâde bizi ilgilendiren, dünüv ve tedellînin Allah'a izâfesi ile İsrâ'nın nübüvvetten önce vukû bulup bulmadığı meselesidir.

Hadisin şerhi sadedinde Hattâbî şunları söylemektedir: "Sahih-i Buhârî'de, zâhiren bundan daha çirkin ve tadı da bundan daha kötü (ÃÈÔÚ ãĞÇŞğÇ æáÇ ÃÔäÚ ÙÇåÑğÇ) başka bir hadis yoktur. Yukarıdan aşağıya sarkıp-yaklaşma (tedellî) mevzûbahs olduğu için, zikredilen iki şeyin aralarındaki mesâfenin tahdîdi ve bulundukları mekânın temyîzi gerekir. Bir kimseye hadisin sadece bu kısımı ulaşsa ve hadisin başıyla sonunu göremese, yapacağı şey hadisi tamâmen reddetmek olacaktır. Ancak başıyla sonunu gözönünde bulunduran biri için müşkilât ortadan kalkar. Zira hadisin başında æåæ äÇÆãñ sonunda da ÅÓúÊóíúŞóÙó şeklinde zikri geçen sözler, bunun bir rüyâ olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bir kısım rüyâlar aynen müşâhede gibidir, te'vîle gerek yoktur. Ancak böyle bazı rüyâlar ise te'vîle ihtiyaç duyar ki buna ta'bîr denilir. Bu uzun hadisi Enes b. Mâlik kendi tasarrufuyla hikâye etmiş, Nebî (s.a.v.)'den nakletmemiş, ona herhangi bir izâfe ve atıfta bulunmamıştır. Dolayısıyle bu nakil râvî'ye yani; ya Enes b. Mâlik'e ya da Şerîk'e aittir. Ki Şerîk, (başka râvîlerin mütâbaatı bulunmayan) münker lâfızlarla teferrüdü çok olan bir şahısdır.". Ayrıca Hattâbî, tedellî'nin Allah'a nisbet edilmesinin selef ve halef âlimlerinin görüşlerine muhâlif olduğunu; Enes'den başka tarîklerle gelen rivâyetlerle karşılaştırılırsa, Enes hadisinde bulunan bu konudaki çirkin lâfızların Şerîk'den kaynaklandığının kuvvetle muhtemel olduğunu söylemektedir.

İbn Hazm'ın mezkur hadis üzerinde, hadisçiler arasında meşhur olmuş tenkitleri vardır. Onun matbû şerhlerde rastladığımız bu mütâlaaları, Dr. Halil İbrâhim Molla Hâtır tarafından müstakil elyazması bir risâle hâlinde bulunmuş ve önce makâle olarak, sonra da Mekânetü's-Sahîhayn adlı eserinde tenkitli şekilde neşredilmiştir. İbn Cemâa (v.819/1416)'dan başlayarak yukarıya doğru çıkan senedin sonunda şu bilgiler bulunmaktadır: "Hâfız Ebû Abdillah Muhammed b. Ebî Nasr el-Humeydî (v.488/1095) dedi ki: Ben Fakih Ebû Muhammed İbn Hazm el-Endelüsî (v.456/1063)'yi işittim. Yanında Sahîhayn'dan bahsedilmişti. O da bu iki kitabı övdü, medhetti. Sonra şunu anlattı; bir gün hadisle meşgul olan bir grup, Saîd b. es-Seken (v.353/964)'e gelerek: 'Hadis kitapları o kadar çoğaldı ki, bize bunların içinden bazılarını tavsiye etseniz de onlarla yetinsek.' derler. İbn Seken evine girerek içeriden dört paket/tomar (ÑöÒúãóÉ) çıkararak üstüste koyar ve: 'İşte Müslim, Buhârî, Ebû Dâvud ve Nesâî'nin kitapları! bunlar İslâm'ın temelleridir.' der. İbn Hazm devamla bize şöyle dedi: -Herbirinde birer tane olmak üzere- Buhârî ve Müslim'in kitaplarında, hiçbir çıkış yolu (ãÎÑÌğÇ) olmayan iki hadisten başkasına rastlamadık. Her iki musannif de ıtkân ve ma'rifet sahibi olmalarına rağmen, bu hadislerin tahrîcinde tamâmen vehm meydana gelmiştir....Buhârî'deki hadise gelince; kitabının sonundan birkaç varak evvel, æßáøóã Çááå ãæÓì ÊßáíãğÇ bab başğı altında naklettiği (sözüedilen) hadiste, ÍÊì ÌÇÁ ÓÏÑÉ ÇáãäÊåì æÏäÇ ÇáÌÈÇÑ ÑÈ ÇáÚÒÉ İÊÏáì... cümlesi geçmektedir. Bunlar müphem ve münker lafızlardır. Kusur Şerîk'den kaynaklanmıştır. Baş tarafında "ona vahyedilmeden önce" ibâresi bulunan bu hâdisede, Rasûlullah'a elli vakit namaz farz kılınmıştı. Halbuki, namazın hicretten bir sene önce ve nübüvvetten yaklaşık oniki sene sonra farz kılındığına ulemâdan hiçkimse itiraz etmemiştir. Öyleyse bu, nasıl vahy gelmeden önce olabilir?". Aynı hâdise Zeynü'd-Dîn el-Irâkî (v.806/1403) tarafından, kendi Elfiyye'sine yazdığı şerhde (ana hatlarıyla) Muhammed b. Tâhir el-Makdisî'den nakledilmiştir. İbn Hacer ise yukarıda zikrettiğimiz cümleleri, Makdisî'nin el-İntisâr li Eyâmâ'l-Emsâr adlı eserinden, (onun İbn Hazm'a verdiği cevaplarla birlikte) iktibâs etmektedir.

Makdisî şöyle diyor: "Şerîk'i cerh ve ta'dîl İmamları kabul etmişler ve sika saymışlardır. Onun hadislerini kitaplarına almışlardır. Yahyâ b. Maîn Şerîk hakkında (áÇÈÃÓó Èå) "Beis yoktur." der. İbn Adiyy'in de belirttiği gibi, İmâm Mâlik ve diğer bazı sikalar ondan hadis rivâyet etmişlerdir. Şerîk'in hadisini, kendisinden zayıf değil de sika bir kimse rivâyet ederse, o hadis makbuldür, alınabilir. İsrâ hadisini ise Şerîk'ten (v.144/761) Süleyman b. Bilâl (v.177/793) rivâyet etmiştir ve bu zât sikadır. 'Ona vahiy gelmeden önce' (ŞÈá Ãä íæÍì Åáíå) cümlesine gelince; bunda Şerîk'in tek kaldığını (teferrüd ettiğini) kabul etsek bile hadisin atılmasını gerektirmez. Sika bir râvînin, hadisin bir yerindeki vehmi, o hadisin tümünü ıskât etmez. Özellikle de bu vehim mahzur taşımıyorsa. Tarihte yanılgıya düşen kimselerin hadisi terkedilseydi, imamlardan bir grubun da hadislerinin terkedilmesi gerekirdi. İhtimal ki Şerîk, ÈÚÏ Ãäú ÃæõÍìó Åáíå demek istemiş ancak ŞÈá Ãä ÃæÍì Åáíå demiştir."

İbn Hacer Hedyü's-Sârî'de bu zât hakkında söylenenleri naklettikten sonra kendi görüşünü şöyle belirtiyor: "Onunla çoğunluk ihticâc etmiştir. Lâkin Enes'den rivâyet ettiği İsrâ hadisinde şâz olan yerler vardır.". Aynı eserin bir başka yerinde de kısaca konuya temas etmiş, Şerîk'in dışında İsrâ hadisini tâbiûndan başkalarının da rivâyet ettiğini söylemiştir. Bu hadisler Katâdeð Enes b. Mâlikð Mâlik b. Sa'saa; Zührîð Enesð Ebû Zer tarîkiyle gelmişlerdir. Sâbit el-Bünânî ise vâsıtasız olarak Enes'den rivâyet etmiş, irsâl yapmıştır. Bununla birlikte Sâbit'in rivâyeti diğer ikisiyle uyuşurken, Şerîk'in rivâyeti diğerlerine takdim-te'hir ve gayr-ı makbul ziyâdeler sebebiyle muhâlefet içindedir.

Fethu'l-Bârî'de hadisin şerhini oldukça uzun tutan İbn Hacer, önce Hattâbî'nin yukarıda kaydettiğimiz sözlerini tenkit etmekte; Şerîk'in teferrüd ettiği iddiâsını reddetmektedir: "Yahyâ b. Saîd el-Emevî'nin Kitâbü'l-Meğâzî'sinde bulunan ve Kesîr b. Huneys'in Enes b. Mâlik'ten naklettiği İsrâ hadisŞerîk'in rivâyetine muvâfıktır...Yine aynı eserde yeralan ve Beyhakî'nin de hasen bir senedle tahrîc ettiği habere göre İbn Abbâs, {æáŞÏ ÑÂå äóÒúáóÉğ ÃÎÑì} âyeti hakkında (ÏäÇ ãäå ÑóÈøõå) "Rabbi ona yaklaştı" demiştir. Bu da Şerîk'in rivâyeti için kuvvetli bir şâhiddir. Ayrıca (tedellî hakkında) Hattâbî'nin öne sürdüğü; Şerîk rivâyetine halef ve selefin muhâlefeti hususû da üzerinde durulması gereken bir konudur (İíå äÙÑ). Kurtubî, İbn Abbas'ın "ÏäÇ Çááåõ ÓÈÍÇäå æÊÚÇáì" sözünü naklettikten sonra der ki: 'Bunun mânâsı, Allah'ın emri ve hükmü yakın oldu demektir... Kadı Iyaz Şifâ'da bu müşkili şöyle halletmiştir: Allah'ın yaklaşması ya da Allah'a yaklaşılması mekân ve zaman açısından değildir. Bu yakınlaşma Nebî (s.a.v.)'ye izâfe edildiği takdirde, peygamberin rütbesinin ne kadar şerefli ve bulunduğu konumun ne kadar büyük olduğunu gösterir. Allah'a nisbet edilirse, Allah'ü Teâlâ'nın, Nebîsi ile ünsiyetini ve ona ikrâmını gösterir. Bunun benzeri başka hadislerde de vardır. (ãóäú ÊóŞóÑøóÈó ãöäøöì ÔöÈúÑğÇ ÊŞÑøÈÊõ ãäå ĞöÑóÇÚğÇ - íóäúÒöáõ ÑÈøõäÇ Åáì ÇáÓãÇÁ gibi)".

İbn Hacer, Şerîk b. Abdillah'ı hıfzı yönünden cerh eden diğer âlimlerin görüşlerini aktararak sözlerine devam ediyor: "Abdü'l-Hak el-İşbîlî el-Cem'u Beyne's-Sahîhayn'da: 'Şerîk'in bu hadiste meçhul bir ziyâdesi vardır, ve bilinmeyen lâfızlar getirmiştir. İsrâ hadisini Huffâz'dan bir grup rivâyet etmişse de Şerîk'in ziyâdeleri onlarda yoktur. Ve Şerîk hâfız değildir.' demektedir... Muhammed b. Sa'd ve Ebû Dâvud onun hakkında: 'Sikadır ancak tek kaldığı (teferrüd ettiği) şeyler şâz addolunur. Evlâ olan, başkalarına muhâlefet ettiği yerlerin dahi bağlayıcı olmasıdır.' demişlerdir. Bu iddiâ karşısında yapılması gereken; Şerîk'in teferrüd ettiği yerleri atmak ya da cumhûra muvâfık olacak şekilde te'vil etmektir. Hadisin bütününde, muhâlefet ettiği kısımların hepsi 10 küsur kadardır.". Müteâkıben İbn Hacer 12 adet şâz bölüm saymış ve herbirini te'vil etmeye çalışştır. İçlerinde önemli görğümüz iki tanesi şunlardır: "ŞÈá Ãä íæÍì Åáíå sözünde bazı kimseler, bu kabliyyetin mutlak olmadığı, özel bir duruma has olduğu şeklinde cevap vermişlerdir. Yani İsrâ ve M'irâc hâdisesi ansızın ve herhangi bir ikaz da bulunmadan vukû bulmuştur. Zührî'nin rivâyetinde (Kitâbü's-Salât'da) geçen (İõÑöÌó ÚäÓóŞúİö ÈóíúÊöì) 'evimin çatısı yarıldı.' ibâresi de bunu te'yid eder...". Dünüv ve Tedellî'nin Allah'a nisbet edilmesi husûsunda ise İbn Hacer, meşhur olan görüşe göre bu iki fiilin (ÏäÇ-İÊÏáì) fâilinin Cebrâil olduğunu söyler ve bu konuda Şerîk'i savunmaz.

İbn Kayyım el-Cevziyye (v.751/1350) Zâdü'l-Meâd'da 'Ona vahyedilmeden önce' ifâdesi hakkında: "İşte bu, râvî Şerîk'in meşhur sekiz yanlışından birisidir ve İsrâ hadisini kötü ezberlemiş olmasından meydana gelmiştir. Mi'râc'ın nübüvvetten sonra olduğu bütün âlimlerin ittifâkıyla sabittir.". demektedir. Aynı eserinin başka bir yerinde ise şöyle diyor: "{Ëãøó ÏóäóÇ İóÊóÏáøó}âyetindeki dünüv ve tedellî, İsrâ hâdisesindeki değildir. Çünkü Necm Sûresi'ndeki, Cebrâil'in yaklaşmasıdır. Nitekim Hz. Âişe ve İbn-i Mesud (r.a.) da böyle söylüyorlar. Âyetlerin siyâkı da bunu gösterir...İsrâ hadisindeki yaklaşma'nın ise, Rab Teâlâ'nın yaklaşıp sarkması olduğu gâyet açıktır. Necm Sûresi'ndeki âyette bununla çatışan birşey yoktur. Bilakis orada {æáŞÏ ÑÂå äÒáÉ ÃÎÑì ÚäÏ ÓÏÑÉ ÇáãäÊåì} Nebî (s.a.v.)'nin Cebrâil'i başka inişinde Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında görğü anlatılmaktadır.". İbn Kayyim gibi, âyetteki dünüv ve tedellî ile hadiste zikredilenin iki farklı olay olduğunu İbn Kesîr el-Bidâye ve'n-Nihâye'de, Kastallânî ise el-Mevâhibü'l-Ledünniyye'de ifâde etmektedirler. Molla Hâtır'ın izahlarından anlaşıldığına göre; gerek Tekvîr Sûresi'ndeki {æáŞÏ ÑÂå ÈÇáÃõİõŞö ÇáãõÈöíä} âyeti ve gerekse Necm Sûresi'ndeki {Ğõæ ãöÑøóÉò İóÇÓúÊóæóì æåæ ÈÇáÃİŞö ÇáÃÚúáóì} âyetleri, Hz. Peygamber'in kendisine ilk defa vahiy geldiğinde, Cebrâil'i asıl sûretiyle nasıl görğünü anlatmaktadır. Ancak Necm Sûresi'nde zikri geçen {æáŞÏ ÑÂå äóÒúáóÉğ ÃÎÑì...} âyeti, Hz. Peygamber'in Mi'râc'da ve Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında Cebrâil'i, ikinci kez (asıl sûretiyle) görğünden bahsetmektedir. İbn Mes'ûd, Ebû Hureyre ve Hz. Âişe'nin beyanları da aynı doğrultudadır. Dolayısıyle, âyette zikredilen ÏäÇ İÊÏáì ile Cebrâil'in kastedildiğinde şüphe yoktur. İsrâ hadisinde geçen lafızlarla bunlar, farklı zamanlarda cereyân etmiş iki hâdiseye işâret ederler.

Verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı üzere, son derece yoruma açık bir mesele tartışma konusudur. Şerîk b. Abdillah hadisinden sarf-ı nazar edersek; el-Câmiu's-Sahîh'de yer alan Mâlik b. Sa'saa rivâyetinde: "Ben (Kâbe'nin yanında) Hatîm'de ya da Hicr'de uzanmış yatarken..." şeklinde başlayan hadis, Ebû Zerr rivâyetinde: "Ben Mekke'de iken evimin tavanı ansızın yarıldı..." diye başlamaktadır. Bu durum, İsrâ-Mi'râc hâdisesinin, biri uykuda ve bi'setten evvel; diğeri uyanıkken ve bi'setten sonra olmak üzere iki kere vukû bulduğunu düşündürmektedir. Zaten İbn Kesîr (v.774/1372), Ebû Bekr b. el-Arabî (v.543/1148), es-Süheylî (v.581/1185), İbn Seyyidi'n-Nâs (v.734/1334), Mühelleb, el-Kuşeyrî (v.465/1073), et-Tîbî, İbn Hacer (v.852/1448), Ebû Şâme (v.665/1267) ve diğer bazı âlimlerin (cumhûrun aksine), bu görüşe meylettiklerini görmekteyiz. Öyleyse, Şerîk'in Enes'den rivâyet ettiği hadis bu iki gruptan hangisine girecektir? sorusuna cevap bulmalıyız. Sahîh'de, Buhârî tarafından İsmâil b. Ebî Üveysð kardeşi (Abdullah b. Vehb) ð Süleymanð Şerîkð Enes tarîkiyle tahrîc edilmiş diğer bir (muhtasar) hadis de, konumuzu teşkîl eden uzun İsrâ hadisi gibi aynı lafızlarla başlamaktadır. Yani "Ona vahyedilmeden evvel Mescid-i Harâm'da uyurken üç melek geldi..." cümlesiyle kıssaya girilmiştir. Buhârî, Kitâbü't-Tevhîd'de Şerîk'e âlî isnadla ulaşarak uzun hâliyle zikrettiği hadisi, daha evvel Kitâbü'l-Menâkıb'ta nâzil isnadla ve muhtasar hâliyle nakletmekle, eserine aldığı bir hadisi mütâbi vâsıtasıyla güçlendirmiş olmaktadır. Ve her iki hadis de, baş kısımları itibâriyle, bi'set öncesi uykuda cereyân eden İsrâ'ya işâret etmektedirler. Netîcede; rüyâda cereyân eden vâkıâlara tenkit yöneltmenin, ilmî açıdan çok da isâbetli olmadığını söyleyebiliriz. Hattâbî'nin vardığı sonuç budur.

Ancak, bu hadislerin yine baş tarafında zikredilen: "Bir başka gece tekrar gelen melekler, gözleri uyur kalbi görür vaziyette onu alıp götürdüler..." cümlesi, vahiy sonrası ikinci İsrâ'ya işâret etmektedir. Böyle kabul ettiğimiz takdirde, Şerîk'in, ÏäÇ Çááå ÚÒ æÌá İÊÏáì lafzıyla daha güvenilir râvîlerin rivâyetine ters düşğü ve hatâ yaptığı görüşü kuvvetlenmektedişr. Ayrıca İbn Hıbbân Kitâbü's-Sikât'da, onun bazen hatâ yapabilen bir râvî olduğunu (ÑõÈøóãóÇ ÃÎúØóÃó) söylemiştir. Hadisdeki şâz lafızlar, sâdece diğer hadislerle mukâyese sonucu değil, aynı zamanda Necm Sûresi'ndeki benzer âyetin selef zamânında meşhur olan tefsîrine de dayanılarak tenkit edilmiştir. Abdü'r-Rezzâk b. Hemmâm (v.211/826)'ın, tefsîrinde Ma'mer b. Râşid'den yaptığı nakle bakılırsa, Hasan-ı Basrî ve Katâde ÏäÇ ve İÊÏáì 'nın fâillerinin Cebrâil olduğunu söylemektedirler. Taberî de (v.310/922) aynı tefsîri Rabî'den(?) nakletmiştir. Mâverdî (v.450/1058)'nin verdiği bilgiye göre, Katâde'nin aksine (hocası) İbn Abbâs, tedellî edenin Rab Teâlâ olduğunu söylemiştir. 'Birleştirilmiş iki yay arası kadar' yakın olanın kim olduğu husûsunda ise üç görüş nakletmiştir. Bunların ikincisi, Hz. Peygamber'in Rabbine yakın olduğunu söyleyen Muhammed b. Ka'b (v.120/737)'e âittir. Aslında, hadislerin mukâyesesinde olduğu gibi, müfessir kavilleri arasında da tam bir ittifâkın olmadığını, meselenin âlimlerin ictihâdına göre şekillendiğini müşâhade etmekteyiz.

Bütün bu ihtilaflar karşısında, İsrâ hadisinde geçen yaklaşma'yı (Ïõäõæø) Allah'a değil de kula izâfe etmenin daha isâbetli olacağı kanâatindeyiz. Zira necvâ hadisi diye meşhûr olan ve Kıyâmet günü Allah'ın mü'min kulu ile gizli konuşmasını anlatan hadislerde de benzer bir yaklaşma'dan sözedildiğini görüyoruz. Bu hadisler, el-Câmiu's-Sahîh'de dört yerde geçmektedir. Sırasıyla lafızları şöyledir:

a) Åäøó Çááåó íõÏúäöì ÇáúãõÄúãöäó

b) íõÏúäóì ÇáúãõÄúãöäõ ãä ÑÈøöå ve íóÏúäõæ ÇáãÄãäõ

c) íóÏúäõæ ÃÍÏõßõãú ãä ÑÈøöå

d) íóÏúäõæ ÃÍÏõßã ãä ÑÈøöå

Bu cümlelerde, dâimâ kulun Rabbine yaklaşması ya da yaklaştırılması mevzûbahistir. Öyleyse bunlara kıyasla, Mi'râc'da Allah Teâlâ'nın Rasûlullah (s.a.v.)'a değil de, onun (Cebrâil aracılığıyla) Allah'a yaklaştırıldığını söylememiz mümkündür. Biraz önce Mâverdî'nin Muhammed b. Ka'b'den naklettiği tefsir ile, Suyûtî'nin ed-Dürrü'l-Mensûr'unda zikredilen; İbnü'l-Münzir ve İbn Mirdeveyh'in Ebû Saîd el-Hudrî'den ÅŞúÊóÑóÈó ãöäú ÑÈøöå İßÇä ŞÇÈ ŞæÓíä Ãæ ÃÏäì lafzıyla yaptıkları rivâyetlerbu fikrimizi desteklemektedir.

Metin tenkîdine oldukça müsâit olan İsrâ hadisi, Mısırlı âlim Muhammed Gazzâli'nin eleştirdiği Buhârî hadisleri arasına girmiştir. O şöyle demektedir: "Müslümanların hepsi de, Kuran'ı getirenin Cebrâil olduğunu söylerler. Bu söz kaynağı belli olmayan bir söylentiye değil, bilakis Kitap ve Sünnet'teki mütevâtir rivâyetlere dayanır. Kuran-ı Kerîm'de bu hakîkati destekleyen 5 delil sunacağım. (Bakara/97, Nahl/102, Şuârâ/192, Tekvîr/19, Necm/410)... Bu âyetlere rağmen, haber-i âhad olarak gelen hadisler arasında yaklaşıp-sarkan'ın (ÏäÇ İÊÏáøóì) Allah olduğuna dâir garip bir rivâyet vardır. Bu rivâyet, Kitap ve Sünnet'te kesinlik kazanmış olan mütevâtire muhâliftir. Bunun içindir ki, tahkîk ehli âlimler buna değer vermeyerek öylece bırakmış, fakat sonunda fıkıhta zayıf kimseler gelince şuursuzca onu canlandırmışlardır...". Daha sonra Gazzâlî,İÊÏáì ÏäÇ Çááå ÚÒ æÌá cümlesindeki yanlışğa delil getirmek maksadıyla Mesrûk'tan bir rivâyette bulunuyor ki, bu da aslında Buhârî'de mevcuttur. Yani Buhârî her iki tür rivâyeti de alarak gözönüne sermiştir. Hadise göre Mesrûk, Hz. Âişe'ye: "Ey ana! Muhammed Rabbini gördü mü?" diye sorunca, Hz. Âişe: "Bu söylediğin sözden ötürü tüylerim diken diken oldu. Her kim şu üç şeyi iddiâ ederse mutlaka yalan söylemiştir." der: 1) Muhammed Rabbini gördü diyen (En'âm/103, Şûrâ 51). 2) Yarın ne olacağını Muhammed biliyordu diyen (Lokman/34). 3) Muhammed (vahiyden) bazı şeyleri gizledi diyen (Mâide/67).". Getirilen bu delîlin âlimler arasında ayrı bir tartışma konusu oluşu bir yana, tedellî ile yakından ilgili olduğunu sanmıyoruz.

Hadise yöneltilen bir diğer tenkit, Sâlih Ebû Bekr'den gelmiştir: "Kâdî (?)'nin dediğine göre, Ahmed b. Hanbel İsrâ'nın uyanık halde vukû bulduğunu söylemiş, Musâ b. Ukbe gibi rüyâda vukû bulduğu fikrini ileri sürmenin, Cehmiyye kelâmı olduğunu belirtmiştir...Akıllı mü'mine deriz ki; Şerîk'den rivâyet edilen ve İsrâ'nın rüyâda meydana geldiğini bildiren hadisin, Kur'an-ı Kerim'in {áÇ ÊõÏÑßå ÇáÃÈÕÇÑ æåæ íõÏÑß ÇáÃÈÕÇÑ} ve {ãÇ ßÇä áÈÔÑò Ãä íõßáøöãå Çááå ÅáÇø æÍíğÇ Ãæ ãä æÑÇÁö ÍöÌÇÈò Ãæ íõÑÓáó ÑÓæáÇğ İíõæÍöìó ÈÅĞäå} âyetleriyle nasıl çatışğını bir düşün!". Delil olarak öne sürülen ilk âyet, bir yönden Allah'ı hakkıyla idrâk ve ihâta, diğer yönden Ru'yetullah ile alâkası olması sebebiyle konumuzu ilgilendirmez. İsrâ'nın rüyâda olduğunu gösteren -ki bu da tartışılır- Şerîk hadisi, Allah'ın gözle idrâk edildiğine dâir bir şey söylememektedir. İkinci âyete bakılırsa, bir kul ile Allah'ın hangi keyfiyette konuştuğu, üç şık hâlinde bildirilmiştir: 1.Vahy , 2.Perde arkasından , 3.Elçi vâsıtasıyla. Yani yakın münâsebetten uzağa doğru kademe kademe bir iniş sözkonusudur. Mutlak olarak zikredilen æóÍúíğÇ kelimesinin neye tealluk ettiği açıkça belirtilmemiştir. Bu bir rüyâ ve ilham olabileceği gibi, bitişik iki yay kadar Allah'ın kulunu kendisine yaklaştırması şeklinde de olabilir. Âyetteki umûmî mânâ, rüyâ ile vahye mânî değildir. Nitekim Hz. İbrâhim'e oğlunu kurbân etmesi için gösterilen rüyâve Bedir Savaşı öncesi müşrik ordusunun Hz. Peygamber'e gösterildiği rüyâ, buna Kur'an'dan verilebilecek iki örnektir. Sahih sünnet ise, zaten vahyin ilk kez Hz. Peygamber'e rüyâ yoluyla geldiğini sarâhaten bildirmektedir. Ayrıca hadisin metni iyice okunursa, Hz. Peygamber'in bizlerden biri gibi rüyâ görmediği; bilakis diğer peygamberler gibi, gözleri uyusa bile kalbinin uyumadığı anlaşılacaktır.

3. Abdullah b. Übeyy'in Cenâze Namazıyla İlgili Hadis

Tanınmış âlimler tarafından tenkîde uğrayan bir diğer Buhârî hadisi, Hz. Peygamber'in bir münâfığın cenâze namazını kıldırdığını haber veren rivâyettir. Sahîh'in altı yerinde geçen bu hadis, beş farklı senede sâhiptir:

a) Müseddedð Yahyâ b. Saîdð Ubeydullahð Nâfi'ð İbn Ömer,

b) Yahyâ b. Bükeyrð Leysð Ukaylð Zührîð Ubeydullah b. Abdillahð İbn Abbâsð Hz. Ömer,

c) Ubeyd b. İsmâilð Ebû Üsâmeð Ubeydullahð Nâfi'ð İbn Ömer,

d) İbrâhim b. el-Münzirð Enes b. Iyâdð Ubeydullahð Nâfi'ð İbn Ömer,

e) Sadakað Yahyâ b. Saîdð Ubeydullahð Nâfi'ð İbn Ömer.

Görüleceği gibi, bu tarîklerden sâdece ikincisi Hz. Ömer'den (irsâl yoluyla) ve sübâî (yedili) senedle, diğer dördü ise hâdiseyi bizzat müşâhade eden İbn Ömer'den ve humâsî (beşli) senedle rivâyet edilmiştir. Hadislerden anlaşılan ortak mânâ şudur: Abdullah b. Übeyy b. Selûl'ün ölümü üzerine, oğlu Abdullah babasını kefenlemek üzere Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelerek gömleğini ister. Abdullah'ın arzusunu yerine getiren Hz. Peygamber, bir müddet sonra cenâze namazını da kıldırmak üzere ayağa kalkıp hazırlandığı sırada, Hz. Ömer elbisesini çekerek "Yâ Rasûlallah! Allah sizi münâfıklar için istiğfâr etmekten menettiği halde, siz onun namazını kıldıracaksınız öyle mi?" diyerek taacübünü ızhâr eder. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Ben istiğfâr edip etmemekte muhayyer kılındım. Allah Teâlâ; 'Bu münâfıklara sen ister istiğfâr et, ister istiğfâr etme. Bunlar için yetmiş defa istiğfâr etsen, Allah aslâ onları mağfiret etmeyecektir.' buyurdu. Ben de yetmişden fazla istiğfâr edeceğim." diye cevap verir ve cenâze namazını kıldırır. (Sâdece Kitâbü'l-Libâs'daki rivâyette namazı kıldırdığı açıkça zikredilmemiştir). Ardından "O münâfıklardan ölenlerin hiçbirisine namaz kılma, kabrine de varma!" meâlindeki âyet-i kerîme nâzil olur.

Mezkur hadis, üç Eş'arî Kelamcısı; Kadı Ebû Bekr el-Bâkıllânî (v.403/1013), İmâmü'l-Harameyn el-Cüveynî (v.478/1085) ve İmam Gazzâlî (v.505/1111) tarafından sahih olmamakla nitelenmiştir. el-Câmiu's-Sahîh'e yazılan ilk şerhlerden birinin müellifi ve Bâkıllânî'nin çağdaşı Ebû Ca'fer Ahmed b. Saîd ed-Dâvûdî de (v.402/1012) aynı fikirdedir. İbn Hacer'in İbnü'l-Müneyyir'den, Kastallânî'nin de el-İntisâf adlı eserin sâhibinden naklettiklerine göre, Bâkıllânî sözkonusu hadis için bir yerde: "Bu haberin kabul edilmesi câiz olmaz, Rasûlullah'ın onu söylediği sahih değildir."derken, et-Takrîb adlı eserinde: "Bu hadis, sübûtu bilinmeyen âhad haberlerdendir."demiştir. Cüveynî ise; Muhtasar'da: "Bu hadis sahişh hadisler arasında tahrîc edilmemiştir.", el-Burhân'da: "Ehl-i hadîs onu sahih saymamaktadır."der. Gazzâlî el-Mustasfâ'da: "En doğrusu, bu haberin sahih olmadığıdır." derken, Dâvûdî ise: "Bu hadis mahfûz değildir." demektedir.

Bu bilgilerin alındığı asıl kaynağın sâhibi (İbnü't-Tîn), yukarıda isimleri geçen dört âlimin sözlerini kaydetmeden önce, âyetin taşıdığı mânâ husûsunda bazı ayakların kaydığını, belirtmektedir. Sözkonusu âyet, Hz. Peygamber'in Hz. Ömer'e dönerek söylediği: {ÅÓúÊóÛúİöÑú áåã Ãæ áÇóÊóÓúÊóÛúİöÑú áåã ¡ Åäú ÊÓÊÛİöÑú áåã ÓóÈúÚöíäó ãÑÉğ İáóäú íóÛúİöÑó Çááåõ áåã...} "(Ey Muhammed!) Onlar için ister af dile, ister dileme!; yetmiş kez af dilesen de Allah onları aslâ affetmeyecek." âyetidir. İbn Hacer, aktardığı cümlelerin akabinde: "Bu zevâtı hadisin sıhhatini inkâra götüren sebep; Hz. Ömer'in âyette geçen Ãæ harf-i atfını tesviye'ye (istiğfâr edip etmemenin aynı olduğuna), yetmiş kez lafzının ise (tahsîs için değil) mübâlağa için getirildiğine hamletmesidir." demektedir. Yâni Hz. Peygamber'in "Ben yetmişden daha fazla istiğfâr edğim" demesi, (âyetin mantûkunca münâfıklara hiçbir fayda sağlamayacağı için) müşkildir. Bu nedenle, Hz. Ömer'in doğrusunu tesbit ettiği bir mânâyı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanlış anlamasının muhal olduğu gerekçe gösterilmiştir. Kastallânî ise şöyle der: "Rivâyet tarîklerinin çokluğuna ve Buhârî ile Müslim'in sahih olduğunda ittifak etmelerine; hattâ Nesâî ve İbn Mâce gibi sâir musanneflerde de tahrîc edilmesine rağmen, mezkur imamlar bu hadise nasıl ta'n edebilmişler? gariptir.".

Dikkatimizi çeken bir nokta; bu hadisi Kur'an âyetleriyle çeliştiği gerekçesiyle kabul etmeyenlerin, Hz. Ömer'in aynı hadisin metninde geçen itiraz sebebine dayanmalarıdır. Halbuki hadis reddedilirken, metinde zikri geçen kıssa ve dolayısıyle Hz. Ömer'in sözleri de tamâmiyle atılmış olacaktır. Merdûd bir delil, herhangi bir şeyi redde sebep olamaz. Hattâ yukarıda adreslerini verdiğimiz hadisler içinde (b şıkkında yer alan) ikisi, Hz. Ömer'in: "Sonradan, o gün Rasûlullah (s.a.v.)'a karşı nasıl cür'et ettiğime teaccüp ettim. Allah ve Rasûlü en iyi bilendir." şeklindeki îtirâfıyla sona ermektedir. Öyleyse Hz. Ömer'in itirâzını, Hz. Peygamber'in anladığı bir mânâyı ilk anda idrâk edememiş olmasıyla izah edebiliriz. Namaza durulmadan az evvel, Hz. Ömer'in (tümünü okumayıp) îmâ ettiği âyet ya da âyetler hangileriydi? Meselenin özünü bu soru oluşturmaktadır. Önce hadislerde geçen ona âit cümleleri sırasıyla verelim:

a) ÃáíÓó Çááåõ äåÇßó Ãäú ÊõÕáøöìó Úáì ÇáãäÇİŞíä¿

b) íÇ ÑÓæá Çááåö ÃÊõÕóáøöì Úáì ÇÈúäö ÃÈíò¿ æŞÏ ŞÇá íæãó ßĞÇ æßĞÇ¡ ßĞÇ æßĞÇ.ÃõÚóÏøöÏõ Úáíå Şæáóå.

c) íÇ ÑÓæá Çááå ÊõÕáøöì Úáíå æŞÏ äåÇßó ÑÈøõß Ãäú ÊõÕóáøöìó Úáíå.

d) íÇ ÑÓæá Çááåö ÃÊõÕóáøöì Úáì ÇÈúäö ÃÈíò¿ æŞÏ ŞÇá íæãó ßĞÇ ßĞÇ æßĞÇ. ÃÚÏøöÏÚáíå Şæáóå.

e) ÊõÕáøöì Úáíå æóåúæó ãäÇİŞñ¡ æŞÏ äåÇß Çááåõ Ãäú ÊóÓúÊóÛúİöÑó áåã.

f) ÃáíÓó ŞÏ äåÇß Çááåõ Ãäú ÊõÕáøöìó Úáì ÇáãäÇİŞíä¿

Görüldüğü gibi, Hz. Ömer hiçbirinde mûmâileyh olan âyeti tamamlamamış, sâdece Allah'ın münâfıklar üzerine salât etmekten nehyini hatırlatmıştır. Onun salât ile kastettiği, e şıkkından anlaşılacağı üzere, istiğfârdır. Ebû Nuaym el-Isbahânî, konu üzerinde vârid olan tüm rivâyetleri topladığı bir cüz'de aynı kanâati öne sürmüştür. Zâten Hz. Peygamber'in Hz. Ömer'in itirazına cevâben; muhayyer olduğunu söyleyip âyetin {ÅÓÊÛİÑú áåã Ãæ áÇÊÓÊÛİÑú áåã Åäú ÊÓÊÛİÑú áåã ÓÈÚíäó ãÑÉğ...} kısmını okuması buna işâret eder. Cenâze namazı anlamındaki salât ise, Hz. Peygamber ve ashâbını münâfıklar üzerine cenâze namazı kılmaktan meneden ve bir daha tekerrürünü istemeyen şu âyette geçmektedir: {æáÇ ÊõÕóáøö Úáì ÃÍÏò ãäåã ãóÇÊó ÃÈÏğÇ æáÇ ÊóŞõãú Úáì ŞÈÑöåö. Åäøóåã ßóİóÑõæÇ ÈÇááåö æÑÓæáöåö æãóÇÊõæÇ æåã İóÇÓöŞõæäó} "Onlardan ölş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler.". Ki bu âyetin namaz sonrası uyarı mâhiyetinde nâzil olduğu, hadislerin son cümlelerinden açıkça anlaşılmaktadır.

Bu noktada cevâbı istenen iki soru kalıyor: Acaba Tevbe Sûresi 80. âyetin devâmı olan: {Ğáß ÈÃäøóåã ßİÑõæÇ ÈöÇááå æÑÓæáöå. æÇááåõ áÇíóåÏöì ÇáúŞóæúãó ÇáİóÇÓöŞöíäó} "Bu, onların Allah ve Rasûlünü inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez." cümlesi, Rasûlullah (s.a.v.) tarafından neden nazar-ı itibâra alınmadı? Ve yine; Hicretten bir yıl evvel Mekke'de Ebû Tâlib'in ölümü sebebiyle nâzil olan: {ãÇ ßÇä áöáäøóÈìøö æÇáøóĞöíäó ÂãóäõæÇ Ãäú íóÓúÊóÛúİöÑõæÇ áöáúãõÔúÑößöíäó æáæú ßÇäõæÇ Ãõæáöì ŞõÑúÈóì ãöäú ÈóÚúÏö ãÇ ÊóÈóíøóäó áåã Ãäøóåã ÃÕúÍóÇÈõ ÇáÌóÍöíãö} "(Kâfir olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah'a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara." âyetine rağmen, niçin Rasûlullah (s.a.v.) ısrarla bu namazı kıldı?

Her iki soru da, İbn Hacer tarafından te'vil yapılarak cevaplanmıştır. Buna göre; Tevbe Sûresi 80. âyetin ikinci kısmı, sözkonusu olaydan daha sonra inmiştir. Çünkü, Hz. Peygamber'in Hz. Ömer'e "Yetmişden fazla istiğfar edeceğim, o zaman belki affonulur." diyerek, zâhirine göre hüküm verdiği kısım burasıdır. Ayrıca Buhârî'nin bab başğında ÈÇÈ Şæáå: ÅÓÊÛİÑ áåã Ãæ áÇÊÓÊÛİÑ áåã Åä ÊÓÊÛİÑ áåã ÓÈÚíä ãÑÉ İáä íÛİÑ Çááå áåã diyerek âyeti ihtisâr etmesinin hikmeti de belki budur...Abdullah b. Übeyy'in hicretin 9. yılında kılınan cenâze namazından, yaklaşık on sene evvel nâzil olan diğer âyete gelince; şrik olarak ölen biri için istiğfârdan nehyedilmek, müslümanlığını ızhâr ederek ölen kimse için de istiğfârdan menedilmeyi gerektirmez. Zira, bu kişinin itikâdının sahih olması da ihtimal dâhilindedir. Tâhir b. Âşûr, buna yakın mânâda şöyle demektedir: "Rasûlullah (s.a.v.)'ın, (Tevbe Sûresi 113. âyete dayanarak) kendisini ihtar eden Hz. Ömer'e, 'Rabbim beni muhayyer kıldı' demesindeki hikmet; münâfık ile müşriğin farklı şeyler olduğudur. Zira münâfık imânını ızhâr etmiştir ve inatçı değildir. Bu durum, şirk mefhûmuna dâhil değildir ki âyetin umûmu ona da şâmil olsun. Muhayyer kılınma, mağfiret olunup olunmayacağı meselesi bir tarafa, müsâdeyi (izni) gerektirir. Zira istiğfârda başka bazı faydalar bulunabilir; diğer münâfıkların kalplerini İslâm'a ısındırmak, bir müslüman üzerine namaz kılınmadı diye münâfıkların müslümanlar arasında fitneye sebep olmalarını önlemek gibi. Zaten umûmun aksine, münâfıkların kimler olduğunu sâdece Rasûlullah ve birkaç sahâbî biliyordu." Yani Hz. Peygamber, kendisine kesin emir gelinceye dek, ümmetinin faydasına olacak şekilde, âyetin anlamından istinbât edilmesi mümkün son sınıra kadar ileri gitmiştir.

İbn Âşûr'un konuyla ilgili diğer tesbitleri şunlardır: "Rasûlullah (s.a.v.) her zamanki merhameti sebebiyle böyle davranmıştır. Abdullah b. Übeyy İslâm kelimesini ikrâr etmiş, zâhiren müslüman biriydi. Müslümanlar, görünüşde de olsa, onun müslümanlığından istifâde etmişlerdir. Çünkü o, kavminin (Hazreclilerin) efendisi idi. Onun müslüman görüntüsü faydadan hâlî değildir. Eğer müslümanlara inad edip, küfrünü ızhâr eden biri olsaydı böyle olmazdı...Hz. Ömer'in 'Rasûlulah'a karşı nasıl cür'et ettiğime sonradan teaccüp ettim' sözüne gelince; Hz. Ömer'in bu davranışı, Rasûl'e kin besleyen münâfıkların başı olan bir adama, Rasûlullah'ın namaz kılışını çirkin görmekten kaynaklanmıştır. Dolayısıyle bu hâlet-i rûhiye onu, Allah'ın, Rasûlünü râzı olmayacağı bir şey üzerinde tutmayacağını düşünmekten alıkoymuştur. Eğer Hz. Ömer geniş çaplı düşünseydi; Hz. Peygamber'in cenâze namazını kılmasını Allah'ın murâd ettiğini; sonra da münâfıkların öne sürebilecekleri mâzeretlere karşı köklü ve kesin bir nehy ile bundan menettiğini, Hz. Peygamber'in nübüvvetine işâret eden bir delil olarak anlayacaktı."

Muhammed Reşid Rızâ, İbn Hacer'in yaptığı izahların tümünü âyetin tefsîri sırasında iktibas ettikten sonra, cevâbı zor bir soru ekliyor: "Tevbe Sûresi'nde geçen mezkur âyetlerin birbirinden farklı zamanlarda indiğini kabul etsek bile, Münâfikûn Sûresi'nde bulunan ve hicretin 5. yılında Benî Mustalık Gazvesi sırasında nâzil olan: {ÓóæóÇÁñ Úáíåã ÃóÓúÊóÛúİóÑúÊó áåã Ããú áóãú ÊóÓúÊóÛúİöÑú áåã áóäú íóÛúİöÑó Çááåõ áåã. Åäøó Çááåó áÇíóåúÏöì ÇáŞóæúãó ÇáúİóÇÓöŞöíäó} "Onlara mağfiret dilesen de dilemesen de birdir. Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkmış bir topluluğu doğru yola iletmez." âyetine ne diyeceğiz? Doğrusu bu hadis, Kur'an'ın iki âyetine de muârızdır. Dînin asıllarına ve bunların kat'î delâletlerine, bir takım rivâyetler ve zannî delâletlerden daha fazla önem verenler; bu çelişki karşısında -metin yönüyle de olsa- hadisin sahih olmadığı hükmüne varmışlardır. Bunların başında, en büyük mütefekkirlerden Bâkıllânî, İmâmü'l-Harameyn ve Gazzâlî... gelmektedir. Metinden çok isnadlara, asıllardan çok furûa önem verenlerin zorlamalarını (tekellüflerini) ise, içlerinde en çok hadis hâfızı olan İbn Hacer'den naklettik. Üzerinde ittifak edilmiş kâidelerden biri de; senedi sahih olan her şeyin metninin de mutlaka sahih olmayacağı; ve aksine; senedi gayr-ı sahih olan her şeyin metninin de mutlaka gayr-ı sahih olmayacağıdır. Bir metin, kat'î nasslara ve olaylara ters düşmüyorsa, ancak o zaman senedin sıhhati kabul edilebilir. Teâruz var ve cem' imkânı da yoksa; Ku'ran, hadislere mukaddemdir. Her kimin, sözkonusu teâruzu cem' etmek için zikredilenlere yda kendine zâhir olan başka bir vecih üzerine kalbi mutmain olmuşsa bu, onun için hadisi reddetmekten daha hayırlıdır. Kalbi mutmain olmayan kimse ise, kat'î sûrette Kur'an'ı tercih edip râvîlerin hatâlı olduklarını kabul etmekten kaçamaz.".

Süleyman Ateş, Tevbe Sûresi 80. âyetin tefsîrinde, meseleye farklı bir zâviyeden yaklaşş; mezkur âyetlerin bütün hâlinde ve Tebük Seferi dönüşünde nâzil olduklarını, Abdullah b. Übeyy'in ise daha evvel Benî Mustalık Gazvesi'nden kısa süre sonra ölğünü belirtmiştir. Şöyle diyor: "Hâsılı Peygamber'in, Abdullah b. Übeyy'e giydirilmek üzere gömleğini vermesi, onun cenâze namazını kıldırması ve kabri başında durması olayının, âyetin iniş sebebi olarak gösterilmesi hiçbir sûrette doğru değildir. Bu olay doğrudur ama (84.) âyetin inişinden çok önce vukû bulmuştur. Âyetin olayla bir ilgisi yoktur ve diğerleriyle birlikte inmiştir.".

Son olarak hatırlatmak istediğimiz bir husus; Goldziher'in Buhârî'ye yöneltilen tenkitlere verdiği örnekler meyânında özellikle bu hadisi zikretmiş olmasıdır. Meşhur eserinde: "Eş'arî, Bâkıllânî ve onunla birlikte Cüveynî ve Gazzâlî gibi kelamcıların, Buhârî tarafından kaydedilmiş bir hadisi reddedip asılsızlıkla damgalamaları, daha az şaşırtıcı görünüyor." demektedir. Ayrıca bu tenkîde, iki cümleyle Fuad Sezgin tarafından da temas edilmiştir.

Vukû zamânında ihtilaf bulunmakla birlikte, cenâze namazı hâdisesinin gerçek olduğuna götüren bulgular kuvvetli görünmektedir. Hattâ bundan önce Hz. Peygamber'in, Abdullah b. Übeyy'in ölümüyle sonuçlanan hastalığında ziyâretine gidip onu Yahûdîlere muhabbet beslememesi husûsunda (bir kez daha) uyardığını, ölümünden sonra oğluna gömleğini verdiğini biliyoruz. Tüm bunların siyâset îcâbı yapıldığı, İslâmın geleceği açısından birtakım faydalara müncer olduğu tarzındaki yorumlar herhalde yanlış değildir.

Bâkıllânî ile (aynı dönemde yaşayan Buhârî şârihi) Dâvûdî'nin birbirlerinden etkilendikleri, sonraki Eş'arî kelamcılarının da Bâkıllânî'yi örnek alarak benzer şekilde hareket ettikleri akla gelebilir. Ancak bunu kesin olarak söyleyebilmek için, herbir eserde sözkonusu rivâyetin geçtiği satırlarda anlatılan muhtevânın karşılıklı kıyaslanması gerekir.

4. Sihir Hadîsi

Medîne devrinin başından beri Hz. Peygamber'e olan ihânetlerini her defâsında tekrarlayan Yahûdiler'in, başarıyla sonuçlanmamış suikast teşebbüslerinin bir halkasını da meşhur sihir hâdisesi oluşturur. el-Câmiu's-Sahîh'de Hz. Peygamber'e sihir yapıldığını anlatan yedi rivâyet bulunmaktadır. Hişâm b. Urveð Urveð Hz. Âişe senedine sâhip bu hadislerde Hz. Âişe hâdiseyi şöyle anlatır: "Rasûlullah'a sihir yapılmıştı. Bazı işleri yapmadığı halde o işi yapıyormuş hissine kapılıyordu. (ßÇä íõÎóíøóáõ Åáíå Ãäøóåõ íóİúÚóáõ ÇáÔøóìúÁó æóãóÇ íóİúÚóáõåõ) . Nihâyet bir gün benim yanımda Allah'a tekrar tekrar duâ etti. Daha sonra bana: Haberin var mı Yâ Âişe? Allah bana fetvâ istediğim konuda fetvâ vermiştir, dedi. Ben: O nedir Yâ Rasûlallah? diye sorunca; şöyle dedi: 'Bana iki kişi (melek) geldi. Bunlardan biri başucuma, diğeri de ayakucuma oturdu. Daha sonra aralarında şöyle konuştular: ¾ Bu kişinin hastalığı nedir? ¾ Ona sihir yapılmıştır (matbûbdur). ¾ Sihri kim yapmıştır? ¾ Zürayk oğullarından Yahûdi Lebîd b. el-A'sam. ¾ Bu sihir nasıl yapılmıştır? ¾ Bir tarak, saç-sakal tarantısı ve erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığı içinde. ¾ Sihir nerededir? ¾ Zervân (ya da Zû Ervân) kuyusunun içindedir.' Bunun üzerine Rasûlullah (bir grup ashâbıyla birlikte) kuyuya giderek baktı. (Kuyunun üzerinde hurma ağacı vardı). Dönğünde Hz. Âişe'ye şöyle dedi: 'Vallâhi kuyunun suyu kına suyu gibi kırmızımtrak, hurma ağacının dalları ise şeytanların başları gibidir.'. Hz. Âişe'nin, O sihri çıkardın mı? sorusuna ise: 'Hayır. Allah bana âfiyet ihsân etmiş, şifâ vermiştir. Sihri çıkarmakla insanlar üzerine kötülük yayacağımdan korktum.' cevâbını verdi; sonra da kuyunun kapatılmasını emretti.".

