-2-

İSLAMİ ESASLARA BAĞLILIK İLKESİ

- Biz TÜRK'üz!.. Her mânâsıyla TÜRK'üz!., İşte o kadar!.. Bize İYİ MÜSLÜMAN olmak yeter!..
(Bakınız:
AÇIKLAMALAR, 1)

- ALLAH'a şükürler olsun, hepimiz MÜSLÜMAN'ız!.. Hepimiz İNANMIŞ kişileriz!.. (16.3.23)

- DİN vardır ve LÂZIMDIR!.. Temeli çok sağlam bir dinimiz var... Malzeme iyi, fakat bina asırlardır ihmale uğramış!..

- TÜRK MİLLETİ DAHA DİNDAR OLMALIDIR!.. (2) Yani bütün sadeliği ile DİNDAR olmalıdır... DİNİME, bizzat HAKİKATE NASIL İNANIYORSAM, BUNA DA ÖYLE İNANIYORUM!..

- DİN LÜZUMLU BİR MÜESSESEDİR!..(3) DİNSİZ MİLLETLERİN DEVAMINA İMKÂN YOKTUR!.. Yalnız şurası var ki, DİN, ALLAH ile kul arasındaki bağlılıktır. (4)

- DÜŞMANLARIMIZ bizi DİNİN TESİRİ altında kalmış olmakla suçlar... DURAKLAMA ve GERİLEYİŞ'imizi bu sebeplere bağlıyorlar!.. Bu, hatadır!..

- ALLAH'ın emrettiği şey, KADIN ve ERKEK, beraber olarak İLİM ve KÜLTÜR edinmeleridir!.. KADIN ve ERKEK bu İLİM ve KÜLTÜR'ü aramak ve nerede bulursa oraya , gitmek ve onunla dolu olmak zorundadır!.. (31.3.1923)

- Bizim DİNİMİZ EN MAKUL ve EN TABİİ bir DİNDİR... Ve ancak bundan dolayıdır ki, SON DİN olmuştur. Bir dinin tabii olması için AKLA, FENNE, İLME, MANTIĞA tetabuk etmesi lÂzımdır... Bizim dinimiz bunlara TAMAMEN MUTABIKTIR!.. (31.1.1923)(Bakınız: AÇIKLAMALAR, 5)

- Hangi şey ki akla, mantığı, menfaat-i ammeye muvafıktır, biliniz ki o bizim dinimize de muvafıktır... Eğer bizim DİNİMİZ aklın, mantığın ettiği bir din olmasaydı, EKMEL olmazdı, tetabuk ettiği AHİR DİN OLMAZDI!..

- Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir MİYAR vardır. Bu MİYAR ile hangi şeyin bu DİNE MUVAFIK olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz.(16.3.33)

- ARAP MÜCAHİTLERİ, asırlarca yüksek medeniyetlere ulaşmış, MİLLÎ geçmişlerine, ÖRF ve ÂDETLER'ine sahip TÜRKLER, İRANÎLER, MISIRLILAR, BİZANSLILAR gibi çok kavimleri az zamanda İSLÂMİYET dairesine aldılar.

- Böyle her yeni şeyi alan kavimlerde YENİ ile ESKİ'nin birbirine karıştığını görüyoruz... İSLÂM'ın ilk parlak dönemlerinden sonra, İSLÂM HAKİKATİ'ne sarılmak, uymak yerine GEÇMİŞ'in KÖTÜ ÂDETLER'i ve İNANÇLAR'ı DİN'e girmeye başladı... Bu yüzden İSLÂM toplumuna dahil bazı milletler çökmeye, gerilemeye başladılar.

- Bu İSLÂM kavimleri içinde TÜRKLER AN'ANE ve MİLLÎ ÂDETLER yönünden sakat gerçeklere sahip değildiler... TÜRK sosyal GELENEKLERİ'nin pek çoğu HAKİKAT-I İSLÂMİYYE'ye uygun ve yakındı... Lâkin, TÜRKLER'in temas ettikleri milletlerin medeniyetleri bozulmaya başlamıştı. TÜRKLER bu milletlerin geleneklerinden, kötü yanlarından etkilenmekten kendilerini kurtaramamışlardır.

- İSLÂM toplum hayatında hiç kimsenin bir özel SINIF halinde varlığını koruma hakkı yoktur!.. Kendilerinde böyle bir hak görenler, DİN ahkâmına uygun hareket etmiş olmazlar!.. (31.1.1923)

- BİZDE RUHBANLIK YOKTUR!.. Hepimiz müsâviyiz ve dinimizin ahkâmını mütesâviyen öğrenmeye mecburuz!.. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır ve orası da MEKTEP'tir!.. (31.1.1923)

- HZ. ÂDEM ALEYHİSSELAM'dan itibaren mazbut ve gayrimazbut ve nâmütenahi denecek kadar nebiler, peygamberler ve resuller gönderilmiştir... TÜRK MİLLETİ'nin ATA'sı, NUH ALEYHİSSELAM'ın oğlu YAFES'in oğlu olan kişidir. (3.3.1924) (Bakınız: AÇIKLAMALAR-2, 7)

- Bizim ULVİ DİNİMİZ, her MÜSLİM ve MÜSLİME'ye AMME TAHARRİSİ'ni FARZ kılıyor!.. Her MÜSLİM ve MÜSLİME ümmeti aydınlatmak zorundadır!..