Kitâbü't-Tıbb'ın 49. ve Kitâbü'l-Edeb'in 56. bâbında, Hz. Peygamber'e yapılan sihrin ne şekilde tesir ettiği şöyle tavsîf edilmiştir: "Hanımlarına yaklaşmadığı halde, yaklaşğını zannediyordu (ßÇä íóÑóì Ãäøóåõ íóÃúÊöì ÇáäøöÓóÇÁó æáÇóíóÃúÊöíåöäøó) ". İşte bu cümlenin, yukarıda verdiğimiz tercümede geçen umûmî mânâyı tahsîs ettiği söylenebilir.

İbn Sa'd, Lebîd'in Yahûdi ileri gelenleri tarafından sihre nasıl teşvik edildiğini Ömer b. el-Hakem'den rivâyet etmektedir. Buna göre Lebîd, 3 dinar karşılığında sihir yapmış, daha sonra Hz. Peygamber'in huzûruna çağırıldığında suçunu itirâf ederek: "Ey Ebe'l-Kâsım! Altın sevgisi bana bu işi yaptırdı." demiştir. Yine İbn Sa'd'ın bildirdiğine göre Abdu'r-Rahmân b. Ka'b b. Mâlik, Hz. Peygamber'e sihir yapanların Lebîd'in kızkardeşleri olduğunu söylemektedir. Zira onlar bu konuda Lebîd'den daha becerikliydiler; Lebîd ise sâdece yapılan sihri kuyuya götürüp gömştür.

Fahrü'd-Dîn er-Râzî, Muavvizeteyn Sûrelerinin iniş sebepleri arasında üçüncü olarak bu hâdiseyi zikretmiş; sihrin Hz. Peygamber'e üç gün tesir ettiğini, Cebrâil'in haber vermesi netîcesinde Hz. Ali ve Hz. Talha'nın oraya gönderilip sihri çıkardıklarını ifâde etmiştir. Hz. Peygamber, Felak ve Nâs'dan âyetler okudukça bünyesinde rahatlık hşissederek sihrin tesirinden kurtulmuştur. Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir habere göre ise, Hz. Peygamber'in rahatsızlığı altı ay sürmüştür.

Kısaca izah ettiğimiz bu hâdisenin vukûunu reddeden bazı âlimler vardır. Başta Kadı Abdü'l-Cebbâr (v.415/1024) olmak üzere bütün Mu'tezile İmamları hadise itiraz etmişlerdir. Râzî'nin naklettiğine göre Kadı Abdü'l-Cebbâr şunları söylemektedir: "Bu rivâyet bâtıldır. Allah Teâlâ Kur'an'da {æóÇááåõ íóÚúÕöãõßó ãöäó ÇáäøóÇÓö}ve {áÇóíõİúáöÍõ ÇáÓøóÇÍöÑõ ÍóíúËõ ÃóÊóì} buyurmuşken, sahih olduğu nasıl söylenebilir? Bunu câiz görmek, Nübüvvetin zedelenmesi sonucunu doğurur. Hz. Peygamber'e sihir yapıldığı doğru kabul edilseydi, (sihirbazların) bütün nebî ve sâlihlere de zarar ulaştırabilmeleri; böylece kendilerine büyük bir otorite sağlayabilmeleri gerekirdi. Oysaki bütün bunlar bâtıldır. Kâfirler Hz. Peygamberi büyülenmiş (meshûr) olmakla takbîh ediyorlardı. Eğer vâkıa gerçek olsaydı, kâfirler onu böyle isimlendirmekte haklı olurlardı ve Hz. Peygamber de buna lâyık olurdu. Böyle bir şeyin câiz olmayacağı ise bellidir.". (Râzî meshûr olmakla ilgili bu iddiâya itiraz etmiştir).

Cemâlü'd-Dîn el-Kâsımî, Mu'tezilî İmam Ebû Bekr el-Esamm'ın da (v.235/849) aynı sebeple hadisi metrûk kabul ettiğini İmam Mâturîdî'nin Te'vîlâtü'l-Kur'ân'ından naklşetmektedir.

Hanefî fakîh ve müfessiri Cessâs (v.370/980) ise Tefsîr'inin ilk cildinde sihrin mânâsı, hakîkati ve hükmüne dâir özel bir bölüm ayırmıştır. Orada beyan ettiği görüşü şöyledir: "Allah Teâlâ kâfirlerin Nebî (s.a.v.) hakkında iddiâ ettikleri şeyi yalanlayarak {æŞÇá ÇáÙÇáãæä Åöäú ÊóÊøóÈöÚõæäó ÅáÇøó ÑÌáÇğ ãÓÍæÑğÇ} buyurmuştur. Bu gibi haberler, son derece değersiz ve küçük laflarla oynayan, enbiyânın mûcizelerini ibtâl edici ve zedeleyici şeyler söylesin diye adam kirâlayan, böylece peygamberlerin mûcizeleri ile sihirbazların sihirleri arasında fark bulunmadığını göstermeye çalışan mülhidlerin uydurmasıdır. Asıl garip olan; Allah Teâlâ'nın {æáÇíİáÍ ÇáÓÇÍÑ ÍíË ÃÊì} kavline rağmen, bir taraftan enbiyâyı ve mûcizelerini tasdik edip diğer taraftan sihirbazların böyle işlerini kabul edenlerin hâlidir. Bu insanlar, Allah'ın yalanladığı ve iddiâsının geçersiz olduğunu haber verdiği kimseyi doğrulamış olmaktadırlar. Yahûdi kadının! cehâletle ve bedene tesir edeceği zannıyla bu sihri yapmış olması kabul edilebilir. Onunla Hz. Peygamber'i hedeflemiştir. Allah da Nebîsini kadının bu gizli durumuna muttalî kılarak, onun irtikâb ettiği şeydeki câhilliğini ortaya çıkarmıştır. Bu, Hz. Peygamberin delâil-i nübüvvesine işâret eder; yoksa sihrin ona zarar verdiği ve ne yaptığını karıştırır hâle getirdiği anlamında değildir. Hem Hz. Peygamber'in bu karıştırma hâlinden râvîlerin hepsi sözetmemiştir. Bu lafız kesinlikle hadîse sonradan ilâve edilmiştir ve aslı yoktur.".

Cessâs'ın serdettiğimiz görüşkarşısında, ilk bakışta onun Mu'tezilî imamlardan etkilendiği fikri akla gelmektedir. Zaten bir bu, bir de Ru'yetullah ile ilgili iki mesele, Cessâs'ın Mu'tezilî eğilimli sayılmasına yeter sebep teşkil etmiştir. Halbuki onun, sihrin hakîkati hakkında, mensup olduğu mezhebin kurucusu İmam Ebû Hanîfe'ye tâbî olduğunu Şevkânî'den (v.1255/1839) öğrendikten sonra, sihir hadisi üzerindeki şüphelerini de kolayca anlayabilmekteyiz. Buna dayanarak, İmam Ebû Hanîfe ve Mu'tezile'nin sihirle ilgili görüşlerinin birbirine paralellik arzettiğini söyleyeceğiz.

Kâsımî, yukarıda adlarından bahsettiğimiz iki Mu'tezilî İmamın sözlerini aktardıktan sonra şöyle der: "Sahih eserlerde tahrîc edilmiş olsa bile; bu haberin, getirilen delîle binâen kabul edilmemesinde bir gariplik yoktur. Çünkü, ehli olanların bildiği üzere, onlara alınan her hadis sened ya da metin tenkîdinden kurtuşlmuş değildir. Haber-i Âhâda muhâlefet edilebileceği sahâbe zamanında dahi bilinen bir şeydir...". Kâsımî daha sonra İmam Gazzâlî'nin el-Mustasfâ'sı, İbn Teymiye'nin el-Müsevvede'si ve Molla Fenârî'nin Fusûlü'l-Bedâi' adlı eserinden iktibaslar yaparak, bir delîle binâen haber-i vâhidi yalanlayan kimsenin küfür ve dalâletle ithâm edilemeyeceğini söyler. Molla Fenârî'nin bir iddiâsına itiraz sadedinde ise şu cümleyi sarfetmiştir: "Ehl-i Re'yin Buhârî'ye kıymet vermediklerini biliyoruz. Te'vîl ve nesh yoluyla onun yüzlerce merviyyâtını reddetmişlerdir.".

İsimlerinden tezimizde sıkça sözettiğimiz Muhammed Gazzâlî, Mahmûd Ebû Rayye ve Sâlih Ebû Bekr, sihir hadisini ağır dille eleştirerek mevzû addetmişlerdir.

Sihirle ilgili hadislerin çelişkilerle dolu olduğunu belirten Süleyman Ateş'in konu hakkındaki mülâhazası şudur: "Bu rivâyetlerin büyü ve nazarın etkisini desteklemek ve insanları bunlardan korkutmak amacıyla ortaya atıldığında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce şudur: Büyü ve nazar Peygamber'e bile tesir etmiştir. Onun için bunlardan sakındırmak lâzımdır.".

Hadisin rivâyet tarîklerini inceleyen Ali Osman Ateş, Buhârî senedlerindeki edâ sîgalarının, Hişâm'dan nakleden râvîlerden itibâren arz ve semâ'dan an'ane'ye dönüşğüne, ve bu lafzın senedde kopukluk şüphesi taşıdığına dikkat çekmiştir. Tabakât kitaplarında kaydedilen; Hişâm'ın babasından bazen irsâl yaptığı ve Iraklılara rivâyette gevşek davrandığı gibi cerh edici hususlar, haber-i vâhid olan bu hadisi daha da şüpheli hâle getirmektedir. Zira sihir hadisini Hişâm'dan nakleden râvîlerin biri dışında hepsi de Basra'lı ve Kûfe'li (yani Irak'lı) kimselerdir. Ateş'e göre; gerek el-Câmiu's-Sahîh'de Hz. Âişe'den, gerekse Nesâî ve Müsned'de Zeyd b. Erkam'dan rivâyet edilen bu hadisler, râvîlerindeki zabt kusuru sebebiyle illetlidirler. Metin hakkında A. Osman Ateş'in genel kanâati şöyledir: "Hz. Peygamber'in ismetine yönelik taarruzlara malzeme veren, Kur'anKerîm üzerinde şüpheler doğmasına yolaçan, ilhad ve küfre, ateizme; İslam'a saldırı için destek olan bu tür rivâyetleri günümüz müslümanlarının, okuyan-düşünen; araştırıp mukâyese yapan aydınlarının, gençlerinin sahih kabul etmeleri beklenemez. Onlara binbir sıkıntı ve zahmetle te'vîl ve yorumlar yapmaya çalışğımız; çoğunda da muhâtabı tatmîn etmediğini görğümüz bu tür rivâyetlere dayalı bir Peygamber imajı sunmaya hakkımız olmadığı açıktır.".

Konu hakkında soolarak İbn Âşûr'un görüşlerini serdetmek istiyoruz: "Kanâatimce Rasûlullah (s.a.v.)'a, Lebîd'in sihir yapmaya teşebbüs ettiği sırada bir hastalık isâbet etmişti. Allah uykusunda ona şifâya kavuşacağını müjdelemiş, buna alâmet olarak da Lebîd'in giriştiği işe muttalî kılmıştı. Bunu, müslümanları sihirlemekle korkutan Yahûdileri aşağılayıp-sindirmek için yapmıştır. Çünkü müslümanlar Medîne'ye ilk hicret ettikleri günlerde, Yahûdilerin kendilerine büyü yaptıklarını zannediyorlar, hiç çocuk doğurmayışlarını buna bağlıyorlardı. Nihâyet Zübeyr'in Abdullah isminde bir oğlu dünyâya geldi... (Râvî, iki ayrı sihir haberini birbirine karıştırarak tek haber hâline getirmiştir). Netîcede hem Rasûlullah hem de mü'minlerin kalpleri, Yahûdilerin yapacakları sihir korkusuna karşı şifâ bulmuştu. Haberin zâhirini ancak böyle te'vîl edebiliyoruz. İkinci bir nokta ise şudur; Bir kere hadis garîbdir. Zira hadisi Hz. Âişe'den Urve'den başkası nakletmemiş, Urve'den de oğlu Hişâm'dan başkası rivâyet etmemiştir. Halbuki bu çok önemli bir hâdisedir. Hz. Âişe: 'Rasûlullah bir grup ashâbıyla birlikte Zervân kuyusuna gitti (İĞåÈ ÇáäÈì İì ÃõäóÇÓò ãä ÃÕÍÇÈòåö Åáì ÇáÈÆÑ)' demiştir. Orada hazır bulunanlardan nasıl olmuş da hiçkimse bu hadisi rivâyet etmemiştir. Garîb hadisler, topluluğun naklini gerektiren şeylerde makbul değildir. Ayrıca bu hadis, Hz. Peygamber'in aklının sihirden etkilenmesini gerektirmektedir. Bu ise onun hakkında câiz değildir. Sahâbeden bazıları, Hz. Peygamber'in ölümüne sebep olan hastalığı sırasında "Rasûlullah sayıklıyor (Åä ÑÓæá Çááå åóÌóÑó)" demişler, o da bu söze gazaplanarak kendisini ayağa kaldırmalarını emretmişti. Bu hadiste vehim bulunduğu, ya da vehmi izâle edecek bir şeyin düşğü kesindir. Bir haber şerîatin asıllarına ve nübüvvetin gereklerine ters düşerse, reddi ve ibtâli vâcip olur.

5. İbn Hazm'ın Tenkitleri

İbn Hazm'ın (v.456/1063) metinle ilgili tenkitlerine gelince; bunlardan el-Muhallâ'da yer alan ikisini örnek gösterebiliriz:

el-Câmiu's-Sahîh'de (Eslem kabîlesi mensubu) Mâiz'in recmedilmesiyle ilgili; Mahmûd b. Ğaylânð Abdü'r-Rezzâkð Ma'mer b. Râşidð Zührîð Ebû Selemeð Câbir b. Abdillah senediyle nakledilen hadisin metnini muzdarib bulmaktadır. Zira burada Peygamber (s.a.v.)'in onun cenâze namazını kıldığı kaydolunurken (æÕáøóì Úáíå), Abdü'r-Rezzâk b. Hemmâm'ın Musannefindeİshâk b. İbrâhim'den rivâyet edilen aynı hadisde kılmadığı belirtilmektedir (æáóãú íõÕóáøö Úáíå). Öyleyse, hadisi Abdü'r-Rezzâk'dan alan iki râvîden biri hatâ etmiştir. Kim olduğunu Allah bilir.

Bir diğer tenkit ise, Ömer b. Hafsð babası (Ğıyâs b. Talk) ð A'meşð Ebû Sâlihð Ebû Hureyre tarîkiyle Hz. Peygamber'den rivâyet edilen sadaka hadisine yöneliktir. Bu hadiste şöyle buyuruluyor: "En fazîletli sadaka, sâhibini fakirliğe düşürmeyip zengin bırakan sadakadır. Çünkü veren el, alan elden üstündür. Nafaka vermeye geçindirmekle yükümlü olduğun âile fertlerinden başla! Aksi halde kadın, 'ya beni besle ya da boşa', köle: 'beni besle de öyle çalıştır', çocuk ise: 'beni besle, sonra kimin eline bırakırsın' der. Orada bulunanlar: Ey Ebû Hureyre! bunu da Rasûlullah'dan mı işittin? diye sorduklarında; (áÇó åĞÇ ãöäú ßöíÓö ÃÈöì åÑíÑÉó) 'Hayır, bu Ebû Hureyre'nin kendi cebindendir (aklındandır)' cevâbını vermiştir.". İbn Hazm, hadisin sonundaki ibâreye bakarak: "Bu haberi delil saymak bâtıldır." demiştir.

Halbuki hadisin baş tarafının sahihliği, başka delillerle sâbittir. Saîd b. el-Müseyyib'in, kayınpederi Ebû Hureyre'den naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.): "Sadakanın en hayırlısı, zenginlik hârici verilendir. Önce kendi ıyâlinden başla! (ÎíÑõ ÇáÕÏŞÉö ãÇ ßÇä Úóäú ÙóåúÑö Ûöäğì. æóÇÈúÏóÃú Èãä ÊóÚõæáõ)" buyurmuştur. Bu hadisin, Buhârî tarafından sözügeçen diğer rivâyete bitişik olarak zikredilmesi, o hadisin ilk kısmının Hz. Peygamber'e, geri kalan kısmının ise Ebû Hureyre'ye âit olduğunu ispat içindir. Ayrıca aynı hadisin, el-Câmiu's-Sahîh içinde sahâbî Hakîm b. Hizâm (v.60/679) tarafından da yaklaşık lafızlarla rivâyet edildiğini görmekteyiz. "Veren el, alan elden üstündür" lafzı ise, Hakîm b. Hizâm'dan gelen tüm rivâyetlerde mevcuttur. Dolayısıyle, "Aksi halde kadın der ki:" ifâdesinden haberin sonuna kadar olan kısım, Ebû Hureyre tarafından yapılmış bir açıklamadır. Binâenaleyh hadisin müdrec olduğu söylenemez.

6. Humeydî'nin Tenkîdi

Buhârî'nin "Câhiliyye Devrinde Yemin" adını verdiği bir babda, Nuaym b. Hammâdð şeym b. Ebî Hâzimð Husayn b. Abdi'r-Rahmân senediyle Amr b. Meymûn el-Evdî'den rivâyet ettiği mevkûf bir hadis, Ebû Nasr el-Humeydî (v.488/1095) tarafından ağır dille eleştirilmiştir. Amr b. Meymûn orada şöyle diyor: (ÑÃíÊõ İì ÇáÌÇåáíøóÉö ŞöÑúÏóÉğ ÇÌúÊóãóÚó ÚáíåÇ ŞöÑóÏóÉñ ŞÏ ÒóäóÊú İÑóÌóãõæåóÇ İÑóÌóãúÊõåóÇ ãÚåã) "Câhiliyye zamânında; maymunların, zinâ etmiş dişi bir maymunun başına toplanıp onu recmettiklerini gördüm. Ben de onlarla birlikte maymunu recmettim (taş attım).". Humeydî el-Cem'u Beyne's-Sahîhayn adlı eserinde: "Nesefî'nin Ferebrî'den rivâyet ettiği nüshada, maymunlarla ilgili bu haber hakkında hiçbir şey kesinlikle yoktur. Herhalde bu, Buhârî'nin kitabına sonradan katılmış (mukhamât) şeylerdendir." demektedir.

İbn Hacer, recm hâdisesi üzerine söylenen kavilleri sıraladıktan sonra şunları söylemektedir: "Humeydî, el-Cem'u Beyne's-Sahîhayn'da acâip bir iş yapmış; bu hadisin Buhârî'nin bazı nüshalarında (ya da bir nüshasında) bulunduğunu ve sâdece Ebû Mes'ud (ed-Dımeşkî)'un (v.401/1010) el-Etrâf (Etrâfü's-Sahîhayn) adlı eserinde bunu zikrettiğini zannetmiştir. 'Buhârî nüshalarında aslâ bu hadis yoktur, belki de Buhârî'nin eserine ilâve edilmiş hadislerdendir.' demiştir. Onun bu söylediği merdûddur. Mezkur hadis, vukûfumuz olan asılların çoğunda mevcuttur. Hâfız Ebû Zerr'in, güvenilir üç imam olan şeyhlerinden (Müstemlî, Serahsî, Küşmeyhenî) nakletmesi, Ebû Nuaym ile İsmâilî'nin Müstahrec'lerinde ve Ebû Mes'ud'un Etrâf'ında zikredilmesi delil olarak kâfîdir. Evet, bu ve bundan sonraki hadis Nesefî rivâyetinden düşştür. Bu, Ferebrî'nin rivâyetinde bulunmamasını gerektirmez. Evvelce zikrettiğim ve ileride de söyleyeceğim üzere; Ferebrî'nin rivâyetinde Nesefî'ye göre birçok hadis fazladır. Humeydî'nin Sahîh-i Buhârî'de olmayan şeylerin ona ilâve edilmesini tecvîz edişi, ulemânın Buhârî'deki tüm rivâyetlerin sıhhatine dâir verdikleri hükme ve kitabın ona nisbetinin kesinliği hakkındaki ittifaklarına münâfîdir. Humeydî'nin sözü, Sahîh'deki bütün hadislerin mevsûk olmadığı fikrine yol açan fâsid bir tahayyüldür. Zira bu hal herhangi biri için câiz olunca, tek tek hepsi için de câizdir. Böylece kitaptaki hiçbir hadisin mevsûkiyeti kalmaz. Halbuki ulemânın ittifâkı bunun tam aksidir. İbn Abdi'l-Berr'in, İsmâilî'nin tahrîc ettiği tarîki zayıf görmesi (tad'îfi), Buhârî'nin bu hadisi tahrîc ettiği tarîk ile ortadan kaldırılmıştır.".

Abdü'r-Rahîm el-Abbâsî Buhârî şerhinde şöyle diyor: "İbn Abdi'l-Berr: 'Hiçbir âlim, zinânın mükellef olmayana izâfesini ve hayvanlara had cezâsı tatbîk edilmesini kabul etmemiştir. Böyle bir şey doğru kabul edilse bile, maymunların cin tâifesinden olmaları gerekirdi. Zira sâdece cinler ve insanlar ibâdet ile mükelleftirler.' demektedir. Kirmânî ise: 'Bunlar evvelce insan oldukları halde, sonradan maymuna çevrilmişler (mesh) ve sâdece insânî görüntüleri değişmiştir, denebilir. Ya da bu haberde anlatılan hâdisenin dış görünümü zinâ ve recme benzediği, teklîf ve had ile hiç alâkası olmadığı halde, seyreden şahsın Câhiliyye devrindeki kendi zannından ibârettir.' demiştir. Ben de derim ki: Mesh edilmiş olmaları uzak bir ihtimaldir. Çünkü Hz. Peygamber'in; Allah, helâk veya azâb ettiği bir kavmin arkasından nesil getirmez, hadisi buna mânîdir. Hem bu hikâye bazı nüshalarda bulunmaktadır, hepsinde değil.".

el-Abbâsî'nin istişhâd ettiği ve Müslim'in Sahîh'inde yeralan hadis şöyledir: "...Bir adam Hz. Peygambere: Yâ Rasûlallah! Maymunlar ve domuzlar sûretleri maymun ve domuza tahvîl (mesh) olunmuş kimselerden midirler? diye sordu. Bunun üzerine Peygamber: (Åäøó Çááå ÚÒ æÌá áóãú íõåúáößú ŞæãğÇ Ãæ íõÚóĞøöÈú ŞæãğÇ¡ İíóÌúÚóáó áåã äÓáÇğ. æÅäøó ÇáŞöÑóÏóÉó æÇáÎóäóÇÒöíÑó ßÇäõæÇ ŞÈáó Ğáß) Şüphe yok ki, Azîz ve Celîl olan Allah bir kavmi helâk eder yahut bir kavme azâb ederse, artık onların arkasından nesil getirmez. Maymun ve domuzlar, All'ın sûretleri değiştirip kötü hâle tahvîl etmesinden evvel de mevcut idiler." buyurdu. Kur'an-ı Kerîm'deki üç âyet, hadisin son cümlesinde kastedilenlerin Yahudî ve Hristiyanlar olduğunu beyân eder. Hz. Peygamber'in sözlerinden; onların maymunlar gibi hor ve hakîr olarak mânevî zillete uğradıkları, yoksa vücutlarının maymun ya da domuza dönüşmediği, çünkü böyle bir tebdîle uğrayanların zürriyetlerinin kesildiği anlaşılmaktadır. İsrâil oğullarından önce de bu hayvanların varlığı bilindiğine göre, bugünkü maymunların memsûh insanlar olduğunu söylemek imkânsız gözükmektedir. Buhârî'deki haberin şâhidi Amr b. Meymûn, görğü vâkıâyı yanlış yorumlamıştır. Hadisi Amr'dan rivâyet eden Husayn'ın (v.139/756), Ahmed b. Hanbel'in sözüne dayanarak, ömrünün sonuna doğru hâfıza yönünden zayıfladığını ve unutkan olduğunu gözönüne alırsak, rivâyete ihtiyatla bakılması lâzım gelir. Ancak bu bilginin dahi Buhârî kaynaklı oluşu, Buhârî'nin haberi Sahîh'e bilerek aldığı izlenimini vermektedir. Belki de, sâdece bir sahâbî kavli olduğu için metninin sıhhati açısından gevşek davranılmıştır.

Goldziher'in, Buhârî metninin katmalardan masûn kalmadığı iddiâsına örnek olsun diye zikrettiği tek rivâyet budur. Onun, tüm aramalarına rağmen el-Câmiu's-Sahîh'de bulabildiği bu ve benzeri birkaç örnek, aslında İmam Buhârî'nin başarısını ve hatâ payının azlığını ispat eder. Ki Humeydî'nin öne sürdüğü mezkur ihtimal de, Fuad Sezgin tarafından yersiz bulunmuştur. Ona göre, Nesefî rivâyetinde bu haberin bulunmayışı, Ferebrî nüshasına nazaran daha mütekâmil olduğundandır. Zira Buhârî'nin, bizzat kendisinin sonradan hadisi kitabından çıkarmış olması muhtemeldir. Bununla birlikte, rivâyetlerin filolojik tahlîli İbn Hacer'in reddiyesini haklı kılmaktadır. Yani İbn Hacer'e kadar gelen farklı Buhârî nüshalarının birbirleriyle kıyâsı, bu haberin esere sonradan sokuşturulma ihtimâlini ortadan kaldırmaktadır.

7. Bazı Râvî ve Şârihlerin Tenkitleri

Buhârî râvî ya da şârihlerinin, bazen şerh ve rivâyet esnâsında karşılarına çıkan hatâlara-yanlışlara temâs ettiklerini görmekteyiz. Karşılaşğımız bu tür tenkitlerden, metinle ilgili olan dört örneği sunmak istiyoruz.

a) Buhârî'nin Evzâîð Yahyâð Ebû Seleme b. Abdi'r-Rahmân b. Avf vâsıtasıyle Ca'fer b. Amr ve babasından tahrîc ettiği mevkûf bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sarığına ve mestine mesh ettiği bildirilmektedir (ÑÃíÊõ ÇáäÈìøó Õáì Çááå Úáíå æÓáã íóãúÓóÍõ Úáì ÚöãóÇãóÊöåö æÎõİøóíúåö) . Bunun hemen arkasından, Ma'mer b. Râşid'in de aynı tarîkle hadisi (Ca'fer'in babası) Amr'dan rivâyet ettiğine işâret edilmiştir. el-Câmiu's-Sahîh'i Ferebrî'den rivâyet edenlerden Ebû Zeyd el-Mervezî (v.371/981)'nin râvîsi Ebû Muhammed Abdullah b. İbrâhim el-Asîlî el-Mâlikî (v.392/1001), şârih İbn Battâl'ın (v.449/1057) kendisinden naklettiğine göre şöyle demektedir: "Bu hadiste sarık (ÇáÚãÇãÉ) kelimesinin zikredilmesi, Evzâî'nin hatâsıdır. Zira Şeybân ve başkaları (Evzâî gibi) hadisi Yahyâ'dan nakletmişler ancak bunu zikretmemişlerdir. Bu yüzden, topluluğun rivâyeti tek kişinin rivâyetine tercih edilmelidir. Ma'mer'in mütâbeatına gelince; bunda sarık ilâvesi yoktur ve mürseldir. Zira Ebû Seleme Amr'dan hadis işitmemiştir.". İbn Hacer, Asîlî'nin bu sözleri hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "Abdü'r-Rezzâk'ın, Musannef'inde Ma'mer'den yaptığı rivâyette ÚãÇãÉ kelimesi yoktur. Ancak İbn Mende (v.395/1005) Kitâbü't-Tahâre'sinde Ma'mer tarîkiyle aynı hadisi zikretmiştir ve onda bu kelime mevcuttur...Ebû Seleme'nin Amr'dan semâını mümkün görüyorum. Zirâ Amr, Medine'de hicrî 60 yılında vefat etmiştir. Ebû Seleme de Medînelidir ve tedlîsle tavsîf edilmemiştir. O, Amr'dan önce vefât eden bir çok şahıstan hadis duymuştur. Bükeyr b. el-Eşecc'in kendisinden naklettiğine göre, Ebû Seleme Amr'ın oğlu Ca'fer'i babasına göndermiş ve bu hadisi sordurmuştu. Ebû Seleme'nin daha sonra Amr ile biraraya gelip bizzat kendisinden semâ etmiş olmasına mânî yoktur. Evzâî'nin mezkur ilâvede teferrüd ettiğini farzetsek bile, bu onu hatâlı kılmayı gerektirmez. Çünkü hâfız ve sika bir râvînin arkadaşlarının rivâyetine muvâfık olan ziyâdesi makbuldür, şâz değildir. Sahih rivâyetleri bu gibi önemsiz illetlerle reddetmenin mânâsı yoktur".

b) Saîd b. el-Müseyyib'in, kayınpederi Ebû Hureyre'den naklettiği bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Sâlih amel işleyen bir memlûk köleye iki ecir vardır. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki; eğer Allah yolunda cihad, Haccetmek ve annemin gönlünü hoş tutmak (birr) olmasaydı, memlûk bir köle olarak ölmeyi isterdim.".

İbnHacer'in bildirdiğine göre, şârihlerden Ebû Ca'fer ed-Dâvûdî (v.402/1011), İbn Battâl el-Mağribî ve daha birçokları, æÇáĞì äİÓì ÈíÏå... cümlesinin, Ebû Hureyre'nin sözü olup hadise idrâc edildiğini söylemektedirler. O vakitler Hz. Peygamber'in kendisine iyilik edecek bir annesinin olmayışı, hadisteki müdrecliğin en belirgin ispâtıdır. Yine İbn Hacer'in haber verdiğine göre İsmâilî, hadisi Abdullah b. el-Mübârek kanalıyla ve başka bir tarîkle tahrîc etmiştir ki, bu rivâyette açık olarak æÇáĞì äİÓõ ÃÈì åÑíÑÉó ÈíÏöåö ibâresi bulunmaktadır. Hadis, Ebû Avâne ve İmam Müslim tarafından da aynı minvâl üzere rivâyet edilmiştir. Hatta bizzat İmam Buhârî, el-Edebü'l-Müfred'de Süleyman b. Bilâl vâsıtasıyla ve bu lafızla nakletmektedir. Dolayısıyle, sözügeçen cümlenin sonradan ilâve edilmiş (müdrec) görüntüsü, rivâyetlerin karşılıklı kıyâsı (mukârane) metoduyla çözüme kavuşturulmuştur.

c) Bir diğer tenkit Ebü'l-Esved ed-Düelî (diğer adıyla Zâlim b. Amr)'nin Ebû Zerr el-Ğıfârî'den rivâyet ettiği şu hadis ile ilgilidir: "Nebî (s.a.v.)'i ziyârete gelmiştim. Üzerinde beyaz bir elbise vardı ve uyuyordu. Ben gelince uyandı ve şöyle buyurdu: áÇ Åáå ÅáÇ Çááå diyen ve bu söz üzere ölen hiçbir kul yoktur ki Cennet'e girmesin. Ben: Zinâ edip hırsızlık yapsa da mı? diye sordum. 'Evet zinâ ve hırsızlık etse de' diye cevap verdi. (Ebû Zerr aynı soruyu iki kere daha sorar. Nihâyet üçüncü soruşunda) Hz. Peygamber (s.a.v.): 'Ebû Zerr'in burnu sürtülüp zelîl olsa da, o kişi zinâ etse ve hırsızlık yapsa bile Cennet'e girer.' buyurdular. Ebû Abdillah (el-Buhârî) dedi ki: 'Bu durum, ölüm sırasında veya ölmeden evvel, tevbe ve nedâmet edip áÇ Åáå ÅáÇ Çááå denildiği takdirde geçerlidir. Ancak o zaman mağfiret olunur.' (åĞÇ ÚäÏ ÇáãæÊö Ãæ ŞÈáóåõ ÅĞÇ ÊóÇÈó æ äóÏöãó æ ŞÇá áÇ Åáå ÅáÇ Çááå ÛõİöÑó áå) ".

İbn Hacer'den öğrendiğimize göre, Buhârî şârihi İbnü't-Tîn (v.611/1214) (el-Muhbiru'l-Fasîh fî Şerhi'l-Buhâri's-Sahîh adlı eserinde) diğer şârih ed-Dâvûdî'nin şu sözlerini nakletmiştir: "Buhârî'nin bu sözü, hadisin zâhirine muhâliftir. (Cennet'e girmek için) tevbe şart olsaydı, Rasûlullah æÅäú Òóäóì æÅäú ÓóÑóŞó demezdi. Hadisten murad, bu kişinin mutlaka Cennet'e gireceğidir. Ama Cehennem'e uğramadan, ama uğradıktan sonra...". Kastallânî de aynı sözleri Sifaksî (ÇáÓİÇŞÓì)'den nakletmiştir. Farklı isimler gibi görünüyorsa da, İbnü't-Tîn'in uzun adı Ebû Muhammed Abdü'l-Vâhid b. et-Tîn es-Sifaksî'dir.

d) Buhârî, ÈÇÈ ãÇ íóÍöáøõ ãä ÇáäÓÇÁö æãÇ íóÍúÑõãõ... cümlesiyle açtığı uzun bir babta hiç merfû hadis zikretmemiş, konuyla ilgili sahâbe ve tâbiûn kavillerini sıralamıştır. İşte bu kaviller/fetvâlar arasında naklettiği: "Yahyâ el-Kindî vâsıtasıyle Şa'bî ve Ebû Ca'fer'den rivâyet edildiğine göre; bir kimse erkek çocukla oynarken duhûl vâkî olursa, kesinlikle annesini nikahlayamaz (İíãóäú íóáúÚóÈõ ÈÇáÕøóÈöìøö Åäú ÃÏúÎóáóåõ İíå İáÇíóÊóÒóæøóÌóäøó Ãõãøóå)" ibâresi, kitabın müellifine yakıştırılamamıştır. İbn Hacer'in hocası Sirâcü'd-Dîn b. el-Mulakkın (v.804/1401), (Şevâhidü't-Tavdîh adlı şerhinde): "Bu acâip bir sözdür. Buhârî, kitabını ondan uzak etseydi daha iyi olurdu. (åĞå ãŞÇáÉ ÚÌíÈÉ. áæ äóÒøóåó ÇáÈÎÇÑì ÚäåÇ ßÊÇÈóå áßÇä Ãæáì)" demektedir. Ancak şuna dikkat edilmelidir ki; Buhârî sözkonusu cümlenin akabinde: "Bu Yahyâ, tanınmış biri değildir. Kendisine mütâbeat da yapılmamıştır."der. Zikrettiklerimiz içinde 1. ve 4. tenkitler, Goldziher tarafından da örnek olarak gösterilmiştir.

8. Kandehlevî'nin Tesbit Ettiği Tenkitler

Reşid Ahmed el-Gangohî (v.1323/1905)'nin Buhârî şerhine mukaddime yazan Muhammed Zekeriyyâ el-Kandehlevî es-Sehârenfûrî, ÇáİÇÆÏÉ ÇáÍÇÏíÉ ÚÔÑÉ İíãÇ ÇäúÊõŞöÏó Úáíå ãä ÇáÑæÇíÇÊ İì ÕÍíÍ ÇáÈÎÇÑì başlıklı bir bölümde, hocası Halil Ahmed el-Muhâcir el-Medenî'nin Îrâdât ale'l-Buhârî adlı eserindeki konuyla ilgili örneklerini iktibâs etmektedir. Çoğu metinle alâkalı toplam 50 tenkit içinden seçtiklerimizi özet bilgilerle, el-Câmiu's-Sahîh ve şerhlerindeki yerleri de göstermek sûretiyle şöyle sıralayacağız:

1. Hafs b. Âsım'ın kendisinden Abdullah b. Mâlik b. Buhayne (ÇáÈõÍóíúäóÉ) diyerek hadis naklettiği şahsın isminde yanlışlık meydana gelmiştir. Zira Buhayne, Mâlik'in değil Abdullah'ın babasıdır; ve hadis Abdullah'tan rivâyet edilmiştir. Doğrusu Abdullah b. Buhayne olacaktır.

2. A'râbîlerden biri, bir Cuma günü Rasûlullah (s.a.v.)'a gelerek beldesindeki kıtlıktan şikâyetle kendisinden duâ ister. Rasûlullah ve berâberindekiler ellerini kaldırıp duâ ederler. Öylesine yağmur yağar ki, aynı adam ertesi Cuma gelerek şöyle der: íÇ ÑÓæáó Çááå! ÈóÔöŞó ÇáãÓÇİÑõ æãõäöÚó ÇáØÑíŞõ . İşte bu cümlede yeralan ve âlimler tarafından "bıktı, yoruldu" (ãóáøó) anlamı verilen ÈóÔöŞó kelimesi, bazı şârihler tarafından tenkit edilmiştir. Kelimeye "çok zarara uğradı" mânâsını veren Hattâbî, bunun yanlış ve yersiz olduğunu, doğrusunun áóËöŞó (yol çamurlandı, elbise ıslandı) olması gerektiğini söyler. İbn Battâl ise, lügatlerde bu kelimenin karşılığını bulamadığını; Buhârî'nin rivâyetinde tashîf meydana geldiğini söylemektedir. Bu tenkitlere karşı İbn Hacer şöyle der: "Kerrâ'ın ÇáãõäóÖøóÏ adlı lügatinde ÈÔŞ kelimesine "geride kaldı, öne geçmedi" (ÊóÃÎøóÑó æáóãú íóÊóŞóÏøóãú) anlamı verilmiştir. Buna göre hadiste geçen kelime; "yolculuğa çıkmaktan âciz kaldı" mânâsındadır.".

3. Buhârî'nin Mûsâ b. İsmâilð Ebû Avâneð Firâsð Şa'bîð Mesrûk kanalıyla Hz. Âişe'den rivâyet ettiği bir hadiste, Hz. Peygamber'in bazı hanımları kendisine: "(ölüm konusunda) Sana en çabuk hangimiz iltihâk edecek?" diye sorarlar. Hz. Peygamber: "Eli en uzun olanınız (ÃØúæóáõßõäøó íóÏğÇ)" cevâbını verir. Bunun üzerine kadınlar hemen bir dal parçasıyla ellerini ölçerler; eli en uzun olan Sevde (r.a.) çıkar. Hz. Âişe şöyle diyor: "Sonra anladık ki, elinin uzun olmasından maksat sadakadır. (Sevde), içimizde Hz. Peygamber'e en çabuk kavuşandı ve sadaka vermeyi severdi (æßÇäÊú ÃóÓúÑóÚóäóÇ áõÍõæŞğÇ Èå æßÇäÊú ÊõÍöÈøõ ÇáÕÏŞÉó)". Görüldüğü gibi, hadisin son cümlesi belli bir isim zikretmeksizin bitmekle birlikte, ibârenin gelişinden bu kişinin Sevde vâlidemiz olduğu anlaşılmaktadır. İbn Hacer'in bildirdiğine göre; Buhârî et-Târîhu's-Sağîr'de Mûsâ b. İsmâil vâsıtasıyla ve aynı isnadla hadisi rivâyet etmiş, orada İßÇäÊú ÓóæúÏóÉõ ÃÓÑÚóäóÇ áÍæŞğÇ diyerek açıkça isim belirtmiştir. Beyhakî, İbn Hıbbân, Ahmed b. Hanbel ve İbn Sa'd da Mûsâ b. İsmâil'e başka tarîklerle ulaşarak aynı ifâdeleri rivâyet etmişlerdir. İbn Sa'd'ın naklettiğine göre; hocası Vâkıdî, bu hadiste kastedilenin Sevde değil, Zeynep binti Cahş olduğunu söylemiştir. Zira Zeynep Hz. Ömer'in hilâfeti zamânında vefât etmiştir. Sevde ise, Muâviye'nin hilâfetinde ve hicrî 54'de vefât etmiştir. Şârih İbn Battâl da, hadisten Zeynep binti Cahş isminin düşğünü, târihçilerin ittifâkıyla peygamber zevceleri içinde ilk ölenin kendisi olduğunu belirtmiştir. İbnü'l-Cevzî (v.597/1200): "Bu, bazı râvîlerden kaynaklanmış bir yanlışlıktır (galattır). Buhârî buna nasıl işaret etmemiş? şaşılacak şeydir." demektedir. Hadiste vehim meydana geldiği açıktır.

Peygamber (s.a.v.)'in böyle mecâzî bir anlatımla söylemek istediğini, ilk anda zevcelerinin bile anlayamamış olması, yaşadığımız asırda Buhârî'yi tenkit edenlerin ilk bakışta anlayamadıkları ve saçma! buldukları için terkettikleri başka pekçok hadis için de geçerlidir. Halbuki Kur'an-ı Kerîm'de olduğu gibi Nebevî sünnette de edebî tasvîre; mecaz, kinâye, teşbih ve istiârelere çokça rastlarız. Bazı örnekler: a) Cehennemin Allah'a şikâyette bulunarak ÑóÈøö Ãóßóáó ÈóÚúÖöì ÈóÚúÖğÇ demesi, Allahn da ona biri yazın biri de kışın olmak üzere iki kere nefes almasına izin vermesi. Bu hadisin devâmında Hz. Peygamber şöyle diyor: "Sizin hissettiğiniz şiddetli sıcak ve şiddetli soğuk (zemherîr), işte bu iki nefestir.". b) Mahlûkâtın yaratıldığı vakit, Sıla-i Rahim'in ayağa kalkarak hısımlığı kesen insanlar hakkında Allah'tan söz alması. Allah Teâlâ ona hitâben şöyle der: "Seninle bağı devâm ettirene ben de ilgi ve ihsânımı sürdüreyim, senden bağı kesenden ben de bağımı keseyim, razı olmaz mısın? (ÃáÇó ÊóÑúÖóíúäó Ãäú ÃóÕöáó ãóäú æóÕóáóßö æÃóŞúØóÚó ãóäú ŞóØóÚóßö¿)". Rahim evet râzıyım, deyince Allah da "Bu senin içindir" der. Hadisin râvîsi Ebû H'nin devamla, yeryüzünde bozgunculuk yapmakla akrabâlık bağlarını kesmeyi bir tutan âyeti okuması dikkat çekicidir. c) Kıyâmet günü ölümün alacalı boz bir koç sûretinde (ßóåóíúÆóÉö ßóÈúÔò ÃóãúáóÍó) getirilerek Cennet ve Cehennem ehlinin gözü önünde kurban edilmesi. Daha sonra bir münâdî şöyle seslenir: "Ey Cennet ehli! Ve ey Cehennem ehli! Artık sonsuzluk var, ölüm yok.". Münâsebet almışken, b ve c şıklarında zikrettiğimiz iki hadise benzer başka rivâyetlerin de musannefât içerisinde yeraldığını, hattâ İmam Buhârî tarafından nakledildiğini hatırlatmak isteriz. Kur'an'ın, Kıyâmet günü bir adam sûretine girerek sâhibine şefâat edeceğini bildiren Abdullah b. Amr hadisi Halku Ef'âli'l-İbâd'da zikredilmektedir. Yine Kur'an'ın ve Oruç'un mü'min kullar için şefâat etmek üzere Allah'dan izin istemeleri başka kaynaklarda bulunmaktadır. d) Humma hastalığının Cehennem'in şiddetli sıcağından olması; bu yüzden su ile soğutulması. Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyuruyor: ÇáÍõãøóì ãöäú İóíúÍö Ìåäãó İÃóÈúÑöÏõæåóÇ ÈÇáãÇÁö. . Ayrıca şiddetli sıcağın kaynağının da Cehennem olması. (İÅäøó ÔÏøóÉó ÇáÍóÑøö ãöäú İóíúÍö Ìåäã) . e) Cennette bulunan bir ağacın tasvîri. Bu ağöyle büyüktür ki, bir kimse atlı olarak gölgesinde yüz yıl yürüse, yine de tamâmını katedemez. (Åäøó İì ÇáÌäÉö áóÔóÌóÑóÉğ¡ íóÓöíÑõ ÇáÑøóÇßöÈõ İì ÙöáøöåóÇ ãÇÆÉó ÚÇãò áÇíóŞúØóÚõåóÇ) . f) Hz. Peygamber'in bir gece dolunaya bakarak, etrâfındakilere: "Muhakkak siz Rabbinizi, şu ayı görğünüz gibi üstüste yığılmadan ve şüpheye düşmeden göreceksiniz." buyurması. (Åäøóßã ÓóÊóÑóæúäó ÑóÈøóßã ßãÇ ÊóÑóæúäó åĞÇ ÇáŞóãóÑó áÇóÊõÖóÇãõæäó Ãæ áÇóÊõÖóÇåõæäó İì ÑõÄúíóÊöåö...) . g) Güneşin batışının, Arş'ın altına giderek secde etmesiyle tefsîr edilmesi. Hadislerde bildirildiğine göre; secdeden sonra Güneş tekrar doğmak için izin ister, izin verilir. (Bu kıyâmetin kurbuna kadar böyle devam eder). Ancak birgün gelir ne secdesi kabul edilir, ne de izin verilir. Güneş'e, battığı yerden doğması emredilir. (İÅäøóåóÇ ÊóĞúåóÈõ ÍÊøóì ÊóÓúÌõÏó ÊÍÊó ÇáÚóÑúÔö İóÊóÓúÊóÃúĞöäó İóíõÄúĞóäõ áóåóÇ...) . h) Bunlardan başka; Cennet'in kılıçların gölgesi altında olması, Cennet nehirlerinden dördü içinde Zâhir olanların Nil ve Fırat Irmakları olduğu, Hz. Peygamber'in evi ile minberi arasının Cennet bahçelerinden bir bahçe oluşu.

Bu tür hadislerin anlaşılmasına/te'vîline yardımcı olacak biçimde, İmam Gazzâlî'nin varlıkları (Zâtî varlık, Şibhî varlık, Aklî varlık, Hissî varlık, Hayâlî varlık şeklinde) beşe ayırdığını görüyoruz.

4. Hişâm b. Urve'nin, babası Urve vâsıtasıyla Hz. Âişe'den naklşettiğine göre; Fetih günü Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke'ye Kedâ'dan girmiş, en yüksek yeri olan Küdâ'dan çıkmıştı. (Ãäøó ÇáäÈì ÏÎá ÚÇã ÇáİÊÍ ãä ßóÏóÇÁò æÎÑÌ ãä ßõÏğÇ ãä ÃÚáì ãßÉ) . Halbuki Küdâ, Mekke'nin en yukarı bölgesi değil, tersine en aşağı mevkîidir. İbn Hacer'in bildirdiğine göre hatâ, hadisi Hişâm'dan alan Ebû Üsâme'den gelmektedir. Hadisin metni bu sebeple maklûbdur. Amr ve Hâtim'in Hişâm'dan yaptıkları rivâyet, ÏÎá ãä ßÏÇÁ ÃÚáì ãßÉ şeklindedir. Doğru olan da budur.

5. Mûsâ b. Ukbe'nin Nâfi'den rivâyet ettiğine göre Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr'in Mekke'ye hâkim olduğu ve Harûrîlerin haccettikleri sene hacca niyet etmiştir. (ÃÑÇÏ ÇÈäõ ÚãÑó ÇáÍÌøó ÚÇãó ÍóÌøóÉö ÇáÍóÑõæÑöíøóÉö İì ÚåÏ ÇÈä ÒÈíÑ) . Hadis müşkildir; çünkü Buhârî'nin daha evvel zikrettiği diğer bir hadis buna muârızdır. Orada İbn Ömer'in, "Haccâc'ın İbn Zübeyr'i indirdiği sene" haccettiği kaydı bulunmaktadır. Harûrîlerin haccı, Yezîd b. Muâviye'nin ölğü hicrî 64'e rastlar. O yıllar, İbn Zübeyr'in halîfe diye isimlendirilişinden daha öncedir. Haccâc'ın İbn Zübeyr'i makâmından indirişi ise hicrî 73'dedir.

6. Bir hadiste Hz. Peygamber, İmrân b. Husayn'a ya da onun yanında bir adama: "Bu ayın sonunda oruç tuttun mu?" diye sorar. Adam da "hayır" diye cevap verir. Ayın sonu (ÓóöÑóÑó åĞÇ ÇáÔåÑ) tâbirinden hangi ayın kastedildiğine işâret eden râvî, "Ramazan Ayı" der. Ancak Buhârî, rivâyetin nihâyetinde doğrusunun Şaban Ayı olduğunu belirtir. (ŞÇá ËÇÈÊ Úä ãØÑøöİ Úä ÚãÑÇä Úä ÇáäÈì Õáì Çááå Úáíå æÓáã: ...ãä ÓÑÑö ÔÚÈÇä¿). İmam Buhârî'nin sahih olan sözü arkaya alıp, yanlış olanı başta zikretmesi eleştiri almıştır. Ayrıca Hattâbî: "Tüm hadisler, buradakinin hilâfına Şa'ban Ayı şeklinde rivâyet edilmişlerdir. Çünkü Ramazan Ayı'nın sonunda oruç tutulmasını emretmenin bir mânâsı yoktur; ayın tamâmını oruçlu geçirmek zaten farzdır." demektedir.

7. Hz. Osman'ın, muhâsara edildiği vakit Allah'ı ve ashâbı şâhid tutarak etrâfındakilere şöyle dediği rivâyet olunuyor: "Rasûlullah (s.a.v.)'ın: Kim Roma kuyusunu kazarsa ona Cennet vardır, buyurduğunu ve benim orayı kazdığımı biliyorsunuz değil mi? (ãä ÍóİóÑó ÑõæãóÉó İáå ÇáÌäÉõ İÍóİóÑúÊõåóÇ...)."

İbn Battâl, bu sözün hadisin bazı râvîlerinden meydana gelen bir vehim olduğunu, Hz. Osman'ın o kuyuyu satın aldığını ancak kazmadığını belirtmiştir. İbn Hacer ve Aynî'nin buna karşılık cevapları şöyledir: "Rivâyetlerde böyle meşhur olduysa da, hadiste vehim olduğu söylenemez. Çünkü burasının daha evvel bir su kaynağı olması ve Hz. Osman'ın sonradan oraya bir kuyu açması mümkündür. Ya da bu su bir kuyuya akıyordu; Hz. Osman da orayı genişletti ve taşla ördü. Bu sebeple ona kazmak (ÍİÑ) fiili nisbet edildi.".

8. Buhârî'nin Hafs b. Ömer el-Havdîð Hemmâmð İshâkð Enes tarîkiyle rivâyet ettiğine göre; Nebî (s.a.v), Süleym oğullarından bazı kimseleri (70 kişiyi), Âmir oğullarına (tebliğ için) göndermiştir. (ÈÚË ÇáäÈì ÃŞæÇãğÇ ãä Èäì Óáíã Åáì Èäì ÚÇãÑò İì ÓÈÚíä) . İbn Hacer'in bildirdiğine göre Şerefü'd-Dîn ed-Dimyâtî (v.705/1305), hadiste vehim bulunduğunu; kendilerine heyet gönderilenlerin Benû Süleym kabîlesi, gidenlerin ise Ensâr'a mensup kurrâlar olduğunu söylemiştir. İbn Hacer ve Aynî, meselenin doğrusunu şöyle ortaya koyarlar: "Heyetin gönderildiği kabîle Benû Âmir'dir. Benû Süleym ise, mezkur kurrâlara hıyânet eden (Bi'r-i Maûne fâciâsına sebep olan) kimselerdir. Burada vehim, Buhârî'nin şeyhi Hafs b. Ömer'den meydana gelmiştir.". Aynı konuyla ilgili başka bir rivâyette, Hz. Peyamber'e ÑöÚúá¡ ĞóßúæóÇä¡ ÚõÕóíøóÉ¡ Èóäõæ áöÍúíóÇä adlarında dört kabîlenin geldiği belirtilmiştir. ed-Dimyâtî, adı geçen kabîlelerin Bi'r-i Maûne ile ilgileri bulunmadığını, bu sebeple onların bu olayda zikredilmelerinin vehimden ibâret olduğunu söylemektedir. İbn Hacer'in verdiği bilgiye göre bunlar, Recî' Gazvesinde rol almışlardır. Buhârî'nin zikrettiği hadisin devâmında ise (hatâlı olarak) şöyle deniyor: "Kurrâlar bu dört kabîle ile yola çıktılar. Maûne kuyusuna vardıklarında, hıyânet ederek onları katlettiler.".

9. Enes b. Mâlik, şöyle bir hâdise nakleder: "Nebî (s.a.v.) ile Usfân (ÚõÓúİóÇä) Gazvesinden dönğü yerde (ÇáãóŞúİóá) birlikteydik. Rasûlullah (s.a.v.) devesinin üzerindeydi ve arkasına (hanımı) Safiyye binti Huyeyy'i bindirmişti. ÂNîden devesinin ayağı sürçtü ve ikisi birden yere yuvarlandılar...". Yine ed-Dimyâtî, bunda vehim bulunduğunu söylemiştir. Zira Usfân Gazvesi, hicretin 6. senesinde Benû Lihyân'a karşı düzenlenmiştir. Safiyye vâlidemizin devenin terikisine binmesi ise, hicretin 7. senesinde Hayber Gazvesi'ndedir.

10. Sehl b. Ebî Hasme'nin rivâyet ettiği bir hadis şu cümlelerle başlar: "Abdullah b. Sehl ve Muhayyisa b. Mes'ud b. Zeyd, Hayber Gazvesine katıldılar...(ÅäØ᪠ÚÈÏ Çááå Èä Óåá æ ãõÍóíøöÕóÉ Èä ãÓÚæÏ Èä ÒíÏ Åáì ÎíÈÑ) ". İbn Hacer, Muhayyisa'nın nesebi hakkında şöyle diyor: "Bu ismin doğrusunun, Muhayyisa b. Mes'ud b. Ka'b olduğu söylenir.". M. Z. Kandehlevî ise, İbn Hacer'in ihtimal bişldiren (temrîz) sîgayla söylediği bu cümleyi eleştirerek: "Tabakât kitaplarının hepsinde de bu şahsın nesebi Muhayyisa b. Mes'ud b. Ka'b b. Âmir şeklinde verilmiştir. Rivâyetlerin çoğunda Ka'b yerine Zeyd denildiği halde, İbn Hacer'in ne Tehzîbü't-Tehzîb'de ne de el-İsâbe'de buna temâs etmemiş olması gariptir." demektedir.

11. Buhârî'nin Kitâbü'l-Enbiyâ'da, Meryem Sûresi'ndeki bir kelimeyi açıklamak için getirdiği bir başka kelimenin yanlış olduğu İbn Hacer ve Aynî tarafından kabul edilmiştir.ÈÇÈ Şæá Çááå ÊÚÇáì ĞößúÑõ ÑóÍúãóÉö ÑóÈøößó ÚóÈúÏóåõ ÒóßóÑöíøóÇ.. denilerek kelime izahlarına girilen babta, "Zekeriyyâ: Rabbim! dedi, karım kısır olduğu bende ihtığın son sınırına vardığım halde, benim nasıl oğlum olabilir?" âyetinde geçenÚóÊöíøğÇ kelimesi, ÚóÕöíøğÇ ile tefsîr edilmiştir. Halbuki doğrusu sin ile ÚóÓöíøğÇ olarak yazılmasıdır. Taberî'nin sahih isnadla naklettiğine göre İbn Abbâs: "Rasûlullah'ın bu kelimeyi ÚóÊöíøğÇ mi yoksa ÚóÕöíøğÇ mi okuduğunu bilmiyorum." demiştir. Ancak Mücâhid'in ÚóÓöíøğÇ şeklinde sin ile okuduğu söylenir. Lügatlere bakıldığında; ÚóÊóÇ ÇáÔøóíúÎõ íóÚúÊõæ ÚõÊöíøğÇ ile ÚóÓóÇ ÇáÔøóíúÎõ íóÚúÓõæ ÚõÓöíøğÇ kelimelerinin aynı anlama geldikleri görülür. ßóÈõÑó ææóáøóì, yani "iyice kocadı" mânâsını taşımaktadırlar.

12. Buhârî, Bedir Gazvesi'ni anlatan bir babta, Vahşî'nin şu sözünü nakletmiştir: "Bedir günü Hamza, Tuayme b. Adiyy b. el-Hıyâr'ı katletti. æŞÇá æóÍúÔöìøñ: ŞóÊóáó ÍóãúÒóÉõ ØõÚóíúãóÉó Èúäó ÚóÏöìøö Èúäö ÇáúÎöíóÇÑö íæãó ÈóÏúÑò) ". Bu haberde Tuayme'nin nesebinde vehim meydana gelmiş, yanlışlık yapılmıştır. ed-Dimyâtî, doğrusunun Tuayme b. Adiyy b. Nevfel b. Abdi Menâf olması gerektiğini söyler. Adiyy b. Nevfel, Adiyy b. el-Hıyâr'ın amcasıdır. Yani hadiste, amcası yerine yeğeninin adı zikredilmiştir.

13. ÈÇÈ ÔåæÏ ÇáãáÇÆßÉ ÈÏÑğÇ isimli babta Abdu'r-Rahmân b. Yezîd, biri Alkame vâsıtasıyla, diğeri de bizâtihî olarak Ebû Mes'ud el-Bedrî adındaki zâttan hadis nakletmektedir. Çoğunluğun görüşü, Ebû Mes'ud'un Bedir'e katılmadığı yönündedir. İbn İshâk ve diğer Meğâzî sâhipleri, onu Bedir ashâbı içinde saymamışlardır. Vâkıdî, İbrâhim b. el-Harbî ve İsmâilî'nin bildirdiklerine göre; kendisi Bedir'de meskûn bulunduğundan oraya nisbet edilmiştir.

14. Bi'r-i Maûne fâciâsını anlatan bir hadiste; (Enes b. Mâlik'in annesi) Ümmü Süleym'in erkek kardeşi ve topal olan Harâm, başka kabîleden bir adamla birlikte, müşrik tarafa Rasûlullah (s.a.v.)'ın mektubunu okurlar. Topal olan? bir tepenin üstünde olduğu için kurtulur, diğerleri ise şehid edilirler. İbâre şöyledir:" İóÇäúØóáóŞó ÍóÑóÇãñ ÃÎõæ Ããøö Óõáóíúãò æóåúæó ÑóÌõáñ ÃÚúÑóÌõ æÑóÌõáñ ãöäú Èóäöì İõáÇóäò...İóŞõÊöáõæÇ ßõáøõåõãú ÛóíúÑó ÇáÃóÚúÑóÌö ßóÇäó İí ÑóÃúÓö ÌóÈóáò." Lafızdan anlaşıldığına göre, topallık Harâm'ın sıfatıdır. Ancak İbn Hacer, onun değil başkasının topal olduğunu söylemektedir. Zira Osman b. Saîd'in rivâyeti; (İÇäØ᪠ÍÑÇãñ æÑÌáÇóäö ãÚå: ÑÌáñ ÃÚÑÌõ æÑÌáñ ãä Èäì İáÇä) şeklindedir. Öyle görünüyor ki, æóåúæó'deki vav harfi, kâtib tarafından yanlışlıkla öne alınmıştır. Doğru olan İÇäØ᪠ÍÑÇãñ åõæó æóÑóÌõáñ ÃÚÑÌ şeklinde sona alınmasıdır. Topal şahıs, Dînâr Oğulları'ndan Ka'b b. Zeyd'dir. Üçüncü şahsın adı ise, el-Münzir b. Muhammed el-Hazrecî'dir. Bu iki isim, İbn Hişâm tarafından Ziyâdâtü's-Sîre'de verilmektedir.

15. Buhârî, Nâs Sûresi'nin tefsîrinde, temrîz sîgası ile İbn Abbâs'ın vesvese hakkındaki bir sözünü nakletmektedir. Şöyle diyor: "Zikredildiğine göre İbn Abbâs: 'Vesvâs şudur: Bir çocuk doğduğunda, şeytan ondan uzaklaşır gider. Allah Teâlâ zikredilirse gider, Allah zikredilmezse kalbinin üzerinde sâbit durur' demiştir. (æíõĞúßóÑõ Úä ÇÈäö ÚÈøóÇÓò: ÇáæóÓúæóÇÓõ ÅĞÇ æõáöÏó ÎóäóÓóåõ ÇáÔøóíúØóÇäõ İÅĞÇ ĞõßöÑó Çááåõ ÚÒøó æÌóáøó ĞóåóÈó¡ æÅĞÇ áóãú íõĞúßóÑö Çááåõ ËóÈóÊó Úáì ŞóáúÈöåö) ". Kadı Iyaz (Meşâriku'l-Envâr'da), bütün rivâyetlerde ÎóäóÓó olarak geçen kelimede tashîf ve tağyîr bulunduğunu, doğrusunun äóÎóÓó olması gerektiğini söylemektedir. es-Sâğânî ve İbnü't-Tîn de aynı fikirdedirler. ÎäÓ; dönmek, çekilmek anlamına gelirken, äÎÓ; dürtmek, tahrîk etmek mânâsındadır.

9. İbn Âşûr'un Tenkitleri

Kandehlevî gibi çağdaşımız olan âlimlerden İbn Âşûr'un, kendine has orijinal buluşları diyebileceğimiz Buhârî şerhi, birtakım metin tenkitlerini de ihtivâ etmektedir. Bunlar içinde önemli gördüklerimizi zikredeceğiz.

a) Bir hadiste rivâyet edildiğine göre İbn Abbâs, oğlu Ali ile talebesi İkrime'yi, hadis dinlesinler diye Ebû Saîd el-Hudrî'ye gönderir. Duvar onarmakla meşgul olan Ebû Saîd (r.a.), (belki de o an meşgul olduğu işin çağşımıyla) şu hadisi nakleder: "Mescid-i Nebî'nin inşâsında, biz birer kerpiç taşırken, Ammâr b. Yâsir ikişer ikişer taşıyordu. Bu hâlini gören Nebî (s.a.v.), onun üzerindeki toprağı silkeledi ve şöyle dedi: 'Vah Ammâr'a! Onlar Ammâr'ı Ateş'e çağırdıkları halde, Ammâr onları Cennet'e çağırıyor'. Bunun üzerine Ammâr da: 'Fitnelerden Allah'a sığınırım' dedi. (æóíúÍó ÚóãøóÇÑò íóÏúÚõæåã Åáì ÇáÌäÉ æíÏÚæäå Åáì ÇáäÇÑ)".

Hadisin İbn Âşûr'a göre yorumu şöyledir: " æóíúÍó kelimesi teaccüp içindir. Rasûlullah (s.a.v.) Ammâr'ın mescid inşâsında çektiği sıkıntıyı görünce, müşriklerin müslüman oldukları için kendisine ve annesine azâb ettikleri Mekke günlerindeki imân kuvvetini hatırladı...Onun bu hâli, Firavun soyundan olup da imânını gizleyen mü'mine benzemektedir. Bu adam kavmine şöyle seslenmişti: {æíÇ Şæã ãÇáì ÃÏÚæßã Åáì ÇáäÌÇÉ æÊÏÚæääì Åáì ÇáäÇÑ...} . İşte Rasûlullah Ammâr'ın bu durumunu, o adamın hâline teşbîh etmiştir (teşbîh-i temsîlî-i meknî)... Ammâr'ın iman sebâtında herkesin önüne geçtiği için sahip olduğu meziyyeti, mescidin binâ edildiği esnâda, topluluğun huzûrunda kendisine hatırlatmış; Ammâr da eski hâlini düşünerek ÃÚæĞ ÈÇÇááå ãä ÇáúİöÊóä demişti. Bununla, dinde çıkarılmış olan fitnelere tekrar dönülmesinden Allah'a sığındığını ifâde etmiştir. íÏÚæåã ve íÏÚæäå fiillerindeki cem' zamirleri (æ ile åã) şriklere râcîdir.".

Bu noktada, hadisin Kitâbü'l-Cihâd'da geçen ve Buhârî'nin başka bir şeyhi tarîkiyle gelen ikinci rivâyetteki ilâveyi nakledeceğiz. Hz. Peygamber'in cümlesi şu lafızlardan oluşuyor: æíÍ ÚãÇÑ¡ ÊóŞúÊõáõå ÇáúİöÆóÉõ ÇáúÈóÇÛöíóÉõ íÏÚæåã Åáì Çááå æíÏÚæäå Åáì ÇáäÇÑ. İşte buradaki "Onu isyan etmiş topluluk öldürecek" ifâdesi, İbn Âşûr tarafından reddedilmiştir. Şöyle diyor: "Rasûlulah'ın kelâmının, Ammâr'a Muâviye (r.a.)'nin ashâbı sebebiyle (hicrî 37'de Sıffîn'de) başına gelecekleri bildirdiğini zanneden kimse hatâ etmiştir.Çünkü söylenen sözle o olayın alâkası yoktur. Bir kere Ammâr Şam'lıları herhangi bir şeye çağırmamış; Şam ehli de onu dâvet etmemiştir. Keza iki fırkanın da Cennet ya da Cehennemlik bir hâli yoktur. Çünkü aralarında cereyân eden, İslam toplumunun vaziyeti ile ilgili ictihad etmekten kaynaklanan tasarruflardır. Her iki tarafa da ecir vardır. Sünnet üzere olan selef İmamlarımızın itikâdı böyledir. Ammâr'ı bâğî bir topluluğun katledeceği şeklinde vârid olan cümle sahih değildir.".

Konuyla ilgili olarak karşılaşğımız (İbn Âşûr'un fikrini te'yîd eden) bir başka bilgiyi de kaydetmek yerinde olacaktır. Yahyâ b. Maîn'in naklettiğine göre Muhammed b. Yahyâ ed-Derâverdî (v.243/857), el-Alâ b. Abdi'r-Rahmânð babası kanalıyla Hz. Peygamber'in Ammâr'a: ÊŞÊáß İÆÉ ÈÇÛíÉ dediğini rivâyet etmiştir. İbn Maîn şöyle der: "Derâverdî'nin bu rivâyeti, el-Alâ'dan aldığı hadisleri kaydettiği kitabında yoktur. Onun kitabı, hâfızasından daha sağlamdır. Hâfızasına itibâr edilmez.". Şârih İbn Battâl da: "Bu haber, ancak Hz. Ali'nin Ammâr'ı Hâricîler'e göndererek onları cemâate davet etmesi durumu için geçerlidir. Yoksa, herhangi bir sahâbînin başkasını Cehennem ateşine davet ettiği kabul edilemez." demektedir.

b) Buhârî'nin arka arkaya zikrettiği, Hz. Ebû Bekr'in fazîletine dâir dört hadisten biri (Muallâ b. Esed ve Mûsâ b. İsmâilð Vüheybð Eyyûb senediyle rivâyet edilen), İbn Âşûr tarafından lafzındaki fazlalık sebebiyle tenkit edilmiştir. Hadis şudur: "Ben bir hâlis dost (halîl) edinecek olsaydım, Ebû Bekr'i halîl edinirdim. Lâkin İslam kardeşliği daha efdaldir. (áóæú ßäÊõ ãõÊøóÎöĞğÇ ÎóáíáÇğ áÇóÊøóÎóĞúÊõåõ ÎáíáÇğ æáßäú ÃÎõæøóÉõ ÇáÅÓáÇãö ÃİÖáõ) ". Diğer rivâyetlerin aksine bunda ÃİÖáism-i tafdîli bulunmaktadır.

İbn Âşûr diyor ki: "Mûsâ b. İsmâil, hadisteki ÃİÖá ilâvesinde tek kalmıştır. (Bir evvelki hadiste) Vüheyb'in Eyyûb'dan rivâyetinde bu ziyâde yoktur. (Üç hadis önce geçen) Ebû Saîd el-Hudrî rivâyetinde de yoktur. Bu sebeple hadiste râvînin vehmi olduğu anlaşılıyor. Ebû Saîd rivâyetinde Nebî (s.a.v)'nin sözlerinden anladığımıza göre, Allah Teâlâ dostluğu (ÇáÎõáøóÉ) ona has kılmıştır, tıpkı Hz. İbrâhim'i halîl edindiği gibi. İslam kardeşliği bu dostluktan daha üstün olamaz.".

İbn Âşûr'un, kendi fikrine destek ettiği hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "...Eğer Allah'tan başka halîl edinseydim, Ebû Bekr'i edinirdim. Fakat (bizi birbirimize bağlayan) İslam kardeşliği ve İslam sevgi.". Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, halîllik vasfını Allah'a münhasır kılmaktadır. Başka hiçbir tür dostluk ya da sevgi, bunun önüne geçemez.

c) Saîd b. Cübeyr'den rivâyet edildiğine göre Abdu'r-Rahmân b. Ebzâ, (aralarında müşkil varmış gibi gözüken) iki âyeti İbn Abbâs'a giderek sormasını kendisinden ister. Hadiste bu âyetlerin baş tarafları zikredilmiştir. Biri; æáÇ ÊŞÊáæÇ äİÓó ÇáÊì ÍÑøã Çááå... , diğeri; æãä íóŞúÊõáú ãÄãäğÇ ãÊÚãøÏğÇ... lafzıyla başlamaktadır. İlki hakkında İbn Abbâs şöyle der: "Furkân Sûresi'ndeki âyet indirildiği vakit, Mekke müşrikleri: 'Biz Allah'ın muhterem kıldığı cana kıydık, Allah'la birlikte başka tanrıya da yalvardık, çirkin işleri (zinâyı) de işledik' dediler. (Bunu söylemekle Hz. Peygamber'i sustuİrup, artık affolunmaları imkansız ve İslâm'a girmeleri faydasız olan bu topluluğun yakasını bırakmasını istiyorlardı). Bunun üzerine Allah, 'Ancak tevbe ve iman edip sâlih amel işleyenler başkadır' âyetini inzâl etti. Nisâ Sûresi'ndeki ikinci âyette kastedilen ise; İslam'ı ve hukûkunu iyi bilen biri kasten adam öldürürse cezâsı ebediyyen Cehennem'de kalmaktır. (Burada müfessir Mücâhid şu ilâveyi yapmıştır:) Suçuna nâdim olması hâriç.".

İbn Âşûr, ilk âyette râvînin yanlışğına işâret ederek, æáÇÊŞÊáæÇ... kavliyle başlayan âyetin Furkân Sûresi'nde değil İsrâ Sûresi'nde (aynı zamanda En'âm'da) bulunduğunu hatırlatır. İbn Abbâs'a sorulan âyetin İsrâ Sûresi'ndeki olmadığı bellidir. Zira hem bununla Nisâ Sûresi'ndeki âyet arasında teâruz yoktur, hem de ÅáÇ ãä ÊÇÈ æÂãä æÚãá ÚãáÇğ ÕÇáÍğÇ kaydı İsrâ'da değildir. Furkân Sûresi'ndeki âyet ise şöyledir: "{æÇáĞíä áÇíóÏúÚõæäó ãÚ Çááåö ÅáåğÇ ÂÎóÑó æáÇíóŞúÊõáõæäó ÇáäİÓó ÇáÊì ÍóÑøóã Çááåõ ÅáÇø ÈÇáÍŞøö æáÇíóÒúäõæäó....ÅáÇøó ãóäú ÊÇóÈó æÂãóäó ...} Yine onlar ki, Allah ile birlikte başka bir tanrıya yalvarmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günâhının cezâsını bulur; Kıyâmet günü azâbı kat kat artırılır ve o azâbda alçaltılmış olarak devamlı kalır. Ancak tevbe ve iman edip sâlih amel işleyenler başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sâhibidir.". Hadiste geçen (Nisâ Sûresi'ndeki) ikinci âyet ise şudur: "{æãä íóŞúÊõáú ãÄãäğÇ ãÊÚãÏğÇ İÌÒÇÁõåõ Ìåäãõ ÎóÇáöÏğÇ İíåÇ æÛóÖöÈó Çááåõ Úáíå æáóÚóäóåõ æÃÚÏøó áå ÚĞÇÈğÇ ÚÙíãğÇ} Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezâsı, içinde ebediyyen kalacağı Cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azâb hazırlamıştır.". İki âyetin zâhirleri arasındaki teâruz; birinde adam öldüren kişinin tevbe etmekle affolunacağı, diğerinde aynı suçu işleyen kişinin ebedî Cehennem'de kalarak gazâba uğrayacağıdır.

d) Câbir b. Abdillah'ın dul bir kadınla evlendiğini öğrenen Hz. Peygamber, kendisine: "ãóÇ áóßó æóáöáúÚóĞóÇÑóì æáöÚóÇÈöåóÇ kendileriyle oynaşacağın bâkire kızlar dururken, neden dulla evlendin?" demiştir. İbn Âşûr'a göre bu cümle de râvî tarafından tahrîf edilmiştir. Doğrusu ãÇó áóßó Úóäö ÇáúÚóĞóÇÑóì olmalıdır. Çünkü ãÇ áß æáößóĞóÇ şeklindeki kullanım, bir şeye yaklaşmaktan nehyi ifâde eder; kaybolmuş deve hakkındaki hadiste olduğu gibi. (ãóÇ áóßó æáóåóÇ ãÚåÇ ÍöĞóÇÄõåóÇ æÓöŞóÇÄõåóÇ ÊóÑöÏõ ÇáãÇÁó æÊóÃúßõáõ ÇáÔøóÌóÑó Deveden sana ne! onun kendi ökçeleri var, suyunu kendi temin eder. Su kenarına gider, ağaç yaprağı yer.)

10. Mevdûdî'nin Tenkitleri

Asrımızın bir diğer meşhur âlimi Mevdûdî'nin, metni bakımından tenkîde tâbî tuttuğu iki Buhârî hadisini zikretmek istiyoruz. Bunlar, Tefhîmü'l-Kur'an'ı inceleyen okuyucuların, eleştiri mâhiyetinde Mevdûdî'ye gönderdikleri mektuplara verilen cevaplardır.

a) el-Câmiu's-Sahîh'de, Hz. Peygamber (s.a.v)'in: "İbrâhim aleyhisselâm yalnız üç defâ yalan söylemiştir. (áóãú íóßúĞöÈú ÅÈÑÇåíãõ Úáíå ÇáÕáÇÉ æÇáÓáÇã ÅáÇøó ËóáÇóËó ßóĞóÈóÇÊò) " sözleriyle başlayan bir hadis bulunmaktadır. Bu üç yalandan birincisi; (Allah'ın rızâsı için putperestlere) ben hastayım (Åäøöì ÓóŞöíãñ) demesi, ikincisi; belki putların şu büyüğü bunu işlemiştir (Èóáú İóÚóáóåõ ßóÈöíÑõåã åĞÇ) demesi, üçüncüsü; hanıı Sâre ile seferdeyken, yollarının uğradığı Cebâbire'den zâlim bir Mısır melîkine karşı, Sâre'yi kızkardeşi olarak takdîm etmesi. Bu üçüncüsü, müstakil bir kıssa olarak, ayrıca zikredilmiştir. Herikisi de Ebû Hureyre'den mervîdir.

Mevdûdî özetle şunları söylüyor: "Hz. İbrâhim'in ilk iki sözü âyetle sâbittir, ve bunların yalandan sayılmadığında bütün müfessir ve muhaddisler ittifak etmişlerdir... Karısının kız kardeşi olduğunu söylemesine gelince; bu öyle ölçüsüz bir sözdür ki, bunu ispat etmek için bazı kişiler çok uğraşşlarsa da başarısız olmuşlardır. Olay vukû bulduğu sırada Hz. Sâre'nin yaşı en azından altmışbeş idi. O yaşta bir insana hangi insan meftûn olabilirdi? Kral Hz. Sâre'yi elde etmek istediğinde Hz. İbrâhim'in, bu benim kızkardeşimdir, demesinin sebebi ne olabilir; öyle bir durumda bundan ne fayda sağlayabilirdi? Bu soruya İbn Hacer, Aynî ve Kastallânî'nin verdiği cevaplara şöyle bir bakalım: 1. O kralın dîninde sâdece kocası olan kadınlara taarruz edilmesi şartı vardı. Bu nedenle Hz. İbrâhim, kocasız zannederek serbest bırakırlar diye karısına "kızkardeşim" dedi. 2. Kral kadını bırakmak istemeyeceği için böyle söyledi. Zira kocası olduğunu söylerse, hem canından hem de karısından olacaktı. Kızkardeşim derse, hiç değilse canını kurtarabilirdi. 3. Sâre'nin karısı olduğunu söylerse, kral ona eşini zorla boşatabilirdi. Bu endişeyle "kızkardeşim" dedi. 4. O kralın dîninde erkek kardeş kızkardeşin kocası olmaya herkesten fazla hak sâhibi olduğu için, Hz. İbrâhim Sâre'yi kendine bırakırlar düşüncesiyle böyle söyledi....Allah için biraz dikkatle bakınız! Bu izahlar konuya açıklık mı getiriyor, yoksa daha da anlaşılmaz mı kılıyor? Sonra; dünyâda ne zaman, nerede öyle bir din gelip geçmiş ki o dine göre kocasız kadını bırakıp da kocası olan kadına sâhip olmak uygun görülsün? Canını kurtarmak için karısının nâmûsunu fedâ etmeye râzı olmak bir peygamberin yüksek şahsiyetine nasıl yakıştırılabilir? Zorla boşattıracak korkusuyla karısına kızkardeşim demekle, boşamaksızın ondan faydalanması için başkasına teslim etmek ne derece mantığa sığar? Kralın, erkek kardeşin, kızkardeşin kocası olmaya herkesten çok hakkı olduğunu kabul ettiği halde kocasının koca olma hakkını kabul etmemesine hangi akıl inanır? Bu çeşit lüzumsuz gayretlerle mânâsız bir sözü doğru göstermeye çalışmaktansa; 'bunu Hz. Peygamber söylememiştir, nakiller sırasında yanlış anlaşılmadan dolayı böyle hatâlı bir şekle dönüşştür' demek daha doğru çözüm olacaktır.".

Hz. Sâre'nin (İncil'in Tekvîn Kitabına ve başka istidlâllere istinâden) altmışbeş yaşında yaşlı bir kadın olduğu iddiâsı, ayrıca incelenmeye muhtaçtır. Zira aksine, genç ve güzel bir kadın olduğu ortaya çıkarsa, Hz. İbrâhim'in "kardeşim" demesinin izâhı çok daha kolay bulunur. Bunu şu sebeple söylüyoruz; el-Câmiu's-Sahîh'deki yerlerini gösterdiğimiz her iki hadiste de, bir Mısır şehrine yolları düşen Hz. İbrâhim ile Sâre'nin haberi, "İbrâhim şehre kadınların en güzellerinden biriyle (ãä ÃÍÓä ÇáäÓÇÁ-ÇáäÇÓ) girdi" şeklinde krala ulaştırılmıştı.

b) Buhârî'nin, Tâvûs, A'rec ve Abdu'r-Rahmân b. Hürmüz vâsıtasıyla Sahîh'in farklı yerlerinde zikrettiği bir başka Ebû Hureyre hadisi, Mevdûdî tarafından mantıkî olmamakla tenkit edilmiştir. Bu hadiste bildirildiğine göre; Hz. Süleyman, bir gecede 90 karısını dolaşarak herbirinden Allah yolunda cihâd edecek birer yiğit doğurtacağına yemin eder. Yanındaki arkadaşı (melek), inşâallah demesi gerektiğini hatırlatır. Ancak Hz. Süleyman unutarak bu sözü söylemediği için, hanımlarından sâdece biri çocuk doğurur; o da yarım insandır. Bu hadislerde belirtilen kadın sayısı hakkında ihtilaflı lafızlar vardır; 70, 99 ve 100 rakamı da verilmiştir. Kitâbü'l-Enbiyâ'daki rivâyetin sonunda Buhârî, 90 sayısının en sahşih olduğunu kendisi söylemektedir.

Mevdûdî bir okuyucusuna şöyle sesleniyor: "Hz. Süleyman'ın bir gecede doksan karısının yanına gidip onlarla buluşması ne gibi şer'î bir kusur ve hatâyı gerektirir? diyorsunuz. Ben de diyorum ki: Bunda şer'î hatâ ve kusur yok; aklî ve mantıkî hatâ var. Uygulamada bunun gerçekleşmesi imkansızdır. Ben, yaptığım hesap ve plana göre; (doksan değil altmış kadın olsa dahi) on saat boyunca Hz. Süleyman'ın heon dakikada bir karısının yanına gidip, onunşla cinsî münâsebette bulunduktan sonra diğerine geçmesinin imkansız olacağını söyledim. Sizin aklınız, bir insanın on saat boyunca sürekli her on dakişkada bir cinsî münâsebeti tamamladıktan sonra derhal diğer münâsebete hazır olabileceğini kabul ediyor mu? Hadi Hz. Süleyman'ın buna gücünün yettiğini varsayalım. Bütün kadınların peşpeşe bu buluşmaya hazır olduklarını ve o gelir gelmez cinsî münâsebete başlayacaklarını kafanız, mantığınız nasıl kabul ediyor? Böyle şeylere inanabiliyorsanız buyurun inanın. Ama şunu unutmayın ki; rivâyetler üzerinde bu kadar yanlış ısrar ve inat, hadisleri tamâmen inkâr etme fitnesini körükler.".

Bu hadiste anlatılanların mûcize ile izah edilmek istenmesi, sâdece Mevdûdî değil, başka âlimlerin de eleştirisine sebep olmuştur.

11. Muhammed Gazzâlî'nin Tenkiştleri

Gazzâlî'nin metin tenkitlerinden burada birkaç örnek kaydedeceğiz. Bunlardan ilki, mevkuf bir hadistir; sahâbenin kavline yöneliktir.

a) Buhârî'nin Habbâb b. Eret'den naklettiği bir hadiste o şöyle diyor: "Bizden evvel geçip gitmiş arkadaşlarımız var ki, dünya onlardan hiçbirşey eksiltmedi. Bizler ise onların ardından öyle şeylere kavuştuk ki, bunları topraktan başka sarfedecek yer bulamıyoruz... Müslüman infâk ettiği herşeyde sevâba nâil kılınır; şu toprağa sarfettiği hâriç. Åäøó ÇáãÓáãó áóíõÄúÌóÑõ İì ßáøö ÔìÁò íõäúİöŞõåõ¡ ÅáÇøó İì ÔìÁò íóÌúÚóáõåõ İì åĞÇ ÇáÊøõÑóÇÈö) ".

Gazzâlî bu cümleler hakkında şunları söylemektedir: "Habbâb'ın sözü, yakalandığı hastalık sebebiyle kendisine galebe çalan kötümserliğin eseridir. Bina yapmayı kötü saymak câiz değildir; olsa olsa farzdır. Bütün davranışlarımızda esas aldığımız ilke şudur: Bir işe iyi niyet ve güzel maksatla koyulmak. Niyet iyi olursa, amel sâlih olur. Böylece âdetler ibâdetlere dönüşür... Biz gökdelenler yapıp odalarını tesbîh ve tahmîd ile îmâr etsek, kuşkusuz Allah bunu bizden kabul eder. Ancak küçük bir binânın içi kibir ve şımarıklığa dönüşşse bunda hiçbir hayır yoktur.".

Gazzâlî'nin bu güzel tesbîtinden sonra; Habbâb'ın karamsar ifâdelerinin sebebini şârihlerden öğrenelim. İbn Hacer diyor ki: "Habbâb'tan önce ölen sahâbîler içinde varlıklı olanlar bulunsa bile, bunun onlara pek bir faydası olmamış, muhtaçlara çokca dağıtmak sûretiyle ecir almışlardı. Sonraları İslam Dünyası ciddî şekilde ferahlayıp da Hulefâ-i Râşidîn'in adâleti etrâfı kaplayınca insanlar zenginlemiş, hattâ zenginler iyilik yapacak muhtaç bir kimse bulamaz olmuşlardı. İşte bu yüzden Habbâb, mal varlığı ile binâlşar yapmaktan başka bir çâresi kalmadığını ifâde etmiştir. 'Binâya harcanan masraf için ecir yoktur' cümlesi, ihtiyaçtan fazla olan binâya hamledilir".

Habbâb hadisine benzer, başka iki hadis de İbn Ömer'den rivâyet edilşmiştir. İbn Ömer: "Nebî (s.a.v.) zamânında, kendi elimle beni yağmurdan koruyacak, güneşe gölge olacak bir ev inşâ ettim. Bir Allah'ın kulu bana yardım etmedi... Vallahi, Nebî (s.a.v.) vefât ettiğinden beri, ne bir kerpiç üzerine kerpiç koydum, ne de bir hurma ağacı diktim." demektedir. Gazzâlî bu rivâyet için de aynı yorumu yapmıştır.

Şârih Dâvûdî, hurma dikmenin günah değil bilakis fazîlet olduğunu söylerken; İbn Hacer, hadiste böyle bir nehiyden sözedilmediğini belirtir. Daha sonra sözlerine şöyle devam ediyor: "İbn Ömer'in sözü, binânın her türlüsünün günah olduğu hissini vermektedir. Ancak böyle değildir. İhtiyaçdan fazla yapılan her bina, günahı gerektirmez. Binâyı yapan kişi, kendisi dışındaki kimselerin ondan faydalanmasıyla sevâba girer... İkinci cümlenin sonunda, hadisi Amr b. Dînâr'dan rîvâyet eden Süfyân: "İbn Ömer'in bu sözünü âişlesinden birine sordum. 'Vallahi bir ev inşâ etti' dedi. Belki de bu sözü, bina yapmadan evvel söylemiştir." diyor... Süfyân'ın buradaki hüsn-ü i'tizârı hakkında İbn Battâl: 'Bir âlşimden ihtilaflı iki kavil geldiği zaman duyan kişinin üzerine düşen; o âlimi yalandan tenzîh etmek için bu iki haberi, tenâkuzu kaldıracak şekilde te'vîl etmektir.' der. Süfyân, İbn Ömer'in âilesinden birinin bu sözünden; şeyhi Amr b. Dînâr'dan nakletği haberi inkâr ettiği sonucunu çıkardığı için, hem şeyhine hem de kendisine yardımcı olacak bir izâha girişmiş ve iki sözü böyle edebî şekilde cem' etmiştir.".

b) Hz. Musâ'nın ölüm meleğinin gözüne vurmasını anlatan Buhârî hadisi de Gazzâlî tarafından tenkit edilmiştir. Abdü'r-Rezzâkð Ma'mer b. Râşidð İbn Tâvûs ve Hemmâm b. Münebbih tarîkiyle Sahîh'in iki yerinde zikri geçen bu Ebû Hureyre hadisinde Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Melekü'l-Mevt (Azrâîl) Mûsâ (a.s.)'ya gönderildi. Melek gelince, Mûsâ ona (gözüne) vurdu (Õóßøóåõ). Melek Rabbine dönerek: 'Beni, ölümü istemeyen bir kula gönderdin' dedi. Allah Azze ve Celle ona gözünü geri verdikten sonra: 'Geri dön ve ona; elini bir öküzün sırtına koymasını, elinin kapladığı her kıl için ona bir senelik ömür vereceğimi söyle' buyurdu. Haberi alan Mûsâ, Yâ Rabbi ya sonra ne olacak? diye sordu. 'ölüm' cevâbını alınca: 'O halde şimdi olsun' dedi ve Allah'tan kendisini Arz-ı Mukaddese'ye (Kudüs'e) bir taş atımı mesâfeye yaklaştırmasını istedi. (Devamla Hz. Peygamber diyor ki): 'Orada olsaydım, yol tarafında bulunan kızıl kum tepesinin yanındaki kabrini size gösterirdim'.".

Gazzâlî hadisle ilgili olarak kendisine yöneltilen bir soruya karşılık: "Hadisin metni illetli olabilir. Senedi sahih olsa bile metni şüphe uyandırmaktadır. Zira bu, Hz. Mûsâ'nın ölümü sevmediğini ve eceli geldikten sonra Allah'a kavuşmak istemediğini ifâde eder. Halbuki ãóäú ÃÍóÈøó áöŞóÇÁ Çááåö ÃÍóÈøó Çááåõ áöŞóÇÆóåõ hadisigereğince böyle bir mânâ Allah'ın sâlih kullarına nisbet edilemez... Doğrusu bu hadisin metninde, onu sıhhat mertebesinden düşüren bir illet-i kâdiha vardır. Hadisi kabul edip etmemek aslında fikrî bir ihtilaftır, akâidle alâkalı bir ihtilaf değildir. Şârih Mâzirî'nin: æŞÏ ÃóäúßóÑó ÈÚÖõ ÇáãõáÇóÍöÏóÉö åĞÇ ÇáÍÏíËó diyerek hadisi reddetmeyi ilhâd sayması beni üzdü." demektedir.

Buhârî'nin aksine Müslim'in Sahîh'inde Õóßøó yerine İóŞóÃó (gözünü çıkardı) kelimesiyle zikredilenbu hadis hakkında İbn Hacer'in İbn Huzeyme'den naklettiği yorumlara gözatalım: "Hz. Mûsâ ölüm meleğine vurdu. Zira onu evine izinsiz giren bir insan şeklinde görştü; ölüm meleği olduğunu bimiyordu... Nitekim melekler İbrâhim ve Lût (a.s.)'a da insan sûretinde gelmişler ve onlar bunu önce farkedememişlerdi. Hz. İbrâhim onları tanısaydı yemek ikrâm etmezdi. Keza Hz. Lût da tanımış olsaydı, kavminin onlara kötülük edeceğinden korkmazdı... İbn Kuteybe Muhtelişfü'l-Hadis'de diyor ki: 'Hz. Mûsâ'nın çıkardığı göz hayâlî ve temsîlîdir; hakîkî göz değildir. (Allah'ın meleğe gözünü geri vermesine gelince;) Ölüm meleği, daha evvelce olduğu gibi hakîkî rûhânî yaratılışına dönş ve kendisinden hiçbirşey eksilmemiştir'. Bunu zâhirî olarak beşerî gözün verilmesi şeklinde anlayanlar da vardır. Buna göre melek, Hz. Mûsâ'ya düzgün sûretiyle tekrar dönecek ve böylece Hz. Mûsâ onun melek olduğuna güçlü bir şekilde inanacaktır. Bu, itimat edilen görüştür.".

Aynî, İbn Hacer'in âyetlerden verdiği iki örneğe, üç tane daha ilâve etmiştir: "Melek Meryem (a.s.)'e de gelmiş, o da melek olduğunu anlayamamıştı. Tanısaydı, ondan Allah'a sığınmazdı. Aynı şekilde, insan kılığında iki melek Hz. Dâvud'un yanına girerek onun huzûrunda dâvâya durmuşlardı. O da melek olduklarını tanıyamamıştı. Cebrâil (a.s.) Peygamber (s.a.v.)'e gelerek ona imânı sormuştu. O da kendisini tanıyamamış; bu seferki hâriç onu her gelişinde tanımıştım, demişti. Şu halde; Hz. Mûsâ'nın ölüm meleğini tanıyamaması nasıl yadırganabilir? Nevevî: 'Hz. Mûsâ, meleği kendisine hücum edecek bir insan sanmış ve nefsini müdâfaaya kalkışştır. Bu da kasdı olmaksızın meleğin gözünü çıkarmasına müncer olmuştur. Ebû Bekr İbn Huzeyme ile diğer mütekaddimûnun; ayrıca Mâzirî ile Kadı Iyaz'ın tercîhi de budur.' demektedir. Allah Teâlâ ölüm meleğini Hz. Mûsa'ya, rûhunu kabzetmek için değil imtihan ve ibtilâ için göndermiştir. Nitekim Allah Teâlâ, halîli İbrâhim (a.s.)'e oğlunu boğazlamasını emretmiş, fakat bunun gerçekleşmesini istememişti. Eğer Mûsâ (a.s.) tokat attığında onun rûhunu kabzetmek isteseydi, murâd ettiği olurdu... Hz. Peygamber (s.a.v.) bize, Allah Teâlâ'nın, Cennetteki yerini haber göstermedikçe hiçbir peygamberin rûhunu kabzetmeyeceğini haber vermiştir.".

Mâzirî'nin, "Bazı mülhidler bu hadisi inkâr etmişlerdir" sözüyle, aslında hadisi reddeden birinin dinden çıkmış olacağını kastetmediği kanaatindeyiz. Zira İbn Huzeyme de "ÃäßÑ ÈÚÖõ Ãåáö ÇáÈöÏóÚö æÇáÌóåúãöíøóÉõ åĞÇ ÇáÍÏíË" diyerek aynı şeyi ifâde etmiştir. Burada anlatılmak istenen; hadisi ilk kez onların reddettiği, red ile onların meşhur olduğudur. Bu grupların görüşüne telmîh yapılmıştır. Yoksa reddedenin dinden çıkacağı söylenmemiştir. Zaten haber-i vâhid'i inkârın, küfre götürmeyeceği bilinen bir meseledir.

Mezkur hadisi reddedenler arasında Ebû Rayye ve Salih Ebû Bekr de vardır. Ebû Rayye: "Farkedileceği gibi, bu hadis buram buram isrâişliyyât kokuyor" derken; Sâlih Ebû Bekr de öne sürdüğü sekiz delille hadisi redde çalışştır. Hadisin, delil getirdiği beş âyeteters düşğünü savunmakta; hemen her maddede aynı şeyleri söylemektedir. Meleklerin Allahn emrine karşı gelemeyecekleri, Allah'ın takdir ettiği bir ecelde takdim ya da te'hir yapmayacağı, Hz. Mûsâ gibi yüce bir peygamberin Allah'a isyan ederek öleceği vakti kendi isteği doğrultusunda tesbit etmesinin mümkün olamayacağı, Allah'ın kendi çizdiği kaderi bozarak Hz. Mûsâ ile istişâre etmesinin Onun Vâhdâniyyeti ile bağdaşmayacağı, Hz. Mûsâ'nın öleceği yeri bile isteyecek kadar Allah'a nazlanmasının {æãÇ ÊóÏúÑöì äóİúÓñ ÈÃìøö ÃÑÖò ÊãæÊõ} âyetine muârız olduğu belirtilmektedir. Hadis dikkatle incelenirse, ne meleğin ne de Hz. Mûsâ'nın Allah Teâlâ'ya karşı geldiği görülecektir. Hz. Mûsâ'nın onun melek olduğunu farketmediğini evvelce izah ettik. Yine, Hz. Mûsâ'nın ölüme râzı olmayarak Allah Teâlâ ile herhangi bir pazarlığa girmesinin de sözkonusu olmadığı ortadadır; çünkü hadisin ikinci kısmı, ölüm konusunda bizzat Allah'ın kendisini muhayyer kıldığına işâret eder. Demek ki melek, Hz. Mûsâ'yı ilk ziyâretinde de kesinlikle canını almak üzere gelmiş değildi. Zaten hadisde bunu gösteren bir ifâde yoktur. Salih Ebû Bekr'in iddiâları içinde bize çok garip gelen bir tanesi de; Hz. Peygamber'in kabrin yerini göstermek istemesini mümkün görmemesidir. Zira Yahuİdiler bunu öğrenirlerse orayı tapınak ittihâz edip Kâbe gibi tavafa kalkışırlarmış. Halbuki, İsrâ hâdisesi gibi Hz. Peygamber'in anlattığı her hakikati yalanlayanların bu konuda ona inanmalarını kimse beklemez. Ayrıca, zâten Allah katında Cehennemlik olan inkârcı bir topluluğun Hz. Mûsâ'nın kabrini ma'bed edinip edinmemesi, haklarında neyi değiştirir? Hangi âyet ve hangi hadis, bir mü'minin vefât ettiği yerin gösterilmesini men'etmektedir?

Salih Ebû Bekr, hadis hakkındaki mülâhazalarını şu alaylı cümleleriyle tamamlıyor: "Latîfe olarak sana sorarım: Hangisi diğerinden güçlüdür; îdam kararını uygulayan mı? yoksa îdâma mahkum olan mı? Kerem sâhibi Melekü'l-Mevt ve Allah Rasûlü Hz. Mûsâ'dan bu ayıbı kaldırmak üzere mecbûren verdiğim darb-ı meselden dolayı Rabbimden özür diliyor, istiğfâr ediyorum. Çünkü o ikisi, bu sakîm sözden, Allah'a ve Rasûlüne yalan isnâdının emâreleri bulunan hadisteki bu çirkinlikten berîdirler. İşte bu yüzden biz, haberin yalan olduğuna ve Nebî (s.a.v.)'nin ondan uzak bulunduğuna kat'işyyetle hükmediyoruz.".

c) M. Gazzâlî bir başka vesîle ile şöyle demektedir: "Haber-i Âhad olan bir hadis şâzz olmakla ve illet-i kâdiha ile sıhhatini kaybeder. Ebû Hanîfe'ye göre kâfşirlerden bize karşı savaşanlarla biz de savaşırız. Ölen ölür; kendisine zımmîlik ve emân verilen için ise, kısas uygulanır. Bu sebeple Ebû Hanîfe, "Bir kâfir için mü'min öldürülmez (áÇó íõŞúÊóáõ ãõÓúáöãñ ÈößóÇİöÑò)" hadisini senedi sahih olduğu halde reddetmiştir. Çünkü hadisin metni, Kur'an nasslarına muhâlefet ile ma'lûldür. Bunlar: Ãäøó ÇáäİÓó ÈÇáäİÓö (Mâide/45), İÇÍúßãú Èíäåã ÈãÇ ÃäÒáó Çááå(Mâide 48), ÃİóÍõßúãó ÇáÌÇåáíøóÉö íÈÛæä¿ (Mâide/50) âyetleridir.".