- HAKİKÎ ULEMA ile dine muzir ulemanın yekdiğerine karıştırılması, Emeviler zamanında başlamıştır... HZ. PEYGAMBER'in zaman-ı saadetlerinde, PEYGAMBERİMİZ'in irtihalinden sonra HÜLEFÂ-YI RAŞİDİN hazeratının zamanlarında hep doğrudan doğruya HZ. PEYGAMBER'in irşadiyle İSLÂM olan, HÜLEFÂ-YI RAŞİDİN'in tenviriyle selâmette bulunan kitle-i ümmet arasında hakiki nezahat, kalbi hürmet, ulvî bir irtibat vardı.

- Vaktaki MUAVİYE ile HAZRET-İ ALİ karşı karşıya geldiler, Sıffin vak'asında MUAVİYE'nin askerleri KUR'AN-I KERİM'i mızraklarına diktiler, ve HAZRET-İ ALİ'nin ordusunda bu suretle tereddüt ve zaaf husule getirdiler... İşte o zaman DİN'e mefsedet, İSLÂMLAR arasına münâferet girdi, ve o zaman HAK olan KUR'AN haksızlığı kabule vasıta yapıldı..… En mütehakkim hükümdarlardan olan MUAVİYE'nin nasıl bir hiyle neticesinde SIFAT-I HİLÂFET'i takındığını biliyorsunuz.... Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar hep DİN'i âlet edindiler. İhtiras ve istibdatlarını terviç için hep sınıf-ı ulemaya müracaat ettiler.

- HAKİKÎ ULEMA, DİNİ BÜTÜN âlimler hiç bir vakit bu müstebit tâcidarlara inkiyad etmediler. Bu ulema kamçılar altında döğüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı... Lâkin onlar yine o hükümdarların keyfine DİN'i âlet yapmadılar.

- Fakat hakikat-i halde âlim olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için âlim sanılan, menfaatine düşkün haris ve imansız bir takım hocalar da vardı... Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, "muvâfık-ı dindir" diye fetvalar verdiler. İcabettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler!. (Konya, 20.3.23)

- Milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep DİN kisvesi altındaki KÜFÜR ve MELÂNET'ten gelmiştir!.. (16.3.23) (6)

- Bir DİYANET İŞLERİ RİYASETİ makamı vardır... Bu makama merbut MÜFTÜ, HATİP, İMAM gibi vazifeli bir çok memurlar bulunmaktadır... Ancak burada vazifeli olmayan bir çok insan da görüyorum ki, aynı kıyafet iktibasında devam ediyorlar... Bu gibiler içinde çok CAHİL, hatta ÜMMİ olanlarına tesadüf ettim... Bilhassa bu gibi CÜHELA, bazı yerlerde halkın mümessilleriymiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya temasa, âdeta mâni teşkil etmek sevdasında bulunuyorlar!.. (30.8.25)

- Softa sınıfının DİN SİMSARLIĞI'na müsaade edilmemelidir!.. DİN'den maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir!!!..

Her SARIKLI'yı HOCA sanmayın!..HOCA olmak SARIK'la değil; KAFA'yladır!..

Kimileri ÇAĞDAŞ olmayı KÂFİR olmak sanıyorlar!.. Asıl KÜFÜR onların bu zannıdır... Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İSLÂMLAR'ın KÂFİRLER'e TUTSAK olmasını istemek değil midir?..

Ben şahsen onların düşmanıyım!.. Onların MENFÎ İSTİKAMET'te atacakları bir adım, yalnız benim ŞAHSİ İMANIM'a değil; o adım benim MİLLETİN HAYATI'na karşı bir KASIT, MİLLETİMİN KALBİ'ne havale edilmiş ZEHİRLİ bir HANÇER'dir!.. Benim yapacağım şey, mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir!... Bunu temin edecek kanunlar olmasa, herkes çekilse, kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm!.. (20.3.1923)

- Ölülerden medet ummak medeni bir toplum için yüz karasıdır!..

Bugün ilim ve fennin, bütün kapsamıyla medeniyetin saçtığı ışık karşısında filân veya falan şeyhin irşadıyla maddî ve mânevî saadet arayacak kadar ilkel insanların medenî TÜRK toplumunda varolabileceğini asla kabul etmiyorum.

Efendiler ve ey millet!.. İyi biliniz ki, TÜRKİYE Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz!.. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır. (30.8.25)

- Tekkeler, zaviyeler irtica menbaları ve cehalet damgalarıdır... TÜRK MİLLETİ böyle müesseselere ve onların mensuplarına tahammül edemezdi, ve etmedi!

Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit İLİM'dir, FEN'dir... İLİM ve FENN'in haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir!.. (22.9.24)

- TAASSUB, CEHL'e istinad eder. O halde halkı TENVİR ediniz. (16.1.23)

- Bu insanlık dünyasında, asgarî 100 milyonu aşan nüfustan meydana gelen büyük bir TÜRK MİLLETİ vardır. TÜRK MİLLETİ'nin atası olan, TÜRK nâmındaki insan. 2. Ebülbeşer NUH Aleyhisselam'ın oğlu YAFES'in oğlu olan zattır. En açık ve en maddî ve en kat'i delillere dayanarak beyan edebiliriz ki, TÜRKLER 15 asır evvel ASYA'nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kaabiliyetlerine mazhar olmuş bir unsurdur.

Efendiler, yine mâlûmdur ki, dünya yüzünde 100 milyonluk bir Arap kütlesi vardır. Mazhar-ı nübevvet ve risâlet olan FAHR-İ ÂLEM EFENDİMİZ bu kütle-i Arab içinde MEKKE'de dünyaya gelmiş bir VÜCUD-İ MUBAREK idi.

Ey arkadaşlar!.. ALLAH birdir, büyüktür!..Ve bu büyük olan ALLAH, insanları yarattığı andan CENÂB-I PEYGAMBER'in vefatına kadar onları tenvir, irşâd ve ikmâl için bilvasıta onlarla iştigal etmiştir.

İlâhî âdetlerin tecellilerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde değerlendirilebilir. İlk devir, insanlığın çocukluk, ve gençlik devridir. İkinci devir, insanlığın erginlik ve olgunluk devridir.

İnsanlık, birinci devirde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddî vasıtalarla kendisiyle meşgul olunmayı gerektirir. ALLAH kullarının lâzım olan nokta-i tekemmüle vusûlüne kadar içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla iştigali lâzime-i uluhiyetten addeylemiştir. Onlara HZ. ÂDEM ALEYHİSSELAM'dan itibaren mazbut ve gayrimazbut ve nâmütenahi denecek kadar nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. (Bakınız: AÇIKLAMALAR-2, 7)

Fakat ALLAH, PEYGAMBERİMİZ vasıtasıyle en son hakayık-ı diniye ve medeniyeyi verdikten sonra, artık beşeriyetle bilvasıta temasta bulunmaya lüzum görmemiştir... İnsanlığın İDRAK derecesi, aydınlanma ve olgunlaşması, her kulun doğrudan doğruya İLÂHÎ İLHAMLAR'la temas kabiliyetine eriştiğini kabul buyurmuştur... Ve bu sebepledir ki, CENAB-I PEYGAMBER HATEM-ÜL ENBİYA (peygamberlerin sonuncusu ve incisi) olmuştur. Ve KİTAB'ı, KİTAB-I EKMEL'dir (Tam anlamıyla olgunlaşmış, tamamlanmış kitap)!..

Son peygamber olan MUHAMMED MUSTAFA (sallalâhü aleyhi vesellem) 1394 sene evvel, Rumî Nisan ayı içinde, ve Rebiyülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi, sabaha doğru, tanyeri ağarırken doğdu, gün doğmadan... Bugün, o gündür. Hakikaten Arabî tarihiyle bu akşam yevm-i velâdetin yıldönümüne tesadüf ediyor!..(Mevlid Kandili) İnşaallah bu hayırlı tesadüftür.

HAZRET-İ MUHAMMED çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi. Yüzü nurânî, sözü ruhânî, doğruluk ve basirette eşsiz, sözünde sâdık, ve halim ve mürüvvetçe sâire üstün olan MUHAMMED MUSTAFA, evvelâ bu özel ve seçkin vasıflarıyla kabilesi içinde MUHAMMED-ÜL EMİN" oldu.

MUHAMMED MUSTAFA, peygamber olmadan evvel kavminin muhabbetine, hürmetine, itimadına mazhar oldu. Ondan sonra ancak 40 yaşında nebilik ve 43 yaşında resüllük geldi.

FAHR-İ ÂLEM sonsuz tehlikeler içinde, bitmez mihnetler ve meşakketler karşısında 20 sene çalıştı ve İSLÂM dinini tesise âit peygamberlik vazifesini yapmaya muvaffak olduktan sonra, cennetin en yüce katına erişmiş oldu. Kendisinin doğru yolu göstermesine mazhar olan bütün MÜSLÜMANLAR, ve bilhassa ASHAB-I GÜZÎN bir çok gözyaşı döktüler. Fakat insanlık icâbı bu hâle üzülmenin faydasız olduğunu derhal idrak eden erbâb-ı fetânet PEYGAMBER arkasından ağlamak değil, ümmetin işlerini bir an evvel iyi yürütmeye mazhar edecek tedbir almak kanaatıyla toplandılar. RESÛL-Ü EKREM'e HALİFE olacak bir emir seçimi bahis mevzuu edildi. ZÂT-I RİSÂLETPENÂHİ, yâr-ı gari olan HAZRET-İ EBUBEKİR'den şahsen çok hoşlanırdı. Ve son nefeslerini yaşarken EBUBEKİR'in kendisine halef olması uygun olacağını, muhtelif tazlarda dahi işaret buyurmuşlardı. Buna göre toplanıp, resmen bir seçim yapmaktan başka bir iş kalmamış olduğuna hükmolunabilirdi.