Bahsedilen Buhârî hadisi; biri Ahmed b. Yûnusð Züheyrð Mutarrıfð Âmirð Ebû Cuhayfe tarîkiyle, diğeri Sadaka b. el-Fadlð İbn Uyeyneð Mutarrıfð Şa'bîð Ebû Cuhayfe tarîkiyle Hz. Ali'den rivâyet edilmiştir. Nakledildiğine göre Ebû Cuhayfe Hz. Ali'ye, yanında Kur'an'dan başka bir şey (ahkâm) bulunup bulunmığını sormuş, o da: "Tohumu yaran ve canlıları yaratan (Allah'a) yemin olsun ki, bizim yanımızda Kur'an'da... ve şu Sahîfe'de olandan başkası yoktur." demişti. Sahîfe'nin muhtevâsı sorulunca da: "Diyet, esirleri serbest bırakma, müslümanın kâfire karşılık öldürülmemesi gibi hükümler. (ÇáÚóŞúáõ æİóßóÇßõ ÇáÃóÓöíÑö æÃóäú áÇóíõŞúÊóáó ãõÓúáöãñ ÈößóÇİöÑò)" diye cevap vermiştir.

Mısır'da yayınlanan el-Müslimûn gazetesi tarafından, Muhammed Gazzâlî'nin yazdığı eserle ilgili olarak düzenlenen, aralarında müellifin de bulunduğu âlimlerden oluşan bir açıkoturumda aynı hadis gündeme getirilmiştir. Mısır eski Evkaf Bakanı Prof. Dr. Ahmedî Ebü'n-Nûr orada özetle şunları söylemektedir: "Bazı kimseler hadisle amel etmeyi reddetmenin, hadisin kendisini reddetmek anlamına geldiğini zannediyorlar. Oysa ben, amel etmediğimiz bir hadisi kabul edebileceğimizi söylüyorum. Bu son derece önemli bir meseledir. Zira ilkönce prensip olarak yapılacak şey; sıhhat şartlarını hâiz, yani adâlet ve zabt sâhibi râvînin muttasıl bir isnadla şâzz ve illetten ârî olarak rivâyet ettiği hadisi kabul etmektir...'Bişr kâfire karşı müslüman öldürülemez' hadisinin mânâsı, bir müslüman bir kâfiri öldürürse buna karşı müslümana kısas uygulanamaz demektir. Biz sâdece bu nassla amel etmeyiz. Aynı zamanda diğer, 'Zimmet akdi olmayan bir kâfire karşı müslüman öldürülmez' rivâyetindeki ziyâdeyi de gözönünde bulundurur; Sahîh'de geçen rivâyete, zımmîleri istisnâ eden rivâyeti de ekler öyle kabul ederiz.".

Hanefî fıkhını hadişslerle delillendirme husûsunda kaleme alınmış, belki de yaşadığımız asrın yegâne te'lîfinin sâhibi Zafer Ahmed et-Tânevî (v.1394/1974), ÈÇÈ ŞÊá ÇáãÓáã ÈÇáßÇİÑ başlıklı uzun bir fasılda bu konudaki hadisleri ve mezhebin görüşlerini izah etmiştir: İmam Muhammed'in Kitâbü'l-Âsâr'da Ebû Hanîfeð Hammâdð İbrâhim en-Nehaî tarîkiyle kaydettiği bir hadis şöyledir: "Bekr b. Vâil kabîlesinden biri, Hîre halkından bir şahsı öldürmüştü. Bunun üzerine Hz. Ömer, kâtilin, maktûlün velîlerine teslim edilmesini mektupla bildirerek: "İster öldürsünler, ister affetsinler" emrini verdi. Adam, Hîre'den Huneyn adlı şahsa teslim edildi; o da onu öldürdü. Bundan sonra Hz. Ömer bir mektup daha yazarak şöyle dedi: "Eğer adam henüz öldürülmediyse, öldürmesinler!". Bu sözleriyle Hz. Ömer, maktûlün âilesini diyete râzı etmeyi istemiştir (katlin vâcip olmadığını değil). Biz Hanefîler bu hadisle (ve bu yorumla) amel ederek, kendisine emân verilmiş bir zımmînin kasden canına kıyan müslümanın da öldürüleceği görüşünü benimseriz. Ebû Hanîfe'nin kavli budur. (Hz. Ömer gibi) Rasûlulah'ın da zımmîye karşılık bir müslümanı öldürdüğü haberi bize ulaşştır. Rasûlullah (s.a.v.): "Ben zimmetine (borcuna) sâdık kalmaya en lâyık olanım. (ÃäÇ ÃÍŞ ãä æİì ÈĞãÊå) " buyurmuştur.

et-Tânevî'nin izahlarından; Hz. Ömer hadisinin (munkatı' isnadlarla da olsa) Beyhâkî'nin Sünen'inde, diğer hadisin de İmam Şâfiî'nin Müsned'inde bulunduğunu öğrenmekteyiz. İkinci hadisi, Tahâvî ve Ebû Dâvud Abdu'r-Rahmân b. el-Beylemânî'den; Dârekutnî ise İbn Ömer'den nakletmişlerdir. Mütâbeâtı ve râvîleri inceleyen müellif, bu hadisin hasen lizâtihî veya hasen liğayrihî bir mürsel olduğu kanâatine varmıştır. Konuya dâir diğer Halîfe sahâbîlerin tatbîkatlarına bakılacak olursa; Dârekutnî, Ebü'l-Cenûb (adlı zayıf bir râvî)'dan Hz. Ali'nin: "Kendisini zimmet altına aldığımız kimsenin kanı, bizim kanlarımız mesâbesindedir. (ãä ßÇäÊ áå ĞãÊäÇ İÏãå ßÏãÇÆäÇ)" dediğini nakletmektedir. İmam Şâfiî'nin (munkatı' senedle) Zührî'den rivâyet ettiğine göre; Şam'daki Nabatîlerden bir şahsı öldüren İbn Şâs el-Cüzâmî'nin, Hz. Osman tarafından önce katline, (Zübeyr ve diğer ashâbla görüşmesi netîcesi) sonradan 1000 dinarlık ağır bir diyet ödemesine karar verilmiştir. İbn Ebî Şeybe de, Medîne ahâlîsinden bir müslümanın yine Nabatîlerden zımmî bir şahsı öldürmesi üzerine, Medîne f(zamanın valisi) Ebân b. Osmân'ın o şahsın katlini emrettiğini sahih senedle rivâyet etmektedir. Bu ve benzerî (zayıf ya da sahih) birbirini takviye eden haberler, İmam Ebû Hanîfe'nin áÇíŞÊá ãÄãä ÈßÇİÑ hadisindeki "Kâfir" kelimesini "Harbî (eman verilmemiş) olan kâfir" olarak te'vîl etmesine sebep teşkil etmiştir. Buhârî'deki hadisin râvîsi Hz. Ali'nin az evvel naklettiğimiz sözü de, bizzat kendisinin Ebû Hanîfe gibi, kâfir'i zımmî ile değil harbî ile te'vîl ettiğini göstermektedir.

Daha sonra et-Tânevî şu mülâhazayı ortaya koyarak kendi tahkîkini arzetmektedir: "Kısas konusunda Ebû Hanîfe'nin itibar ettiği genel kâide (ÇáÃÕá Çáßáøöì) ; hiçbir özür olmaksızın kasten öldürme durumunda, maktûlün kanının ebediyyen masum (korunmuş) olduğudur. Bu kâide ne zaman tahakkuk ederse kısas vâciptir, aksi halde değildir. Ebû Hanîfe'nin diğer bir prensibi de; genel kâide ile çatışan ve te'vîle ihtimâli bulunmayan nass karşısında, (ikisiyle de amel etme imkânı bulunmadığından) bu genel kâidenin o nass ile tahsîs edilmesidir. Eğer te'vîl yapılabiliyorsa, her iki delîlin arası cem' edilir. Zira ikisiyle birden amel etmek, birini terketmekten evlâdır. İşte; bir zımmîyi öldüren müslümana, ilk kâideye binâen kısas uygulanması gerekir. áÇíŞÊá ãÄãä ÈßÇİÑ hadisi ise (te'vîl kabul ettiği için) ikinci kâideye binâen te'vîl edilir. Böylece hadis áÇóíõŞúÊóáõ ãõÄúãöäñ ÈößóÇİöÑò ÍóÑúÈöìø ÛóíúÑö ãõÓúÊóÃúãóäò mânâsına hamledilir.".

Tahâvî'nin Şerhu Müşkili'l-Âsâr'ında, daha farklı bir lafızla rivâyet edilen bu hadis üzerinde yapılmış yorumlarla karşılaşmaktayız. Kays b. Ubâde'den nakledilen hadis metninin son kısmı: áÇíŞÊá ãÄãä ÈßÇİÑ æáÇ Ğæ ÚóåúÏò İì ÚóåúÏöåö şeklindedir. Tahâvî şöyle diyor: "Bunun te'vîlinde âlimlerin farklı iki görüşe ayrıldıklarını görüyoruz. Bir grup, takdim-tehir yaparak 'Müslüman ve onun koruması altındaki zımmî, bir kâfire karşılık öldürülmez (áÇíŞÊá ãÄãä æáÇ Ğæ ÚåÏò İì ÚåÏå ÈßÇİÑò) ' anlamını vermişlerdir. Böylece kâfirden kastedilen; eman verilmemiş kâfir (ÇáßÇİÑõ ÛíÑõ Ğöì ÇáÚóåúÏö) dir. Kasden öldürme durumunda, bir müslümanın zımmîye karşılık öldürülebileceğini de söyleyen bu grupta, İmam Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen yeralmaktadır. İkinci grup ise, hadiste geçen ve kendisine karşılık bir mü'minin öldürülmeyeceği kâfirden kasdın, emân altına alınmış (muâhed) kâfir olduğunu söylemişlerdir. Buna göre; ilk cümle bittikten sonra ikinci bir áÇíŞÊá takdîr edilerek hadîse: "Bir müslüman, kâfire ve kendi emânı altındaki zımmîye karşılık öldürülmez." anlamı verilmektedir. İmam Şâfiî ve İmam Mâlik bu görüştedirler. Tahâvî'nin vardığı netîce ise; hem mü'min bir kimsenin hem de bir mü'minden emân almış (kâfir) kimsenin, emân altında olmayan bir kâfire karşılık öldürülmeyecekleri şeklindedir. Bu durumda cümlenin takdîrî yapısı:áÇíŞÊá ãÄãäñ æáÇ Ğæ ÚåÏò İì ÚåÏå ÈßÇİÑò olmaktadır. Tahâvî şöyle demektedir: "Bir kâfirin kanı ve malı, ona emân verilmekle koruma altına alınmış olur. Bir müslümanın eli, nasıl ki bir başka müslümanın malından belli miktarda hırsızlık ettiğinde kesilirse, bu kişinin malından çaldığında da durum aynıdır. Malın ahid almakla dokunulmaz oluşu (hurmeti), müslüman olmakla dokunulmaz olması gibidir. Malda böyle olunca kanda da aynı hükmü vermek îcâb eder...".

Yaptığımız bu iktibaslardan anlaşılacağı üzere, Hanefîler el-Câmiu's-Sahîh'deki âmm hadisi tahsîs etmişler, Şâfiî ve Mâlikîler ise mutlak olarak itibar edip herhangi bir takyîde gitmemişlerdir. Hadis, iki görüş sâhipleri tarafından da reddedilmemiş; ancak üzerinde farklı anlayışlar geliştirilmiştir.

12. İmam Mâlik'şin Tenkit Ettiği Bir Hadis

Dört mezhep imamı arasında İmam Ebû Hanîfe'nin re'yine muârız gözüken bir hadisi ele aldıktan sonra, buraya uygun düşğü için, şimdide benzer şekilde evvelce İmam Mâlik'in tenkîdine uğramış bir Buhârî hadisine geçmek istiyoruz. Aslında, Sahîh'in te'lîfinden önce tenkit edildiği bilinen bazı hadislerin Buhârî tarafından esere alınması tezimizin konusunu doğrudan ilgilendirmemektedir. Zira ilim erbâbınca varlığı bilinen ve zamânında sıhhati tartışılmış olan bir hadise yöneltilen tenkit, Buhârî'yi aşar, umûma şâmil olur. Dolaylı olarak bizi ilgilendiren; el-Câmiu's-Sahîh'de de var olan bu hadisin, ne gibi tenkit aldığıdır.

Câbir b. Abdillah'dan rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Ben Nebî (s.a.v.)'yi: Arş, Sa'd b. Muâz'ın ölümü üzerine titredi (ÅåúÊóÒøó ÇáÚÑÔõ áöãóæúÊö ÓóÚúÏö Èúäö ãõÚóÇĞò) derken işittim.". Hadisin devâmında, yine Câbir'den gelen başka bir rivâyet daha vardır. Câbir b. Abdillah bu hadisi zikredince bir adam Câbir'e: (Hazrecli) Berâ b. Âzib (peygamberin bu sözü hakkında); '(Evs kabîlesinden) Sa'd b. Muâz'ın üzerinde taşındığı sedye (serîr) titredi' diyor, dedi. Câbir de cevâben: "Bu iki kabîle (Evs-Hazrec) birbirine kin güderdi. Ben Nebî (s.a.v.)'yi: 'Rahmân'ın Arşı Sa'd b. Muâz'ın ölümü üzerine titredi' buyururken işittim." dedi.

(İlk hadis Muhammed b. el-Müsennâð Fadl b. Müsâvirð Eniştesi Ebû Avâneð A'meşð Ebû Süfyânð Câbir tarîkiyle rivâyet edilmiştir. İkinci hadisin isnâdında iseæÚä ÇáÃÚãÔ ÍÏËäÇ ÃÈæ ÕÇáÍ Úä ÌÇÈÑ şeklinde ta'lîk yapılmış, senedin A'meş'e kadar olan kısmı hazfedilerek bir evvelkine atfedilmiştir. Hadisi A'meş'e ulaştıran mevsûl tarîk, Ebû Nuaym'ın Müstahrec'inde bulunmaktadır.)

İbn Hacer, hadiste zikri geçen "arşın titremesi"ni Abdullah b. Ömer'in önce reddettiğini, sonra kabul ettiğini kaydetmektedir. Devamla diyor ki: "Evvelce İbn Ömer'in yaptığına İmam Mâlik'te de rastlıyoruz. el-Atebiyye (ÇáÚÊÈíÉ) müellifinin zikrettiğine göre, İmam Mâlik'e bu hadisten sorulmuş, o da şöyle demiştir: 'Onu söylemekten seni nehyederim. Bu sözü söylemek kişiye fayda vermez ve insan bundaki gurûru anlamaz.'. Atebiyye'nin şerhinde Ebü'l-Velîd İbn Rüşd: 'Mâlik, iskemle üzerine oturan bir kimseye olduğu gibi Arş hareket edince Allah da hareket eder, şeklindeki câhilin vehmine kapılmaması için soran şahsı nehyetmiştir. Gerçekte Arş, Allah'ın oturduğu bir mekân değildir. O yarattıklarına benzemekten münezzehtir.' demektedir. Ancak zâhir olan şu ki; Mâlik bu sebeple nehyetmemiştir. Eğer bundan korkusu olsaydı, Muvatta'da íóäúÒöáõ ÑóÈøõäóÇ ÊÈÇÑß æÊÚÇáì ßáøó áíáÉò Åáì ÇáÓãÇÁ ÇáÏäíÇ hadisini tahrîc etmezdi. Zira bu hadis, Arş'ın titremesinden doğan hareket konusunda daha sarîhtir... Muhtemelen iki hadis arasındaki fark; Sa'd hadisi, Nüzûl hadisi'nin aksine Mâlik'in yanında sâbit olmadığından, onun hakkında konuşmaktan geri durmayı emretmiştir. Ayrıca bu hadisin ne ifâde ettiği, Kur'an-ı Kerîm'deki {ÇáÑÍãäõ Úáì ÇáÚÑÔö ÇÓúÊóæóì} âyetini işiten ilim erbâbınca bilinmektedir. Arş'ın Sa'd b. Muâz için titremesi hadisi, 10 küsur sahâbîden nakledilmiştir. İnkâr etmenin mânâsı yoktur.".

Mezkur hadisi üç farklı senedle rivâyet eden ibn Hıbbân şu izahı vermektedir: "Arşın titremesi-sarsılmasından maksat, sevinmek ve neşelenmektir (istibşâr ve irtiyâh). Tıpkı {...İÅĞÇ ÃóäúÒóáúäóÇ ÚáíåÇ ÇáãóÇÁó ÇåúÊóÒøóÊú æóÑóÈóÊú...} âyetinde olduğu gibi. Burada murad, sevinmek ve yeşermektir.". İbn Hacer, onun bu sözlerine ilâve olarak:"Kendisine gelen bir kimse için sevinç duyan herkese ÅöåúÊóÒøó áå denilir." demektedir.

Buhârî şârihi Abdü'r-Rahîm el-Abbâsî'nin zikrettiğine göre; ihtizâz kelimesi'nin Mecaz ve Kinâye'ye hamledilmesi mümkündür. Mecâzî anlamı; Hamele-i Arş meleklerinin Sa'd b. Muâz'ın (o âleme) gelişiyle sevinip, mutlu olmalarıdır. Ya da hadis, onun vefâtının ne kadar önemli bir hâdise olduğundan kinâyedir. "Filancanın vefâtıyla kıyâmet koptu" (ŞÇãÊ ÈãæÊ İáÇä ÇáŞíÇãÉõ) sözünde olduğu gibi.

Sa'd hadisinin kendisinden nakledildiği Câbir b. Abdillah, Berâ b. Âzib gibi Hazrecli idi. Ancak Câbir'in metinde geçen sözleri; iki kabîle arasında ortaya çıkan düşmanlığın, rakip kabîleye mensup bir sahâbînin (Sa'd'ın) mânevî konumunu metheden Peygamber hadisini doğru şekliyle rivâyet etmekten kendisini alıkoymadığına işâret etmektedir.

Hâkim en-Nîsâbûrî, Müstedrek'de hadisi yedi ayrı senedle rivâyet ederek, Buhârî ve Müslim'in şartlarına uygun olduğu halde bu isnadların, onlar tarafından tahrîc edilmediğini söylemiştir. Zehebî de eser üzerine yazdığı Telhîs'de, her birinin sahih olduğunutekrar etmiştir.

13. Ebû Rayye ve Sâlih Ebû Bekr'in Tenkitleri

Bu iki şahsın tenkitlerine yeri geldikçe temas etmiştik. Ebû Rayye'nin İslam âleminde infiâl uyandıran Advâ'sındaki fikirleri, takipçisi Sâlih Ebû Bekr'e âit ikinci bir Advâ ile devam etmiştir. İlk eserin Buhârî ve Müslim'in Sahihlerine ayrılan bölümü, onların değerini ve güvenilirliğini tamâmen gözden düşürme gâyesiyle kaleme alınmıştır. Dikkatimizi çeken nokta; kaynak gösterilen dipnotların, daha ziyâde İbn Hacer, İbn Salah, Nevevî, Hâzimî, Kâsımî, Cezâirî, Kevserî gibi şahsiyetlerin eserlerinden oluşmasıdır. Biz bu âlimlerin Buhârî'ye bakış açılarını, tezimiz boyunca münâsebet aldıkça sergilemiştik. Buhârî ve Müslim'in iki eserini Kur'an'dan sonra en sahih kitaplar olarak telakkî edegelmiş bir zümrenin sözlerinin, aynı konuda aksi istikâmete gidenlerce me'haz gösterilmesi, daha ilk bakışta şüphemizi celbetmektedir. Gücümüz yettiğince, Ebû Rayye'nin gözünde büyüttüğü bir çok meselenin gerçek mâhiyetini evvelce vuzûha kavuşturduğumuza inanıyoruz.

Eserde Ebû Hureyre'ye ayrılmış özel bir fasıl, dolaylı olarak Buhârî'nin tenkîdini de hedeflemiştir. Bir yerde Ebû Hureyre'nin Hz. Peygamberle ancak bir yıl dokuz ay berâber olduğunu söyleyen müellif, bu müddeti başka bir yerde bir yıldan biraz fazla, Reşid Rızâ'nın sözlerini naklettiği bir paragrafta ise üç küsur sene olarak zikretmektedir. Onun içine düşğü hatânın daha fâhişi, Sâlih Ebû Bekr tarafından yapılmış; Ebû Hureyre'nin müslüman olduğunda henüz yedi yaşında, Hz. Peygamber vefât ettiğinde ise on yaşında bir çocuk olduğu gibi asılsız iddiâlar öne sürülmüştür. Hakîkat şudur; Ebû Hureyre, Devs kabîlesinden et-Tufeyl b. Amr vâsıtasıyla hicretten evvel müslüman olmuş, Medîne'ye ancak Hayber Gazvesi sırasında yine bu zâtın maiyyetindeki 70-80 âileden oluşan kabîle kervânıyla vâsıl olmuştur. Hayber'in fethinden bir gün önce de Hz. Peygamberle görüşş, gazvede bizzat bulunmuştur. O sırada Ebû Hureyre yaşı otuza varmamış bir gençti. Hicrî 58'de Medine yakınındaki Akîk vâdîsinde vefât ettiğinde 78 yaşındaydı. Hicretin yedinci yılı Safer Ayı'nda cereyân eden Hayber Gazvesi ile, Hz. Peygamber'in irtihâl ettiği onbirinci yılın Rabîu'l-Evvel Ayı arasındaki müddet dört seneden fazladır. Ebû Hureyre'nin Hz. Peygamberle olan berâberliği aslında bu kadardır. Zehebî ve İbn Hacer bu görüştedirler; Ahmed b. Hanbel, Nesâî ve Ebû Dâvud'un Sünenlerinde de bunu destekleyici rivâyetler bulunmaktadır. Ebû Hureyre'nin (Sahîh-i Buhârî'de) bizzat kendisinin üç sene berâber olduğunu belirtmesine gelince; bu sürenin sıkı mülâzemeti ifâde ettiği zannedilmektedir. Zira Hz. Peygamber'in sefer, savaş, hacc ve umreleri ile, Ebû Hureyre'nin hicrî 8. yılda Bahreyn'e yaptığı yolculuk toplam müddetin dışında bırakılmıştır... Görüldüğü gibi her iki müellif de, Ebû Hureyre'ye ilmî metodlar yerine üstünkörü bilgilerle yaklaşarak işe başlamışlardır.

İlim ile yalanın aynı kefeye konamayacağı kuşkusuzdur. Kendi şahsiyetlerini zedelediklerini umursamadan kaynaklar üzerinde tahrîf yapan bu iki yazar, aslında sırf bu tutumları sebebiyle bizim tezimizde yeralmayı haketmiyorlardı. Bişr müsteşriğin belki de görev addettiği bu tavır, müslüman toplumun müntesibleri için geçerli olmamalıydı. Lâkin biz yine de, Nebevî Sünnet sahasında yıllardır dikkati celbetmiş mezkur iki eserin bazı yönlerine temas etmeden geçmeyeceğiz.

Ebû Rayye'nin iktibâs ettiği kaynakları tahrîf etmesi husûsunda Dr. Mustafa es-Sibâî şunları söylüyor: "Bir kere bu adama naklettiği şeylerde güvenilmez. Zira çok yerde, naklettiği metne mânâyı ifsâd edecek şekilde bir kelime ilâve etmek ya da çıkarmak sûretiyle, metin sâhibinin kastetmediğini kendi arzûsuna uydurmaktadır. Ayrıca bir sözü, söyleyeninden başkasına isnâd ederek çarpıttığı da çoktur. Ebû Hureyre hakkında yazdıklarını incelediğimiz sırada bunun birçok örneğiyle karşılaştık. Şimdi bu örneklerden bazılarını okuyucuya da sergileyelim ki, adamın güvenilirliği ve ilmî tahkîkinin! ne olduğu ortaya çıksın...". Daha sonra Sibâî, Ebû Rayye'nin Fethu'l-Bârî, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Te'vîlü Muhtelifi'l-Hadîs ve Mecelletü'l-Menâr'ın metni üzerinde yaptığı beş tahrîfi göstermektedir. Prof. Muhammed Ebû Şehbe'nin Türkçeye kazandırılmış olan Difâun ani's-Sünne adlı eserini gözden geçirenler, Ebû Rayye'nin İbn Hazm, İbn Hacer, İbn Abdi'l-Berr, İbn Kesîr, İbn Kuteybe, Reşid Rızâ ve hattâ mezhep İmamlarından yaptığı muharref iktibasların pekçok misâlini görebilirler.

Ebû Rayye'nin Ebû Hureyre hakkındaki yolsuzluklarının Sâlih Ebû Bekr'e olduğu gibi, Şîî kaynaklarda tesir ettiğini görmekteyiz. Meselâ onun İbn Kuteybe'den eksik olarak aktardığı birkaç cümle, aslı araştırılmaksızın aynen taklîd edilmiştir. İbn Kuteybe'nin fikriymiş gibi gösterilen cümleler şunlardır: "Ebû Hureyre başkasından duyduğu halde ŞÇá ÑÓæá Çááå ßĞÇ derdi... Ebû Hureyre, insanlarda Hz. Peygamber'den işittiği zannını uyandırmak için, ölümünden sonra el-Fadl b. el-Abbâs'ı şâhid göstererek hadisi ona nisbet etmiştir... Ebû Hureyre'yi yalancılıkla ithâm edenlerin başında Hz. Ömer, Hz. Osmân ve Hz. Ali gelir.". İlk iki cümle Hâşim Ma'rûf el-Hüseynî tarafından hiçbir tedkîke lüzum görülmeksizin aynen aktarılmıştır. Sâlih Ebû Bekr ise, birinci ve üçüncü cümleleri Ebû Rayye'nin ismini zikretmeksizin almıştır. Halbuki her üç cümle de İbn Kuteybe'ye değil Mu'tezilî Nazzâm'a âittir. İbn Kuteybe bu iddiâları kitabının değişik yerlerinde naklettikten sonra reddetmiştir. Şöyle diyor: "...Bununla berâber Ebû Hureyre, bizzat işitmediği fakat kendisi nezdinde güvenilir şahısdan duyduğu bir hadisi rivâyet ederek, Rasûlullah'tan işitmediği halde 'Rasûlullah şöyle dedi' der ve hadisi naklederdi. Bunu İbn Abbâs ve diğer ashâb da yapardı. Böyle yapmakta elhamdülillah yalancılık mevzûbahis değildir.". Üçüncü iddiâ aynı zamanda M. Sâdık er-Râfiî'nin Târîhu Âdâbi'l-Arab adlı eserinden (I/278) alınmıştır. Ebû Rayye'nin (eksik iktibaslar yapmakla birlikte) çok yerde mürâcaat ettiği el-Bidâye ve'n-Nihâye'ye baktığımızda konuyla ilgili şu bilgiyi buluyoruz: Hz. Ömer, Ebû Hureyre'nin ãä ßĞÈ Úáìøó ãÊÚãÏğÇ... hadisinin tamâmen şuûrunda olarak tahdisde bulunduğunu farkettiği zaman, ona ÃãøóÇ ÅĞğÇ¡ İóÇĞúåóÈú İóÍóÏøöËú demiştir. Aynı eserde Ebû Hureyre'nin Mervân b. Hakem'e hitâben söylediği şu sözler kayıtlıdır: "Vallâhi ben Rasûlullah'ın hadisini insanlar içinde en iyi bilenim. Benden evvel Kureyş ve Ensâr'dan onunla sohbet ve hicret etmiş birçok kişi vardı. (Yine de) benim Rasûlullah ile berâberliğimi çok iyi biliyorlar, onun hadisini benden soruyorlardı. Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr onlardandır...". Bu küçük misalde görüldüğü gibi Ebû Rayye, hakîkatin diğer yüzünü okuyucu kitlesinden saklamak için elinden gelen gayreti sarfetmiştir. Ebû Şehbe'nin tâbiriyle İlmî emânete ihânet etmiş olan Ebû Rayye'nin kitabı, bildiğimiz kadarıyla sekiz adet reddiye eserle karşılık bulmuştur. (İçlerinde sırf Ebû Hureyre'ye dâir Abdü'l-Mün'ım Sâlih tarafından kaleme alınmış olan Difâun An Ebî Hureyre adlı 500 küsur sahifelik eser, bu konuda başka hiçbir bilgiye ihtiyaç bırakmayacak şekilde büyük bir titizlikle hazırlanmıştır.) Bu sebeple Advâün ale's-Sünneti'l-Muhammediyye üzerinde uzun uzadıya durmaya gerek görmüyoruz. Biz, piyasada mütedâvil olmadığı gibi diğeri kadar da şöhret bulmamış ikinci bir esere; Sâlih Ebû Bekr'in el-Advâü'l-Kur'âniyye'sine bir parça değinmek, rastgele dikkatimizi çeken bazı örneklerin sıhhati üzerinde durmak istiyoruz. (İlk beş şıkdan sonrası Buhârî'ye yönelttiği tenkitlerle ilgilidir).

a) Müellif, kitabının (çoğunu olduğu gibi Ebû Rayye'den kopye ettiği) ilk kısmında, Şam'ın fazîletine dâir Sahîhayn'a Yahûdi eliyle sokuşturulmuş bir hadisi! tanıtmaktadır. Umeyr b. Hâni'in Muâviye b. Ebî Süfyân'dan rivâyet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Ümmetimden bir grup dâimâ hak üzere (Allah'ın emri üzere) kâimdirler. Onlara, muhâlefet eden ve horlayan kimselerin zarârı ilişmez. Onlar bu hâl üzereyken nihâyet Allah'ın emri gelir. (Yani Kıyâmet'e kadar hep böyle yaşarlar). (áÇÊÒÇá ãä ÃãÊì ÃãÉñ ŞÇÆãÉñ ÈÃãÑ Çááåö áÇíóÖõÑøõåã ãóäú ÎóĞóáóåõãú æáÇ ãä ÎóÇáóİóåã ÍÊì íóÃúÊöíóåã ÃãÑõ Çááåö æóåõãú Úáì Ğáß) ". Sâlih Ebû Bekr'in sözleri şöyledir: "Buhârî, bu grubun Şam ehli olduğunu rivâyet etmiştir. Ebû Ümâme el-Bâhilî'nin rivâyetinde, ashâb onların kimler olduğunu Hz. Peygamber'e sormuş, o da cevâben: 'Beytü'l-Makdis'de olanlar ve Beytü'l-Makdis'den tarafa olanlar' (åã İì ÈíÊ ÇáãŞÏÓ æ ÃóßúäóÇİ ÈíÊ ÇáãŞÏÓ) buyurmuştur. Müslim'in Ebû Hureyre'den naklettiğine göre ise Nebî (s.a.v.):áÇ íÒÇá Ãåá ÇáÛÑÈö ÙÇåöÑöíäó Úáì ÇáÍŞøö ÍÊì ÊŞæãó ÇáÓøóÇÚÉõ buyurmuştur. Ahmed b. Hanbel ve başkaları da bunların Şamlılar olduğunu belirtmişlerdir.". Bir kere hadisin Şam halkına işâret ettiği kavli Buhârî'ye âit olmadığı gibi, asıl metinde zikredilmemiş olup merfû değildir. Hadisin bitiminde Buhârî tarafından yapılan ilâvede şu kayıtlıdır: "Râvî Umeyr dedi ki: (tâbiûndan) Mâlik b. Yuhâmir'in dediğine göre Muâz b. Cebel, onların Şamlılar olduğunu söylemiştir. Hadisin râvîsi Muâviye de dedi ki: Bu Mâlik, Muâz'ın öyle söylediğini zannediyor.". Kaldı ki Buhârî, Kitâbü'l-İ'tisâm'da aynı hadisi zikrettiği bâbın tercemesinde, bu tâifeden kasdın İehl-i ilim olduğunu kendi görüşü olarak beyân etmektedir. Ne Buhârî ne de Müslim'de Ebû Ümâme el-Bâhilî'den böyle bir haber nakledilmiştir. Müellifin Beytü'l-Makdis lafını nereden çıkardığını anlamış değiliz. İbn Hacer'in Tirmizî'den naklettiğine göre Ali b. el-Medînî bunların ehl-i hadis olduğunu söylemiştir. Müslim'deki rivâyette geçen ÇáÛÑÈ kelimesinin okunuşunda ve mânâsında ise ihtilaf vardır. Orada hadis, müellifin dediği gibi Ebû Hureyre'den değil Sa'd b. Ebî Vakkâs'dan rivâyet edilmiştir. Ayrıca Ahmed b. Hanbel bu tâifenin Şamlılar değil, ehl-i sünnete tâbî olanlar olduğunu belirtmiştir. Açıktır ki; bir paragraf içinde, arka arkaya birkaç tahrif birden yapılmıştır.

b) Ebû Hureyre'ye yönelik zikri geçen sataşmalardan biri de, onun Hz. Âişe'ye edeb ve vakardan yoksun bir sözle verdiği karşılıktır. Rivâyete göre Ebû Hureyre ona: "Seni Rasûlullah (s.a.v.)'dan ayna ve sürme (ya da sürme ve boya) alıkoydu." demiştir. İbn Kesîr bu sözü Ebü'l-Kâsım el-Bağavî'nin senediyle şöyle nakleder: "Hz. Âişe Ebû Hureyre'ye; 'Ey Ebû Hureyre! Rasûlullah (s.a.v.)'dan çok hadis rivâyet ettin.' deyince, Ebû Hureyre de ona: 'Vallâhi beni hadis rivâyetinden sürme çubuğu (ÇáãõßúÍõáóÉ) ve boya-kına (ÇáÎöÖóÇÈ) alıkoymadı. Lâkin görüyorum ki, bunlar seni benim rivâyet ettiğim birçok hadisten alıkoymuş.' diye cevap verdi. Hz Âişe; 'belki de' dedi.". Sâlih Ebû Bekr'in muhtasar olarak zikrettiği cümlelerde hem maksatlı bir tahrif hem de kesinti vardır. Olay aslında Ebû Hureyre'nin kendini nasıl savunduğunu göstermektedir; yoksa edepsizlikle ilgisi yoktur.

c) Ebû Rayye gibi Sâlih Ebû Bekr de meseleye öyle ön yargı ile yaklaşştır ki, Dârekutnî'nin, hakkında hiçbir bilgisi olmadığı el-İlzâmât ve't-Tetebbu' adlı eserinin ismini, el-İstidrâk ve't-Teşnî' şeklinde kötüleyici bir terkible vermiştir. Gerek bu kitap ve gerekse Makdisî'nin Garâibü's-Sahîhayn adlı eserinin mevcûdiyetinden, sâdece ikişer satırla bahsetmiş; muhtevâlarına hiç değinmemiş, herhangi bir örnek de vermemiştir. O da, Ebû Rayye de bu kitapları hiç ellerine almış değillerdir.

d) Senedle ilgili tenkitlerde kendisinden biraz sözettiğimiz İbn Abbâs'ın kölesi İkrime'nin, yalancı bir râvî olarak takdîm edildiği satırlarda şöyle bir cümle geçer: "İbn Sa'd onun hakkında; 'O bir deryâdır. İnsanlar onun hakkında ileri geri konuşmuşlardır. Hadisiyle ihticâc edilmez' demiştir.". İbn Sa'dın Tabakâtın'da ise böyle bir cümle kesinlikle yoktur. Bilâkis tamâmen medhiyeler mevcuttur. Yine İkrime hakkında verdiği bilgiler arasında şu da vardır: "Saîd b. el-Müseyyib kölesi Berz'e; İkrime'nin ibn Abbâs'a yaptığı gibi benim hakkımda yalan söyleme, demiştir.". Onbeş sahife ilerde ise aynı rivâyeti, İbn Sîrîn'in kölesine nasîhati şeklinde vermektedir. Sâlih Ebû Bekr'in düşğü bu tezat dışında, ciddiyetsizlik sebebiyle yaptığı birçok tekrar da mevcuttur. Tenkit ettiği toplam 120 Buhârî hadisi içinde meselâ, 2 ve 15., 5 ve 74., 22 ve 65., 28 ve 83., 37 ve 76., 39 ve 79., 41 ve 72., 92 ve 111. hadislerin birbirinin aynı olması, hattâ bunların bir kısmında Sahîh-i Buhârî'deki aynı sahifenin kaynak gösterilmesi, yazarın ne derece dikkatsiz ve lâubâlî olduğunu ortaya koymaktadır.

e) Eserinin birinci kısmında serdettiği görüşlerden, amelî sünnet taraftarı olduğu ve kavlî sünneti kabul etmediğini anladığımız müellif, ßáÇã ÚáãÇÁö ÇáÍÏíËö İì Ãäøó ÇáÓäÉ åì ÇáÊøØÈíŞõ ÇáÚãáìøõ ááŞÑÂäö æãÇ Óæì Ğáß íõÑóÏøõ æóíóÈúØõáõ başğını koyduğu bir bölümde, sâdece üç satır hâlinde şu bilgiyi kaydetmektedir: "Ebü'd-Derdâ'dan Bezzâr, İbn Ebî Hâtim ve Taberânî'nin merfûan rivâyet ettiğine göre (Hz. Peygamber) şöyle buyurmuştur: 'Allah'ın, Kiâbında helâl kıldığı şeyler ancak helâldir, haram kıldığı şeyler ancak haramdır. Hakkında sükût ettiği şeyler ise affolunmuştur'...". Heysemî'nin Mecmeu'z-Zevâid'inden alındığını tahmin ettiğimiz bu hadis, Meryem Sûresi'ndeki {æãÇ ßÇä ÑÈøõß äóÓöíøğÇ} "Senin Rabbin unutkan değildir" âyeti hakkında söylenmiştir. Hattâ eserin bir başka yerinde aynı hadis, ÈÇÈñ İì ÅÊøöÈÇÚ ÇáßÊÇÈ æÇáÓäÉ başğı altında verilmiştir. Ebü'd-Derdâ'dan rivâyet edilen äóÖøóÑó Çááåõ ÇãúÑöÁğ ÓãÚ ãóŞóÇáóÊöì åĞå İóÈóáøóÛóåóÇ hadisi, kavlî sünnete değilse, neye işâret etmektedir? Ayrıca şunu da ifâde edelim ki; Mecmeu'z-Zevâid'in fihristinden yaptığımız sayıma göre eserde Ebü'd-Derdâ'dan (tekrarlarla birlikte) toplam 409 hadis nakledilmiştir ve bunların hemen hepsi kavlî sünnettir.

f) Sâlih Ebû Bekr'in tenkit ettiği birkaç Buhârî hadîsinden sözetmek yerinde olacaktır. Buhârî'nin Amr b. Âsımð Hemmâmð Katâde tarîkiyle Enes b. Mâlik'den rivâyet ettiği bir hâdise şöyledir: Çöl ahâlîsinden biri Hz. Peygamber'e kıyâmetin ne zaman kopacağını sorar. Hz. Peygamber de buna karşılık adama; æóíúáóßó¡ æãÇ ÃÚúÏóÏúÊó áåÇ¿ diye sorar. Adam Allah ve Rasûlünü sevdiğini söyleyince Hz. Peygamber; Åäøóßó ãÚ ãóäú ÃÍúÈóÈúÊó der. Orada bulunan ashâb, biz de böyle miyiz?, diye sorarlar. Hz. Peygamber 'evet' diyerek tasdîk edince herkes ferahlar ve sevinir. O sırada Muğîre b. Şu'be'nin oğlu oradan geçmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Eğer bu çocuğun eceli te'hîr edilirse, bu çocuk ihtiyarlamadan Kıyâmet kopar. (Åäú ÃõÎøöÑó åĞÇ¡ İáóäú íõÏúÑößóåõ ÇáåóÑóãõ ÍÊì ÊŞæãó ÇáÓÇÚÉ) ". Hadisin Müslim'deki rivâyetinde Enes b. Mâlik: "Çocuk o sırada benim yaşımdaydı." cümlesini ilâve etmiştir. Sâlih Ebû Bekr şöyle diyor: " Nebî (s.a.v.)'nin, yaşlılığını Kıyâmetin kopma vakti olarak tayin ettiği çocukla aynı yaştaki Enes, meşhur olan kavle göre hicrî 93'de vefât etmiştir. Buna göre Kıyâmetin, hadiste belirtildiği gibi, birinci hicrî asırdan evvel kopması gerekirdi. Sened kulları buna ne buyururlar? (İãÇ Şæáõ ÚóÈøóÇÏö ÇáÃÓÇäíÏ¿) Herhalde bazısı itiraz edip, bu çocuğun hâlâ ihtiyarlamadığını! söyleceklerdir.".

Oysaki hadiste kastedilen, olay sırasında orada bulunan sahâbîlerdir. Bârûdî'nin rivâyetinde, ÍÊì ÊŞæã ÇáÓÇÚÉ yerine áÇíÈŞì ãäßã Úíäñ ÊóØúÑöİõçinizden gözü açık kimse kalmayacak" cümlesi zikredilmiştir. Bu hadisin durumu, ÃÑÃíúÊóßõãú áóíúáóÊóßõãú åĞå¿ İÅäøó Úáì ÑÃÓö ãÇÆÉö ÓäÉò ãäåÇ áÇíóÈúŞóì Úáì æÌåö ÇáÃÑÖö ããä åæ Çáíæãó ÚáíåÇ ÃÍÏñ hadisiyle aynıdır. Kadı Iyâz'ın belirttiği gibi, bu hadisi işitenlerden 100 yıl sonra hiçkimse hayatta kalmamıştır. İşte, sözkonusu hadiste de orada bulunanların saati, yani ölümleri kastedilmiştir. Dâvûdî meseleyi, Müslim'in Hz. Âişe'den rivâyet ettiği şu hadisle izah etmektedir: "A'râbîler Hz. Peygamber'e geldiklerinde, Kıyâmet ne zaman? diye sorarlardı. O da içlerinde en genç olanı göstererek; 'Bu eğer yaşarsa, ihtiyarlamazdan evvel sizin kıyâmetiniz kopar' (Åäú íóÚöÔú åĞÇ ÍÊì íÏÑßå ÇáåÑã ŞÇãÊ Úáíßã ÓÇÚÊßã) derdi.". Mevzûmuz olan hadiste zikredilen şahıslar da yine a'râbîlerdir. Hz. Peygamber, 'Kıyâmetin zamânını bilmiyorum' demesi hâlinde onların şüpheye düşmelerinden çekinmiş ve bu şekilde üstü kapalı beyanda bulunmuştur. İbn Kesîr, bu hadisleri zikrettikten sonra; bazı kimselerin ãóäú ãóÇÊó İóŞóÏú ŞóÇãóÊú ŞöíóÇãóÊõåõ şeklindeki sözlerinin hadisi açıkladığını, ve bu sözlerle kastedilenin o devirde yaşayanların inkırâzı olduğunu belirtmektedir. Öyle görünüyor ki, senedleri iyi bilenler, aynı zamanda metnin anlamını da (diğer metinlere mukâyese ederek) iyice kavramakla, Sâlih Ebû Bekr'in hakâretini haketmiş olmuyorlar.

g) Hz. Peygamber (s.a.v)'e vahyin ilk gelişini anlatan Hz. Âişe hadisi, içinde geçen bir cümle sebebiyle yalanın zirvesi ünvânıyla, tenkit edilen hadislerin en başına konmuştur. Urve b. ez-Zübeyr'in Hz. Âişe'den naklettiği bu uzun hadiste, Cebrâil'in Peygamber (s.a.v.)'e Hira Mağarası'nda Alak Sûresi'nin ilk âyetlerini okuyuşu, Hz. Peygamber'in korku içinde Hz. Hatîce'ye gelişi, sonra birlikte Varaka b. Nevfel'e gidişleri anlatılmaktadır. Varaka b. Nevfel, ona Peygamber olduğu haberini verdikten kısa bir süre sonra vefât eder. Hadisin bundan sonraki tenkîde medâr olan kısmı şöyledir: "Vahiy bir müddet kesildi. Nebî (s.a.v.) -bize ulaşan habere göre- öylesine hüzünlendi ki, üzüntüsünden defâlarca kendisini dağların başından aşağıya atacak oldu. Her zirveye çıkıp kendini atmak istediğinde Cebrâil ona görünerek: 'Ey Muhammed! Sen gerçekten Allah'ın Rasûlüsün' derdi. Bununla Hz. Peygamber'in kalbi yatışır, gönlü sâkinleşirdi...". İşte müellif bu cümleye dayanarak; İmânın zirvesine çıkmış, sabr-ı ve sebâtıyla ma'rûf bir nebînin, intihar edenin küfre gireceğine hükmetmesine rağmen, kendisinin nasıl teşebbüs ettiğini anlatan mezkur hadiste İsrâilî parmakların oynadığını öne sürmüş, 10 maddeden oluşan itirazlarını sıralamıştır. Bu maddelerin hepsinde de birbirine yakın şeyler söylenmiştir ki, biz bunu bir cümleyle özetlemiş bulunuyoruz.

Hadisin metni hakkında izaha girişmeden önce, bir noktaya işâret etmeliyiz: Henüz tam anlamıyla rasûl sıfatını kazanmamış, kendisine henüz hiçbir ahkâm âyeti gelmemiş bir insanın, inanılması ve kaldırılması son derece güç bir ağırlığın altında ne yapacağını şaşırmış hâlini tasavvur edersek; Cebrâil'in uzun süre gözükmeyişinin, ş görünüşü intihâr olan böyle bir fiile teşebbüsü normal hâle getirişini (İslam şerîatinin oluşmadığı bir safhada) çok da inanılmaz bulmuyoruz.

Hadisin metninde "Vahiy bir müddet kesildi..." diye devâm eden kısma gelince; ibâre şöyledir: æİóÊóÑó ÇáæóÍúìõ İóÊúÑóÉğ ÍÊøóì ÍóÒöäó ÇáäøóÈöìøõ Õáì Çááå Úáíå æÓáã İöíãóÇ ÈóáóÛóäóÇ ÍõÒúäğÇ ÛóÏóÇ ãäå ãöÑóÇÑğÇ ßóìú íóÊóÑóÏøóì ãöäú ÑõÄõæÓö ÔóæóÇÍöŞö ÇáúÌöÈóÇáö... . Kirmânî bu cümle hakkında şöyle diyor: "Buradan hadisin sonuna kadar olan kısım aynı isnadla mı gelmiştir? diye sorarsan derim ki: Hadisin bizzat lafzı, bu senedle mi yoksa başka senedle mi geldiğini göstermeye yeter. Siyâkı gösteriyor ki, bu kısım başka bir senedle rivâyet edilmiştir.". Buhârî'nin, ilk vahyin gelişini anlatan bu hadisi, eserinin üç yerinde Hz. Âişe'den tahrîc ettiğini görüyoruz. Ancak senedlerde, ve buna bağlı olarak metinlerde bazı farklılıklar bulunmaktadır. Şöyle ki; Kitâbü Bed'i'l-Vahy'de Yahyâ b. Bükeyrð Leysð Ukaylð Zührîð Urveð Hz. Âişe tarîkiyle zikredilen hadisin son tarafında, æóİóÊóÑó ÇáúæóÍúìõ cümlesi vardır, gerisi yoktur. Kitâbü't-Tefsîr'de yine aynı sened verildikten sonra, devamla ikinci bir sened daha zikredilmiştir: Saîd b. Mervânð Muhammed b. Abdi'l-Azîz b. Ebî Rizmeð Ebû Sâlih Selemûyeð Abdullahð Yûnus b. Yezîdð Zührîð Urveð Hz. Âişe. Hadisin sonunda ise sâdece æóİóÊóÑó ÇáúæóÍúìõ İÊÑÉğ ÍÊì ÍóÒöäó ÑÓæáõ Çááå Õáì Çááå Úáíå æÓáã ibâresi bulunmaktadır; tenkit edilen cümle bunda da yoktur. Kitâbü't-Ta'bîr'de ise aynı şekilde ilk sened tekrâr edilmiş, ancak hemen arkasından; Abdullah b. Muhammedð Abdü'r-Rezzâkð Ma'mer b. Râşidð Zührîð Urveð Hz. Âişe tarîki ilâve olunmuştur. Tenkit edilen cümle, tümüyle işte bu hadiste bulunmaktadır. Farkedileceği gibi; ilk senede her yeni sened eklenişinde, ibârede de bir evvelkine göre ziyâde vukû bulmuştur. Aslında bu, Buhârî'nin Sahîh'de tâkip ettiği metodlardan biridir. Üç ayrı tarîkin de ortak râvîsi Zührîdir. Dolayısıyle üçüncü ve sonuncu isnadda, hadisi Zührî'den alan râvînin sözkonusu ilâvede diğerlerine göre tek kaldığını tahmin etmek zor değildir. Nitekim İbn Hacer, tenkîde konu olan kısmın Ma'mer'in ilâvesi olduğunu söyleyerek, Humeydî'nin el-Cem'u Beyne's-Sahîhayn'daki (Bed'ü'l Vahy'de geçen hadis hakkındaki) şu sözlerini aktırmaktadır: "Ukayl'in Zührî'den rivâyeti burada sona eriyor. Bundan sonraki Buhârî'nin birleştirmiş olduğu kısım, Ma'mer'in Zührî'den rivâyetidir. Bu ziyâde kısım, sâdece Ma'mer rivâyetinde bulunmaktadır. Zira Ebû Nuaym, Müstahrec'de Ukayl tarîkini tahrîc etmiştir ki, bu ilâve orada yoktur. İsmâilî de bunun Ma'mer'in ziyâdesi olduğunu söylemiştir. Ayrıca İsmâilî, Ebû Nuaym, Ahmed b. Hanbel ve Müslim, hadisi Leys'in ashâbı vâsıtasıyla Leys'den rivâyet etmişlerdir ki, hiçbirinde bu ziyâde yoktur. İíãÇ ÈáÛäÇ diyen Zührîdir.". Mevsûl olmadığı anlaşılan bu tabir, Zührî tarafından hadisin rivâyeti sırasında kendine âit bir izah olarak eklenmiş, râvîlerden sâdece Ma'mer buna işâret etmiştir. Buhârî de bu ilâveyi etmemek için hadisin sonuna rabtetmiştir. Sâlih Ebû Bekr, eğer bu kısmın râvîlerce Hz. Peygambere yakıştırılmış bir söz olmadığını; doğru ve yanlışa ihtimâli bulunan maktû' bir ilâve olduğunu araştırıp anlasaydı, hadisin tümüne yalan isnâd edip red yoluna gitmeyecekti.

h) Buhârî'nin Kitâbü'l-Ezân'da Ebû Hureyre'den rivâyet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "İmam, kendisine uyulmak içindir. Tekbir aldığında siz de tekbir alın, Rukûya eğildiğinde siz de eğilin, ÓãÚ Çááå áãä ÍãÏå dediğinde ÑÈäÇ æáß ÇáÍãÏ deyin, secde ettiğinde sizde secde edin, oturarak namaz kıldığında siz de hepbirlikte oturarak kılın. (æÅĞÇ Õáøóì ÌÇáÓğÇ İÕóáøõæÇ ÌáæÓğÇ ÃóÌúãóÚõæäó)". Sâlih Ebû Bekr, hadisin son cümlesini tenkit ederek özetle şunları söylüyor: "İmam hastalık konusunda değil, ibâdet konusunda kendisine tâbî olunandır. İmam hastaysa Allah onu ayakta durma konusunda affetmiştir. Peki sağlıklı olan cemâatin hastalığı nedir ki onlar da oturarak kılsınlar? Hangisini kabul edelim? Bu hadisi mi, yoksa Peygamber'in hastalığı sırasında oturarak namaz kıldırmasına rağmen, Hz. Ebû Bekr'in ve diğer ashâbın ayakta namaz kıldığını haber veren diğer hadisi mi? Sağlıklı bir cemaatin, namazın en önemli rüknü olan kıyâmı, imamları hasta diye terketmeleri mümkün değildir. Bu hadisin Allah Rasûlü hakkında uydurulmuş bir yalan olduğunda şüphe yoktur.".

Müellifin üstüne basarak Ebû Hureyre'ye nisbet edildiğini söylediği bu hadis, aslında Hz. Âişe'den ve Enes b. Mâlik'den de (aynı tenkit edilen lafızla) rivâyet edilmiştir. Hz. Peygamber'in hadisteki ifâdeleri, onun attan düşüp bacağınının berelenmesinden sonra ashâbına kıldırdığı namaz sonrası vukû bulmuştur. Bu namazı, kendisi gibi arkasındaki cemâat de oturarak kılmışlardı. Hz. Âişe'den rivâyet edilen başka bir hadis daha vardır. Buna göre; Hz. Peygamber vefâtına sebep olan ağır hastalığı sırasında, kendisini namaz kıldırmak üzere mescidde bekleyen ashâbına imam olması için Ebû Bekr'e haber göndermiş, o da namaza başlamıştı. Bu ara rahatsızlığı biraz hafifleyen Hz. Peygamber cemâatin yanına çıktı ve Hz. Ebû Bekr'in yan tarafına götürülüp oturtuldu. Bundan sonraki kısmı Hz. Ebû Bekr ona uyarak, cemâat de Hz. Ebû Bekr'e uyarak kıldılar. Hz. Peygamber oturarak, onlar ise ayakta namaz kılmışlardı.

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, oturarak namaz kıldıran imama aynı şekilde cemâatin de uymasını emrettiği hadisler içinde, Hz. Âişe ve Enes b. Mâlik'den gelen rivâyetlerin sonunda İmam Buhârî, şeyhi ve İmam Şâfiî'nin talebesi Humeydî'nin bu konudaki görüşünü aktarmaktadır. Humeydî'ye göre; Hz. Peygamber'in vefâtına yakın kıldırdığı ve arkasındakilere oturmalarını emretmediği hadis daha sonradır. (Oturmalarını emrettiği) mezkur hadis ise eski hastalığında vukû bulmuştur ve mensûhtur. Hz. Peygamber'in fiillerinden sırasıyla sonuncu olan alınır. Buhârî de aynı görüşe katıldığını ifâde edercesine, Kitâbü'l-Ezân'ın 51. bab başğında Õáì ÇáäÈì Õáì Çááå Úáíå æÓáã İì ãóÑóÖöå ÇáĞì Êæİì İíå ÈÇáäÇÓ æåæ ÌÇáÓ demiştir.

Bu iki ayrı hadis fıkhî ihtilâfa sebep olmuştur. Fethu'l-Bârî'de bunlar geniş olarak anlatılır. İmam Mâlik, İmam Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf, İmam Şâfiî ve Humeî, Evzâî ve Kadı Iyaz nesh bulunduğunu öne sürmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel, Şâfiî muhaddislerden İbn Huzeyme, İbnü'l-Münzir ve İbn Hıbbân ise neshi reddederek her ikisini de cem' etmişlerdir. İbn Hacer bir yandan Ahmed b. Hanbel'in haklı olduğunu vurgularken, diğer yandan nesh bulunduğunu; ancak evvelki emrin neshedilmesiyle bu sefer cevaz durumunun ortaya çıktığını, cevâzın ise müstehaplığı ortadan kaldırmayacağını belirtir. Her iki hal de câizdir; lâkin oturmak sûretiyle oturan imama uymak müstehaptır. Böylece cem yapmıştır. Hadis teabbudî bir hükme işâret ettiği ve birkaç sahâbî tarafından nakledildiği için, sebeb-i vürudları dikkate almaksızın aceleyle reddetmek isâbetli olamaz.

ı) Hz. Peygamber'in bir Yahudî'den borç aldığını haber veren Hz. Âişe hadşisi de Sâlih Ebû Bekr tarafından tekzîb edilmiştir. Bu hadiste Hz. Âişe: "Nebî (s.a.v.), zırhı bir Yahudî'nin yanında 30 sa' buğday karşılığı rehin bırakıldığı halde vefât etti. (Êæİì ÇáäÈì Õáì Çááå Úáíå æÓáã æÏöÑúÚõåõ ãóÑúåõæäóÉñ ÚäÏ íåæÏìø ÈËáÇËíä¡ íÚäì ÕÇÚğÇ ãä ÔóÚöíÑò) " demektedir. Müellif, Kur'an-ı Kerim'den {ææÌÏß ÚÇÆáÇğ İÃÛäì} ve {ááåö ÇáÚÒÉõ æáÑÓæáå æááãÄãäíä} âyetlerini delil göstererek, Hz. Peygamber'in fakru zarûret içinde, bir Yahudî'nin ihsânını talep etmesininin yalan olduğunu söylemiştir. Allah'ın, ganîmetlerin beşte birini kendisi üzerine farz kıldığı Hz. Peygamber'in, zengin tüccarlardan oluşan ashâbı dururken, bir Yahudî'ye muhtaç olmasını reddetmektedir. "Yahûdîleri öldürmek için! edindiği bir silâhı, kalkıp onlara teslim eden bir Nebî'nin, açlığın düşmanın merhametine dûçâr ettiği bir peygamberin risâletinin ne kıymeti kalır?" şeklinde bazı sorular yönelten yazar, son derece istihzâlı bir şekilde "Parmakları arasından akan suların binlerce insanı doyurduğu hadisini mucize olarak kabul eden sizler, Hz. Peygamber'in kendisi ve âilesini açlıktan kurtarmak için Yahudî'den buğday borç almasını nasıl izah edeceksiniz?" demektedir. Bütün önermelerini Hz. Peygamber'in açlığı ve muhtaç hâle düşmesi fikrine dayandıran Sâlih Ebû Bekr, Yahudî de olsa bu şahsın zımmî statüsünde bir ferd olduğunu, kendisine kılıç sıyrılmış bir düşman olmadığını nedense hiç aklına getirmemiştir.

Mezkur hadişs, bundan beş hadis evvel Amr b. Haris'den nakledilen rivâyeti açıklamaktadır. Orada Hz. Peygamber'in, ölürken arkasında dinar, dirhem, köle ve câriye bırakmadığı; sâdece biniti olan beyaz katırı, silâhını ve yolculara vakfettiği arâzîsini bıraktığı bildirilmektedir. Yani asıl muhârebe silâhını kimseye vermiş değildir. İbn Hacer'in İbn Hıbbân'dan naklettiğine göre Hz. Peygamber, Yahudî'den aldığı 30 sa' hubûbat karşılığı, bir seneliğine zırhını rehin bırakmıştır. Demekki, vefâtı ânında henüz o bir sene dolmamıştı. Günümüzün ölçüleriyle 80-90 kilo civârındaki bu buğday, herhalde bir zırhdan daha pahalı değildi. Şu halde kârlı çıkan Yahudî'dir. Dolayısıyle, muhtaç olma sözkonusu değildir; zira karşılığı fazlasıyla verilmiştir. Rehin ile sadaka birbirine karıştırılmamalıdır.

Enes b. Mâlik'den rivâyet edilen bir başka hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Muhammed'in ev halkı için bir sa' buğdaydan başka bir şey ne sabahlamış, ne de akşamlamıştır!". Fey' ve ganâim ahkâmından bahseden âyetleri, Hz. Peygamber ve âilesinin hayat tarzını ortaya koyan bu hadis çerçevesinde anlamak gerekir. Şârih Hattâbî, zırhı rehin verme hadisinden bazı hükümlerin çıktığını belirtmektedir: 1) Malında şüphe bulunan kimse ile muâmele yapmanın cevâzı, 2) Zımmîye silahı rehin vermenin câizliği. Bu durumda ona güven duyulduğu için zararından emin olunur. Harbî ise böyle değildir; ona silah teslim edilmez... Zırhın başkasına değil de bir zımmîye rehin bırakılmasının, onun savaş peygamberi mi yoksa sulh peygamberi mi olduğuna işâret etmesi bakımından incelik taşıdığı kanâatindeyiz.

j) Sâlih Ebû Bekr'in dikkatle incelemediği için kolayca inkâr ettiği rivâyetlerden biri de, Buhârî'nin Sehl b. Sa'd'dan rivâyet ettiği: "Cennette Rayyân denilen bir kapı vardır ki, oradan ancak oruçlu kimseler girer. (Åäøó İì ÇáÌäÉö ÈÇÈğÇ íŞÇá áå ÇáÑøóíøóÇä...)" hadisidir. Müellifin Ebû Hureyre'ye atfettiği bu hadis, aslında Sehl b. Sa'd es-Sâidî'den mervîdir. (Ebû Hureyre'den nakledilen ise, daha farklıdır). Cennetin, amel-i kâmişl sâhiplerinin mücâzât yeri olduğunu belirten Sâlih Ebû Bekr, bir kimsenin sırf oruç tuttuğu için özel bir kapıdan girmesini müstahîl görmektedir. Zira ibâdetler içinde oruç tutmak, sâdece bütünün bir parçasıdır, ve onu tamamlayan diğer farzlar vardır. Cennet kapılarının farzlara göre taksîm edilmesi; yani namaz kılan kimsenin oruç tutmasa bile namaz kapısından girmesi, veya oruç tutan kimsenin namaz kılmasa bile oruç kapısından girmesi, ya da farzları yerine getirmediği halde sadaka veren kimsenin sadaka kapısından girmesi doğru değildir; Hz. Peygamber'den böyle şey sâdır olamaz. Çünkü hiçbir amel, diğeri olmaksızın kıymet ifâde etmez; {İæíá ááãÕáíä ÇáĞíä åã Úä ÕáÇÊåã ÓÇåæä} âyetinde olduğu gibi. Bu hadis ise, farzları terkedenlere cesâret vermekte, hoşlarına giden ibâdeti yapıp diğerlerini terketmeye teşvîk etmektedir. Ku'ran'da Cennçeşitli kapılarından bahsedilmemiştir. Cennet, îmânın altı şartına inandıktan sonra İslâmın beş şartını da yerine getirenler içindir. Bu şartlardan birinin eksik olması hâlinde o kişinin Cennet kapılarından girmesine asla müsâde edilmez.

Müellifin işâret ettiği Ebû Hureyre rivâyeti daha tafsîlatlıdır. Bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.); sırasıyla salât, cihâd, sadaka, sıyâm ve savm ehli olan insanların, Cennetteki Salât, Cihâd, Sadaka, Sıyâm ve Rayyân isimli kapılardan çağırılacaklarını bildirmektedir. (ãóäú ßÇä ãöäú Ãåá ÇáÕáÇÉ ÏõÚöìó ãöäú ÈÇÈö ÇáÕáÇÉö¡ æãä ßÇä ãä Ãåá ÇáÌåÇÏ ÏÚì ãä ÈÇÈ ÇáÌåÇÏ¡ æãä ßÇä ãä Ãåá ÇáÕÏŞÉ ÏÚì ãä ÈÇÈ ÇáÕÏŞÉ¡ æãä ßÇä ãä Ãåá ÇáÕíÇã ÏÚì ãä ÈÇÈ ÇáÑøóíøóÇäö...). Hadisin sonunda Hz. Ebû Bekr Hz. Peygamber'e: "Yâ Rasûlallah! Bu kapıların sâdece birinden çağırılmak zarûrî midir? Bir kimse hepsinden de çağırılamaz mı?" diye sormuş, Hz. Peygamber (s.a.v.) de: "evet çağırılabilir" cevâbını verdikten sonra: "Senin o kişilerden olmanı dilerim" temennîsinde bulunmuştur. Görüleceği üzere Sehl b. Sa'd, Ebû Hureyre hadisindeki beş Cennet kapısından sâdece birini rivâyetine almıştır.

Hz. Ebû Bekr'in sorusu, müellifin tenkit ettiği noktaya ışık tutmaktadır. Yani kapıların hepsinden birden girebilme şerefi, ibâdetlerin hepsine bir bütün hâlinde düşkün olan amel-i kâmil sâhibi insanlara nasip olacaktır. Oruç ibâdeti diğerlerinden ayrı tutulmuş değildir ki, ona ayrıcalık tanındığı iddiâ edilsin. Her bir ibâdetin ayrı da olsa, özel bir kapısı vardır. Bu konuda eşitlik olduğu ortadadır. İbâdetlerin tümüne aynı derecede sarılmış bir insana ise bütün kapıların açılacağı Hz. Ebû Bekr'e verilen cevapla te'yîd edilmiş; böylece müşkil giderilmiştir.

İbn Hacer'in izahı şudur: "Hadisten murad, zikredilen amellerin tatavvu' olarak yapılanlarıdır. Yoksa, her kişi üzerine vâcip olanlar kastedilmemiştir. Hadisin son bölümünden anlaşılacağı üzere, bu kapıların hepsinden de çağırılacak olan insan sayısı azdır. Zira bir insanın nâfile olarak, her tür ibâdeti onun ehli olacak şekilde devamlı ve çok yapması zordur. En fazla hangisiyle meşgul olmakta ise, o kapıdan çağırılır.". Sâlih Ebû Bekr'in zikretttiği Sehl hadisi hakkında Zeynü'd-Dîn b. el-Münîr (v.695/1295): "Hz. Peygamber (s.a.v.) İöì ÇáúÌóäøóÉö demiş áöáúÌóäøóÉö dememiştir. Bununla Cennetin içindeki rahatlık ve nîmetlere işâret etmiş; mü'minleri en güzel şekilde onlara teşvîk etmiştir." demektedir. Öyleyse; müellifin zannettiği gibi, bu amellerin sâdece birini yapıp da diğerlerini terkeden kimsenin o kapıdan girmeye hak kazandığı kastedilmemiş; aynı zamanda Cennete ilk girişden de bahsedilmemiştir. Bunlar, mutlak olarak Cennete girmiş olanlara sonradan sunulan özel nîmetlerdendir. Eğer Cennete ilk olarak girmeyi haketmek sözkonusu olsaydı, o zaman müellifin sorusu, Kur'an'da anlatılan Me'vâ, Naîm, Firdevs ve Adn gibi Cennet çeşitleri hakkında da geçerli olurdu.

Ebû Hureyre'nin rivâyet ettiği metinde her ibâdetin başına getirilen ehil olma vasfı, farzlar hârîcinde yapılanlara işâret etmektedir. Çünkü farz ibâdetler, zaten kişinin borcudur. Maksat; üzerine farz olanları edâ eden kimsenin, bu ibâdetler içinde birine diğerldaha fazla düşkün olması, her fırsatta nâfile olarak onu îfâya çalışmasıdır. Müellifin örnek verdiği Mâûn Sûresi'ndeki âyet, namazlarını gösteriş için kılan münâfıklar hakkındadır; ibâdetlerin bazısını terkeden mü'minlerle ilgisi yoktur. Ayrıca mükellefiyetlerini yerine getirmeyen bir mü'minin, Cehenneme uğrasa da muhakkak Cennete gireceğini biliyoruz. İddiâ sâhibi, işin bu safhasını unutmuş gibidir.

14. Müsteşriklerin Tenkitleri

Bu babda bazı müsteşriklerin metin tenkitlerine maddeler hâlinde ve kısaca temas edeceğiz.

a) Buhârî'nin Zührîð Saîd b. el-Müseyyibð Ebû Hureyre vâsıtasıyla Hz. Peygamber'den rivâyet ettiği: "Şu üç mescidden başkasına sefer edilmez: Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksâ. (áÇÊõÔóÏøõ ÇáÑøöÍóÇáõ ÅáÇøó Åáì ËáÇËÉö ãÓÇÌÏóº ÇáãÓÌÏö ÇáÍÑÇãö æãÓÌÏö ÇáÑÓæáö Õáì Çááå Úáíå æÓáã æãÓÌÏö ÇáÃóŞúÕóì)" hadisi hakkında Goldziher şunları söylemektedir: "Emevî Halîfesi Abdü'l-Melik b. Mervân, Mekke'de hüküm süren hasmı Abdullah b. Zübeyr'in (v.73/692) Hacca giden Şamlıları kendisine bey'at etmeye icbâr edebileceği ihtimâli karşısında endişelenerek, Hacc için Mekke'ye gitmeyi men'etme kararı vermişti. Bunun işçin, Mekke'de yapılana bedel olarak Haccı, Kudüs'teki Kubbetü's-Sahra'ya çevirme çâresine başvurdu. Kudüs'teki bu mukaddes kayayı tavâf etmenin, şer'î bakımdan Kâbe'de yapılan yerine kâim olacağına dâir emirnâme çıkardı. Müttakî muhaddis Zührî (v.124/741), Peygamber'e isnâden bir hadis uydurarak, siyâsî sebeplerin gerektirdiği bu dînî reformu tasvîb etme işini üzerine almıştır ki, buna göre Haccın makbul olduğu üç mescid bulunacaktı: Mekke'ninki, Medîne'ninki, Beytü'l-Makdis'inki.".

Goldziher'in gösterdiği dipnotlara bakılınca, bu iddiâsını Şîî târihçi Ya'kûbî'nin Târîh'ine (II/311) dayandırdığı görülmektedir. Ya'kûbî orada, Abdü'l-Melik b. Mervân'ın mezkur nedenlerle Hz. Peygamber'in semâya urûc edeceğinde ayağını bastığı taşın üstüne kubbe yaptırdığını, üzerine ipek örtüler asarak hizmetçiler tahsîs ettiğini ve Emevî Hilâfeti'nin sonuna kadar insanların burayı tavâf ettiklerini söylemektedir. M. Mustafa el-A'zamî iki ayrı eserinde konuya geniş yer ayırarak, bu iddiânın başta târihî hakîkatlerle çeliştiğini ortaya koymuştur.

Ya'kûbî'nin aynı eserinin ilerleyen sayfalarından öğrendiğimize göre Filistin, hicrî 67 târihinde Abdü'l-Melik'in hâkimiyetinden çıkmıştı. Emevîler, Hacc mevsimi dolayısıyle hicrî 68'de Mekke'deydiler. Bu takdirde, Abdü'l-Melik'in halkı Kâbe yerine Kubbetü's-Sahra'ya çağırması hicrî 68'den sonra vukû bulmuş olmalıydı. Târihî bilgiler, Abdü'l-Melik'in mezkur kayanın üstüne kubbe inşâ etmeye hicrî 69'da başladığını göstermektedir. Dolayısıyle Zührî'ye hadis uydurma! emri de işte bu senenin başında verilmiş olmalıdır. Hicrî 50-58 yılları arasında dünyaya gelmiş olan Zührî'nin, o vakit henüz 10 ya da 18 yaşlarında olması gerekir. Bu gencin, doğum yeri olan Medîne'de değil de buradan uzakta, Şam gibi Medîne aleyhtârı bir muhîtte, Allah'ın Hacc emrini ilgâ ve yerine başkasını koyabilme iktidârını gösterip büyük bir şöhret ve hürmete nâil olabileceğine inanmak aklın kabul edeceği bir şey değildir. O zamanlar Şam'da bulunan ve Emevî iktidârına itirazı olmayan onca Sahâbî dururken, Abdü'l-Melik niye bu genci kullansın? (Zührî, Abdü'l-Melik ile hicrî 81'e kadar hiç karşılaşmamıştır.) Sonra, Abdü'l-Melik'in Haccı men'etmesi karşısında bu dindar insanlar nasıl olmuş da böyle bâtıl bir amel üzerinde ittifak edebilmişlerdir? Ya'kûbî, hicrî 75 yılında diğer Emevî Halîfeleriyle birlikte Abdü'l-Melik'in Hacc için Mekke'ye nasıl gittiğini anlatmaktadır. Aynı târihçinin ifâdesine göre; Kubbetü's-Sahra'nın inşâsı hicrî 72'de tamamlandığı sırada Mekke, Abdü'l-Melik'in vâlisi Haccâc'ın idâresi altındaydı ve o yıl Hacc Mekke'de îfâ edilmişti. Şu halde Hacc yerine bu merâsimin ikâme edilmesi için, Emevîler devri boyunca herhangi bir zarûretin bulunmadığını ve buna ihtiyaç duyulmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Diğer taraftan Zührî'den nakledilen bu hadis, ne kayanın kudsiyyetine ne de Kâbe yerine onun tavâf edilmesine işâret etmektedir. Sâdece Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya husûsî bir makam atfetmektedir ki Kur'an-ı Kerim'de de buranın ayrı bir yeri vardır. Zira orası hem mü'minlerin ilk kıblesi, hem de Hz. Peygamber'in İsrâ yolculuğunun gerçekleştiği yerdir.

Zührî bu hadisin tek râvîsi de değildir. Onun gibi 19 kişi aynı hadisi nakletmiştir. Ayrıca bu sâdece Ebû Hureyre'den değil, aynı zamanda (Müsned, Taberânî ve Müslim'deki tarîklere göre) Ebû Saîd el-Hudrî, İbn Ömer, Ebû Busra el-Ğıfârî ve Hz. Ali'den de rivâyet edilmiştir. Hadis hakkında diğer bir müsteşrik J. Horovitz (v.1931)'in hükmü şudur (The Earliest Biographies of The Prophet and Their Author, II/36): "... Zührî'nin hadisi hakîkaten Saîd b. el-Müseyyib'in ağzından duyduğunda hiç şüphe yoktur.".

b) el-Câmiu's-Sahîh'in iki yerinde İbn Ömer'den rivâyet edilen: "İslâm beş şey üzerişne binâ edilmiştir: Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in onun elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek, Ramazan orucunu tutmak." hadisi, A. J. Şensinck (v.1939) tarafından, sonradan uyduruş olmakla ithâm edilmiştir.

İddiâsı şöyledir (The Muslim Creed, s.19,32): "Nebî'nin yanında, İslâm'a girmiş kimsenin yapması gerekenleri içine alan herhangi bir temel (îtikâdî esas) yoktu. Müslümanlar, Şam'da karşılaştıkları Hristiyanlarda böyle bir söze rastladılar ve onun benzerine ihtiyaç duydular. İslâmın rûhunu bu şekilde (şehâdet hadisiyle) belirlediler.".

el-A'zamî şu cevâbı vermektedir: "Halbuki Şensinck'in de pekâlâ bildiği üzere, her namazda iki kere (tahiyyâttan sonra) okunan şehâdet, hadisteki şehâdettir. Ancak o bu iddiâsıyla da kalmayıp, namazın Hz. Peygamber'in vefâtından sonra nihâî şeklini aldığını öne sürmektedir. Namaz emri Kur'an'da 99 yerde geçmektedir. Hadislerde ise bu sayı binleri bulmaktadır. Şu halde, Hz. Peygamber'in bunu sâdece emrettiğini ancak nasıl kılınacağını öğretmediğini, şeklini ashâba bıraktığını söylemek inanılacak şey değildir. Ayrıca Kur'an âyetleri namazın cemâatle kılınmasından sözeder. Ezan da bizzat Kur'an'da zikredilmiştir. Hem ezanda hem de kâmet'de şehâdet cümlesi geçmektedir. Eğer Şensinck ezanın asr-ı saâdette vahyedildiğini kabul ediyorsa, ki hakîkat öyledir, bu takdirde İslamn beş temeli hakkındaki hadisin mevzû olduğuna dâir serdettiği münâkaşa tamâmen bir hezeyândan ibârettir. İşte bu, hayâtını Hadis Concordance'ını te'lîfle geçirmiş bir müsteşriğin tenkîdine örnektir.".

c) Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Bizans imparatoru Heraklius'a gönderdiği dâvet mektubu, sıhhati bakımından Buhl ve Caetani'nin tenkîdiyle karşılaşştır. Öne sürdükleri son derece zayıf itirazlar, Muhammed Hamîdullah tarafından teker teker ele alınıp reddedilmiştir.

Hamîdullah'ın İslam Peygamberi'ndeki itirazları özetle şöyledir: "Rasûlullah'ın hicretin 6. yılında Heraklius'a gönderdiği mektup hakkında Goldziher (Kultur der Gegen&art, s.94), İslam kaynaklarındaki bu rivâyette inanılmaz bir şey bulunmadığını söylemektedir. Buhl ise bunu efsânevî olarak değerlendirmektedir (Das Leben Mohammeds, s.245). Danimarkalı bu müsteşrik İbn Sa'dın Tabakât'ındaki eksik bir metne dayandığı için bu sonuca varmış olabilir... Tam metne göre; Bir gün Hz. Peygamber'e etrâfındakiler, yabancı hükümdarlara elçi göndermesini teklif ederler. Hz. Peygamber de onlara önce, Hz. İsâ'nın havârîlerinin başından geçen tereddütleri ve onların mûcizevî şekilde yabancı dilleri öğrenişlerini anlatır; sonra elçilerini seçer. Bunu yaparken, her ülke için orayı daha evvel ziyâret etmiş ve muhîti bilen kimseleri tercîh etmiştir. Dıhyetü'l-Kelbî ise mektubu Filistin vâlisine teslim etmekle görevlendirildi. Takdîr-i ilâhî netîcesi Heraklius o sırada Kudüs'e girdi ve doğrudan bu elçi ile görüşme imkânı buldu. Ceatani'nin serdettiği itirazlar ise görünüşte daha ilmî durmaktadır. Caetani'nin ifâdesine göre (Annali, VI/50): 'Kaynaklar, bir yandan elçinin gönderildiği tarih olarak, hicrî 6. yılın sonlarını gösterirlerken, diğer yandan bu elçinin dönüş yolu üzerinde Arap kabîleleri tarafından 6. yılın ortalarında yağmalandığını beyân ederler. Burada zaman bakımından tutarsızlık bulunduğu açıktır.'. Ancak bütün kaynaklar, çilerin gönderilmesi olayının Hudeybiye anlaşmasından dönerken cereyân ettiğini söylemektedirler. Bu da hicrî 6. yılın son ayı veya 7. yılın ilk ayına tesâdüf eder. Dıhye'nin kervanının yağmalanması hâdisesini 6. yılın 6. ayına oturtan ise sâdece Vâkıdî'dir. Vâkıdî olayları, bazen Müslümanların Mekke'den Medîne'ye hicret edişlerini, bazen de Hz. Peygamber'in bizzat kendisinin hicretini tarih başlangıcı kabul ederek değerlendirir ki, bu da üç-dört aylık bir zaman farkı ortaya çıkarmaktadır... Caetani devamla şöyle diyor: 'Dıhye, mukaddes Hacc merâsiminden dönmekte olan imparatora Kudüs'te rastlamıştı. Bu merâsim 629 yılının başlarında (yani 7. hicrî yıl sonlarında) cereyân etmiştir. Müslüman tarihçilerin iddiâ ettiği gibi 7. hicrî yılın başlarında değil!'. Bu itirâzın bir mesned ve değeri yoktur. Zira İslam tarihçileri sâdece elçinin hareket târihini vermişlerdir; karşılaşma târihini değil. Dıhye'nin iştirâk etmiş olduğu Hayber Gazvesi, 7. hicrî yılın ilk ayının sonunda yapılmıştı. Dıhye işte bundan sonra yola çıkmıştır. Târihçi Theophane'a göre imparator, Kudüs'e hicrî 7. yılın sonlarında girmiştir. Kilise târihçileri ve ayrıca Nicephor'a göre ise, Kudüs'e girişi 628 yılının Eylül Ayı'nda (hicrî 7. yılın ortasında) vukû bulmuştur. Her iki durumda da elçi açısından uygunsuz bir durum yoktur. Erken varıp kervanıyla birlikte imparatoru beklemiş olabilir. Caetani yine devamla: 'Bu rivâyet, İbn Hişâm'ın uydurduğu bir şeydir. Zira elçinin gönderilişine dâir haberde üstâdı İbn İshak'ın adını zikretmemektedir... Bu ifâdeler sâdece İbn Abbâs tarfından nakledilmiştir.' diyor. İbn Hişâm'daki sözkonusu metin daha dikkatle okunacak olursa, sözün başında İbn İshak'ın adı geçmiyorsa bile, daha aşağıda ve aynı metin içinde, iki ayrı vesîleyle onun adının geçtiği görülür... Bir İtalyan prensi olan Caetani'nin ikinci itirâzı ise, birlikte çalışğı yardımcılarının eksik araştırmalarından doğmaktadır. Zira aynı rivâyet Enes b. Mâlik, Hâlid b. Saîd, Dıhye ve yağmanın yapıldığı bölgede oturan Cüzâmîler v.s. tarafından da değişik kaynaklarda zikredilmektedir.".

Hamîdullah, verdiği bu cevaplardan sonra, başka bazı delillerle mektubun sahihliğini ispat etmektedir. Şöyle ki; "Mektubun asıl nüshasının mevcûdiyetine dâir bilgiler, görgü tanıkları vâsıtasıyla bize kadar ulaşştır. Süheylî (er-Ravdu'l-Ünüf, II/321) bu mektubun aslını Kastilya Kralı VII. Alphonse'un sarayında görğünü nakletmektedir. Bir asır sonra Aynî (Umde, I/116), Memlûk Sultânı'nın İspanya'ya gönderdiği bir elçinin görgüsüne dayanarak mektubun varlığından bahseder. Mısır Saray başkâtibi İbn Fadlillâh el-Umerî (et-Ta'rîf, s.62), (İspanyol elçisinin kendisine anlattığına göre) Heraklius soyundan gelen İspanyol Kralının bu mektubu dâima eli altında tuttuğunu nakleder. Abdü'l-Hayy el-Kettânî ise (et-Terâtibü'l-İdâriyye, I/156-168), vesîkanın bugün de mevcut olduğuna inanmakta ve Paris'te bir yerde saklı bulunduğunu söylemektedir. İslam Peygamberi'nin ilk baskısından sonra mektubun aslı yeniden ortaya çıkmıştır. Abu Dabi (Ebû Zaby) Devleti hükümeti bu pek kıymetli vesîkayı, Ürdün'ü terkettikten sonra İsviçre'ye yerleşen sâhibinden büyük bir bedel karşılığında satın almıştır. Bu konuyla ilgilenen Abu Dabi Kültür İşleri Müşâviri ilim adamı Dr. İzzü'd-Dîn İbrâhim'in verdiği ayrıntılı bilgiler, aynı ülkede el-İttihâd adıyla yayınlanan derginin 8 Mayıs 1974 sayısında neşredilmiştir. Makâlede belirtildiğine göre; mektubun üzerine yazıldığı deride yapılan mikroskobik incelemeler, mürekkebini incelemek için kullanılan ultra-viole ışınları ve kimyevî testler, bu mektubun Hz. Peygamber devri kadar eski olduğunu ispatlamıştır. Ayrıca gerek İngiltere'nin Leeds Üniversitesi'nde Dr. Reeds tarafından gerçekleştirilen laboratuvar çalışmaları, gerekse British Museum yetkişlilerinin ulaşğı netîceye göre de, vesîkanın yazılı bulunduğu deri parçası Rasûlullah'ın yaşadığı devir kadar eskidir.".

d) Müsteşrik Caetani'nin İslâm Târihi adlı eserinde, Buhârî'deki bazı hadis metinlerini tenkit sadedinde yaptığı tahrifler M. Âsım Köksal tarafından tespit edildiği için, bunları ayrı ayrı zikretmeye lüzum görmüyoruz.

15. Hz. Âişe'nin Tenkitleri

Metin tenkitleri bahsine, evvelce sahâbe arasında münâkaşa mevzûu olduğu halde Buhârî'nin Sahîh'ine aldığı hadislere temas ederek son vermek istiyoruz. Târihî açıdan böyle bir meseleye en başta yer vermeyişimizin sebebi, (İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik'in tenkitlerinde olduğu gibi) tezimizin konusuyla doğrudan irtibâtı bulunmayışıdır. Ancak yeni yazılan birtakım eserlerde, özellikle Hz. Âişe'nin ashâba yönelttiği eleştirilere konu olmuş hadislerin Buhârî'de ya da diğer sahih kaynaklarda bulunmasının tenkit sebebi sayıldığını müşâhade etmekteyiz. Şunu ifâde edelim ki, İmam Buhârî'nin eserine almaması gerektiği ve bizzat hatâlı olan bir hadîse itiraz başka; hadiste anlatılan olayın mefhûmunun yanlış olduğunu söyleyerek itiraz etmek başkadır. İkincisi Buhârî'yi tenkit için sebep teşkil etmez. Meselâ, el-Câmiu's-Sahîh'te bir âyetin kırâati hakkında İbn Mes'ud'dan rivâyet edilen ve fakat Cumhûr tarafından şâzz kabul edilerek reddedilen hadis gibi. Bu okuyuşun İbn Mes'ud'a âidiyyeti bizi ilgilendirir, şâzz olup olmadığı değil. Bu nedenle Zerkeşî (v.794/1392)'nin tesbit ettiği Hz. Âişe tenkitleri, eğer Buhârî tarafından Sahîh'e alınmışsa, bunu mevcut malzemenin müteâkip nesle aktarılması olarak anlıyoruz. Zaten bu tenkitlerin varlığını da yine Buhârî ve diğer muhaddislerin eserleri sâyesinde öğreniyoruz.

el-Câmiu's-Sahîh'de Abdullah b. Ömer ve İbn Abbâs tarafından (Hz. Ömer'e atfen) nakledilen "Ölü, yakınlarının kendine ağlamasıyla azâb olunur.(Åäøó ÇáãóíøöÊó áóíõÚóĞøóÈõ ÈöÈõßóÇÁö Ãóåúáöåö Úáíå)" hadisi, Sâlih Ebû Bekr'in ve Muhammed Gazzâlî'nin tenkitleri arasına girmiştir. Hz. Âişe'ye Hz. Ömer'in bu rivâyeti ulaştırılınca şöyle demiştir: "Allah Ömer'e rahmet etsin. Vallahi Rasûlullah; âilesinin ağlamasıyla mü'minin azap göreceğini söylemedi. Lakin Rasûlullah; Allah'ın, kâfire olan azâbını âilesinin ağlamasıyla artıracağını söyledi. Bu konuda size {æáÇÊÒÑ æÇÒÑÉ æÒÑ ÃÎÑì}âyeti yeter". Zerkeşî'nin naklettiğine göre ise, İbn Ömer'in sözü Hz. Âişe'ye anlatılınca: "Allah Ebû Abdi'r-Rahmân'ı bağışlasın. O yalan söylememiş, ancak unutmuş ya da hatâ etmiştir. Rasûlullah üzerine ağlanmakta olan bir Yahûdi kadına rastlamıştı da Åäåã íÈßæä ÚáíåÇ æÅäåÇ áóÊõÚóĞøóÈõ İì ŞÈÑåÇ buyurmuştu." demiştir. Hz. Âişe'nin bu sözü de yaklaşık bir lafızla Sahîh'de bulunmaktadır. Dolayısıyle Buhârî, mezkur hadisi tenkîdiyle birlikte zikretmekle objektif davranmış, tercîhi âlimlere bırakmış olmaktadır. Hz. Âişe'nin bu tenkîdi birçok muhaddis tarafından her yönüyle incelenmiştir. İçlerinde Hz. Âişe'nin tenkîdini tenkit edenler de vardır. İbn Hacer'in bildirdiğine göre Kurtubî, sahâbeden bu mânâda rivâyette bulunanların çokluğu ve hadisi doğru şekilde anlamanın mümkün oluşu karşısında, reddetmenin yersiz olduğunu söylemiştir. Kirmânî ise Kıyâmet ile Berzâh'ı birbirinden ayrı tutarak şöyle demektedir: "{æáÇ ÊÒÑ æÇÒÑÉ æÒÑ ÃÎÑì} âyeti Kıyâmet gününe; konumuz olan hadis ve diğerleri ise Berzâh âlemine hamledilir. Bunun benzerinin dünyâda da vukû bulması görüşümüzü destekler. Allah Teâlâ'nın {æóÇÊøóŞõæÇ İÊäÉğ áÇóÊõÕöíÈóäøó ÇáĞíä ÙóáóãõæÇ ãäßã ÎóÇÕøóÉğ} kavli, sebebiyet vermediği halde bir kişinin azâba dûçar kalabileceğine işâret etmektedir. İşte Berzâh'da da aynı hâlin vukû bulması mümkündür.".

Hz. Âişe'nin itirâza uğrayan bir diğer tenkîdi de, Buhârî'nin Ebû Hureyre vâsıtasıyla Hz. Peygamber'den rivâyet ettiği: "Bir kadın, bağlayıp doyurmadığı, yeryüzündeki otlardan yemesi için salıvermediği kediden dolayı ateşe girdi. (ÏóÎóáóÊö ÇãúÑóÃóÉñ ÇáäøóÇÑó İì åöÑøóÉò ÑóÈóØóÊúåóÇ İóáóãú ÊõØúÚöãúåóÇ æáóãú ÊóÏóÚúåóÇ ÊóÃúßõáõ ãöäú ÎóÔóÇÔö ÇáÃÑÖö) " hadisidir. Hz. Âişe Ebû Hureyre'nin de bulunduğu bir meclisde ona: "Ey Ebû Hureyre! Rasûlullah (s.a.v.)'dan bir kedi yüzünden Cehenneme giren kadın.. hadisini sen mi rivâyet ettin?" diye sorar. Ebû Hureyre: "Onu ben Rasûlullah'dan duydum." cevâbını verince de şöyle der: "Mü'min, Allah katında bir kedi yüzünden azap olunmayacak kadar kerem sâhibidir. O kadın bu işi yaparken kâfir idi. Ey Ebû Hureyre! Rasûlullah (s.a.v.)'dan hadis rivâyet ederken nasıl rivâyet ettiğine iyice birbak!". İşte bu tenkit karşısında günümüz âlimlerinden Yuİsuf Kardâvî şunları söylemektedir: "Allah Hz. Âişe'yi bağışlasın. Burada gâyet önemli bir şeyden gâfil davranmıştır ki, o da yapılan işin delâlet ettiği hususdur. Çünkü açlıktan ölünceye kadar kedinin hapsedilmesi, o kadının kalbinin donukluğuna, Allah'ın zayıf yaratıklarına karşı merhamet ışıklarının onun kalbine girmediğine dâir en açık bir delildir. Cennete ise ancak merhametli olanlar girer. Allah ancak merhametlilere merhamet eder... Diğer bir husus ise; Ebû Hureyre bu hadisin rivâyetinde tek kalmamıştır ki, lafızlarını iyi belleyemediği zannedilsin. Câbir b. Abdillah'dan (Müsned'de) ve İbn Ömer'den de aynı hadis nakledilmiştir. O kesinlikle sahâbenin en iyi ezberleyenidir. Tek kalmış olsaydı bile hadise halel gelmezdi.".

Hz. Âişe'nin tenkitlerinin mutlak olarak doğru kabul edilmesi zorunlu değildir. Zira iki ya da daha fazla sahâbînin ihtilaf ettiği konuda, (sayısal çoğunluk itibâriyle) tercih yapabilme serbestisi vardır.

 

 

 

C. TA'LÎKÂTLA İLGİLİ TENKİTLER

El-Câmiu's-Sahîh'in asıl konusunu oluşturmayan ta'lîkler (muallak hadisler), daha evvel Dârekutnî'den bahsederken işâret ettiğimiz üzere, tenkit sahası içine çok az oranda girmişlerdir. Buhârî'nin genellikle bab başlıklarına aldığı ya da istişhâd için zikrettiği bu tür hadisler, eserin isminde kayıtlı müsned grubuna dâhil değildirler. Tenkit edilmekten ziyâde, keyfiyeti husûsunda ihtilaflı görüşler serdedilen muallak hadis, burada özellikle Buhârî'nin Sahîh'i gözönüne alınarak ana hatlarıyla incelenecektir.

1. Muallak Hadîsin Târifi ve Buhârî'nin Ta'lîkleri

"İsnâdının başından arka arkaya bir veya daha fazla râvînin hazfedildiği hadis" muallaktır. İsnâdın tümü atışlarak doğrudan ŞÇá ÑÓæá Çááå-ŞÇá ÇÈä ÚÈÇÓ-Ñæì ÃÈæ åÑíÑÉ-ŞÇá ÓÚíÏ Èä ÇáãÓíÈ Úä ÃÈì åÑíÑÉ-ŞÇá ÇáÒåÑì Úä ÃÈì ÓáãÉ Úä ÃÈì åÑíÑÉ Úä ÇáäÈì ßĞÇ æßĞÇ... v.b. denilmesi de ta'lîk sayılmıştır. Bu ıstılâhı ilk kullanan Dârekutnî (v.385/995)dir. Onu el-Cem'u Beyne's-Sahîhayn sâhibi Humeydî (488/1095) takip eder. Ancak bu iki muhaddis muallak tâbirini, Buhârî'nin, kesinlik bildiren lafızla isnâdında kesinti yaptığı hadisler için telaffuz etmişlerdir.

íõÑúæóì Úä İáÇä,íõŞóÇáõ Úäå ,íõĞúßóÑõ , íõÍúßóìgibi kesinlik (cezm) ifâde etmeyen sîgalara ta'lîk denilip denilmeyeceği husûsunda ihtilaf vardır. İbn Salâh ve ona tâbî olan Nevevî, ta'lîk lafzını sâdece kat'iyyet bildiren (Íóßóì¡ ĞóßóÑó¡ äóåóì¡ ÃóãóÑó¡ İóÚóáó¡ ŞóÇáó) lafızlara tahsîs ederken, başta Ebü'l-Haccâc el-Mizzî (v.742/1341) olmak üzere müteahhirûn âlimlerin çoğu, ihtimal bildiren (temrîz) sîgalarını da aynı kapsama almışlardır.

Hazfedilen râvî/râvîlerin durumu bilinmediği için muallak hadis, munkatı' gibi merdûd hadisler grubuna girer. Ancak böyle bir rivâyet, Sahîhayn gibi sıhhati gerekli olan kitaplarda bulunuyorsa durum başkadır. Âlimler bunlardaki muallakları incelemişler, ikisine has bazı ilmî netîcelere ulaşşlardır.

el-Câmiu's-Sahîh'de 1341 muallak hadis bulunmaktadır. Bunların çoğunun metinleri kitabın bir başka yerinde tahrîc edildiği (vasledildiği) için mükerrerdir; yalnız 160 tânesi müellif tarafından muallak bırakılmıştır. Bunlar da İbn Hacer'in et-Tevfîk li Vasli'l-Mübhemi mine't-Ta'lîk isimli eserinde mevsûl hâle getirilmiştir. Tağlîku't-Ta'lîk ise çok daha şumullüdür. Bu kitabında İbn Hacer, merfû ve mevkûf hadislerle, (mütâbi' ve şevâhid olarak zikredilen) tüm muallakları, Buhârî'nin ta'lîk yaptığı şahsa ulaşan kendi muttasıl senedleriyle vasletmiştir. Ayrıca Hedyü's-Sârî'nin 4. faslını, kısa cümlelerle, Sahîh'deki muallak hadislerin vaslına tahsîs etmiştir.

Buhârî'nin, Sahîh'in hiçbir yerinde mevsûl ve muttasıl olarak getirmediği merfû-muallak hadisler; ya sîga-i cezm, ya da sîga-i temrîz ile zikredilmişlerdir:

1. Sîga-i cezm'e sâhip olan muallak hadis, kendisinden bu lafız ile ta'lîk yapılan şahsa kadar sahîh demektir. Ancak geriye, açıkça isimleri verilmiş olan şahısları kontrol etmek kalır. Bu durumda hadis; ya Buhârî'nin koyduğu şarta uygunluk arzeder, ya da şartına uygun değildir.

a) Şartına uygun olan bir hadisi, muttasıl senedle nakletmeyişinin birtakım sebepleri vardır. Buhârî, sözkonusu hadisin yerine geçen bir rivâyeti başka münâsebetle tahrîc ettiği için, burada uzun şekliyle tekrar etmekten kaçınmış, ancak ta'lîk yaparak kısaltmıştır. Veya hadis Buhârî tarafından şeyhden bizzat duyulmuş (mesmû') değildir. Ya da duyduğu halde, sonradan onu şeyhden semâ edip etmediğinde şüphe etmiştir. Veyahut da şeyhinden hadis müzâkeresi esnâsında işitmiş, bu sebeple eserin aslî yapısını oluşturan diğer rivâyet türlerinden (semâ-arz) ayrı tutmak için ta'lîk lafzını kullanmıştır. Bunun örneği şu hadistir: æóŞóÇáó ÚËãÇäõ Èúäõ ÇáúåóíúËóãö ÍÏËäÇ Úæİ Úä ãÍãÏ Èä ÓíÑíä Úä ÃÈì åÑíÑÉ ŞÇá æóßøóáóäöì ÑÓæáõ Çááå Õáì Çááå Úáíå æÓáã ÈöÍöİúÙö ÒóßóÇÉö ÑãÖÇäó.... Buhârî bu hadisi başka yerde de rivâyet etmiş, ancak ÍÏËäÇ ÚËãÇä dememiştir. Hadisi Osman'dan semâ etmediği ortadadır.

b) Kendisinin koyduğu şarta uygun olmayan muallak hadisler ise, genellikle mütâbeat ve istişhâd makâmında zikredilmişlerdir. Bunlar, başkasının şartına göre sahîh olabilir. Delil olmaya elverişli bir hasen de olabilir. Ya da zıftır. Ancak zayıflık, sened ricâline yöneltilen cerh yönüyle değil de, ınkıtâ sebebiyledir; ve diğer bir delille ortadan kaldırılmıştır. Burada da, ilk şıkda zikri geçen sebeple ta'lîk yapmıştır.