Halbuki bu seçim keyfiyeti o kadar basit olmadı. Bilâkis, mesele çok müzakerelere, münakaşalara ve çok esaslı anlaşmazlıklara mâruz kaldı. Seçim işinde mühim olarak Üç muhtelif görüş ortaya çıktı. Bu görüşlerden birisi, HİLÂFET makamına istihkak, ÜMMET İŞLERİ'ni görebilmek için lazım olan KUDRET ve KİFÂYET'in kaide olarak ittihazıydı... Buna nazaran HİLÂFET makamı en KUVVETLİ, en YETKİLİ KAVİM'in olacaktı... Bu görüş CUMHUR-U SAHABE'nindi. (PEYGAMBER'in dostlarının)

İkinci görüş o güne kadar İSLAM'ın yükselmesine hizmet eden kavmin HİLAFET'e müstehak sayılmasıydı. Bu ENSAR'ın (PEYGAMBER'i ağırlayan MEDİNE halkının) görüşüydü.

Üçüncü fikir ise KUVVET-İ KARABET'i iltizamdı... Bu da HAŞİMİLER'in (KUREYŞ kabilesinden olan PEYGAMBER'in boyu) görüşüydü.

Bu üç görüşten oybirliği ile birini tercih etmek mümkün olamadı... En nihayet teşettüt ve fetretin derhal önüne geçmek lüzumuna kaani olan HAZRET-İ ÖMER'in tesiriyle HAZRET-İ EBUBEKİR 'e biat olundu... Görülüyor ki, ilk HALİFE'nin seçiminde umumî temâyülün tabii toplanmasından ziyâde, şahsî tesir şekli tespit etmiştir.

Efendiler!.. Bu muhalefet ve münakaşaların yersiz olduğunu zannetmeyelim.

Hakikaten HİLAFET, İSLAM milletlerince en büyük bir maslahattır!.. Çünkü HİLAFET-İ NEBEVİYYE, İSLÂM EHLİ arasında RABITA olan bir EMARET'tir... ve İSLAM EHLİ'nin KELİME-İ VAHDET üzere toplanmalarını temineden bir EMARET'tir!

EMARET ise, CENAB-I HAKK'ın bir SIR ve HİKMET'idir ki, teessüsü daima şiddet ve kuvvetle görülür... Andan asıl maksat da FESADI DEFETMEK, ve şehirlerin ASAYİŞİ'ni KORUNMAK, SAVAŞ İŞLERİ'ni tanzim ile AMME İŞLERİ'ni tanzim ve tesviye den ibarettir!..

Bu dahi, ancak ŞİDDET ve KUVVET'e bağlıdır. ÂDETULULAH bu vechile câri olagelmiştir.

Buna göre, yukarda izah ettiğim üç muhtelif görüşten birincisinin, ki KUVVET'i ve NÜFUZ'u olan kavmin, milletin HİLAFET'e varis olması noktasıydı, diğer görüşlere tercih edilmesi ve galip olması tabiidir ve HAZRET-İ EBUBEKİR'in tesirle HİLÂFET makamını işgal etmesi isabet oldu.

İşte bu suretle ASR-I SAADET'ten sonra HİLAFET ünvanıyla bir İSLÂM EMARETİ (emirliği, devleti) teşekkül etti.

Fakat, Efendiler, PEYGAMBER'in vefatıyla derhal her tarafta İRTİDAT (DİN'den dönmek), İRTİCA, İSYAN başladı... HAZRET-İ EBUBEKİR bunları bertaraf etti, vaziyete hâkim oldu. Bir taraftan da İSLÂM EMİRLİĞİ'nin hudutları genişletmeye girişti. EBUBEKİR'in son demleri yaklaştıkça, kendi seçimindeki müşkülâtı hatırladı. ve HAZRET-İ ÖMER'i vasiyetname ile bizzat seçti ve millete takdim eyledi.

HAZRET-İ ÖMER'in HİLAFET'i zamanında İSLAM memleketleri fevkalâde denecek sür'atle genişledi, servet çoğaldı... Halbuki bir millet içinde servet ve bolluk hâsıl olması, insanlar arasında dünya garezlerinin ortaya çıkmasına, bunun da İHTİLAL ve FİTNE'nin zuhurunu bais olmak; bu FESAT DÜNYASI'nın ahvâli gereğidir.

İşte bu nokta HAZRET-İ ÖMER'in zihnini kurcalıyordu. Bir de HAZRET-İ ÖMER hatırlıyordu ki, RESUL-Ü EKREM sırdaşı olan ASHAB'ına demişti ki:

- "Ümmetim düşmanlarına galebe edecek... MEKKE, YEMEN, KUDÜS ve ŞAM'ı fethedecek. KİSRA (İran şahı) ve KAYSER'in (Doğu Roma, yani Bizans imparatoru) hazinelerini taksim eyleyecek... Fakat ondan sonra aralarında FİTNE, İHTİLAL ve GİZLİ DÜŞMANLIKLAR çıkacak, onlar da geçmiş mülükler (hükümdar) mesleğine gideceklerdir."

HAZRET-İ ÖMER bir gün HUZEYFE BİN YEMAN (RADIYELLAHUANH) HAZRETLERİ'ne "deniz gibi kabaran FİTNE"yi sorduğu zaman, şu cevabı aldı:

- "Senin için andan beis yok. Senin zamanınla onun arasında kapalı bir kapı vardır."

HAZRET-İ ÖMER sordu:

- " Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?"

- " Kırılacak."

HAZRET-İ ÖMER,

- " Öyleyse artık kapanmaz!"

Dedi ve teessüf etti.

Hakikaten bu FİTNE KAPISI'nın kırılması mukadderdi!.. Çünkü İSLAM memleketleri genişlemişti, iş çoğalmıştı... Bu EMARET ve İDARE şekliyle her yerde ADALET icrası müşgül olmuştu.HAZRET-İ ÖMER bunu idrak ediyor, sıkılıyor ve ALLAH'ına yalvararak diyordu ki,

- "Ya RAB!.. Ruhumu al!"

ÖMER bir gün ağlarken sebebi soruldu... Cevap verdi:

- "Nasıl ağlamayayım ki, FIRAT kenarında bir OĞLAK KAYBOLSA, korkarım ki (HESABI)ÖMER'DEN SORULUR!"

Evet.. HAZRET-İ ÖMER (RADIYALLAHU ANH) artık (sadece) HİLAFET ünvanı altındaki EMARET tarzının bir DEVLET idaresine kâfi olmadığını; bir zatın kendi FAZİLET'inde, kendi KUDRET'inde, hatta kendi MAHARET'inde olsa dahi, bir DEVLET idaresine yine kâfi olmadığını bütün şâmil mânâsıyla idrak etmişti.

Hatta bu endişe iledir ki, ÖMER kendinden sonra artık bir HALİFE düşünemez oldu... Kendisine oğlunu tavsiye ettikleri zaman:

- "Bir hanedana bir kurban yetişir,"

dedi... ABDURRAHMAN BİN AVF'ı çağırdı:

- "Ben seni veliaht eylemek istiyorum,"

dedi... O da:

- "Bana, kabul et, diye rey ve nasihat eyler misin?"

dediğinde, ÖMER:

- "Edemem, Ya AVF!"

dedi... ABDURRAHMAN da:

- "VALLAHİ ben de ebediyyen bu işe giremem!.."

dedi!.. En nihayet ÖMER, en makûl noktaya temas etti... EMARET, DEVLET ve MİLLET İŞİ'ni MEŞVERET'e havale etti!..

ÖMER'den sonra ASHAB-I ŞÛRA ve bütün HALK mescidi ağzına kadar doldurdu... Orada bazı dikkate şayan vaziyetlerle ÜMMET'in İDARE'sini SEÇTİKLERİ bir HALİFE'ye verdiler.

Böylece HAZRET-İ OSMAN halife oldu... Fakat kırılmaya mahkûm olan kapı (FİTNE KAPISI) artık kırılmıştı... İSLAM memleketlerinin her tarafında dedikodular ve hoşnutsuzluklar başladı... Zavallı OSMAN âciz vaziyete düştü!.. O kadar ki, Şam Valisi Muaviye, onun hayatını korumak için yanına çağırdı!..

Her tarafta isyan eden muhtelif mıntıkalar halkı MEDİNE'de, evinin içinde HAZRET-İ OSMAN'ı kuşatma altına aldı, ve muhterem zevcelerinin yanında şehit etti.

Bir çok gürültülü ve kanlı vak'alardan sonra HAZRET-İ ALİ (KEREMULLAHİ VECH), HİLAFET makamına getirildi...

Tekrar edelim ki, kapı (FİTNE KAPISI) kırılmıştı!..

Aynı ırktan olmakla beraber IRAK başka bir şey, YEMEN başka bir şey, SURİYE başka bir şey, VE HİCAZ diyarı da bambaşka bir şeydi. HİCAZ'da bir HALİFE, SURİYE'de kuvvete dayanan bir VALİ ile SIFFİN'de karşı karşıya gelmeye mecbur oldu. Muaviye, HAZRET-İ ALİ'nin (KEREMULLAHI VECH) HİLAFET'ini tanımıyordu, ve bilâkis, onu OSMAN'ın kanına girmekle itham ediyordu!..