2. Sîga-i temrîz ile getirilen muallak hadis ise, kendisinden bu lafız ile ta'lîk yapılan şahsa kadar mutlaka sahîh demek değildir. İçlerinde el-Câmiu's-Sahîh'in bir başka yerinde (mevsûl olarak) zikredilenler bulunduğu gibi, vasledilmemiş olanlar da vardır.

a) Buhârî'nin bir yerde temrîz sîgası ile ta'lîk yapıp başka yerde vaslettiği hadisler kendi şartına göre sahîhtir; ancak böylesi oldukça azdır. Buhârî'nin bu lafızla ta'lîk yapmasının sebebi, hadisi mânâ ile rivâyet ettiğinden, veya hadis üzerinde ihtisâr yaptığındandır. Muhtelif tarîklerle desteklenmiş olsa da, getirilen delîlin te'vîle ihtimâli varsa yine temrîz sîgasını kullanmıştır.

b) Bu tür ta'lîklerden, başka yerde mevsûl olarak zikretmedikleri ise; ya sahîhtir ancak kendi şartına uygun değildir, veya hasendir, yahut da zayıf ve ferddir. Bu sonuncusu, tatbîkâta muvâfık olmaktan başka takvîyesi bulunmayan bir rivâyet olabilir; olmayabilir.

İbn Hacer'den naklettiğimiz merfû ta'lîklere münhasır bu taksim, temrîz sîgasıyla ta'lîk edilen rivâyetlerin de sahih olabileceğini gösterdiği gibi, bazen cezm sîgasıyşla getirilmiş muallak rivâyetlerde (sonradan takviye edilmiş olsa da) zayıflık bulunabileceğine işâret etmektedir. Bununla birlikte İbn Hacer, yaptığı taksîmin sonunda Nevevî'nin şu sözlerini nakleder: "Cezm sîgası sâdece sahih olan şeye ıtlâk olunur; ve kendisine izâfe edilen şahıstan sahih olarak gelmiş demektir. Bu konu, fıkıh ve hadis musanniflerinin çoğu tarafından ihmâl edilmiştir. Beyhakî (v.458/1066), böyle davranan ulemâyı şiddetle kınamıştır. Gösterdikleri gevşeklik çok çirkin bir birşeydir. Onlar sahih için temrîz sîgası (íõÑúæóì, íõĞúßóÑõ) kullanırlarken, zayıf olanı da cezm sîgası (ŞóÇáó, Ñóæóì) ile zikrederler. Bu, mânâları değiştirmek ve doğruyu saptırmak demektir. İşte Buhârî, Sahîh'inde sözkonusu ayırıma titizlik göstererek; birtek bab içinde bazı hadisleri temrîz, bazılarını da cezm sîgası ile zikretmiştir.". Nevevî'nin bu ifâdeleri, Buhârî'nin cezm sîgâlı rivâyetleri hakkında verilmiş genel bir hükümdür. Tek tek ele alınıp incelendiklerinde, genel kâideye ters olan rivâyetlere rastlamak mümkündür.

Mevkûf ta'lîkler'in hükmü ise İbn Hacer tarafından şöyle açıklanmıştır: "Buhârî bu tür ta'lîklerin sahih olanlarında, -kendi şartına uygun olmasa bile- cezm sîgasını; isnâdında zayıflık veya ınkıtâ' bulunanlarda temrîz sîgasını kullanır. Ancak bu zayıflık başka bir tarîkle giderilmişse ya da mevkûf olan sözün o şahsa âidiyyeti şöhret bulmuşsa, yine cezm sîgasıyla nakleder. Buhârî, sahâbe ve tâbiûnun fetvâları, ya da onların birçok âyete dâir tefsirleri gibi mevkuf rivâyetleri, imamların ihtilaf ettiği meselelerde kendisinin tercîh ettiği görüşü takviye etmek için zikretmiştir.".

İbn Hacer'in talebesi Sehâvî (v.906/1500), Buhârî'nin, isnâdın tümünü hazfederek hiçkimseye izâfe etmeden zikrettiği haberlerin muallak olup olmadığı mesetemas etmiştir. Örnek olarak Kitâbü'l-Ezân'ın 145. bâbı şu cümleyle başlamaktadır: ÈÇÈ ÓõäøóÉö ÇáúÌõáõæÓö İì ÇáÊøóÔóåøõÏö æóßóÇäóÊú Ãõãøõ ÇáÏøóÑúÏóÇÁö ÊóÌúáöÓõ İöì ÕóáÇóÊöåóÇ ÌöáúÓóÉó ÇáÑøóÌõáö æóßóÇäóÊú İóŞöíåóÉğ . Sehâvî'ye göre bu tür nakiller de muallak sayılır ve munkatı' grubuna girer.

el-Câmiu's-Sahîh'in ta'lîklerine dâir üzerinde durulması gereken bir husus da; Buhârî'nin ŞóÇáó áöì, ŞóÇáó áóäóÇ, ÒóÇÏóäöì, ÒóÇÏóäóÇ, ĞóßóÑó áöì, ĞóßóÑó áóäóÇ gibi lafızlarla kendi şeyhlerinden naklettiği rivâyetlerin hükmüdür. İbn Salâh (v.643/1245) konuyla ilgili olarak, ismini vermediği Mağribli müteahhirûn âlimlerin birinden şu cümleleri nakleder: "Buhârî'nin ne zaman æŞÇá áì-æŞÇá áäÇ dediğini görürsen bil ki o, ihticâc için değil istişhâd için zikrettiği bir seneddir. Muhaddisler, aralarında cereyan eden müzâkere ve münâzaraları çoğu zaman bu lafızla ifâde ederler. Onların hadis müzâkeresi esnasında geçen rivâyetleri delil olarak kullandıklarına az rastlanır.". Bu fikre itiraz eden İbn Salâh şöyle demektedir: "Onun Buhârî hakkındaki iddiâsı, kendisinden daha eski ve Buhârî'yi daha iyi tanıyan Ebû Ca'fer b. Hamdân en-Nîsâbûrî (v.272/885)'nin sözüne muhâliftir. Ebû Ca'fer: 'Buhârî'nin ŞÇá áì İáÇä dediği herşey arz ve münâveledir.' diyor.".

İbn Hacer (v.852/1448)'in, bu mesele hakkındaki görüşü ise şöyledir: "İbn Hamdân ŞÇá áäÇ 'nın arz ve münâvele olduğunu söylerken, İbn Mende (v.395/1005) de aynı şekilde icâze olduğunu söylüyor. İkisinin görüşleri doğru olsa bile, yine de bunlar cumhûra göre muttasıl hükmündedir. Hadis imamlarından biri de, bu lafızların müzâkere esnasında şeyhinden aldığı hadislere âit olduğunu belirtiyor. Doğrusu bütün bunlar zorlamadan/indî hükümden (tehakkümden) ibârettir. Buhârî'nin bu sîgayı kullanmakta bir maksadı vardır. O bu sîgayı sâdece mütâbeât, şevâhid ve mevkuf hadisler için getirmiştir. Ben Buhârî'nin, el-Câmiu's-Sahîh'de ŞóÇáó áóäóÇ dediği bir hadis için, diğer eserlerinde ÍóÏøóËóäóÇ lafzını kullandığını, ya da bunun aksini yaptığını çok gördüm. (Bu da, heriki tâbirin aynı anlama geldiğini gösterir). Eğer bu gibi rivâyetler onun yanında icâzet, münâvele ve mükâtebe yoluyla bulunsaydı, ÍóÏøóËóäóÇ lafzını herhangi bir açıklama yapmaksızın mutlak olarak zikretmekten kaçınırdı. (áóãú íóÓúÊóÌöÒú ÅØúáÇóŞó ÍÏËäÇ İíå ãöäú ÛóíúÑö ÈóíóÇäò) " .

İbn Hacer'in son cümlesi, sonradan Buhârî'nin ta'lîkleri üzerinde yürütülebilecek farklı fikirlerin oturtulacağı zeminin kontrolü açısından önemlidir. Hadislerin tahammül ve edâsına müstesnâ bir titizlik gösterdiği müsellem olan Buhârî'nin, elinde semâ ve kırâat kadar kıymeti olmayan yollarla bulunan hadisleri, bir yerde ŞóÇáó áöì başka yerde ÍóÏøóËóäóÇ ile rivâyet etme hatâsına düşmesi, buna bir kelimeyle de olsa işâret etmemesi (rastgele kullanımı) mümkün müdür? Tağlîku't-Ta'lîk müellifi buna müsbet bakmıyor.

el-Câmiu's-Sahîh'in ta'lîklerini müstakil bir fasıl içinde ele alan Fuad Sezgin, İbn Hacer'in konuyla ilgili vuzuhsuzluğu gideremediğini öne sürerek, yeni bir yorum getirmektedir. İbn Hacer'in, yukarıda maddeler hâline sokarak ve örnekler vererek anlaşılır biçimde sunmaya çalışğımız izahları, Fuad Sezgin tarafından daha farklı, karışık ve anlaşılmaz tarzda sunulmuştur. Sezgin, te'lîf bakımından Hedyü's-Sârî'ye göre daha mukaddem olan Tağlîku't-Ta'lîk'in mukaddime kısmını tercüme etmekle yetinmiş; bu çeviri içinde 12 adet tercüme yanlışı yapmıştır. Biz bunları, 1950'li yıllarda henüz elyazması olarak bulunan bir eserin okuma zorluğundan kaynaklandığına hamlediyoruz. Ancak yanlış anlama üzerine binâ edilmiş bu takdim, kendisini İbn Hacer'in açıklamaları hakkında; "meselenin izahında hiçbir terakkî kaydedememiş hattâ daha çetrefil bir hâle sokmuştur.", "tezada düşmektedir.", "ileri sürdüğü fikirler içinden çıkılması imkansız bir labirent manzarası arzetmektedir.", "gösterilen sebepler tatminden uzaktır.", "şkili halletmekten uzak bazı fikirleri sıralamakla iktifâ etmiştir." gibi hükümler koymaya mecbûr etmiştir.

Fuad Sezgin'in usul kitaplarına istinâden bulduğu hal çâresi, Sahîh'deki tüm ta'lîkâtın vicâde ifâde ettiğidir. Hadislerin rivâyet etmek üzere alınma (tahammül) yollarından olan vicâde; bir şahsın, (muâsırı olsun olmasın veya kendisinden hadis duysun duymasın) diğer bir şahsın rivâyet hakkını almadığı hadislerini onun kendi yazısıyla bulması demektir. (åì Ãóäú íóŞöİó Úáì ÃóÍóÇÏöíËó ÈöÎóØøö ÑóÇæöíåóÇ áÇíóÑúæöíåóÇ ÇáúæóÇÌöÏõ) . Sezgin, Buhârî'nin ta'lîklerinden başka; hadis tekrarlarının ve bazı babları tamâmen boş bırakmasının sebeplerini, bazı hadisleri yarım nakletmesinin nedenlerini, mütâbeât ve şevâhidlerin hükmünü de anlaşılır kılacağını, hatta onu müdellis olma iddiâsından kurtaracağını iddiâ ettiği vicâde metodunu, hükümleriyle birlikte İbn Salâh ve Tedrîbü'r-Râvî'den nakletmektedir. Lâkin bu kaynaklardaki bazı cümleler, ileri sürülen görüşü nakzedeceği bilindiği için tercümeye alınmamıştır.

Munka'tı' ve mürsel hadisler grubuna giren bu çeşit rivâyetlerin edâ sîgaları, bulunan kitabın, müellifinin kaleminden çıkıp çıkmadığına göre farklılık arzeder. Bir muhaddisin, kendi eliyle yazdığı kitabı bulunursa; æÌÏÊõ ÈöÎóØøö İáÇä, ŞÑÃÊõ ÈÎØ İáÇä, İì ßÊÇÈö İáÇäò: ÃÎÈÑäÇ İáÇä degeri kalan isnad, ve sonra metin zikredilir. Aynı eser kendi yazısından başka bir yazıyla bulunursa bu sefer de; ĞóßóÑó İáÇä, ŞóÇáó İáÇä, ÃÎÈÑäÇ İáÇä, ĞßÑ İáÇä Úä İáÇä gibi lafızlar kullanılır. Bütün bunlar, o kitabın müellife âidiyyetinden emin olunduğu takdirde geçerlidir. Aksi takdirde; ÈóáóÛóäöì Úä İáÇä, æóÌóÏúÊõ Úä İáÇä, ŞÑÃÊõ İì ßÊÇÈ İáÇäò ÈöÎóØøöåö, ÃóÎúÈóÑóäöì İáÇä Ãäøóåõ ÈöÎóØøöåö, æÌÏÊõ İì ßÊÇÈò ÙóäóäúÊõ Ãäøóå ÈÎØ İáÇä, İì ßÊÇÈò ĞóßóÑó ßÊÇÈóåõ Ãäøóå İáÇä Èäõ İáÇä, İì ßÊÇÈò Şöíáó Åäøóå ÈÎØ Ãæ ÊÕäíİ İáÇä diyerek kaynağı (müstenedi) belli etmek gereklidir. İşte Fuad Sezgin son durumda sözü edilen ve içinde ÊÕäíİ-äÓÎÉ-ÎØ-ßÊÇÈ lafızlarının geçtiği edâ sîgalarını tercüme etmekten kaçınmış, sâdece ÈáÛäì ve ŞÇá 'nin zikredildiği cümleleri almıştır. Zira Buhârî'nin el-Câmiu's-Sahîh'in ta'lîklerinde bir kere bile telaffuz etmediği bu kelimeler, eserin daha işin başında vicâde tarzının gerektirdiği usûlî kâidelerle uyumsuzluğunu ortaya koyacaktı! İddiâyı ispata yardımcı olabilecek bir tek ŞÇá, ĞßÑ, ÈáÛäì kalıyor ki bunlar, Buhârî'nin íõĞúßóÑõ, íõŞóÇáõ gibi kat'iyyet bildirmeyen (temrîz) sîgasıyla zikrettiği ta'lîkleri ile; ŞóÇáó áöì, ÒóÇÏóäöì, ĞóßóÑó áöì lafızlarıyla kendi şeyhlerinden naklettiği rivâyetleri açıklamaya yetmeyecektir. Ancak Sezgin, vicâde'yi bunlara da zorlama bir şekilde uydurmaya çalışştır.

Her fırsatta Buhârî'nin, babların tanzîminde kendinden evvel mevcut musanneflerin bablarına tâbî olduğunu tekrarlayan müellif, bu konuda da aynı fikre binâen şunları söylemektedir: "Hadis edebiyatının yazılı mahsülleri çoğaldıkça ve İslam âleminin muhtelif köşelerine dağıldıkça, bir insanın bütün kitapların rivâyetini almış olması maddeten imkansızdı... Zengin bir edebiyatın hülâsasına kalkışan Buhârî'nin istifâde sahasında, herhangi bir şekilde semâ' ve kırâat yoluyla rivâyetini almamış olduğu kitaplar vardı. Bunlardan faydalanmıştı. Bunları bablar hâlinde hülâsa ederken, rivâyeti kendisine kadar ulaşş kitaplardan haddesenâ ve ahbaranâ lafızlarıyla; rivâyetine sahip olmadığı kitaplardan kâle tâbiriyle alıyordu. Sahîh'inin diğer bablarını meydana getirirken sonradan karşısına, önce kâle lafzıyla aldığı bir hadis, semâ' ve kırâat yoluyla gelen bir kitabın babları içinde bulunarak çıkıyordu; veyahut önce ahbaranâ veya haddesenâ lafzıyla almış olduğu bir hadis, hayli zaman, belki seneler geçtikten sonra diğer bâbı meydana getirirken, kendisine rivâyet yoluyla gelmemiş olan bir kitabın alâkalı bâbında karşısına çıkınca kâle tâbiriyle alıyordu.". Bu noktada ilk olarak: "Madem önceden ya da sonradan semâ ve kırâatla gelen rivâyete muttalî oluyordu; niçin diğer hadislerin sîgalarını da ona göre değiştirmiyordu? Muhaddislerin çoğunluğu Vicâde'ye sıcak bakmazkenve muteber nakil vâsıtalarıyla maksada ulaşmak mümkünken, niye Buhârî kitabını düşük vasıflı rivâyetlerle doldursun?" sorularını yönelteceğiz. Herhalde buna: "Meydana getirilme sırası gelen bâbı, elindeki kitabın bâbına göre tanzîm etmek zorundaydı; ve kitap hangi tür rivâyetle gelmişse ona uygun sîgayı kullaıyordu." diye cevap verilemez. Çünkü Buhârî, hiçbir hadisin akabinde åßĞÇ Ñõæöìó İì ÊÕäíİö İáÇä diyerek hocalarının eserlerini özetlediği manzarasını aksettirmemiştir. Buhârî'nin, kendinden önce yazılmış musannefâtın bablarından ismen istifâde ettiğini kabul edebiliriz. Ancak el-Câmiu's-Sahîh'in bablarını tamâmen mezkur babların muhtevâlarına mutâbık kalarak oluşturduğunu söyleyemeyeceğiz; çünkü bu konuda şüphemiz bulunmaktadır.

Fuad Sezgin: "Umûmiyetle Buhârî'nin, evvelâ kitabının bablarını meydana getirdiği ve bundan sonra hadislerini yerleştirdiği... iddiâ edilir. 100'e yakın fasıl ve 3400'ü mütecâviz bâbı ihtivâ eden bir kitap için böyle bir şemayı önceden hazırlamak maddeten imkânsızdır..." demektedir. Süyûtî Tedrîbü'r-Râvî'de Nevevî'nin Takrîb'indeki 65 nev'e, hadis ilimlerinden 28 tanesini daha ilâve etmiş; bunların sonuncusu olan 93. nev'i "hadis hafızlarının bilgisi (ãóÚúÑöİóÉõ ÇáúÍõİøóÇÙ)"ne ayırmıştır. Tâbiûndan başlayarak aşağıya doğru tabaka tabaka, muhaddisler içinde en hâfızı, en fakîhi, illetleri en iyi bileni v.b. vasıflarla şöhret bulanların isimlerini âlimlerden nakletmektedir. Verilen mâlûmat arasında Ali b. el-Medînî'den nakledilen: "Süfyân b. Uyeyne (v.198/813) insanlar içinde bâbları en çok ezberleyendi (æÓİíÇä ÃÍİÙ ÇáäÇÓ áöáÃóÈúæóÇÈö)" cümlesi ile Ahmed b. Hanbel'in: "el-Hasen b. Şücâ' el-Belhî (v.244/858) bâbları en çok bir araya toplayandı (æÃãøóÇ ÇáÍÓäõ Èúäõ ÔõÌóÇÚò İÃóÌúãóÚõåõãú áöáÃóÈúæóÇÈö)" şeklindeki sözleri, öyle sanıyoruz ki devrin bir husûsiyetini gözönüne sermektedir. Hadisleri ezberlemek gibi, fıkhu'l-hadîsle ilgili babları da ezberlemenin (veya kaydetmenin) âdet olduğunu anladığımız bir zamanda, İmam Buhârî'nin, (yaşı kendinden küçük olduğu halde erken vefat eden ve) kendisinden el-Câmiu's-Sahîh'e hadis aldığı el-Hasen b. Şücâ' gibi, geleneği sürdürerek önce babları meydana getirip sonra içlerini kendi mesmûâtı ile doldurduğuİnu söylemek garip karşılanmamalıdır. Üçyüzbin hadis kapasiteli bir hâfızaya, 3400 gibi küçük bir rakam yük değildir. Kanaatimizce Buhârî bab isimlerini evvelki musannefâttan istifâde ile oluşturmuş, ama muhtevâların teşekkülünde daha çok kendi inisiyatifini kullanmıştır. Bazı babları boş bırakması da aynı sebeple izah edilebilir.

Yukarıda temas ettiğimiz üzere; Vicâde metodunu ŞÇá áì, ŞÇá áäÇ, ÒÇÏäÇ gibi lafızlara da uygulamak isteyen Sezgin, bunların şârihler tarafından müzâkere sûretiyle şeyhden alınan hadislere hamledildiğini, ya da arz, münâvele ve icâze ifâde ettiğini belirttikten sonra kendi fikrini şöyle beyan eder: "Buhârî'nin münhasıran bu tâbiri, kitaplarının rivâyetini almamış olduğu, fakat kendileriyle bir müddet temasda bulunduğu şeyhlerinin kitaplarından nakletmek istediği zaman kullandığını; yakın bir temas gösteren bir zamirin şle'ye ilâvesiyle, kendisiyle bu şeyh arasında vaktiyle bu hadisi ihtivâ eden kitap üzerinde bir nevî müzâkere vukû bulduğuna işâret etmek istediğini anlamak mümkündür.". İbn Hacer'in müzâkere-arz-münâvele-icâze üzerindeki mülâhazasını hiç serdetmeyen müellifin bu cümlesi, onun tehakküm grubuna koyduğu fikirler silsilesine girecek vasıfta bir zorlamadır, kanaatindeyiz.

Fuad Sezgin, mezkur görüşüne örnek olsun diye şöyle demektedir: "Bu tâbirlerin hâssaten Buhârî'nin hocası Ahmed b. Hanbel için iki defa; bir defâsında ŞóÇáó áóäóÇ ÃÍãÏ, diğer defâsında æóÒóÇÏóäöì ÃÍãÏ şeklinde kullanıldığı görülüyor. Ahmed b. Hanbel'in rivâyetini almadığını bildiğimiz Müsned'inden senedlerle nakletmek istediği zaman, kitabın râvîsi Ahmed b. el-Hasan (v.250/864) vâsıtasıyla rivâyet etmişti.". Verilen bu örneğe iyice dikkat edilirse, ilk bakışta farkedilemeyen bir tenâkuz karşımıza çıkıyor. En başta Sezgin'in meseleyi vicâde ile izaha çalışırken ileri sürdüğü sebepler, bir musannefin rivâyet hakkının alınamaması ve kitabın rivâyetle gelmemiş olması esâsına dayanıyordu. Eğer Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i, Buhârî'ye Ahmed b. el-Hasan tarîkiyle ulaşşsa bu, Müsned'in rivâyet hakkının alındığını göstermeye kâfîdir. O halde, niçin Buhârî ÃÍãÏ Èä ÍäÈá ŞÇá áäÇ demiştişr de, ÍÏËäÇ ÃÍãÏ Èä ÇáÍÓä ŞÇá ÍÏËäÇ ÃÍãÏ dememiştir? Bir hadisin muhaddisler arasında âdet olan rivâyet şekli böyle değil midir?

Sezgin daha sonra Vicâde'yi, Buhârî'nin íõŞóÇáõ, íõĞúßóÑõ gibi kat'iyyet bildirmeyen (temrîz) sîgalarına uygulamaktadır. "Ta'lîk'in temrîz adı verilen tarzı hakkında ileri sürebileceğimiz izah, diğer tarzda olduğu gibi; Buhârî'nin rivâyetini elde edememiş olduğu kitaplar için bu tâbiri seçmiş bulunmasıdır. Onun arasıra bu meçhul sîgayı kullanmış olması ise, o hadis veya haberin, kitabının alâkalı bâbında serdedişindeki ehemmiyetini veya tesir derecesini tahfîf maksadına müstenid olmalıdır." şeklinde tahmînî bir iddiâya meyleden Sezgin, Sahîh'de temrîz sîgasıyla zikredilen ta'lîkin, Buhârî'nin başka bir eserinde vasledilmesini delil göstermektedir. Ona göre şârihler, temrîz sîgasının kullanıldığı senedin illetli olduğunu öne sürmekle hata etmişlerdir. Halbuki yukarıda iktibas ettiğimiz İbn Hacer'e âit izahlara gözatılırsa (2. maddenin a şıkkı), bu tür kat'iyyet ifâde etmeyen ta'lîklerin sahîh olduğu, ancak mânâ ile rivâyet veya hadis üzerinde ihtisâr sebebiyle temrîze başvurulduğu anlaşılacaktır. İçine düşülenbu hatâ, İbn Hacer'i iyi anlayamamış olmaktan kaynaklanmıştır.

Bütün mülâhazalarından sonra Sezgin şöyle demektedir: "...bu tür tâbirleri takip eden isimle, Buhârî'ye o haber için kaynak vazîfesi gören hadis kitabının münâsebeti üzerinde pek kısa bir şekilde durmak gerekiyor. Zira kaynaklarının tedkîki ilşe meşgul olduğumuz Sahîh'de, ta'lîk adı verilen nev'e delâlet eden lafızlardan sonra gelen şahıs isimleri, her zaman için alınan hadisin kaynağını teşkil etmemektedir... Bazen ta'lîkan alınan bir rivâyette sâdece son râvî hazf ve diğer râvîler ibkâ edilmektedir.". İşte koyduğu kuralda açılabilecek gedikleri tıkama maksadıyla Sezgin, bu noktada çıkmaza girmektedir. Söylediklerine örnek olarak, Buhârî'nin Yûsuf Sûresi tefsirinin başına aldığı; æŞÇá İõÖóíúáñ Úä ÍõÕóíúäò Úä ãõÌóÇåöÏò... şeklinde zikri geçen ta'lîki vermektedir. Bu ta'lîkde Fudayl b. Iyâd (v.187/802) ile Buhârî arasında sâdece bir râvî hazfedilmiştir. İstifâde edilen yazılı kaynak, ya Fudayl'e ya da aradaki râvîye âittir ki onun Müsedded b. Müserhed (v.228/842) olması kuvvetle muhtemeldir. Sezgin'in getirdiği izaha ve gösterdiği misale karşı şunu sormak istiyoruz: Eğer bu rivâyet aradaki râvîye (Müsedded'e) âitse, Buhârî neden ŞóÇáó ãõÓóÏøóÏ demedi? Başta öne sürülen teze göre, eldeki kaynağın sâhibinden ta'lîk yapması gerekirken, niçin bir sonrakine atladı? Aslında bu, bulduğu formülle Buhârî'yi tedlîs (kendisini hadis dinlemedeği bir muâsırından dinlemiş gibi gösterme) ithâmından kurtaracağını savunan müellifin, onu farkında olmadan tedlîse nisbet etmesi demektir. Yani Buhârî hem (rivâyet hakkı bulunmayan) yazılı bir kaynaktan ŞÇá lafzıyla alacak, hem de o kaynağın sâhibinin ismini vermeyecektir! Bu, Sezgin'in ikinci bir iddiâsı; kanaatimizce ikinci bir hatâsıdır.

Buhârî'nin kitaplardan faydalanarak ta'lîk yaptığına et-Târîhu'l-Kebîr'inde de rastlandığını belirten Sezgin'in, oradan yaptığı birkaç iktibas enteresandır: ßĞÇ İì ßÊÇÈ ÇáÚÊíŞ - æİì ßÊÇÈå ãÑÓáñ - æİì ßÊÇÈ ÇáÅíãÇä . Arkasından İbn Ebî Hâtim'in el-Cerh ve't-Ta'dîl'inden verdiği bir örnek de şöyledir: ÓãÚÊõ ÚÈÏ ÇáÑÍãä Èä ãåÏì íŞæá: ÍõÏøöËúÊõ Úä ÓİíÇä ÇáËæÑì ÃÍÇÏíËó ÅÓÑÇÆíáó Úä ÚÈÏ Çááå Úä ÇÈä ÇáÍäİíÉ. ŞÇá: ßÇäÊú ãä ßÊÇÈò. ŞáÊõ: íóÚúäöì ÃäøóåóÇ áíÓÊú ÈöÓóãóÇÚò . Başka bir vesîleyle Ebû Dâvud'un Sünen'indeki vicâdeler için gösterilen misallerde: ŞÇá ÃÈæ ÏÇæÏ: æŞÑÃÊõ İì ßÊÇÈ ÚÈÏ Çááå Èä ÓÇáã... æãöäú ßÊÇÈ ÇáäÖÑ Èä Ôãíá æãöäú ßÊÇÈ ÃÈì ÚÈíÏ... şeklinde cümleler geçmektedir. Bize göre bütün bunlar; gerek Buhârî'nin, gerekse kendi çağında ve daha evvel yaşamış muhaddislerin, rivâyet hârici eserlerden yapılan iktibaslarda ßÊÇÈ kelimesini tasrîhe dikkat ettiklerini gösterir. Lakin el-Câmiu's-Sahîh'de böyle bir kullanıma ne tarafımızdan ne de Fuad Sezgin tarafından rastlanmıştır.

Yanlışın, hadislerin toplandığı mecmuâları sâişr kitaplarla aynı kategoriye koymaktan kaynaklandığını zannediyoruz. Bir lugat, ya da bir tarih kitabında onun müellifinden sözedilebilir. Ancak bir hadis kitabında, muhtevâsının gereği Hz. Peygamber kaynaklı olduğu içi, râvîlerden sözedilir. Dolayısıyle Buhârî'nin, rivâyet hakkını bizzat kendisinden alamadığı bir musannifin râvîsine kavuşması, o hakkı elde etmesine kâfîdir. Rivâyet bir tek şahısda takılıp kalmaz ki, "rivâyet hakkını alamadı" denilsin. Onsekiz yaşını müteâkip yıllar süren hadis yolculuklarına çıkan Buhârî'nin, eline geçen her hadşis kitabının rivâyet hakkını alamaması, veya alma külfetine katlanmaması gibi iddiâları mesnedsiz buluyoruz. Diğer konuların aksine hadislerde, onun böyle bir şeye ihtiyaç hissetmeyecek kadar yetkisi alınmış merviyyâta sâhip olduğunu düşünüyoruz. el-Câmiu's-Sahîh'deki 1341 ta'lîk'in 1181'inin, eserin başka yerinde veya başka bir eserinde mevsûl isnadlarla zikredilmiş olması, bu müstağnîlik vasfını destekler. Geri kalan 160 ta'lîk için ise bu kadar çetrefilli ve tutarsız yorumlara gerek olmadığını ifâde etmek gerekir. Sezgin'in ileri sürdüğü tezin, Sahîh'in asıl konusu dışına taşan (ve daha çok Kitâbü't-Tefsîr'de bulunan) filolojik alıntılar için sözkonusu olduğunu söyleyebiliriz. Zaten kendisinin verdiği örneklerin birçoğu, hattâ eserinin tamâmında ağırlıklı olarak üzerinde durduğu mevzu bu minvâl üzeredir.

İbn Hacer v.b. âlimlerin Fuad Sezgin'in düşüncesinden ayrılan tarafları, Buhârî'nin ta'lîklerine senedlerin sahihliği/zayıflığı açısından bakmalarıdır. Sezgin ise meseleye, hadis mecmuâlarının geliş şekli bakımından yaklaşmaktadır. Böyle olunca da Buhârî'yi; "İsnâdın artık hükmünü kaybetmeye mahkum otoritesini ciddî bir sûrette sarsan ilk kimse" ilân etmesi kaçınılmaz olmuştur. Ancak verdiği birkaç örnek istikâmetinde vardığı bu sonucun, Sahîh'in tüm ta'lîklerini tek tek inceleyen İbn Hacer kadar isâbetli olamayacağını farketmek zor olmamıştır.

* * *

Buhârî'nin ta'lîkleri hakkında verdiğimiz bilgilere son olarak, Tağlîku't-Ta'lîk'i tahkîk eden el-Kazakî'nin, eserin Fethu'l-Bârî ile karşılaştırılması netîcesi elde ettiği ve ayrı bir başlık altında sunduğu şu tespitleri eklemek istiyoruz:

1. Buhârî bazen, hadis râvîlerinden tedlîs ile mevsuf birisinin, şeyhinden semâını beyan etmek için ta'lîk yapmıştır:

Örnekler: a) Kitâbü'l-İman'da ÍÏËäÇ ãÓáã Èä ÅÈÑÇåíã ŞÇá ÍÏËäÇ åÔÇã ŞÇá ÍÏËäÇ ŞÊÇÏÉ Úä ÃäÓ Úä ÇáäÈì Õáì Çááå Úáíå æÓáã... diyerek zikrettiği bir hadisin hemen arkasından: ŞÇá ÃÈæ ÚÈÏ Çááå (ÇáÈÎÇÑì): ŞÇá ÃÈÇäñ ÍÏËäÇ ŞÊÇÏÉõ ÍÏËäÇ ÃäÓñ Úä ÇáäÈì... denilmektedir. İbn Hacer'in belirttiği gibi, Ebân'dan yapılan bu ta'lîkin bir faydası; müdellis olduğu için semâı sâbit olmadıkça an'aneleriyle delil getirilemeyen Katâde'nin, hadisi Enes b. Mâlik'den bizzat duyduğunu tasrîh etmektir.

b) Buhârî, Kitâbü's-Selem'de ÍÏËäÇ ÃÈæ äÚíã ÍÏËäÇ ÓİíÇä Úä ÇÈúäö ÃÈì äóÌöíÍò Úä ÚÈÏ Çááå Èä ßËíÑò Úä ÃÈì ÇáúãöäúåóÇáö Úä ÇÈä ÚÈÇÓ... tarîkiyle naklettiği bir hadisden sonra: æŞÇá ÚÈÏ Çááå Èúäõ ÇáúæóáöíÏö ÍÏËäÇ ÓİíÇä ÍÏËäÇ ÇÈäõ ÃÈì äÌíÍ... demektedir. Bu ta'lîkde de maksat, ilk hadiste Süfyân'ın İbn Ebî Necîh'den rivâyet ederken kullandığı Úä sîgasının, aslında tahdîse işâret ettiğini göstermektir.

c) Kitâbü's-Savm'da ÍÏËäÇ ÍõãóíúÏñ Úä ÃäÓ... diyerek rivâyet ettiği bir hadisin ardından: ŞÇá ÇÈäõ ÃÈì ãÑíã ÃÎÈÑäÇ íÍíì Èäõ ÃóíøõæÈò ŞÇá ÍÏËäì ÍãíÏ ÓóãöÚó ÃäÓğÇ ÑÖì Çááå Úäå Úä ÇáäÈì Õáì Çááå Úáíå æÓáã. ta'lîkini getirmekle, Enes b. Mâlik'den bazen tedlîs yapmasıyla meşhur olan Humeyd (v.142/759)'in, bu hadisi ondan semâ ettiğini beyan etmek istemiştir.

2. Birinin diğerinden rivâyetinin kabul olunmama ihtimâli bulunan iki muhaddisin, karşılaştıklarını ortaya koymak için ta'lîk yapmıştır:

Kitâbü'l-Fiten'de ÍÏËäÇ Úóáöìøõ Èúäõ ÚÈÏö Çááåö ÍÏËäÇ ãÍãÏõ Èúäõ ÈöÔúÑò ÍÏËäÇ ãöÓúÚóÑñ ÍÏËäÇ ÓÚÏõ Èäõ ÅÈÑÇåíãó Úä ÃóÈöíåö Úä ÃÈì ÈóßúÑóÉó Úä ÇáäÈì Õáì Çááå Úáíå æÓáã... tarîkinden sonra zikredilen æŞÇá ÇÈäõ ÅÓÍŞó Úä ÕÇáÍö Èäö ÅÈÑÇåíãó Úä ÃÈíå ŞÇá: ŞóÏöãúÊõ ÇáÈÕÑÉó İŞÇá áì ÃÈæ ÈßÑÉó ÓãÚÊõ ÇáäÈìøó Õáì Çááå Úáíå æÓáãó ÈöåóĞóÇ. ta'lîkinin faydası; (Sa'd ve Sâlih'in babaları) İbrâhim b. Abdi'r-Rahmân b. Avf'ın, Ebû Bekre ile karşılaşğını ispat etmektir. Zira İbrâhim Medîne'liydi. İşte bu yüzden, Hz. Ömer'in hilâfetinden itibâren ölünceye kadar Basra'da mukîm olan Ebû Bekre'den hadis rivâyet etmesi kabul edilmeyebilirdi.

3. Rivâyetin Allah Teâlâ'ya âit (kudsî hadis) olduğunu belirtmek için ta'lîk yapmıştır:

Buhârî'nin Kitâbü't-Tevhîd'e aldığı şu hadis buna örnek teşkîl eder: ÍÏËäÇ ãõÓóÏøóÏñ Úä íÍíì Úä ÇáÊøóíúãöìøö Úä ÃäÓö Èúäö ãÇáßò Úä ÃÈì åÑíÑÉó ŞÇá: ÑõÈøóãóÇ ĞóßóÑó ÇáäøóÈöìøó Õáì Çááå Úáíå æÓáãó ŞÇá: ÅĞÇ ÊóŞóÑøóÈó ÇáÚÈÏõ ãöäøöì ÔöÈúÑğÇ ÊŞÑøÈÊõ ãäå ĞöÑóÇÚğÇ¡ æÅĞÇ ÊŞÑøÈó ãäøöì ĞÑÇÚğÇ ÊŞÑøÈÊõ ãäå ÈóÇÚğÇ Ãæ ÈõæÚğÇ. . Devamla Buhârî şu ta'lîki zikretmektedir: æŞÇá ãõÚúÊóãöÑñ ÓãÚÊõ ÃÈì ÓãÚÊõ ÃäÓğÇ Úä ÇáäÈì Õáì Çááå Úáíå æÓáãó íóÑúæöíåö Úä ÑóÈøöåö ÚóÒøó æóÌóáøó. . İbn Hacer'in ifâdesine göre Buhârî ta'lîk yapmakla, mezkur rivâyetin Allah tarafından vahyedildiğini beyan etmek istemiştir.

4. Merfû olduğu halde mevkuf zannedilen bir rivâyetten bu vehmi kaldırmak için ta'şlîk yapmıştır:

Buhârî'nin ÍÏËäÇ ãÍãÏ Èäõ ÚõÈóÇÏóÉó ÃÎÈÑäÇ íÒíÏõ ÍÏËäÇ Óóáöíãõ Èäõ ÍóíøóÇäó ÍÏËäÇ ÓÚíÏõ Èäõ ãöíäóÇÁò ÍÏËäÇ Ãæ ÓãÚÊõ ÌÇÈÑó Èúäó ÚÈÏö Çááåö íŞæá: ÌÇÁÊú ãáÇÆßÉñ Åáì ÇáäøóÈöìøö Õáì Çááå Úáíå æÓáãó æóåúæó äÇÆãñ... şeklinde Kitâbü'l-İ'tisâm'da zikrettiği hadis buna örnektir. Hadisin bitiminde Buhârî, bir mütâbi'e işâretle şöyle demektedir: ÊóÇÈóÚóåõŞõÊóíúÈóÉõ Úä áóíúËò Úä ÎÇáÏò Úä ÓÚíÏö Èúäö ÃÈì åöáÇóáò Úä ÌÇÈÑò: ÎóÑóÌó ÚáíäÇ ÇáäÈìøõ Õáì Çááå Úáíå æÓáã. . Bunu getirmesinin faydası; Saîd b. Mînâ tarîkinin mevkûf zannedilmemesini sağlamaktır. Zira Saîd, hadisin Hz. Peygamber'e âidiyyetini (merfû olduğunu) açıkça söylememiştir. Ayrıca bu mütâbi', İsmâilî ve Tirmizî tarafından vasledilmiştir.

5. Râvîlerin bir hadisin mevsûl ya da mürsel olduğunda ihtilaf ettiklerine işâret etmek için ta'lîk yapmıştır:

Buna örnek olarak, şu rivâyet gösterilebilir: ÍÏËäÇ ãÍãæÏõ Èúäõ ÛóíúáÇóäó ÍÏËäÇ ÃÈæ ÃõÓóÇãóÉó ÍÏËäÇ åöÔóÇãñ ŞÇá ÃÎÈÑäì ÃÈì Úä ÃóÓúãóÇÁó ÇÈúäóÉö ÃÈì ÈóßúÑò ÑÖì Çááå ÚäåãÇ ŞÇáÊú:... . Hadisin ardından Buhârî: æŞÇá ÃÈæ ÖóãúÑóÉó Úä åÔÇãò Úä ÃÈíå Ãóäøó ÇáäÈíøó... şeklinde bir ta'lîki kaydetmiştir. Bununla kasdı, Ebû Damra'nın Ebû Üsâme'ye muhâlefetini göstermektir. Zira Ebû Üsâme'nin tarîkinde hadis mevsûl gözükürken; Ebû Damra onu mürsel tarîkle rivâyet etmiştir.

2. İbn Hazm'ın Bir Tenkîdi

Konumuzun başında dediğimiz gibi, ta'lîkler ve muallak hadisler el-Câmiu's-Sahîh'in asıl mevzûunun kapsamına girmezler; çünkü sarâhaten ittisâl ifâde etmezler. Ancak Ulûmü'l-Hadîs başta olmak üzere hemen bütün usul kitaplarının ta'lîkle ilgili bölümlerine girmiş bir tenkit vardır ki, misal olması bakımından sâdece ve özellikle bunu zikretmekle iktifâ edeceğiz.

Buhârî, ãÇ ÌÇÁ İíãä íóÓúÊóÍöáøõ ÇáÎãÑó æ íõÓãøöíå ÈÛíÑ ÅÓãå adını verdiği bir babda, bu cümleden hemen sonra, æŞÇá åÔÇã ÇÈä ÚãøóÇÑ:ÍÏËäÇ... şeklinde ta'lîk yaparak Sadaka b. Hâlidð Abdu'r-Rahmân b. Yezîd b. Câbirð Atıyye b. Kays el-Kilâbîð Abdu'r-Rahmân b. Ğanm el-Eş'arîð Ebû Âmir veya Ebû Mâlik el-Eş'arî kanalıyla Nebî (s.a.v.)'nin: "áóíóßõæäóäøó ãä ÃãøÊì ÃŞæÇãñ íóÓúÊóÍöáøõæä ÇáúÍöÑó æÇáúÍóÑíÑó æÇáúÎóãúÑó æÇáúãóÚóÇÒöİó.... Ümmetimden öyle zümreler çıkacak ki onlar zinayı, ipek elbise giymeyi, şarap içmeyi ve şarkı âletlerini helal sayacaklardır..." şeklinde devam eden hadisini rivâyet etmektedir.

İbn Hazm (v.456/1063), hadisin senedinin munkatı' olduğunu, Buhârî ile hadisin râvîsi Sadaka b. Hâlid arasında kalan kısmın muttasıl olmadığını belirttikten sonra: "Şarkı âletlerinin haramlığı hakkında hiçbir rivâyet kesinlikle sahih değildir. Bu konuda vârid olan şeylerin tümü uydurmadır. (æáÇíóÕöÍøõ İì åĞÇ ÇáÈÇÈö ÔìÁñ ÃóÈóÏğÇ¡ æßõáøõ ãÇ İíå İóãóæúÖõæÚñ)" demektedir.

Şârih Aynî (v.855/1451), Hişâm b. Ammâr (b. Nusayr b. Meysera Ebü'l-Velîd es-Sülemî ed-Dımeşkî)'ın (v.245/859) Buhârî'nin şeyhlerinden biri olduğunu belirttikten sonra, Buhârî'nin ondan iki yerde (Hz. Ebû Bekr'in fazîletine dâir bâbda ve Kitâbü'l-Büyû'da) semâını tasrîh ederek rivâyette bulunduğunu, burası hâriç üç yerde de (Kitâbü'l-Meğâzî'de iki kez, bir de Kitâbü't-Teheccüd'de) ŞÇá åÔÇã Èä ÚãÇÑ deyip ÃÎÈÑäÇ-ÍÏËäÇ lâfızlarını kullanmadığını ifâde etmektedir. Sözlerine şöyle devam ediyor: "Görünen o ki, Buhârî bu hadisi Hişâm'dan müzâkere yoluyla almıştır. Ta'lîk sûretinde gözüksde, hadis sahihtir. Hadis hâfızlarına göre; kendi şeyhlerinden olmasa bile Buhârî'nin sîga-ı cezm ile zikrettiği ta'lîkâtın hepsi de, kendisinden ta'lîk yaptığı şahsa kadar sahihtir. 'İbn Hazm: Bu hadiste Buhârî ile Sadaka b. Hâlid arası munkatı'dır, diyor. Munkatı' ise delil olarak kullanılamaz.' dersen, derim ki: İbn Hazm burada yanılgıya düşştür. Zira Buhârî ŞÇá åÔÇã Èä ÚãÇÑ ÍÏËäÇ ÕÏŞÉ demiştir, ŞÇá ÕÏŞÉ Èä ÎÇáÏ dememiştir... 'Mühelleb: Bu hadis zayıftır. Çünkü Abdu'r-Rahmân b. Ğanm el-Eş'arî hadisin kime âit olduğunda tereddüt ederek ŞÇá ÃÈæ ÚÇãÑ Ãæ ÃÈæ ãÇáß demiş Buhârî de bu yüzden isnâdı zikretmemiştir, diyor." dersen, derim ki: Bu görüşün hiçbir değeri yoktur. Çünkü sahâbî künyesinde tereddüt zarar vermez; hepsi de adûldür. Abdu'r-Rahmân'ın ÍÏËäì ÃÈæ ÚÇãÑ Ãóæú ÃÈæ ãÇáß ÇáÃÔÚÑì æÇááåö ãóÇ ßóĞóÈóäöì ÓóãöÚó ÇáäøóÈöìøó Õáì Çááå Úáíå æÓáã íŞæá: sözü, sahâbenin sıdkında (doğru sözlülükde) mübâlağa ve te'kîddir. Zira onların adâleti zaten malûmdur. Bazıları, rivâyette bulunan bu tereddüt, hadisin iki kişiden değil de tek kişiden geldiğini gösteren cemâatin rivâyetini destekler, demişlerdir. Bu doğru değildir; çünkü İbn Hıbbân, Hüseyin b. Abdillah el-Kattânð Hişâm b. Ammâr....Abdu'r-Rahmân senediyle onun her iki sahâbeden de duyduğunu beyân eden Ãäøóåõ ÓóãöÚó ÃÈóÇ ÚÇãÑò æó ÃÈóÇ ãÇáßò lafzıyla rivâyet etmiştir.".

Yahyâ b. Ebî Bekr el-Âmirî (v.893/1565), Ebû Mâlik'in asıl adının ne olduğu hakkında, dört değişik isme yer vermektedir. Bunlardan biri de Âmir'dir. Kanâatimizce; her ne kadar hadisin hemen hemen tüm rivâyetlerinde şekk (Ãóæú)ifâdesi bulunuyorsa da, Abdu'r-Rahmân b. Ğanm ismindeki tabiûndan olan râvî, onun bu ismini de zikrederek (ÚÇãÑ ÃÈæ ãÇáß diyerek) hadisi rivâyet etmiş, diğer râvîler ise hatâen ÃÈæ ÚÇãÑ demiş olabilirler. Hadiste geçenÃæ harf-i atfından, Ebû Mâlik ve Ebû Âmir el-Eş'arî'nin iki ayrı şahıs olduğunu değil, râvînin hangi ismin doğru olduğunda tereddüd geçirdiğini anlıyoruz. Bu söylediğimiz, Aynî'nin hilâfına, bir grubun öne sürdüğü; hadisin sâdece tek kişiden rivâyet edildiği iddiâsına muvâfık düşmektedir.

Aynî'nin izahları çok yakın ifâdelerle Fethu'l-Bârî'de de bulunmaktadır. Yukarıda zikri geçen Mühelleb'e âit sözü İbn Battâl (v.449/1057) hikâye etmiştir. (İbn Hacer bunu çok garip karşılamaktadır). Yine İbn Hacer'den öğrendiğimize göre; Buhârî, et-Târîhu'l-Kebîr'de hadisi aynı şekilde şekk ile rivâyet ettikten sonra, "bu hadisin kesin olarak Ebû Mâlik el-Eş'arî'den rivâyet edildiği biliniyor." demiştir.

el-Câmiu's-Sahîh'e yazdığı şerhde Ebû Zerr (v.434/1042) nüshasını esas alan İbn Hacer, Ebû Zerr'in bu hadise yaptığı mütâbeât-ı tâmmeyi zikretmiş; kendisine âit âlî bir rivâyetle ve ta'lîk yapmaksızın ikili (sünâî) senedle Hişâm'a ulaşğını göstermiştir. Buna göre Ebû Zerr'in rivâyeti: Ebû Mansûr el-Fadl b. el-Abbâs en-Nadravîð Hüseyn b. İdrîsð Hişâm b. Ammâr şeklindedir.

İbn Hazm'ın hadis hakkındaki iddiâsına Ulûmü'l-Hadîs'de de temas edilmiştir. Beş ayrı kısımda incelediği Mu'dal hadis nev'inin dördüncüsünü Buhârî'nin ta'lîklerine ayıran İbn Salâh; bunların görüntüsü ınkıta' olsa da sahîh hükmünde olduklarını ifâde etmiştir. Sonra şöyle demektedir: "Buhârî'nin tahrîc ettiği, Ebû Âmir ya da Ebû Mâlik el-Eş'arî'nin Rasûlullah (s.a.v.)'dan rivâyet ettikleri 'Ümmetimden ipeği, şarabı ve şarkı âletlerini helal sayan topluluklar olacaktır.' hadîsini, Muhammed b. Hazm ez-Zâhirî'nin reddine iltifât edilmez. Buhârî bu hadisi, ŞÇá åÔÇã Èä ÚãÇÑ diyerek ve isnâdı zikrederek tahrîc etmiştir. İbn Hazm ise Buhârî ile Hişâm arasındaki? kısmın munkatı' olduğunu zannederek, şarkı âletlerinin (meâzif) haramlığına bu hadisin delil getirilemeyeceğini söylemektedir. Bunda birkaç yönden hatâ etmiştir (æÃóÎúØóÃó İì Ğáß ãöäú æõÌõæåò). Hadis sahihtir ve Buhârî'nin şartına uyacak şekilde muttasıl olduğu da maruftur. Buhârî, hadisi kendisinden ta'lîk yaptığı şahısdan sikaların rivâyet ettiğini bildiğinden, ya da kitabının diğer bir yerinde bu hadisi müsned ve muttasıl olarak zikretmiş olduğundan böyle yapmış olabilir. Veyahut da ınkıtâ kusûruyla alâkası olmayan başka sebeplerden dolayı böyle yapmıştır.".