Vazifesi İSLAM ÂLEMİ'nde KUR'AN HÜKÜMLERİ'ni tatbik etmekten ibaret olan HALİFE, mızraklarına KUR'AN'lar geçirilmiş EMEVİYE ordusu karşısında, savaşı kesmeye mecbur oldu... Zarurî olarak iki taraf hakemlerinin vereceği hükme tâbi olmaya söz verdi.

Muaviye'nin delegesi Amr İbnül As ile HAZRET-İ ALİ'nin delegesi EbuMus-el Eş'arî tahkimnâmeyi tanzim için karşı karşıya geldikleri zaman, HAZRET-İ ALİ hazır bulunuyordu. "Emir-ül Müminîn Ali ile Muaviye arasında tahkimnâmedir" diye yazılan cümleye derhal Muaviye'nin delegesi itiraz etti, ve dedi ki:

- "O emir-ül müminin kelimesinin oradan kaldır. Sen yalnız emrinde bulunanların emiri olabilirsin. ŞAM ahâlisinin emiri değilsin."

HAZRET-İ ALİ, isminin başındaki sıfatının kaldırılmasına olur verdi. Bundan sonra iki taraf delegesinin yekdiğerine karşı kullandığı âdi hile, herkesçe mâlûmdur...Bunda muvaffak olan AMR İBN-ÜL ÂS, MUAVİYE'ye HALİFE'liğini müjdeledi... Diğer taraftan HAZRET-İ ALİ de hâkimlerin hükmüne sâdık kalacağına söz verdiği halde, biraz tereddütü müteakip, HİLÂFET'i icraya devam etti.

Görülüyor ki, RESULULLAH'ın vefatından 25 sene kadar kısa bir zaman sonra İSLÂMİYET ÂLEMİ içinde, İSLÂM'ın en büyük zevatından ikisi karşı karşıya HİLÂFET iddiasıyla arkalarından sürükledikleri aynı din ve aynı ırktaki insanları kanlar içinde bırakmakta beis görmediler. En nihayet, hilesinde muvaffak olan, saf ve nezih olanı mağlûp, ve çoluk çocuğunu (Ehl-i Beyt) mahv ve perişan eyledi. Ve bu suretle İSLAM EMARETİ, yine HİLAFET unvanı altında "SALTANAT-I İSLAMİYE'ye çevrildi!..

EMEVİ saltanatı, büyük istilâlar yapmakla beraber, baştan nihayete ekadar kanlı ve elim vak'alar ile ancak 90 seneyi doldurabilmiş, ve Hicret'in 132. senesinde Arap milleti EMEVİ sultanlarını başlarından atmış ve yerine başka namda bir devlet tesis etmiştir. Bu devlete ABBASÎ DEVLETİ, ve devletin başında bulunanlara da HALİFE derlerdi. (PEYGAMBER'in amcası ABBAS'ın soyu)

Faaliyet merkezi IRAK'ta bulunan ABBASÎ HİLÂFETİ'nin varlığına rağmen, ENDÜLÜS'te dahi HALİFE-İ RESULULLAH ve EMİR-ÜL MÜMİNİN adıyla asırlarca saltanat sürmüş (EMEVİ soyundan olup, oraya kaçmış) hükümdarlar mevcuttu! (Endülüs EMEVÎ HALİFELERİ 929-1017)

Bundan 1500 sene evvel, yani HİCRET-İ NEBEVİYYE'den iki buçuk asır evvel ORTA ASYA'da muazzam bir TÜRK DEVLETİ mevcuttu. İSLÂM öncesi mevcut olan bu devletlerin sahibi TÜRKLER, bundan 1000 sene evvel İSLÂM'ı kabul ettiler. Evvelâ doğuya doğru memleketlerini genişleterek Çin sınırına kadar nüfuz icra eylediler. ABBASÎ HALİFELERİ zamanında bu civanmert, asâlet ve yiğitlikte nam salmış olan TÜRKLER, asker olarak SURİYE'ye, IRAK'a kadar geldiler... ABBASÎ HALİFELERİ'nin idaresi altında bulunan bu yerlerde nüfuz kazandılar. En yüksek idare ve emir ve kumanda makamına yükseldiler.

Hicrî 4. asırda idi ki, SELÇUK hükûmeti nâmı altında muazzam bir TÜRK DEVLETİ teşekkül etti. Bu devletin nâmı altında faaliyet icra eden TÜRKLER, bir taraftan KAFKASYA'ya, diğer taraftan güneye İRAN ve IRAK'a ve SURİYE'ye, batıya, ANADOLU'ya nüfuz eyledi.