Yine İbn Salâh Mu'dal'ın üçüncü kısmında, müdellis olmayan bir muhaddisin, kendisiyle karşılaşğı bilinen bir râviden rivâyette bulunurken, hangi lafzı kullanırsa kullansın (ŞÇá, ĞßÑ, İÚá, ÍóÏøóËó İáÇä ßĞÇ æßĞÇ) hadisin ittisâline hükmedileceğini belirtmiş, bunu destekleyen görüşleri zikretmiştir. Bu hadisde de Buhârî ŞÇá åÔÇã demektedir ve Hişâm Buhârî'nin şeyhidir. Umdetü'l-Kârî'de evvelce geçtiği üzere Sahîh'in iki yerinde semâını tasrîh ederek ondan rivâyette bulunmuştur. Meselâ bunlardan birinde ÍÏËäÇ åÔÇã Èä ÚãÇÑ ÍÏËäÇ ÕÏŞÉ Èä ÎÇáÏ demektedir. Bu da, Buhârî'nin Hişâm ile karşılaşğını ve ondan hadis duyduğunu ispat eder. Mevzûmuz olan hadiste, Hişâm'dan ŞÇá diyerek nakilde bulunması, yukarıdaki hükme göre ittisâle hamledilir. Ayrıca Buhârî'nin müdellis olmadığı, İbn Mende hâriç ittifakla kabul edilmiştir. İbn Mende İhtilâfü'l-Eimme fi'l-Kırâeti ve's-Semâi ve'l-Münâveleti ve'l-İcâze adlı cüz'ünde, Buhârî'nin ŞÇá İáÇä dediği yerlerde tedlîs yaptığını söylemektedir. Zeynü'd-Dîn el-Irâki, talebesi İbn Hacer, ve onun da talebesi es-Sehâvî bu iddiâyı çürütmüşlerdir.

Yukarıda İbn Salâh, Buhârî'nin ŞÇá åÔÇã demesini, kitabının başka bir yerinde müsned ve muttasıl olarak zikretmiş olabileceğine bağlamıştı. Hadis Câmiu's-Sahîh'de ikinci kez geçmemekle birlikte, et-Târîhu'l-Kebîr'de diğer bir tarîkle zikredilmiştir. Buhârî'nin ŞÇá áì ÓáíãÇä Èä ÚÈÏ ÇáÑÍãä diyerek başladığı tarîk, sırasıyla Cerrâh b. Melîh el-Hımsîð İbrâhim b. Abdi'l-Hamîdð (kendisine haber veren bir şahıs) ð Ebû Mâlik veya Ebû Âmir el-Eş'arî'den oluşmaktadır. Ancak İbrâhim b. Abdi'l-Hamîd'den önceki tabiûndan olan râvînin ismi zikredilmediği için bu hadis munkatı'dır.

İbn Salâh'ın İbn Hazm'ı tenkit ederken æÃóÎúØóÃó İì Ğáß ãöäú æõÌõæåò dediğini nakletmiştik. İbn Salâh bu vecihleri ÕíÇäÉõ ÕÍíÍö ãÓáã ãä ÇáÅÎáÇáö æÇáÛáØö æÍãÇíÊõåõ ãä ÇáÅÓŞÇØ æÇáÓŞØ adlı eserinde (varak 4b-5a.) şöyle bildirmektedir:

1. Buhârî, Hişâm b. Ammâr ile karşılaşğı ve ondan hadis dinlediği için, burada asla bir ınkıtâ yoktur.

2. Aynı hadis, açık lafızla Buhârî'ninkinden başka tarîkle muttasıl olarak bilinmektedir.

3. Sahîhayn'da bulunan bu kabil şeyler munkatı' olsa da, her iki musannifin de şart ve âdetinden bilindiği üzere, sıhhati ortadan kaldırıcı ınkıtâ grubuna girmezler. Onlar bunu, özellikle sahih hadisleri serdetmek için ortaya konulan bir kitapta zikrettiklerine göre; hadis sâbit, ravîler de sağlam olmadıkça, sözkonusu kesinlik bildiren ifâdeyi kullanmayı câiz görmeyeceklerdir. (İóáóäú íóÓúÊóÌöíÒóÇ İíå ÇáúÌóÒúãó ÇáãĞßæÑó ãöäú ÛíÑö ËóÈóÊò æ ËõÈõæÊò).

İbn Hacer Fethu'l-Bârî'de, Buhârî'nin kendi şeyhlerinden rivâyet ettiği birçok hadiste ŞÇá İáÇä demesinin sebeplerini ve çeşitlerini şöyle sıralıyor:

1. Buhârî'nin yine Sahîh'de ya da başka bir eserinde aynı hadisi bu şeyhden dinlediğini tasrîh ederek zikretmiş olması. Sahîh'in birçok bâbında hadisi bu şekilde tahrîc ettiği için, aynı şeyi iki yerde tekrar etmek istememiştir. Veya diğer bir kitabında semâı tasrîh etmiştir ancak, hadisin mevkûf oluşu veya bazı râvîlerinde kusur bulunuşu sebebiyle şartına uymadığı için burada ŞÇá demiştir.

2. Hadisi, bu şeyhden doğrudan değil de vâsıtalı olarak almış olması. Bu vâsıtayı eserinin başka yerlerinde zikretmiş olduğu için tekrar etmemiştir. Ancak genelde, böyle bir şeyhden çok sayıda hadis rivâyetinde bulunmaz.

3. Sahîh'in başka bir yerinde hadisi zikretmemiş olması. (Bu hadiste olduğu gibi). Bana en müşkil gelen de budur. Öyle zannediyorum ki, Buhârî'nin böyle yapması hadisin siyâkındaki bir kusurdan ötürüdür. Bu kusur; Hişâm'ın sahâbî ismindeki tereddüdüdür. Benim bu görüşümün bir benzerine Mühelleb de işâret etmiştir. (Mühelleb, Abdu'r-Rahmân b. Ğanm'ın sahâbî isminde tereddüde düşğünü söylüyordu, İbn Hacer ise Hişâm'ın tereddüde düşğünü söylüyor. Aradaki fark budur.) Buhârî'nin bu hadisi Hişâm'dan vâsıtalı mı yoksa vâsıtasız mı duyduğuna dâir herhangi bir alâmet yoksa da; Buhârî, özellikle böyle ihticâca konu olan bir dur, ancak kabûle şâyan bir rivâyet için kesin ifâde kullanır... Hatîb el-Bağdâdî'nin de ifâde ettiği gibi: 'ŞÇá diyen kişinin sâdece bizzat işittiğini rivâyet eden biri olduğu biliniyorsa, bu lafız ÍÏËäÇ mesâbesindedir; semâa hamledilir.'. Buhârî'nin, kendi şeyhlerinden olmasa bile sîga-i cezm ile naklettiği bütün ta'lîklerde, ta'lîkin yapıldığı şahsa kadar olan kısmın sahih olduğu hadis hâfızları tarafından kabul edilmiş bir hususdur. Muallak olan hadiste hazfedilen bu kısım, bazı huffâz tarafından mevsûl olarak ve sahih şekilde rivâyet edilmişse şkil ortadan kalkar. Bu sebeple bidâyette bu işe önem verdim ve Tağlîku't-Ta'lîk adlı eseri tasnîf ettim. Şeyhimiz Ebü'l-Fadl, Tirmizî şerhinde ve İbn Salâh'ın Ulûmü'l-Hadîs'deki sözlerine dâir beyânında, Hişâm b. Ammâr hadisinin el-İsmâilî'nin Müstahrec'inde ondan mevsûl olarak geldiğini zikretmiştir. İsmâîlî hadisi Hasen b. Süfyân'dan, o da Hişâm'dan almıştır. Taberânî, Müsnedü'ş-Şâmiyyîn'de Muhammed b. Yezîd b. Abdi's-Samed tarîkiyle; el-Mu'cemü'l-Kebîr'de ise Mûsâ b. Sehl el-Cüveynî ve Ca'fer b. Muhammed el-Firyâbî tarîkiyle Hişâm'dan rivâyet etmiştir. Ebû Dâvud ise Sünen'de, Abdü'l-Vehhâb b. Necdeð Bişr b. Bekrð Abdu'r-Rahmân b. Yezîd b. Câbir senediyle tahrîc etmektedir. Ayrıca Ebû Nuaym, Buhârî'nin Sahîh'i üzerine yazdığı Müstahrec'inde Abdân b. Muhammed el-Mervezî ve Ebû Bekr el-Bâğandî kanalıyla hadisi Hişâm'dan nakletmektedir.".

İbn Hacer, sözünü ettiği mezkur tarîkler dışında, Tağlîku't-Ta'lîk'de dokuz ayrı muttasıl senedle Hişâm'a ulaşş, hadiste herhangi bir illetin kesinlikle bulunmadığını ifâde etmiştir. Yine onun ifâdesine göre, ne Hişâm b. Ammâr ne de Sadaka b. Hâlid bu rivâyette tek kalmışlardır. İbn Hacer'in tahrîc ettiği tarîklerde hadis, Bişr b. Bekr (v.205/820) tarafından Sadaka (v.170/786)'nın şeyhi Abdu'r-Rahmân b. Yezîd (v.154/770)'den, Mâlik b. Ebî Meryem tarafından da Atıyye b. Kays (v.121/738)'ın şeyhi Abdu'r-Rahmân b. Ğanm (v.78/697)'dan rivâyet edilmiştir.

İşâret etmek istediğimiz son bir husus; İbn Hazm'ın, seneddeki ınkıtâı bahâne ederek yaptığı bu tenkitte, kendi kendisiyle çelişmiş olmasıdır. Zira o bir diğer eserinde şöyle demektedir: "Âdil bir râvînin, yine âdil olan ve kendisinden hadis aldığı bir râvîyi idrâk ettiğini bilirsek bu, likâ ve semâa (karşılaştıklarına ve hadisi bizzat duyduğuna) işâret eder. İster ÍóÏøóËóäóÇ ya da ÃóäúÈóÃóäóÇ desin, isterse Úóäú İáÇä veya ŞóÇáó İáÇä desin hepsi de birdir; hadisi o şahıstan semâ' ettiğine hamledilir.".

 

S O N U Ç

Bu mütevâzî araştırmanın bizi ulaştırdığı en mühim netîce; Hz. Peygamber'in sünnetini tarayıcı ve taşıyıcı vasfındaki bir muhaddisin, harcadığı kıymetli mesâinin eserinin, onbir asrı aşkın bir zaman dilimine rağmen her kuşakta tazelenen bir ilgiyle karşılandığı; bazen tebrik bazen de tenkitle olsun, hakettiği ilmî pâyenin külliyyen zedelenmesine göz yumulmadığıdır. "Tenkitle olsun" diyoruz; çünkü birçok münekkidin asıl gâyesi, o satırlarla sınırlı kalmayıp ümmete mâlolacağını bildiği bir hatâyı, çekip almak sûretiyle berraklığı, ve belki de daha önemlisi Hz. Peygamber'e söylemediğini söyletme tehlikesi dışına çıkarılmış emniyetli zemîni temin etmektir. Her babdaki muhâlif fikirler arasında kurmaya gayret ettiğimiz dengeyi, önemsememezlik etmeden bulmaya çalışğımız makul çareyi, ve bazen araya karıştırdığımız şahsî kanaatlerimizi hep bu bakış açısının ardında aramalıdır.

el-Câmiu's-Sahîh, adına yazılan yüzlerce şerh ve üzerine yürütülen binlerce mülâhazanın ortak paydasında, ciddiyet ve sorumluluğun hâkim kılındığı bir tenkit zihniyetine her zaman açık olmuştur. Yazılışını tâkibeden ilk yüzyıl, aynı zamanda tenkitlerin de belirgin hal aldığı, onu tenkîde abes gözüyle bakılmadığı çağdır. Diyebiliriz ki, isnâdları yani ricâli bakımından en çok eleştiri, İmam Buhârî'ye en yakın dönemde yaşayanlara âittir. Son devir âlimlerinin daha çok metşinlere yönelik tavırları, sened uzmanlarının çok önce gerekeni yaptıkları ve büyük ölçüde başarıya ulaştıklarının göstergesidir. Meseleye maksatlı yaklaştıkları kararına vardıklarımız hâriç, râvîler açısından güvence vermeyen çok az sayıda hadisin varlığı, bunların da farklı takviye edici yollarla izâle edildiği, kabûlü kolay bir hakîkattir. Hele asıl metin ile onu çevreleyen zevâid malûmât ayırımı, birçok müşkili halleden en önemli formül kabul edilebilir. Zira kitabın asıl formu, 7400 müsned hadisten müteşekkildir. Geri kalan birkaç bin rivâyet; mütâbi', şevâhid, ta'lîkât, mevkuf ve maktû' haberlerden oluşturulmuş birer tezyîn malzemesidir. Bab başlıklarında serdedilen fıkhî mütâlaalar da aynı gruba dâhildir. Buna ve bizzat müellifinin sahih olmadığını ifâde ettiği hadislerin varlığına binâen; Sahîh'in her köşesini, aynı kuvvette farzetmenin büyük bir yanılgı olacağını düşünüyoruz. Kalabalık dinleyici topluluklarının huzûrunda cereyân eden imlâ meclislerinde, sırf hadis rivâyet etmenin dışında birtakım hâricî bilgi ve belgelerin de gündeme getirildiği, dolayısıyle bunların esere şu veya bu şekilde yansıdığı fikrini taşıyoruz. Bir hadisin arkasından, bazen Kâle Ebû Abdillah şeklinde zikri geçen tâbirler, sorulu-cevaplı ilim meclislerinin havasını yansıtmaktadır. Haddesenâ diye başlamayan her cümleye bu nazarla bakmakta fayda görüyoruz.

İstisnâşlar hâriç, eskiye nazaran metin tenkîdinde yoğunluğun son yüzyıla mahsus olduğunu müşâhade etmekteyiz. Mütekaddimûn ulemânın daha ziyâde rivâyetler arası mukâyese anlamında ele aldıkları metin tenkîdi bir tarafa bırakılacak olursa; hadislerin, şerîatin muhkem kâidelerine ve ı selîme muhâlefet durumunda reddedilebilme serbestliği başından beri varken, neden bunun yaşadığımız asra münhasır kaldığı düşündürücüdür. Batı toplumlarına açılma ve yakınlaşmanın, böyle bir yapılanmaya hız verdiğini sözkonusu paralellik açısından mümkün görebiliriz. Rasyonalist-Pozitivist düşüncenin İslam toplumlarına nüfuz ve tesirinin tırmanışa geçtiğini gözönünde bulundurarak, metin tenkîdindeki artışa da cevap bulabiliriz. Sosyolojik ve Felsefî boyutlarıyla (batıyla ilişkiler bakımından) bir 20. asır tahlîli, metin tenkitlerinin bir açıdan (aklî planda) izahına yardımcı olabilir kanaatindeyiz. Yeri geldikçe verdiğimiz örnekler incelenecek olursa, sırf mantıkî gerekçelerle tenkit edilmiş bir hadis, yine mantıkî mesnedlerle doğrulabilmektedir. Müeyyidesi olmadığı için istismâra müsâit bu tür yaklaşımlara ihtiyatla bakmamız gerektiğini bir kez daha tekrar etmeliyiz. Kur'an âyetlerine muârız diye reddedilen çoğu hadisin, nasslara muvâfakati de o derecede ispatlanabiliyorsa, biz bundan; tenkit ameliyesinde fevrîliğin yanlış, gereksiz ve zararlı olduğu netîcesini zorunlu olarak çıkarabiliriz. Zaten her nedense Buhârî'ye/onun devrine uzaklaşıldıkça, engin hadis bilgisine, derin fıkhî kudrete sâhip olan müctehid yapılı insanlar azalmakta, cılız ve cevâbı kolay tenkitler çoğalmaktadır. Araştırmamızın baştan sona tedkîki; çağdaşlar arasında ilmî kariyeri ile mütemeyyiz ciddî birkaç âlim dışında, yönelttiği tenkîdin bilincinde olmadığı ya da bilinçli şekşilde meseleyi saptırdığı halde, kamuoyunu menfî yönde etkileyen şahıslara âit iddiâların sayfalarca ele alındığını gösterecektir. Sorumsuz tenkitler karşısında ilmî disiplini muhâfaza adına bunun yapılması gerekliydi; birçok temel kaynağa bu sebeple mürâcaat edildi. En başta, Buhârî'nin şahsı hakkında verdiğimiz uzun mâlûmat, onun ilmî ölçülere riâyet etmedeki titizliğini; dolayısıyle el-Câmiu's-Sahîh'in geri plandaki oluşum safhasını kuşbakışı sergilemek içindi.

Buhârî'nin de -nihâyet bir beşer oluşu sebebiyledir ki- hatâya düşğü hususlar mevcuttur. Hatta -az olmakla birlikte- eserinde, bazı meşhur âlimlerin topluca tenkîdine maruz kalmış, sahih denilemeyecek müsned hadisler de vardır. Çapının küçük ya da büyük oluşuna bakılmaksızın bu kabil tenkitler, birbirine muhâlif görüşler ışığında elden geldiğince incelenmiş, vuzûha kavuşturulması için çaba sarfedilmiştir. Netîce îtibâriyle; tam anlamıyla efrâdını câmî olduğunu söyleyemeyeceğimiz bu çalışmamız, el-Câmiu's-Sahîh'i bir başka açıdan tedkik etmek ve tenkitlerin mâhiyetini öğrenmek isteyeceklere rehber vâzifesi görebilirse, emeğimiz ve idealimiz yerini bulmuş olacaktır.

* * *

 

EK-1

Tahir el-Cezâirî Tevcîhü'n-Nazar'da, bir hadis tâlibinin Sahîhayn'ı okumaya başlamadan önce bilmesi gereken şeylerin başında, özellikle Dârekutnî tarafından tenkit edilen bazı hadislerin tenkit sebeplerinin geldiğini ifâde ediyor. Bunları maddeler hâlinde açıklayan Cezâirî, tanımları olduğu gibi İbn Hacer'den (Hedy, s.365-366) aktarmakta, ancak herbiri için örnekler de vermektedir. Biz bu konuyu İbn Hacer yerine, önemli bir takım ilâveler içerdiği için Tâhir el-Cezâirî'nin ifâdelerinden aktarmayı uygun gördük. Özellikle son kısımda, sened ve metin tenkîdiyle ilgili bazı mühim açıklamalar vardır. "*" işâreti bulunan kısımlar kendi koyduğumuz notlardır.

Cezâirî şöyle devam ediyor: "Tatminkâr şekilde Sahîhayn'ı anlamak isteyen bir kimsenin, (Dârekutnî tarafından) tenkîd edilen bu hadisleri bilmesi ve bunlar hakkında söylenenleri incelemesi gerekir. İsâbetli bir cevap bulamadıklarını istisnâ olarak terkeder. Yerinde bir karşılık bulduklarını ise bu istisnâdan hâriç tutar ve sahih olduğuna hükmeder. Cumhûr'un mezhebine göre Sahîhayn'da tenkit edilen hadisler 6 kısımdır:

1. Senedindeki rical sayısında fazlalık yada eksiklik bulunması bakımından farklılık arzeden rivâyetler (*el-Mezîd fî muttasıli'l-esânîd). Sahîh sahibi, mezîd olan tarîki tahrîc etmiş, münekkid ise nâkıs olan tarîk ile diğerini i'lâl etmiş (kusur bulmuş) ise bakılır; (mezîd olan kişiden bir sonraki râvî), mezîd olan râvîyi duymuş ise, ziyâde zarar vermez. Zira, önce kendi şeyhinden bir vâsıta ile hadisi işitmiş, daha sonra şeyhiyle karşılaşarak doğrudan ondan almıştır. Ziyâde râvînin bulunmadığı nâkıs tarîkde râvî, bir sonrakinden bizzat işitmemişse, o halde bu tarîk munkatı' demektir. Munkatı', zayıf hadislerin bir türüdür. Zayıf olan ise sahîh olanı i'lâl edemez. Sahîh sahibi, nâkıs olan tarîki tahrîc etmiş, münekkid ise mezîd olan tarîki göstererek diğerini i'lâl etmişse bakılır; nâkıs olan tarîkdeki râvî, sahâbî ya da müdellis olmayan sika biri olup kendisinden rivâyette bulunduğu şeyhini açık bir şekilde idrâk etmişse; veya müdellis biri olup başka tarîkde semâını tasrîh etmişse itiraz ortadan kalkar ve Sahih'de bulunan hadisde inkıtâ'ın bulunmadığı sâbit olur. Aksi halde inkıtâ sâbit olur. Bu durumda şöyle cevap verilir: "Sahih sâhibi böyle bir rivâyeti ancak, mütâbi'i, desteği ve hadisi takviye eden bir karinesi bulunduğu zaman tahrîc eder. İşte bu genel durum gözönüne alınarak o hadise sahih denilir.". Buhârî ve Müslim'de böyle bir hadis bulunmaktadır. (*Buhâri, Vudû' 55-56, I/60-61 ve ayrıca Cenâiz 82,89, II/98,103; Edeb 49, VII/86) Gıybet ve bevlden sakınmamaktan dolayı kabir azâbına uğranılacağına dâir A'meşð Mücâhidð Tâvusð İbn Abbâs tarîkiyle gelen hadisler hakkında Dârekutnî: "Mansûr (b. Mu'temir) muhâlefet ederek bu hadisi Mücâhidð İbn Abbas şeklinde Tâvus'u ıskât ederek rivâyet etmiştir. Ve Buhârî, sadece Mansûr'un Tâvus'u ıskât ettiği bu hadisi tahrîc etmiştir." demektedir. (*et-Tetebbu', s.334, hadis no.178). Tirmizî de bu hadisi tahrîc ettikten sonra: "Mansûr Mücâhid'den, o da İbn Abbas'dan rivâyet etmiştir. Ancak ziyâdeyi içeren A'meş hadisi daha sahihtir." demiştir. Hâfız İbn Hacer ise (Tirmizî'nin bu sözünü aktardıktan sonra) şöyle demiştir (*Feth, s.368): "Esâsen bu bir illet değildir. Çünkü Mücâhid tedlîsle tavsîf edilmemiştir ve tüm hadislerde onun İbn Abbas'dan semâı sahihtir. Hadisçiler nezdinde A'meş, huffâzdan sayılmakla birlikte Mansûr ondan daha mütkındir (gafleti görülmemiş, titiz). Hadis, nereden bakılsa sika üzerinde dönüp dolaşmakta, isnâdı ise nereden bakılsa muttasıl bulunmaktadır. Râviler müdellis olmadıkça böylesi durumlar hadisin sıhhatine zarar vermez. Buhârî ve Müslim bu kabil hadislerden çokça rivâyet etmişlerdir. Dârekutnî ise tenkit ettiği şeyi iyice anlayamamıştır.". (*Bir de yine İbn Hacer Feth, I/379'da ilgili hadisin şerhinde şöyle diyor: "Buhârî'nin, hadisi her iki vecihle de tahrîc etmiş olması, ikisinin de ona göre sahîh olduğunu gösterir. Mücâhid'in bu hadisi Tâvus'dan onun da İbn Abbâs'dan aldığı, sonra da İbn Abbas'dan vâsıtasız olarak dinlemiş olması muhtemeldir. Aksi de mümkündür ki, İbn Abbas'dan yaptığı rivâyete Tâvus'u ekleyerek hadisi serdedişi bunu te'yîd eder. İbn Hıbbân her iki tarîkin de sahih olduğunu söylemiştir. Hadisin bulunduğu diğer kaynaklar için bkz. Molla Hâtır, Mekânetü's-Sahîhayn, s.327)

2. İsnâdın bir yerindeki değişiklik sebebiyle, râvîlerin farklılık arzettiği rivâyetler (*Muzdarib hadisler). Bu değişik senedlerin arasını cem'etmek mümkün olduğu halde Sahîh sahibi, ihtilâfa konu olan râvîlerin hıfzda vb. şeylerde müsavî olmaları sebebiyle, iki ya da daha fazla vecihten biriyle iktifâ etmemiş (hepsini zikretmiş)se bunda bir beis yoktur. Buhâri'nin (*Cezâü's-sayd 7, II/212; Bed'ü'l-halk 16, IV/99; Tefsîr 77'inci sûre, VI/77-78) ve'l-Mürselât sûresinin nâzil oluşu ve bu sırada bir yılanın peydâh olmasına dâir, İsrâilð (A'meş ve Mansûr) ð İbrâhimð Alkameð Abdullah b. Mes'ûd tarîkiyle rivâyet ettiği hadis buna örnektir. Dârekutnî diyor ki: (*et-Tetebbu', s.233, hadis no.97) "Bu hadisi, A'meş'in ashâbından Ebû Muâviye, Hafs ve Süleyman b. Karm; A'meşð İbrâhimð Esvedð Abdullah kanalıyla rivâyet etmiştir. (Yani İbrâhim'den önce Alkame yoktur.) İsrâil'in A'meşð İbrâhimð Alkame şeklindeki rivâyetine mütâbeâtda bulunulmamıştır. Ancak İsrâil'in Mansûrð İbrâhimð Alkame şeklindeki rivâyetine Şeybân mütâbeât etmiştir. Ebû Avâne ise hadîsi Muğîreð İbrâhimð Alkame kanalıyla zikretmiştir.". Halbuki Buhârî, hadisin geçtiği yerlerde (toplam 4 yerde) bu ihtilafın vecihlerini zikretmiştir. (*Dârekutnî'nin A'meş-İbrâhim-Alkame rivâyetinmütâbii olmadığı şeklindeki iddiâsı yanlıştır. İsrâil'e bu tarîk ile yapılmış iki ayrı mütâbeâtı Taberânî Mu'cem'ine almıştır. Bkz. el-Mu'cemü'l-Kebîr, X/117,119; hadis no.10150 ve 10158.)

Senedlerin arasını cem'etmek mümkün olmasa ve ihtilâfa konu olan râvîler hıfz vb. vasıfları itibâriyle farklılık gösterseler, Sahih sâhibi de tercîh edilen tarîki alıp diğerlerini atsa veya sadece işâret etse; bunda da bir beis yoktur. Tek başına ihtilâf, zarar vermez. Zirâ mücerred ihtilâfdan dolayı, zayıflığı gerektiren bir "ızdırab" lâzım gelmez (*İbn Hacer, Hedy, s.383'de, Buhârî'nin mezkur hilâfı zikrettiğini ve bunun zararı olmayan bir ta'lîl olduğunu ifâde ediyor. Dârekutnî'nin kitabını tahkîk eden İbn Hâdî el-Vâdiî ise s.234'deki dipnotta şöyle diyor: "Meselenin özü A'meş'de ihtilâf bulunduğudur. İsrâil, hadisi A'meşð İbrâhimð Alkame tarîkiyle rivâyet ederken, Cezîr b. Abdi'l-Hamîd, Hafs b. Ğıyâs, Ebû Muâviye ve Süleymân b. Karm; A'meşð İbrâhimð Esved tarîkiyle rivâyet etmişlerdir. Buhârî, her iki tarîki de tahrîc etmiştir. Zâhir olan, cemâatin rivâyetini (yani ikinciyi) tercîh etmektir.")

Buna bir başka örnek, yine Buhârî'nin (*Cenâiz 76, II/94), Hz.peygamberin Uhud şehidlerinden iki kişiyi bir araya gömğü ve Kur'an'ı daha iyi bilen şehidi diğerinin önüne geçirdiğine dair, Leys b. Sa'dð Zührîð Abdurrahmân b. Ka'b b. Mâlikð Câbir b. Abdillâh tarîkiyle rivâyet ettiği hadistir. Dârekutnî bu hadis hakkında (*et-Tetebbu', s.367, hadis no.206) diyor ki: "Buhârî'nin ifâdesine göre, Abdullah b. Mübârek hadisi Evzâî'den o da Zührî'den, Zührî de (mürsel olarak) Câbir b. Abdillâh'dan rivâyet etmiştir. Yine Buhârî'nin ifâdesine göre aynı hadisi Zührî, Süleyman b. Kesîr'e ÍÏøËäì ãóäú ÓãÚ ÌÇÈÑÇğ ifâdesiyle rivâyet etmiştir. Ma'mer ise hadisi Zührî'den, o da İbn Ebî Saîr'den, o da Câbir'den rivâyet etmiştir. Bu sebeple hadis muzdariptir.". İbn Hacer Mukaddime'de (*Hedy, edys.374) şöyle diyor: "Dârekutnî, Süleyman rivâyetindeki müphemliğin, Leys rivâyetinde adı açıkça zikredilen şahısla ortadan ı ve Ma'mer'in rivâyetinde Zührî'nin, hadisi hem İbn Ebî Saîr'den hem de Abdurrahmân b. Ka'b'den dinlemiş olduğuna hamledilmesi mümkün iken mutlak olarak hadis muzdariptir, demiştir. Evzâî'nin mürsel olan rivâyetine gelince; Buhârî burada vâsıtanın hazfiyle yetinmiştir. Bu, hadisten ızdırâbı kaldıracak olan kişinin tarzıdır. Buhârî, Evzâî'nin rivâyetini munkatı' olmakla birlikte tahrîc etmiştir, çünkü onun elinde Abdullah b. Mübârek'ten gelen iki rivâyet vardır. Biri İbn Mübârekð Leysð Zührî şeklinde, diğeri İbn Mübârekð Evzâîð Zührî şeklindedir. Ancak Evzâî, Zührî'den sonraki râvîyi yani Abdurrahman b. Ka'b'ı ıskât etmiş, Leys ise açıkça zikretmiştir. Her ikisi de Zührî'den hadisi semâ ettiklerini ifâde etmişlerdir. Leys sika bir râvi olduğu için, onun isnaddaki ziyâdesi kabul edilmiştir.

Buhârî daha sonra Zührî'nin Süleyman b. Kesîr'e ÍÏøËäì ãóä ÓãÚ ÌÇÈÑÇğ diyerek yaptığı rivâyeti zikretmekle, Zührî ile Câbir'in arasında her hâlükârda mutlaka bir vâsıtanın bulunduğunu ispat etmek, Leys'in rivâyetiyle de bunu te'kîd etmek istemiştir. Buhârî, bu durumu ızdırâbı gerekli kılan bir illet olarak görmemiştir. Ma'merin rivâyetinde ise ona, Süfyan b. Uyeyne muvâfakat etmiş ve hadisi Zührîð İbn Ebî Saîrð Câbir tarîkiyle rivâyet etmiştir. (*Her iki hadis hakkında açıklama ve hadislerin bulunduğu kaynaklar için bkz. Mekânetü's-Sahîhayn, s.339.)

3. Bazı râvîlerin adetçe daha çok ya da zabtı daha iyi başka râvîlerinkine ziyâdede bulunmakla teferrüd ettikleri rivâyetler. Ziyâdeli bulunan rivâyetle diğerleri arasında zıtlık bulunup aralarını cem'etmenin mümkün olmaması hâli müstesnâ, bu durum i'lâli gerektirmez. Zira müstakil bir hadis gibidir. Ancak bu ziyâdenin, bazı râvîlerin kelâmı olarak müdrec olduğu delillerle ortaya çıkarsa durum başkadır. Bunun örneği Buhârî'nin (*Itk 5, III/118) memlûk bir köledeki kendi hissesini bağışlayan kişiye, o köleyi geri kalan hisseleri de (malı varsa) satın alıp bağışlamanın vâcip olduğunu; (malı yoksa) kölenin kalan miktarı kendi çalışarak kazanıp ödemesine dâir (istis'â), Katâdeð Nadr b. Enes b. Mâlikð Beşîr b. Nehîkð Ebû Hureyre tarîkiyle rivâyet ettiği istis'â hadisidir. (*Hadis Müslim'de de mevcuttur. Hadis no.1503). Bu konuda Dârekutnî der ki (*et-Tetebbu', s.149, hadis no.25): "Buhârî ve Müslim, mezkûr senedle gelen hadisi Saîd İbn Ebî Arûbe ve Cerîr b. Hâzim'den rivâyet etmişler, hadiste istis'â'yı zikretmişlerdir. (æ ÅáÇø Şõæøöãó Úáíå İÇÓúÊõÓúÚöìó Èå) . Buhârî hadisin sonunda, İbn Ebî Arûbe'ye; Haccâc b. Haccâc, Ebân ve Mûsâ b. Halef'in mütâbeâtta bulunarak hadisi Katâde'den rivâyet ettiklerini bildirmiştir. Katâde'den rivâyet edenlerin en sağlamı olan Şu'be ve Hişâm da bu hadisi rivâyet etmişler ancak istis'â'yı zikretmemişlerdir. Hemmâm da bu ikisine muvâfakat ederek istis'a'yı hadisden ayırmış ve onu Katâde'nin görüşü saymıştır. Nevevî, Müslim şerhinde (*Itk, X/390, hadis no.1501) Kadı Iyaz'dan naklen şöyle der: "Asîlî ve İbnû'l Kassâr ve başkaları, hadisten sîâye'yi ıskât edenlerin etmeyenlerden evlâ olduğunu, zira sîâye'nin İbn Ömer rivâyetiyle gelen diğer hadislerde bulunmadığını söylemişlerdir. İbn Abdilberr de, sîâye'yi zikretmeyenlerin zikredenlerden sağlam (ÃËÈÊ) râvî olduklarını ifâde etmiştir. Başka bazı zevât da demiştir ki: "İbn Ebî Arûbeð Katâde tarîkiyle rivâyette bulunanlar, istis'â'yı bazen zikrederek bazen de zikretmeyerek ihtilâf etmişlerdir. Bu da Katâde'nin yanındaki metinde siâyenin bulunmadığına delâlet eder." (*Tahir el-Cezâirî daha sonra Müslim'in Kitâbü'l-ıtk'ında bulunan konuyla ilgili altı ayrı rivâyeti, aynı şekilde Buhârî'nin Kitâbü'l-ıtk'ında bulunan 9 ayrı rivâyeti serdetmektedir. Bunlar içinde İbn Ömer'den gelen rivâyetlerde, istis'â'dan sözedilmemektedir.)

Buhârî'nin bazı şârihleri, Haccâc, Ebân ve Mûsâ'nın Katâde'den rivâyetle İbn Ebî Arûbe'ye mütâbeâtta bulunmalarına dâir şöyle demişlerdir (*Aynî, Bedrü'd-Dîn Mahmud b. Ahmed, Umdetü'l-Kârî li Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Beyrut, tarihsiz, XIII/86; Feth, V/187) : "Buhârî, hadisin sonunda mütâbeâtları zikretmekle istis'â'nın bu hadis içerisinde bulunmadığını ve istis'â'yı rivâyette Saîd b. Ebî Arûbe'nin tek kaldığını (teferrüd ettiğini) zannedenleri reddetmeyi murâd etmiş, İbn Ebî Arûbe'nin rivâyetine mİuvâfık olan Cerîr b. Hâzim'in rivâyetini destek etmiş sonra da onlara mütâbeât eden 3 şahsın isimlerini zikretmiştir. Daha sonra Buhârî: "Şu'be, hadisi ihtisâr etmiştir." demektedir. Bu ifâde; "Şu'be, Katâde'nin hadislerini en iyi hıfzetmiş biridir. Nasıl olurda istis'a'yı zikretmez?" şeklindeki mukadder bir soruya cevap niteliğindedir. Buhârî bunun Şu'be'ye bir za'f getirmeyeceğini, zira onun hadisi muhtasar olarak, diğerlerinin ise bütünüyle zikrettiklerini söyleyerek cevap vermek istemiştir. Ayrıca çok sayıdaki kişiler, hıfz bakımından tek kişiden evlâdır.

Ulemâdan bir grup, istis'â'nın Katâde tarafından hadise idrâc edildiğini söylemiştir. Hemmâm b. Yahyâ'nın Katâde'den yaptığı şu şekildeki rivâyet bunu göstermektedir: "Adamın biri, memlûk bir köledeki kendi hissesiniş âzâd etti. Nebî (s.a.v.) de o kölenin âzâd olmasını tecvîz etti ve bedelinin geri kalanını yine o adama ödetti. Katâde dedi ki: Eğer adamın ödeyecek kadar malı yoksa, meşakkat vermeyecek bir işte çalışmak suretiyle o parayı köle öder (yani istis'â yapılır.)". Hadisi Dârekutnî (*Sünen, IV/127) ve Hattâbî tahrîc etmişlerdir.

Şeyhayn'ın da dâhil olduğu bir grup ise bunu kabul etmeyerek hadisin bütünüyle merfû ve sahîh olduğunu söylemişlerdir. İbn Dakîki'l-îd de bunu tercîh etmiştir. Bu böyledir. Çünkü Saîd b. Ebî Arûbe, Katâde'nin hadisini en iyi bilen ve onunla en çok mülâzemet eden kimse idi. Yine Katâde'den hadis alan Hemmâm ve Şu'be, Saîd'den hıfz bakımından daha kuvvetli olsalar bile, onların rivâyeti ile Saîd b. Ebî Arûbe'ninki çatışmaz. Hemmâm ile Şu'be, hadisin bir kısmını serdetmekle yetinmişlerdir. (Hadisin dinlendiği) meclis aynı değildi ki, Saîd'in yaptığı ziyâde üzerinde durulmaktadır. Şüphesiz ki Saîd'in Katâde'ye mülâzemeti (birlikteliği) diğer ikisinden daha fazlaydı. Başkalarının duymadığını o duymuştu. Eğer Saîd bu şekilde rivâyette tek kalmışsa mesele bundan ibârettir. Bununla birlikte aslında teferrüd de etmemiştir.

Saîd'in ihtilât etmesi yada teferrüd etmesiyle hadisikusurlu bulunması (i'lâli) merdûddur. Zira Sahîhayn'de ve diğer kitaplarda ihtilâtından önce Saîd'den hadisi rivâyet edenler vardır. Yezîd b. Zûrey' gibi. Yezîd'e bir çok kişi muvâfakat etmiştir ki, evvelce zikri geçen 4 kişi bunlardandır. Hemmâm b. Yahyâ ise istis'â'yı hadisden ayırmak ve onu Katâde'nin sözü saymakta tek kalmıştır. Bu da onun gereği gibi zabt etmediğini gösterir.

İstis'â'yı hadise almayanlar Müslim'in (*İmân, XI/150-151, hadis no.56,57) İmrân b. Husayn'dan rivâyet ettikleri şu hadisle delil getirmişlerdir: "(Ensar'dan) bir adam, öleceği vakit kendine âit altı memlûk kölesini âzâd etti. Onlardan başka malı da yoktu. Rasûlullâh (s.a.v.) köleleri çağırdı ve onları (ikişerli gruplar hâlinde) üçe ayırdı. Sonra aralarında kura çekti. Neticede 2 kişiyi âzâd etti, geri kalan 4ünü köle edindi. Ve o adam için ağır konuştu.". Onlara göre bu hadis şuna delâlet etmektedir; eğer istis'â meşrû bir şey olsaydı Hz. peygamber her bir kölenin üçte birini âzâd eder ve onlara, meyyitin vârislerine ödemek üzere kalan üçte ikilik kısım için çalışmalarını emrederdi. (*Dârekutnî'nin Sünen'inde IV/127, Katâde'nin sözü olarak istis'â'nın zikredildiği hadisin şerhinde, Şemsü'l-Hak Azîmâbâdi konuya dâir İbnü'l-Arabî'nin sözlerini naklediyor. İbnü'l-Arabî, istis'â'nın Katâde'nin re'yi olduğunu destekleyeci deliller serdediyor. Bkz. ÇáÊÚáíŞ ÇáãÛäí Úáì ÇáÏÇÑŞØäì . Bunun aksini uzun izahlarla Molla Hâtır'da görüyoruz. Bkz. Mekânetü's-Sahîhayn, s.348 vd.)

4. Bazı râvîlerin, kendilerinden daha kuvvetli olanlardan teferrüd ettikleri rivâyetler (*Yani kuvvetli olanların rivâyet etmedikleri ve mütâbeâtı olmayan bir hadisi rivâyet etmek). Buhârî'de böyle sadece iki hadis vardır: a) (*Buhârî, el-Cihâd ve's-Siyer 46, III/216) Übeyy b. Abbâs b. Seb. Sa'd'ın babası vasıtasıyla dedesinden rivâyet ettiği: "Nebî s.a.v.'in Lühayf denilen bir atı vardı." hadisi. Dârekutnî (*et-Tetebbu', s.203, hadis no.73), Übeyy'in zayıf bir râvî olduğunu söylşemektedir. Übeyy hakkında söylenenleri aktaran İbn Hacer'in (*Hedy, s.408) ifâdesine göre; Ahmed b. Hanbel ve Yahyâ b. Maîn, Übeyy'i tad'îf etmişler, Nesâî ise áíÓ ÈÇáŞæìø demiştir. Devamla İbn Hacer şöyle diyor: "Buhârî'nin elinde, Hz. Peygamberin atı husûsunda Übeyy'den gelen sadece bir rivâyet bulunmaktadır. Übeyy'e bu hadiste, kardeşi Abdü'l-Müheymin b. Abbâs mütâbeât etmiş, bunu da İbn Mâce ve Tirmizî rivâyet etmişlerdir.

Ayrıca Zehebi, Mizânü'l-İ'tidâl fî Nakdi'r-Ricâl (*Mısır 1963, I/78)'de Ahmed b. Hanbel'in Übeyy için "münkerü'l-hadîs" dediğini naklettikten sonra şöyle diyor: "Übeyy her nekadar sebt (ËóÈúÊ) değilse de, hasenü'l-hadîstir. Kardeşi Abdü'l-Müheymin ise vâhî (æóÇåò)'dir. (*Sebt, ta'dil lâfızlarının üçüncü mertebesidir. Hasenü'l-hadîs ise beşinci mertebesidir. Böyle olan râvînin hadisleri i'tibâr ve ihtibâr için yazılır. Vâh lâfzı ise cerh elfâzının dördüncü mertebesindedir. Böyle râvilerin hadisleri itibâr için yazılır. Bkz. Cânan, İbrâhim, Yeni Usul-i Hadis, İzmir 1982, s.567; Cerh ve ta'dilde kullanılan tâbirlerin alfabetik fihristi.)

b) Buhârî'nin (*el-Cihâd ve's-Siyer 180, IV/33) İsmâil b. Ebî Üveysð İmam Mâlikð Zeyd b. Eslemð (Ömer'in âzadlı kölesi olan) babası Eslem tarîkiyle tahrîc ettiği, Hz. Ömer'in Hüneyy (åäìø)adlı bir kölesini devlete âit bir arâzi üzerine korucu tâyin edip ona tavsiyelerde bulunuşunu anlatan (mevkûf) hadis. Dârekutnî İsmâil için "zayıftır" demektedir. Zehebî ise Mizanü'l-İ'tidâl (*I/222)'de şöyle diyor: "İsmâil, çok hadis rivâyet etmiş biridir ve onda gevşeklik vardır (İíå áöíäñ). Dayısı İmam Mâlik'den, kardeşi Abdülhamid'den ve babasından rivâyette bulunmuştur. Ondan ise Sahîhayn sahipleri, Kadı İsmâil ve diğer büyük zevât hadis almışlardır. Ahmed b. Hanbel onun için áÇÈóÃúÓó Èå der. İbn Ebî Hayseme, Yahyâ b. Main'in "sadûktur aklı zayıftır." dediğini nakleder. Ebû Hâtim ise: "sâdıktır ama gafleti vardır." der. Nesâî: "zayıftır" demiştir. Dârekutnî: "(onun hadisini) sahihden saymam." demektedir. İbn Adiyy ise şöyle diyor: "Dayısı Mâlik'den ve Süleyman b. Bilâl'den öyle garib hadisler rivâyet etmiştir ki, bunlara kimse mütâbeâtta bulunmamıştır." (*İíå áíä tâbiri, dinî emirlerde ve rivâyette gevşekliği görülen râvî için kullanılan cerh tabiridir. Cerh'in 6. mertebesine ve en hafifine delâlet eder. Râvîyi adâletten düşürmeyecek bir kusurdur. Bkz. Uğur, Müctebâ, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözğü, Ankara 1992, s. 202.)

İbn Hacer ise şöyle demektedir (*Hedy, s.382,410): "Zannederim Dârekutnî'nin, İsmâil'in hadislerinden özellikle bu yeri zikredip Buhârî'de bulunan diğer pekçok hadisini zikretmeyişinin sebebi; o hadislerin rivâyetine başkalarının da iştirâk etmiş olmaları, ancak sırf bu hadisde İsmâil'in teferrüd etmiş olmasıdır. Halbuki bunda da teferrüd etmemiş, bilakis Ma'n b. İsâ hadisi aynı şekilde Mâlikð Zeydð Eslem tarîkiyle rivâyet etmiştir. (*Dârekutnî'nin bu tenkîdi, et-Tetebbu' adlı eserinde bulunmamaktadır. Ancak İbn Hacer Hedy, s.382'de ŞÇá ÇáÏøÇÑŞØäì¡ İíãÇ æÌÏÊõ ÈÎóØøöå diyerek bu tenkîdi meşhur eserinin dışında bir yerde bulduğunu ifâde etmiştir. Diğer izahlar için bkz. Mekânet'üs-Sahîhayn, s.360 vd.)

5. Bazı râvîlerinin vehmine hükmedilen rivâyetler. Bu hüküm, vehm'in bulunduğuna delâlet eden bir delil ortaya çıktığı zaman kabul edilir. Aksi takdirde vehim'e hüküm verene, vehim nisbet edilir. Buhârî, bazı lâfızlarında galat bulunan tarîklerle bir hadisi rivâyet ettiği zaman, bu galatı ortaya çıkaran diğer tarîkleri de onlarla berâber zikretmiştir. Hadis âlimleri, râvîsinde sû-i hıfz görülen bir hadise itibâr edip onunla istişhâd ettikleri gibi; bazı şeylerde galatı delâletlerle ortaya çıkan dâbıt, sadûk ve sika bir râvînin hadisini ise tad'îf etmişlerdir. Hadis ulemâsı buna, İlelü'l-hadîs ilmi ismini vermişlerdir ki bu, onların en şerefli saydıkları ilimlerdendir. Dâbıt ve sadûk olan bir sikânın galatı gizli yada açık sebeplerle bilinebilir. Buhârî'nin rivâyet tarîklerinden birinde galat meydana gelmiş olan hadîse örnek şudur: (*Tefsîr 1, VI/48; Tevhîd 7,25, VIII/167,186'de cennetle cehennemin Allah'ın huzûrunda çekişmeleri anlatılır. Hadislerin son kısmı şöyledir: Cehennem doymak bilmez, nihâyet Allah ayağını koyar, o da, yeter yeter! diye bağırır. İşte o zaman cehennem dolar. Cennete gelince; Allah onun boşluklarını doldurmak için yeniden bazı insanlar yaratır.) Kitâbü't-tefsîr'de Abdullah b. Muhammedð Abdü'r-Rezzâkð Ma'merð Hemmâmð Ebû Hureyre senediyle verilen hadisin sonu:æ ÃãøÇ ÇáÌäøÉõ İÅäø Çááåó ÚÒø æ Ìáø íõäúÔöÆõ áåÇ ÎóáúŞÇğ şeklindedir. Kitâbü't-tevhîd bab 7'de, İbnü Ebi'l-Esvedð Haramîð Şu'beð Katâdeð Enes ve ayrıca Halîfeð Yezîd b. Zürey'ð Saîdð Katâdeð Enes senediyle verilen hadisin sonu: æ áÇÊÒóÇáõ ÇáÌäøÉ ÊóİÖõáõ ÍÊøì íõäÔöÆó Çááå áåÇ ÎáúŞÇğ İíõÓúßöäóåã İóÖúáó ÇáÌäøÉö şeklindedir. Ancak Kitâbü't-tevhîd bab 25'de ise Ubeydullah b. Sa'd b. İbrâhimð Ya'kubð babasıð Sâlih b. Keysânð A'recð Ebû Hureyre senediyle verilen hadisin sonu: æÅäå íõäÔÆõ ááäøÇÑ ãä íÔÇÁ. İíõáúŞóæúäó İíåÇ. İÊŞæá: åá ãöäú ãóÒöíÏ¿ËáÇËÇğ. ÍÊøì íÖÚó İíåÇ ŞÏóãóå¡ İÊóãúÊóáöÆõ... şeklindedir. (*maklûb hadis. Bu hadislerin metinlerindeki müşkilin halli için bkz. İbn Fûrek, Ebû Bekr (ö.406), şkilü'l-Hadîs ve Beyânühû, Beyrut 1985, s.125).

Bunun pek çok örneği vardır. İnsanlar bu konuda iki gruba ayrılmışlardır. Bir grup; kelamcılar v.s. hadis ehlinden ve hadis ilminden uzak, sahihle zayıfı birbirinden temyîz edemeyenler ki bunlar, hadislerin sahih oluşunda ya da -hadis âlimleri nezdinde kat'iyyeti mâlum olmakla birlikte- kat'î oluşunda şüphe ederler. Diğer grup ise; ne zaman sika birinin rivâyet ettiği hadis lafzı bulunsa ya da zâhiren sahih isnadlı bir hadis görülse, onunla amel ve ona ittibâ edilmesi gerektiğini iddiâ ederler. Bunu, ilim ehlinin kat'iyyetle sıhhatine hükmettiği hadisler sınıfına sokmak isterler. İlm-i hadis'in ehli olanlar bu ve benzeri hadislerde galat bulunduğunu çok iyi bilmelerine rağmen sözü edilen grup, meşhur bir sahih hadisle teâruz etmesi hâlinde zayıf te'viller bulmaya ya da hadisi ilmî meselelerde delil olarak kullanmaya çalışırlar. Oysaki, nasıl bir hadisin sahih olduğunun kesin olarak bilinebilmesini sağlayan deliller varsa; aynı şekilde onun yalan olduğunun kesin olarak bilinebilmesini sağlayan aleyhine delillerde vardır. Fedâilde aşırı giden ve bid'at eholan hadis uydurucularının rivâyetlerinin kesin olarak yalan olması gibi.

Tâhir el-Makdisî diyor ki: "Ebû Abdillah Muhammed b. Ebî Nasr el-Humeydî'yi Bağdatta şöyle derken işittim: 'Bize Muhammed İbn Hazm, Buhârî ve Müslim'in kitaplarında îzâha ihtimal bulunmayan toplam iki hadisten başka bir şey bulamadık. Her iki imam da hıfz ve ıtkân sahibi olmalarına rağmen, bu hadislerin tahrîcinde vehim meydana gelmiştir.' dedi ve Şerîk'in Enes'den rivâyet ettiği Buhârî'deki, (Hz. peygambere vahiy gelmezden önce şakksadrın vukû bulduğu) İsrâ hâdisesini anlatan hadisi zikretti. İbn Hazm âfetin, Şerîk'den kaynaklandığını söyledi.". (*Cezâirî, devamla Müslim'deki tenkit edilen ikinci hadisi zikrediyor. Bundan evvel sözü geçen (Kitâbü't-tevhîd, bab 25'de zikredilen) hadisin Fethu'l-Bârî (XIII/444)'de geçtiği yerde Muhibbü'd-Dîn Hatîb'in düşğü dipnotta şöyle deniliyor : İbn Kayyim, æÅäå íäÔÆ ááäÇÑ ifâdesinin râvînin galatı olduğunu belirtmiştir. Daha evvel iki yerde geçtiği üzere; doğrusu íäÔÆ ááÌäøÉ olacaktır. Râvî burada ÇáÌäÉ yerine yanlışlıkla ÇáäÇÑ demiştir. Mustalahu'l-hadîs'de buna münkaleb/maklûb denir. Başka örnek ve izahlar için bkz. Mekânetü's-Sahîhayn, s.363 vd.)

6. Metindebazı lafızların tağyîri sebebiyle ihtilâf edilen rivâyetler. Genellikle bu durum, metnin sıhhatini gidermez (åĞÇ áÇíÊÑÊøÈ Úáíå ŞóÏúÍñ İí ÇáÃßËÑ) . Lafız farklılığı gösteren hadis metinlerinin aralarını cem' etmek bazen mümkündür ki, aslında bu muhtelif değil mü'telif'dir. (yani aralarının te'lifi kâbildir). Cem'etmek mümkün olmayanlarda; bazı rivâyetlerin diğerlerine tercih edilmesi açıkça ortada ise tercih edilen metin alınır. Bu ikisinin dışında; hem cem'etmek imkânsız hem de birinin diğerine tercih yönü zâhir değilse tevakkufdan başka yol yoktur. Böylesi çok nâdirdir. Çünkü bir çok tercih sebebi (müraccihât) varken ve özellikle çok iyi araştırıldıktan sonra, bir âlimin rivâyetlerden birini diğerlerine tercîh etmek suretiyle çözüm şekli bulamaması uzak bir ihtimâdir. Bu kısmın örnekleri; Ebû Hureyre'den gelen Ğõæ ÇáíÏíúä adlı sahâbî ile ilgili kıssa (*Buhârî, Salât 88, I/123), deve kıssası (*Buhârî, Şurût 4, III/174) ve babanın borcuna sadâkatle ilgili Câbir'den gelen hadislerdir. (*Hz. Peygamber'in Câbir b. Abdillah'ın devesini satın alması ve Câbir'in akid sırasında koyduğu şartla ilgili hadis ve izahı için bkz. Mekânetü's-Sahîhayn, s.374.)

! Dârekutnî ve diğer tenkitçi imamlar, sened tenkîdine önem verdikleri kadar metinle alâkalı olan tenkitle tam olarak uğraşmamışlardır. Zira isnadla alâkalı olan tenkit kapalı ve ince bir konudur. Hadisdeki ileli bilmeleriyle ma'ruf olan belli imamlardan başkası bunu anlayamaz. Metinle alâkalı olan tenkit ise böyle değildir. Şer'î ilimlerle meşgul olan meşhur âlimler, müfessirîn ve fukahâ gibi şerîatın aslî ve ferî meselelerini inceleyenler, usûl-i fıkh - usûl-i din ile ilgilenenlerin çoğu, bunu anlayabilir.

Bu noktada, bazı ilim adamları, metin tenkîdiniş muhaddisin işi saymamışlardır. Onların zannına göre, muhaddisin vazîfesi sened tenkîdiyle uğraşmaktır ki, bu iş onu metin tenkîdinden alıkoyar. Bu fikirde olanların maksadı şunu ortaya koymaktır: İsnâd cihetinden tenkîd, (başkaları muktedir olmadığı için) muhaddise ait husûsiyetlerden biridir, ondan istenen budur. Ancak bir (illet-i kâdiha) zuhûr ettiği takdirde metin tenkîdi de yapmalıdır. Nasıl ki hadisçi olmayanlar îcâb ettiği zaman metin tenkîdiyle uğraşıyorlarsa, muhaddisin yaptığı bu tür tenkîdin hükmü de diğerlerininkiyle aynıdır. (Yani hadisçi, diğer âlimlerin yaptığını yapmış olacaktır.) Hattâ metin tenkîdini bir muhaddisin yapması daha çok tercîh edilir. Hadis imamlarının çoğu metin tenkîdiyle uğraşşlardır. Ancak bilindiği üzere, isnâd tenkîdine nisbetle bunlar çok azdır. Metin tenkîdine örnek olarak; Sahih-i Buhârî'de İsmâil b. Abdillâh b. Ebî Üveysð kardeşi Abdulhamîdð İbn Ebî'z-Zi'bð Saîd el-Makburîð Ebû Hureyre tarîkiyle rivâyet edilmiş olan şu hadisi gösterebiliriz (*Buhârî, Enbiyâ 8, IV/110; Tefsîr 26.sûre, VI/16): "Kıyâmet günü Hz. İbrâhim, babası Âzerle üzeri tozlu ve simsiyah olduğu halde karşılaşır. Babasına, Ben sana dünyadayken bana âsî olma! demedim mi? der. Babası da ona, bugün ben sana âsî olmayacağım, der. Bunun üzerine İbrâhim: Ey Rabbim! Sen bana insanların diriltilecekleri gün beni zelîl ve rüsvay etmeyeceğini vâdetmiştin. Şimdi senin rahmetinden çok uzak olan babamın şu vaziyetinden daha zelîl ne olabilir? deyince Allah Teâlâ: Ya İbrâhim ! Ben cenneti kâfirlere kesinlike haram kıldım der". İsmâilî bu hadis hakkında diyor ki: "Bu haberin sahih olup olmadığını iyice düşünmek gerekir (åĞÇ ÎÈÑñ İí ÕÍøÊå äóÙóÑñ). Zira Hz. İbrâhim Allah'ın va'dinden dönmeyeceğini bilen bir kimsedir. Nasıl olur da, hem Allah'ın insanların tekrar diriltileceği gün kendisini rüsvây etmeyeceğine dâir va'dini haber verir, hem de babasına olanları zillet (ÎöÒúì) olarak değerlendirir? Bil ki Allah-ü Teâlâ verdiği sözden dönmez.!"

Bir de Dârekutnî aynı hadisi isnâdı açısından ta'lil etmiştir. (*et-Tetebbu', s.137, hadis no.16). Şöyle diyor: "Bu hadisi İbrâhim b. Tahmân İbn Ebî'z Zib'den, o da Saîd'den, Saîd de babası kanalıyla Ebû Hureyre'den rivâyet etmiştir." (*Bu sened zinciri Buhârî', Tefsîr, VI/16'da zikrediliyor. æ ŞÇá ÅÈÑÇåíã Èúäõ ØåãÇä lafzıyla başlayan hadise Dârekutnî'nin yönelttiği tenkîd; ÍÏøËäÇ denilmeyip ta'lîk yapılmasıdır.) Dârekutnî'nin sözlerine şöyle cevap verilmiştir: "Buhârî Kitâbü't-tefsîr'de İbrâhim b. Tahmân'dan hadisi ta'lîkan vermekle, bu konudaki hilâfı zikretmeyi ihmâl etmemiş olmaktadır." (*İbn Hacer, Feth, VIII/358'de İbrâhim'in hadisini Nesâî'nin, Ahmed b. Hafs b. Abdillah'ın babası kanalıyla İbrâhim'den rivâyet ederek vaslettiğini belirtiyor. Saîd ile Ebû Hureyre'nin arasında bir râvinin daha bulunduğunu gösteren rivâyeti muallak olarak alıyor. Zirâ Saîd muhtemelen hadisi hem babası kanalıyla Ebû Hureyre'den hem de bizzat Ebû Hureyre'den almıştır.)

Sahîhayn'ı ele alan bir kimsenin, onlara yöneltilen hem metin hem de sened tenkitlerini incelemesi/araştırması gerekmektedir." Tevcîhü'n-Nazar ilâ Usûli'l-Eser, s.328- 334.

 

 

 

 

BİBLİYOGRAFYA

*KUR'ÂN-I KERÎM

el-ABBÂSÎ, Abdü'r-Rahîm b. Abdi'r-Rahmân b. Ahmed,

Feydu'l-Bârî fî Şerhi Ğarîbi Sahîhi'l-Buhârî, Koca Râgıp Paşa Ktp., no.298, (yazma).

ABDÜ'L-BÂKÎ, Muhammed Fuad,

Miftâhu Künûzi's-Sünne, (Wensinck'den Arapça'ya çeviri), Kahire (Dâru'l-Hadîs).

Abdü'l-Hâlık, Abdü'l-Ğanî,

el-İmâmü'l-Buhârî ve Sahîhuh, Cidde 1985.

el-ACLÛNÎ, İsmâil b. Muhammed el-Cerrâhî,

el-Fevâidü'd-Derârî fî Tercemeti'l-İmâm Buhârî, Âtıf Efendi Ktp., no.1865, (yazma).

el-Ahdeb, Haldûn,

Esbâbü İhtilâfi'l-Muhaddisîn, Cidde 1987.

AHMED b. HANBEL,

Müsned, İstanbul 1992.

AHMED EMÎN,

Duha'l-İslâm, Kahire, tarihsiz, (10. baskı).

Fecru'l-İslâm, ? 1975.

AHMED NAİM,

Tecrîd-i Sarîh Tercemesi (Mukaddime), Ankara 1982.

el-AKÎKÎ, Necîb,

el-Müsteşrikûn, Kahire ?, 4. baskı.

el-ÂMİRÎ, Yahyâ b. Ebî Bekr,

er-Riyâdu'l-Müstetâbe fî Cümleti Men Ravâ fi's-Sahîhayn mine's-Sahâbe, Beyrut 1988.

el-ASKALÂNÎ, Ahmed b. Ali b. Hacer,

Hedyü's-Sârî Mukaddimetü Fethi'l-Bârî, Kahire 1986.

Fethu'l-Bârî bi Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Kahire 1986. (Dâru'r-Rayyân)

el-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe, Kahire 1972.

el-Metâlibü'l-Âliye bi Zevâidi'l-Mesânîdi's-Semâniye, Mekke, tarihsiz.

en-Nüket alâ Kitâbi'bni's-Salâh, Riyad 1988.

Tağlîku't-Talîk alâ Sahîhi'l-Buhârî, Beyrut 1985.

Tehzîbü't-Tehzîb, Beyrut 1991.

ÂŞIK, Nevzat,

Hazreti Âişe'nin Hadisciliği, İzmir 1987.

el-ATABEKÎ, Ebü'l-Mehâsin Cemâlü'd-Dîn,

en-Nücûmü'z-Zâhire fî Mülûki Mısra ve'l-Kâhire, Beyrut 1992.

ATEŞ, Ali Osman,

Kur'an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, İstanbul 1995.

ATEŞ, Süleyman,

Gerçek Din Bu, İstanbul 1991.

Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsîri, İstanbul 1989.

AYDEMİR, Abdullah,

İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Ankara 1992.

el-AYNÎ, Bedrü'd-Dîn Mahmud b. Ahmed,

Umdetü'l-Kârî li Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Beyrut, tarihsiz.

el-A'ZAMÎ, Muhammed Mustafa,

İlk Devir Hadis Edebiyatı, (Studies in Early Hadith Literatüre), terc. Hulûsi Yavuz, İstanbul 1993.

Menhecü'n-Nakd inde'l-Muhaddisîn Neş'etühû ve Târîhuhû, Riyad 1982.

T.D.V.İ.A., Buhârî maddesi, İstanbul 1992.

el-BÂBERTÎ, Muhammed b. Mahmûd,

el-İnâye, (İbnü'l-Hümâm'ın Hidâye şerberaber).

el-BÂCÎ, Ebü'l-Velîd Süleyman b. Halef,

et-Ta'dîl ve't-Tecrîh limen Harrace lehü'l-Buhârî fi'l-Câmiı's-Sahîh, Riyad 1986.

el-BAĞDÂDÎ, Ebû Bekr Ahmed b. Ali el-Hatîb,

Târîhu Bağdâd ev Medînetü's-Selâm, Beyrut, tarihsiz.

el-Kifâye fî İlmi'r-Rivâye, Beyrut 1986.

BARTHOLD,

İ.A., Buhâra maddesi, İstanbul 1942.

Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, İstanbul 1981.

The Encyclopaedia of İslam (New edition), Bukhara maddesi, Leiden 1979.

BAŞARAN, Selman,

İbn Hazm'ın Kütüb-i Sitte'ye Bakışı, İslâmî Araştırmalar Dergisi, 1988, cilt.II sayı.VI.

el-BEHNESÂVÎ, Sâlim Ali,

es-Sünnetü'l-Müfterâ Aleyhâ, Kâhire 1989.

BEKR b. ALİ,

şiyetün Acîbetün Şâfiye alâ Bâbi'l-Evveli'l-Muâdili li'l-Ebvâbi Küllihâ min Sahîhi'l-Buhârî, Beyazıt Ktp., no.891.

el-BELÂZURÎ, Ahmed b. Yahyâ,

Fütûhu'l-Büldân, terc. Mustafa Fayda, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ankara 1987.

el-BEYHAKÎ, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn,

Delâilü'n-Nübüvve ve Ma'rifetü Ahvâli Sâhibi'ş-Şerîa, Beyrut 1985.

el-BUHÂRÎ, Muhammed b. İsmâil,

el-Câmiu's-Sahîhu'l-Müsnedü'l-Muhtasar min Umûri Rasûli'llâhi ve Sünenihî ve Eyyâmih, İstanbul 1992, Çağrı Yay., (Âmire nüshasından tıpkı basım).

el-Edebü'l-Müfred, Beyrut 1989.

Halku Ef'âli'l-İbâd, İstanbul 1992, (Yusuf Özbek'in Türkçe tercümesi ile birlikte).

et-Târîhu'l-Kebîr, Diyarbakır, tarihsiz.

et-Târîhu's-Sağîr, Kahire 1977.

el-BUHÂRÎ, Abdü'l-Azîz b. Ahmed,

Keşfü'l-Esrâr, İstanbul 1307.

el-BULKÎNÎ, Abdu'r-Rahmân Sâlih b. Abdi'l-Hâlık,

el-İfhâm limâ fi'l-Buhârî mine'l-İbhâm, Yusufağa Ktp., no.5265, (yazma).

CAETANİ, Leone,

İslâm Tarihi (Annali dell'Islam), Terc. Hüseyin Câhit (Yalçın), İstanbul 1924.

CÂNAN, İbrâhim,

Yeni Usûl-i Hadîs, İzmir 1982.

el-CESSÂS, Ebû Bekr Ahmed b. Ali,

Ahkâmü'l-Kur'ân, Kahire, tarihsiz.

el-CEVÂBÎ, Muhammed Tâhir,

Cühûdü'l-Muhaddisîn fî Nakdi Metni'l-Hadîsi'n-Nebevi'yyiş-Şerîf, Tunus 1991.

el-CEZÂİRÎ, Tahir b. Sâlih b. Ahmed,

Tevcîhü'n-Nazar ilâ Usûli'l-Eser, Beyrut, tarihsiz.

el-CÜRCÂNÎ, eş-Şerîf Ali b. Muhammed,

et-Ta'rîfât, Beyrut 1988.

ed-DÂREKUTNÎ, Ali b. Ömer,

el-İlzâmât ve't-Tetebbu', Beyrut 1985.

es-Sünen, Kahire 1386.

ed-DEHLEVÎ, Abdü'l-Azîz,

Büstânü'l-Muhaddisîn, Terc. A. Osman Koçkuzu, Ankara 1986.

ed-DEHLEVÎ, Şah Veliyyullâh ,

Huccetullâhi'l-Bâliğa, Beyrut 1990.

*Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul 1986.

DOZY, Reinhart,

Târîh-i İslâmiyet (Essai sur l'Historie de l'İslamisme), Terc. Abdullah Cevdet, Mısır 1908.

EBÛ FÂRİS, Muhammed Abdü'l-Kâdir,

Fıkhu'l-İmâmü'l-Buhârî, Ürdün 1989.

EBÛ RAYYE, Mahmûd,

Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, (Advâün ale's-Sünneti'l-Muhammediyye), Terc. Muharrem Tan, İstanbul 1988.

EBÛ ŞEHBE, Muhammed,

Sünnet Müdâfâsı (Difâun ani's-Sünne), Terc. Mehmed Görmez-M.Emin Özafşar, Ankara 1990.

EBÛ YA'LÂ, Ahmed b. Ali el-Mevsılî,

Müsned, Beyrut 1984.

EBÛ YA', Kadı Ebü'l-Hüseyn el-Ferrâ,

Tabakâtü'l-Hanâbile, Kahire 1952.

EBÛ ZEHRA, Muhammed ,

es-Sünnetü Teblîğu'n-Nebiyyi, (Cem'iyyetü'l-Islâhi'l-İctimâî risalesinde bulunan makalesi).

EBÛ ZEHV, Muhammed Muhammed,

el-Hadîs ve'l-Muhaddisûn ev İnâyetü'l-Ümmeti'l-İslâmiyyeti bi's-Sünneti'n-Nebeviyye, Beyrut 1984.

el-EDLİBÎ, Salâhu'd-Dîn b. Ahmed,

Menhecü Nakdi'l-Metn ınde Ulemâi'l-Hadîsi'n-Nebevî, Beyrut 1983.

el-ENDELÜSÎ, İbn Abdi Rabbih,

el-Ikdü'l-Ferîd Beyrut 1954.

*Fehârisü't-Târîhi'l-Kebîr, Beyrut 1987.

el-FÎRÛZÂBÂDÎ, Mecdüddîn Muhammed b. Ya'kûb,

el-Kâmûsü'l-Muhît, Beyrut 1987.

el-GAZZÂLÎ, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed,

el-Mustasfâ min İlmi'l-Usûl, Beyrut 1994.

Feysalü't-Tefrika beyne'l-İslâm ve'z-Zendeka, (İslâm'da Müsâmaha adıyla Türkçeye terc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1990.

el-GAZZÂLÎ, Muhammed,

es-Sünnetü'n-Nebeviyye beyne Ehli'l-Fıkh ve Ehli'l-Hadîs, Kahire 1992.

GOLDZİHER, Ignaz,

Muhammedanische Studien (Fr. Etudes sur la Tradition Islamique), Fransızcadan terc. Mehmed S. Hatiboğlu, Ankara 1969, (basılmamış).

GÜNGÖR, Mevlüt,

Cassâs ve Ahkâmu'l-Kur'ân'ı, Ankara 1989.

el-ĞASSÂNÎ, Ebû Ali el-Ceyyânî,

et-Tenbîh ale'l-Evhâmi'l-Vakıa fi's-Sahîhayn min Kıbeli'r-Ruvât (Kısmü'l-Buhârî), Riyad 1987.

Kitâbü Me'tülife Hattuhû ve'htülife Lafzuhû min Esmâi Ruvâti's-Sahîhayn, Beyazıt Ktp., no.1211, (yazma).

el-ĞUNEYMÎ, Abdü'l-Ğanî,

Keşfü'l-İltibâs ammâ Evradehü'l-İmâmü'l-Buhârî alâ Ba'di'n-Nâs, Halep 1993.

el-HAMEVÎ, Yâkût,

Mu'cemü'l-Büldân, Beyrut, tarihsiz.

el-HAMDÂNÎ, Nizâr b. Abdi'l-Kerîm b. Sultân,

Fıkhu'l-İmâmi'l-Buhârî, Mekke 1412/1992.

HAMÎDULLAH, Muhammed,

İslam Peygamberi, Hayâtı ve Faâliyeti (Le Prophéte de l'Islam, sa vie et son euvre), Terc. Sâlih Tuğ, İstanbul 1990.

el-HANBELÎ, Ebü'l-Felâh İmâd,

Şezerâtü'z-Zeheb fî Ahbâri Men Zeheb, Beyrut, tarihsiz.

el-HAREZMÎ, Celâlü'd-Dîn,

el-Kifâye, (İbnü'l-Hümâm'ın Hidâye şerhiyle beraber).

el-HATÎB, el-Bağdâdî,

el-Kifâye fî İlmi'r-Rivâye, Beyrut 1986.

el-HATÎB, Muhammed Accâc,

es-Sünnetü Kable't-Tedvîn, Beyrut 1993.

HATİBOĞLU, Mehmed S.,

Hazret-i Âişe'nin Hadis Tenkidciliği, Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesi Dergisi 1973, cilt.XIX.

el-HATTÂBÎ, Ebû Süleymân,

A'lâmü'l-Hadîs fî Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Mekke 1988.

el-HÂZİMÎ, Muhammed b. Mûsâ,

Şurûtü'l-Eimmeti'l-Hamse, Kahire 1357.

el-HEREVÎ, Ali b. Sultân Muhammed el-Kârî el-Hanefî,

Kitâbü Mustalahâti Ehli'l-Eser fî Şerhi Tavdîhi Nuhbeti'l-Fiker, Beyazıt Ktp., no.799, (yazma).

el-HEYSEMÎ, Nûru'd-Dîn Ebü'l-Hasen,

Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, Beyrut 1982.

HOROVİTZ, J.,

el-Meğâzi'l-ûlâ ve Müelifûhâ, Mısır 1949.

el-HUMEYDÎ, Ebû Bekr Abdullah b. ez-Zübeyr,

el-Müsned, Medine, tarihsiz.

el-HÜSEYNÎ, Abdülmecid Hâşim,

el-İmâmü'l-Buhârî Muhaddisen ve Fakîhen, Beyrut, tarihsiz.

el-HÜSEYNÎ, şim Ma'rûf,

Dirâsât fi'l-Kâfî li'l-Küleynî ve's-Sahîh li'l-Buhârî, Lübnan 1968.

el-IRÂKÎ, Ebü'l-Fadl Zeynü'd-Dîn,

Fethu'l-Muğîs bi Şerhi Elfiyyeti'l-Hadîs, Beyrut 1988.

et-Takyîd ve'l-îdâh limâ Utlika ve Uğlika min Mukaddimeti İbni's-Salâh, Beyrut 1993.

el-IRÂKÎ, Ebû Zür'a Ahmed b. Abdi'r-Rahîm,

el-Beyân ve't-Tavdîh, Beyrut 1990.

el-ISBAHÂNÎ, Ebû Nuaym,

Hilyetü'l-Evliyâ ve Tabakâtü'l-Asfiyâ, Beyrut 1967.

el-ISTAHRÎ, Ebû İshâk el-Fârisî,

Mesâlikü'l-Memâlik, Leiden 1927.

ITR, Nûru'd-Dîn,

Menhecü'n-Nakd fî Ulûmi'l-Hadîs, Dımeşk 1988.

el-IZZÎ, Abdü'l-Mün'ım Sâlih,

Difâun an Ebî Hureyre, Bağdat, tarihsiz.

İBN ABDİ'L-BERR, Yûsuf en-Nemerî,

Câmiu Beyâni'l-İlmi ve Fadlih ve mâ Yenbağî fî Rivâyetihî ve Hamlih, Beyrut, tarihsiz.

İBN ADİYY, Ebû Ahmed Abdullah,

Esâmî Men Ravâ anhüm Muhammed b. İsmâîl el-Buhârî min Meşâyihıhi'llezîne Zekerahüm fî Câmiıhi's-Sahîh, Beyrut 1994.

el-Kâmil fî Duafâi'r-Ricâl, Beyrut 1988.

İBN ÂŞÛR, Muhammed et-Tâhir,

en-Nazaru'l-Fesîh ınde Medâikı'l-Enzâr fi'l-Câmiı's-Sahîh, Tunus 1979.

İBN BELBÂN, Alâü'd-Dîn el-Fârisî,

el-İhsân bi Tertîbi Sahîhi İbn Hıbbân, Beyrut 1987.

İBN DAKÎKİ'L-ÎD,

el-Iktırâh fî Beyâni'l-Istılâh, Bağdad 1982.

İBN EBÎ HÂTİM, Muhammed Abdu'r-Rahmân er-Râzî,

el-Cerh ve't-Ta'dîl, Haydarâbad 1952.

İBN EBÎ ŞEYBE, Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed,

el-Musannef, Pakistan/Karaçi 1986.

İBN FÛREK, Ebû Bekr,

şkilü'l-Hadîs ve Beyânühû, Beyrut 1985.

İBN HALDÛN, Muhammed b. Abdi'r-Rahmân,

Mukaddime, Terc. Zâkir Kâdirî Ugan, M.E.B. Yay, İstanbul 1989.

İBN HALLİKÂN , Ebü'l-Abbâs Şemsüddîn Ahmed,

Vefeyâtü'l-Ayân ve Enbâü Ebnâi'z-Zemân, Beyrut 1968.

İBN HAVKAL, Ebü'l-Kâsım,

Sûratü'l-Arz, Leiden 1938.

İBN HAZM, Ali b. Ahmed b. Saîd ez-Zâhirî,

el-Muhallâ, Kahire, tarihsiz.

el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm, Kahire, tarihsiz.

İBN HÜMÂM, Kemâl,

Fethu'l-Kadîr li'l-Âcizi'l-Fakîr, Beyrut, tarihsiz.

İBN KAYYIM, Muhammed b. Ebî Bekr el-Cevziyye,

el-Menârü'l-Münîf fi's-Sahîhi ve'd-Daîf, Kahire 1389.

Muhtasaru's-Savâikı'l-Mürsele ale'l-Cehmiyye ve'l-Muattıle, Kahire 1994.

Zâdü'l-Meâd fî Hedyi Hayri'l-Ibâd, Kuveyt 1994.

İBN KEMAL PAŞA, Şemsü'd-Dîn Ahmed b. Süleyman,

Risâletün Tetealleku bi'l-Buhâriyyi mine'l-Hadîsi fî Bâbi Keyfe Kâne Bed'ül-Vahy, Süleymâniye Ktp., Fatih böl., no.5381, (yazma(

İBN KESÎR, İmâdü'd-Dîn Ebü'l-Fidâ,

el-Bidâye ve'n-Nihâye, Mısır 1932.

Nihâyetü'l-Bidâye ve'n-Nihâye fi'l-Fiten ve'l-Melâhim, Riyad 1968.

İhtisâru Ulûmi'l-Hadîs (el-Bâisü'l-Hasîs), Beyrut 1408.

İBN KEYKELDÎ, Salâhüddîn Halil el-Alâî,

Keşfü'n-Nikâb ammâ Ravâ'ş-Şeyhân li'l-Ashâb, Süleymaniye Ktp., Çelebi Abdullah Efendi böl., no.76/2, (yazma).

şkilü's-Sahîhayn, SüleymâniyKtp., Çelebi Abdullah Efendi böl., no.76/2, (yazma).

İBN KUTEYBE, Abdullah b. Müslim ed-Dineverî,

Te'vîlü Muhtelifi'l-Hadîs (Hadis Müdâfaası), Terc. Hayri Kırbaşoğlu, İstanbul 1989.

İBN MÂKÛ, el-Emîr Ebû Nasr,

el-İkmâl fî Rafil-İrtiyâb ani'l-Mü'telif ve'l-Muhtelif fi'l-Esmâi ve'l-Künâ ve'l-Ensâb, Haydarâbad 1962.

İBN MANZÛR, Cemâlü'd-Dîn Muhammed,

Lisânü'l-Arab, Beyrut 1956.

İBN el-MÜNEYYİR, Nâsıru'd-Dîn,

el-Mütevârî alâ Ebvâbi'l-Buhârî, Ürdün 1990.

İBN en-NEDÎM, Muhammed b. İshâk,

el-Fihrist, Leipzig 1871.

İBN SA'D, Ebû Abdillah Muhammed,

et-Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrut 1968.

İBN es-SAH, eş-Şehrazûrî,

Ulûmü'l-Hadîs, Dımeşk 1986.

İBN TEYMİYYE,

Der'ü Teâruzi'l-Akli ve'n-Nakl ev Muvâfakatü Sahîhi'l-Menkûl li Sarîhi'l-Ma'kûl, Kahire 1971.

Mecmûu Fetâvâ Şeyhi'l-İslâm Ahmed b. Teymiyye, S. Arabistan, tarihsiz. (Mektebetü't-Takvâ)

*İncili Şerif, İstanbul 1976. (Kitâb-ı Mukaddes Şirketi)

KADI IYÂZ, Ebü'l-Fadl es-Sebtî el-Yahsubî,

Meşâriku'l-Envâr alâ Sıhâhi'l-Âsâr, Kahire, tarihsiz. (Dâru't-Türâs)

el-KÂNDEHLEVÎ, Muhammed Zekeriyyâ,

Mukaddü Lâmiud-Derârî alâ Câmiı'l-Buhârî (el-Gangohî, Reşid Ahmed), Mekke 1975.

KANDEMİR, Yaşar,

Mevzû Hadisler, Ankara 1970.

Sahîhayn'e Yöneltilen Tenkidlerin Değeri, (İSAV tarafından 1995 yılı sonunda tertiplenmesi planlanan Sünnetin Dindeki Yeri konulu milletlerarası tartışmalı ilmî toplantıda sunulacak olan tebliğ).

el-KANNÛCÎ, Sıddık Hasen Han,

el-Hıtta fî Zikri's-Sıhâhi's-Sitte, Beyrut 1985.

el-KARDÂVÎ, Yusuf,

Sünneti Anlamada Yöntem (Keyfe Neteâmelü mea's- Sünneti'n-Nebeviyye), Terc. Bünyamin Erul, İstanbul 1993.

*Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözğü, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1991.

el-KÂSIMÎ, Muhammed Cemâlü'd-Dîn,

Hayâtü'l-Buhârî, Beyrut 1992.

Mehâsinü't-Te'vîl (Tefsîru'l-Kâsımî), Mısır 1957.

el-KASTALLÂNÎ, Ahmed b. Muhammed,

İrşâdü's-Sârî li Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Mısır 1307.

KÂTİP ÇELEBİ,

Keşfü'z-Zünûn an Esâmi'l-Kütübi ve'l-Fünûn, İstanbul 1943.

KEHHÂLE, Ömer Rızâ,

Mu'cemü'l-Müellifîn Terâcimü Musannifi'l-Kütübi'l- Arabiyye, Beyrut, tarihsiz.

el-KEBÂZÎ, Ahmed b. Muhammed,

Ricâlü Sahîhi'l-Buhârî (el-Hidâye ve'l-İrşâd fî Ma'rifeti Ehli's-Sikati ve's-Sedâd), Beyrut 1987.

el-KİRMÂNÎ, Şemsü'd-Dîn Muhammed b. Yûsuf,

el-Kevâkibü'd-Derârî fî Şerhi Sahîhi'l-Buhârî (Sahîhu'l-Buhârî bi Şerhi'l-Kirmânî), Mısır 1937.

KİTAPÇI, Zekeriya,

Türkistan'da İslamiyet ve Türkler, Konya 1988.

el-KETTÂNÎ, Muhammed b. Ca'fer,

er-Risâletü'l-Müstatrafe liş Beyâni Meşhûri Kütübi's- Sünneti'l-Müşerrafe, Beyrut 1986.

el-KETTÂNÎ, Yûsuf,

Menhecü'l-İmâmü'l-Buhârî fî İlmi'l-Hadîs, Fas/Rabat 1984.

el-KEVSERÎ, Muhammed Zâhid,

Makâlât'ül-Kevserî, Kahire, 1372.

el-KİNÂNÎ, Muhammed b. Arrâk,

Tenzîhü'ş-Şerîati'l-Merfûa ani'l-Ahbâri'ş-Şenîati'l-Mevzûa, Beyrut 1981.

KOÇKUZU, Ali Osman,

Hadiste Nâsih-Mensûh Meselesi, İstanbul 1985.

KÖKSAL, M. Âsım,

Müsteşrik Caetani'nin Yazdığı İslâm Târihi'ndeki İsnad ve İftirâlara Reddiye, Ankara 1986.

el-KUDSÎ, Muh. b. Muh. b. Muhammed b. Dâvûd,

Envâru'l-Lâmiı's-Sabîh ve Esrâru'l-Câmiı's-Sahîh, Manisa Kitap Sarayı, no.2990/3, (yazma).

el-KUDSÎ, Abdü's-Settâr Abdü'l-Hamîd,

Bid'atcının Rivâyeti, terc. Selahaddin Polat, Erciyes Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Kayseri 1986, sayı.III.

*Küllü Mâ fi'l-Buhârî Sahîhun, Cem'iyyetü'l-Islâhi'l-İctimâî risâleleri, Kuveyt 1966, sayı.vıı.

KUREYŞÎZÂDE, Muhammed Fevzi,

el-Feydu'l-Cârî fî Tarîfi'l-Beydâvî ve'l-Buhârî, Süleymâniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi böl., no.4605, (yazma)

el-LEKNEVÎ, Ebü'l-Hasenât Muhammed Abdü'l-Hayy,

el-Fevâidü'l-Behiyye fî Terâcimi'l-Hanefiyye, Beyrut 1324.

er-Raf'u ve't-Tekmîl fi'l-Cerhi ve't-Ta'dîl, Beyrut 1987.

LE STRANGE, G.,

Büldânü'l-Hilâfeti'ş-Şarkiyye, Beyrut 1985.

el-MAKDİSÎ, Muhammed b. Tahir,

Şurûtü'l-Eimmeti's-Sitte, Kahire 1357.

el-MAKDİSÎ, Şemsü'd-dîn Ebû Abdillâh,

Ahsenü't-Tekâsîm fî Ma'rifeti'l-Ekâlîm, Leiden 1902.

MÂLİK b. Enes,

el-Muvatta', Beyrut 1990.

el-MÂLİKÎ, Muhammed b. Alevî,

el-Menhelü'l-Latîf fî Usûli'l-Hadîsi'ş-Şerîf, Cidde? 1990.

el-MÂVERDÎ, Ali b. Muhammed,

en-Nüketü ve'l-Uyûn (Tefsîru'l-Mâverdî), Beyrut 1992.

MEHMET TÂHİR, Bursalı,

Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333.

el-MEVDÛDÎ, Ebü'l-A'lâ,

Meseleler ve Çözümleri (Resâil ve Mesâil), Urduca'dan terc. Yusuf Karaca, İstanbul 1990.

MİRAS, Kâmil,

Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1982.

MOLLA HÂTIR, Halil İbrâhim,

Mekânetü's-Sahîhayn, Kahire 1402.

MUHAMMED ABDUH - MUHAMMED REŞÎD RIZÂ,

Tefsîru'l-Menâr (Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm), Mısır 1928.

MUHAMMED ESED,

Sahîhu'l-Bukhari The Early Years of İslam, Dar-al-Andalus, Great Britain Limited 1981.

el-MÜBÂREKFÛRÎ, Abdü's-Selâm,

Sîretü'l-İmâmi'l-Buhârî, Hindistan/Bombay 1987.

el-MÜBÂREKFÛRÎ, Ebü'l-Ulâ Abdu'r-Rahmân b. Abdi'r-Rahîm, Tuhfetü'l-Ahvezî bi Şerhi Câmiı't-Tirmizî, Beyrut 1990.

MÜSLİM B. HACCÂC, el-Kuşeyrî,

Mukaddime (t'üs-Sahîh), Beyrut, tarihsiz.

en-NEDVÎ, Takıyyü'd-Dîn el-Muzâhirî,

el-İmâmü'l-Buhârî İmâmü'l-Huffâzi ve'l-Muhaddisîn, Dımeşk, tarihsiz, A'lâmü'l-Müslimîn serîsi, no.13.

en-NERŞAHÎ, Muhammed b. Ca'fer,

Târîh-i Buhâra, Farsça terc. Ebû Nasr el-Kubâvî, Pâiz 1363.

en-NESEFÎ, Ebü'l-Berekât Ahmed b. Mahmûd,

Keşfü'l-Esrâr Şerhi'l-Menâr, Bulak 1316.

en-NEVEVÎ, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref,

Mâ Temessü ileyhi Hâcetü'l-Kârî li Sahîhi'l-İmâm Buhârî (Mukaddimetü Şerhi'l-Buhârî), Beyrut, tarihsiz.

Mukaddime (tü Şerhi Sahîhi Müslim), Beyrut, tarihsiz.

et-Takrîb ve't-Teysîr li marifeti Süneni'l-Beşîri'n-Nezîr, Beyrut 1986.

Tehzîbü'l-Esmâi ve'l-Luğât, Beyrut, tarihsiz.

en-NÎSÂBÛRÎ, Hâkim,

Kitâbü'l-Medhal, Süleymâniye Ktp., Şehid Ali Paşa böl. no.346/2, (yazma(.

Ma'rifetü Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut 1986.

el-Müstedrek ale's-Sahîhayn, Beyrut 1990.

Tesmiyetü Men Ahracehümü'l-Buhârî ve Müslim, Beyrut 1987.

OKİÇ, Muhammed Tayyib,

Bazı Hadis Meseleleri Üzerinde Tetkikler, İstanbul 1959.

ÖZBEK, Yusuf,

Hadis Literatürü, (er-Risâletü'l-Müstatrafe tercümesi), İstanbul 1994.

el-PEZDEVÎ, Ebü'l-Yüsr,

Usûlü'd-Dîn, Kâhire 1963.

el-PEZDEVÎ, Ebü'l-Usr,

Usûlü'l-Fıkh, İstanbul 1307.

POLAT, Selahaddin,

Buhârî'nin Sahîh'ine Yapılan Bazı Tenkidlerin Değerlendirilmesi, Erciyes Üniv. Sosyal Bilimler Enst. Dergisi, Kayseri 1990.

Hadiste Metin Tenkidi, I-II-III, Erciyes Üniv. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Kayseri 1989, 1990, 1991; sayı. VI, VII, VIII.

er-RÂZÎ, Ebû Zür'a ve İbn Ebî Hâtim,

Kitâbü Beyâni Hatai Muhammed b. İsmâil el-Buhârîş fî Târîhihî, Haydarâbad 1138.

er-RÂZÎ, Fahrü'd-Dîn,

et-Tefsîru'l-Kebîr (Mefâtîhu'l-Ğayb), Mısır, tarihsiz.

REŞİD RIZÂ, Muhammed ,

Mecelletü'l-Menâr, Mısır 1345, 1346, 1353; sayı.27,29, 34.

es-SAFEDÎ, Salâhü'd-Dîn Halil b. Aybek,

Kitâbü'l-Vâfî bi'l-Vefeyât, Wiesbaden 1981.

SAKALLI, Talat,

Halîfe Me'mûn ve Hadiscilerle Olan Münâsebetleri, I-II, Erciyes Üniv. İlah. Fak. Dergisi, Kayseri 1989-90, sayı. VI, VII.

SÂLİH EBÛ BEKR, es-Seyyid,

el-Advâü'l-Kur'âniyye fî'ktisâhi'l-Ehâdîsi'l-İsrâiliyye ve Tathîri'l-Buhârî minhâ, yer ve tarihsiz.

es-SAN'ÂNÎ, Abdü'r-Rezzâk b. Hemmâm,

Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîz (Tefsîru Abdi'r-Rezzâk), Beyrut 1991.

el-Musannef, Beyrut 1971.

es-SEHÂVÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdi'r-Rahmân,

Fethu'l-Muğîs bi Şerhi Elfiyyeti'l-Hadîs, Beyrut 1992.

es-SEM'ÂNÎ, İbn Mansûr,

el-Ensâb, Beyrut 1988.

Edebü'l-İmlâ ve'l-İstimlâ, Leiden 1952.

es-SERAHSÎ, Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed,

Usûlü's-Serahsî, Haydarâbad, tarihsiz.

es-SEYREVÂN, Abdü'l-Azîz İzzü'd-Dîn,

el-Mecmû' fi'd-Duafâi ve'l-Metrûkîn, Beyrut 1985.

SEZGİN, M. Fuad,

Buhârî'nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar, İstanbul 1956.

İslam Tarihinin Kaynağı Olmak Bakımından Hadis'in Ehemmiyeti, İstanbul Üniv. Edebiyat Fakültesi İslâm Tetkikleri Enst. Dergisi, İstanbul 1956-57.

es-SIDDÎK BEŞÎR NASR,

Davâbıtü'r-Rivâye ınde'l-Muhaddisîn, Trablus 1992.

es-SİBÂÎ, Mustafa,

es-Sünnetü ve Mekânetühâ fi't-Teşrîi'l-İslâmî, Kâhire 1961.

es-SİCİSTÂNÎ, Ebû Dâvud,

Sünen, İstanbul 1992.

SOFUOĞLU, M. Cemal,

Muhammed Sâdık Necmi'nin Buhârî'ye Yönelttiği Bazı Tenkidler, (Haziran 1987 Erciyes Üniv. İlâhiyat Fakültesi Buhârî Sempozyumu'nda sunulan tebliğ), D. E. Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, İzmir 1989, sayı.VI.

SUBHİ es-SÂLİH,

Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, Terc. M. Yaşar Kandemir, Ankara 1988.

es-SÜBKÎ, Tâcüddîn Ebû Nasr,

Tabakâtü'ş-Şâfiiyyeti'l-Kübrâ, Halep 1964.

es-SÜYÛTÎ, Celâlü'd-Dîn Abdurân b. Ebî Bekr,

Tedrîbü'r-Râvî fî Şerhi Takrîbi'n-Nevâvî, Beyrut 1993.

et-Tevşîh (ale'l-Câmiı's-Sahîh), Konya Yusufağa Ktp., no.4675, (yazma).

ed-Dürrü'l-Mensûr fi't-Tefsîri bi'l-Me'sûr, Mısır 1306.

eş-ŞÂÎ, Muhammed b. İdrîs,

er-Risâle, Mısır 1940.

Dîvânü'ş-Şâfiî, Kahire 1985.

ŞEMSEDDİN SÂMİ,

Kâmûsü'l-A'lâm, İstanbul 1306.

ŞEŞEN, Ramazan,

T.D.V.İ.A., Buhara maddesi, İstanbul 1992.

eş-ŞEVKÂNÎ, Muhammed b. Ali b. Muhammed,

Fethu'l-Kadîr el-Câmiu beyne Fenneyi'r-Rivâyeti ve'd-Dirâyeti min İlmi't-Tefsîr, Kahire 1993.

ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ,

Mevkıfü'l-Akli ve'l-İlmi ve'l-Âlim mine'r-Rabbi'l-Âlemîn ve İbâdihi'l-Murselîn, Beyrut 1981.

eş-ŞINKÎTÎ, Muhammed el-Hıdr el-Cekînî,

Kevseru'l-Meâni'd-Derârî fî Keşfi Habâyâ Sahîhi'l-Buhârî, Amman 1988.

et-TABERÂNÎ, Ebü'l-Kâsım Süleyman b. Ahmed,

el-Mu'cemü'l-Kebîr, Beyrut 1986.

et-TABERÎ, Muhammed b. Cerîr,

Câmiu'l-Beyân an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân, Mısır 1954.

et-TAHÂVÎ, Ebû Ca'fer Ahmed b. Muhammed,

şkilü'l-Âsâr, Haydarâbad 1333.

et-TÂNEVÎ, ZafAhmed,

Kavâid fî Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut 1972.

İ'lâü's-Sünen, Pakistan/Karaçi 1396.

et-TİRMİZÎ, Muhammed b. Îsâ b. Serve,

Sünen, İstanbul 1992.

UGAN, Zâkir Kâdirî,

Dînî ve Gayr-ı Dînî Rivâyetler, Dârü'l-Fünûn İlah. Fak. Mecmuâsı, Teşrîn-i Sânî 1926, c.IV.

UĞUR, Müctebâ,

Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözğü, Ankara 1992.

Buhari, Kültür Bakanlığı yayınları, Ankara 1989.

Halk-ı Kur'an Meselesi, A.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, Ankara 1970, c. 20.

ÜNAL, İsmail Hakkı,

İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Ankara 1994.

VAMBERY, Arminius,

Târîhu Buhâra, (Yazılış tarihi 1872), Arapça terc. Dr. Ahmed Mahmûd es-Sâdâtî, Kahire 1987.

VÂSITÎ,

Şerhu Müşkili'l-Buhârî, Millet Ktp., Feyzullah Efendi böl., no.439, (yazma).

el-VEZÎR, Muhammed b. İbrâhim,

el-Avâsım ve'l-Kavâsım fi'z-Zebb an Sünneti Ebi'l-Kâsım, Beyrut 1992.

YARDIM, Ali,

Hadis I-II, İzmir 1984.

İmam Muhammed Buhârî (Türk Düşünce Tarihi adlı basılmamış eser için hazırlanan makâle).

Buhârî ve et-Târîhu'l-Kebîr'i, D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, İzmir 1989, sayı.V.

YAVUZ, A. Fikri,

Ahlak Hadisleri, (el-Edebü'l-Müfred Tercümesi), İstanbul 1979.

YAZIR, Elmalılı Muhammed Hamdi,

Hak Dini Kur'ân Dili (Yeni Mealli Türkçe Tefsir), İstanbul 1979.

YUSUF EFENDİZÂDE, Ebû Muh. Abdullah b. Muhammed,

Necâhü'l-Kârî li Sahîhi'l-Buhârî, Yusufağa Ktp., no.314, (yazma).

ez-ZÂHİDÎ, Senâullah,

Tevcîhü'l-Kârî ile'l-Kavâidi ve'l-Fevâidi'l-Usûliyyeti ve'l-Hadîsiyyeti ve'l-İsnâdiyyeti fî Fethi'l-Bârî, Beyrut (Dâru'l-Fikr), tarihsiz.

ez-ZEBÎDÎ, Muhammed Murtezâ el-Hüseynî,

Tâcü'l-Arûs min Cevâhiri'l-Kâmûs, Mısır 1306.

ez-ZEHEBÎ, Osman b. Kaymaz,

Mizânü'l-İ'tidâl fî Nakdi'r-Ricâl, Mısır 1963.

el-Mûkıza fî İlmi Mustalahi'l-Hadîs, Beyrut 1405.

el-Müştebeh fi'r-Ricâl Esmâihim ve Ensâbihim, Mısır 1962.

er-Ruvâtü's-Sikâtü'l-Mütekellemü fîhim bimâ lâ Yûcibu Raddehüm, Beyrut 1992.

Siyeru Alâmi'n-Nübelâ, Beyrut 1985.

Tezkiretü'l-Huffâz, Beyrut 1376.

Zikru Esmâi Men Tüküllime fîhi vehüve Müvessekun, Ürdün 1986.

ez-ZERKEŞÎ, Bedrü'd-Dîn,

el-İcâbe li İrâdi me's-tedrekethü Âişe ale's-Sahâbe, Dımeşk 1939.

*Zend-Avesta/Vendîdât, Sacred Books of the East serîsi (1-50), Ed. F. Max Müller, Terc. James Darmesteter, Delhi 1988.

ZİYA ŞÜKÛN,

Gencine-i Güftâr Ferheng-i Ziyâ (Farsça-Türkçe Lügat), M.E.B. Yay., İstanbul 1984.

ZÜBEYR SIDDÎKÎ, Muhammed,

Hadith Literatüre; Its Origin, Development, Special Features and Criticism, Calcutta 1961.