BAĞDAT'ta oturan ABBASÎ HALİFELERİ, bu büyük TÜRK DEVLETİ'nin nüfuz dairesine girmişti. Hakikaten bu TÜRK DEVLETİ 5. asır ortalarında MAVERAÜNNEHİR ve HARZEM'i, ŞAM ve MISIR'ı ve ANADOLU kıt'asının çoğunu, ve birçok memleketleri zaptla, sınırını KAŞGAR'dan ve SEYHUN mecrasından AKDENİZ'e ve BAHR-İ AHMER'e ve BAHR-I UMMAN'a kadar genişletti. BAĞDAT'ta bulunan ABBASİ HALİFELERİ'ni irade ve idaresi altına aldı.

BAĞDAT'ta, aynı merkezde MELİKŞAH nâmında TÜRK hâkimiyetini temsil eden bir zat ile HALİFE nâmını taşıyan MÜKTEDİBİLLAH yanyana oturdular ve akraba oldular. (Kız alıp kız verdiler.)

Bu vaziyeti ve bu manzarayı biraz tahlil etmek isterim.

TÜRK HAKANI (ki, muazzam bir TÜRK DEVLETİ'nin hâkimiyet ve saltanatını temsil ediyor) teb'asında bir HİLÂFET makamının ayrıca muhafaza edilmesinde bir beis görmüyor!.. Eğer böyle bir mahzur görseydi, zaten idaresi altına aldığı makamı ortadan kaldırmak ve o makama âit sıfat ve selâhiyeti kendi makamında toplamış bulundurmak mümkündü. (Bundan sonra SELÇUKLULAR'ın devamı olan EYYUBÎ DEVLETİ hükümdarı SELÂHADDİN-İ EYYUBÎ, PEYGAMBER soyuyla hiç bir alâkaları olmamalarına rağmen, HAZRET-İ FATMA soyundanmış gibi görünen FATIMÎ DEVLETİ'ni yıkarak FATIMÎ HİLÂFETİ'ni ortadan kaldırmıştı.)

HAZRET-İ SELİM'in takriben 5 asır sonra yaptığını (yani, MISIR'ı fethettikten sonra, 1200'lerde CENGİZ'in ABBASÎ DEVLETİ'ni yıkması üzerine kaçanlardan, ve MISIR'da 1259'da HALİFE ilan edilen Mustansır'ın soyundan olan 3. MÜTEVEKKİL'den, 1516'da HİLÂFET'i devralması), eğer isteseydi, MELİKŞAH daha o zaman BAĞDAT'ta yapmış olurdu!..

Adı geçenin belki yalnız düşündüğü bir şey var idiyse, o da, TÜRKİYE SELÇUK DEVLETİ'ne daha sâdık ve HİLÂFET makamına daha lâyık diğer birinin HALİFE MÜKTEDİBİLLAH'a halef olmasını temin idi.

Hakikaten Muktedibillah'ın veliaht olan oğlunu azil ve onun yerine kendi torunun ikame için HALİFE'ye baskı yaptı. MELİKŞAH ölmeseydi, bu böyle olacaktı.

İSLAM devletleri faaliyet gösterirken, CENGİZ HAN adındaki cihangir, KARAKURUM'dan çıkarak hudutlarını ÇİN DENİZİ'ne, BALTIK DENİZİ'ne, KARADENİZ'e, kadar genişletiyor... CENGİZ torunu HÜLÂGÛ da 656 Hicri senesinde (1253) BAĞDAT'ı zaptederek ABBASÎ HALİFESİ MU'TESİM'i idam ediyor... Ve bu suretle dünya yüzünde HİLAFET'e fiilen son veriyor!..

Şimdi efendiler!.. (Günümüze gelirsek,) HİLÂFET makamı MAHFUZ olarak, onun yerinde HÂKİMİYET ve SALTANAT-I MİLLİYE makamı -ki, TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'dir-, elbette YANYANA durur!.. Ve elbette MELİKŞAH'ın makamı karşısında beceriksiz ve önemsiz bir makam sahibi olmaktan daha YÜCE bir tarzda bulunur!..

Çünkü bugünkü TÜRKİYE DEVLETİ'ni temsil eden TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'dir!.. Çünkü bütün TÜRKİYE HALKI, bütün kuvvetiyle o HİLAFET makamının dayanağı olmayı, doğrudan doğruya yalnız VİCDANÎ ve DİNÎ bir VAZİFE olarak TAAHHÜT ve TEKELLÜF ediyor!..

Efendiler!.. ORTA ASYA'da devlet üstüne devlet teşkil etmiş olan TÜRKLER, daha batıda İRAN SELÇUK^LERİ ve ANADOLU'da RUM SELÇUKÎLERİ nâmı altında pek muazzam ve pek medenî devletler teşkil etmişlerdir. Konya'da hükûmet merkezlerini tesis etmiş olan RUM (ANADOLU) SELÇUKÎLERİ, mâlûm-u âlileri olduğu üzere 1308 senesine kadar mevcudiyetini muhafaza eyliyorlar. Arz olunan İSLÂM devletleri faaliyet icra ederken, CENGİZ HAN nâmındaki cihangir Karakurum'dan çıkarak 1227 senesinde sınırlarını ÇİN DENİZİ'ne, BAHR-I BALUK'a, BAHR-İ SİYAH'a kadar genişletiyor. CENGİZ'in torunu HÜLÂGÛ idi ki, 656 hicrî senesinde (1258) Bağdat'ı zaptederek ABBASİ HALİFESİ MUTASIM'ı idam ediyor ve bu suretle dünya yüzünde HİLÂFET'e son veriyor. ( Ancak ABBAS soyundan Mustansır, MISIR'a kaçmış ve 1259'da HALİFE ilan edilmişti)

İrtihal-i FAHR-İ ÂLEM'den sonra RESUL'ÜN 1. HALİFESİ EBUBEKİR, ne dünyayı istemiş, ne de dünya ona teveccüh etmişti.

2. HALİFE HAZRET-İ ÖMER, toplum hayatındaki dalgalanmaların durdurulmaz olduğu kanaatini hayatında kat'i olarak idrak ederek, ruhî ısdırap içinde vefat etti.

HAZRET-İ OSMAN'a gelince, mukadder olan hücumlar içinde kanını KİTABULLAH'a akıtarak dünyayı terk eyledi.

HAZRET-İ ALİ, HİLÂFET'i elinde tutamamak ve EHL-İ BEYT'in haklarını muhafaza edememek bahtsızlığına uğradı.

EMEVİLER 90 seneden fazla HİLÂFET'i muhafaza edemediler.

En nihayet HİLÂFET nüfuzunu Bağdat surlarına çekmeye mecbur olan ABBASÎ HALİFELERİ'nin sonuncusu MUTASIM'ı, çoluk çocuğuyla ve 800 bin kişi Bağdat ahâlisiyle beraber HÜLÂGÛ'ya kurban verdiler.

ABBASÎ HALİFELERİ'nin zaafını görmekle, HALİFE-İ RESULLAH ve EMİR-ÜL MÜMİNÎN almış olan ve HİLÂFET nüfuzları Elhamra Sarayı'nın çıkamamaya mahkûm kalan ENDÜLÜS'TEKİ HALİFELER'in hicrî 5. asırdaki fecî akıbeti mâlûmdur. (FATIMÎ HALİFELERİ 909'dan 1171'e kadar hüküm sürebildiler.)

Bağdat'taki HÜLÂGÛ'nen meydana getirdiği mühim vak'a neticesinde arz üzerinde HALİFE ve HİLÂFET MAKAMI yok olmuş bir hale getiriliyor. Bundan üç sene sonra, yani 659 hicrî tarihinde (1261) ABBASİ HALİFELERİ neslinden EL MÜSTANSIRIBİLLAH isminde bir zat HÜLÂGÛ'dan kurtulup MISIR hükûmetine iltica etti ve bu zat MISIR MELİKİ tarafından HALİFE tanındı. Bundan sonra 17 zat HALİFE ünvanına sahip olarak ve fakat hiçbir selâhiyeti, hiçbir tesir ve nüfuzu olmayarak, doğrudan doğruya Mısır hükûmetinin himayesinde, yekdiğerinin yerini alarak hayat sürmüştür.

SELÇUKÎ DEVLETİ'nin idaresinde genel bölünme hâsıl olması üzerine, TÜRKLER 699 hicrî tarihinde (1300) SELÇUK DEVLETİ yerine OSMANLI DEVLETİ'ni canlandırarak tesis eylediler.

Bu devletin ulularından YAVUZ HAZRETLERİ 924 hicrî tarihinde (1517) Mısır'ı zapt eylediği zaman orada idam eylediği Mısır hükümdarlarından başka, ünvanı HALİFE olan bir zat buldu. HALİFE sıfatının böyle âciz bir şahıs tarafından kullanılması İSLÂM ÂLEMİ için bir leke olduğuna şüphe etmediğinden, o sıfatı TÜRKİYE DEVLETİ'nin kuvvetlerine dayandırarak canlandırmak ve yüceltmek üzere aldı.

Cihan tarihinde bir CENGİZ, bir SELÇUK, bir OSMANLI DEVLETİ tesis eden ve bunların hepsini hadiseler ile tecrübe eyleyen TÜRK MİLLETİ, bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet tesis ederek bütün felâketlerin karşısında yaratılmış olduğu kaabiliyet ve kudretle mevki aldı. MİLLET, mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve MİLLÎ SALTANAT ve HÂKİMİYET'ini bir şahısta değil; bütün efradı tarafından seçilmiş vekillerden meydana gelen yüce bir MECLİS'te temsil etti. İşte o meclis, TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'dir! MİLLET'in SALTANAT ve HÂKİMİYET makamı yalnız ve ancak TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'dir!

Kendine HİLÂFET sıfatı izafe eden bu şahsî mevki yıkılınca, 'HİLÂFET MAKAMI ne olacaktır?' sorusu akla gelir.

Efendiler!.. ABBASİ halifeleri devrinde Bağdat'ta ve ondan sonra Mısır'da HİLÂFET MAKAMI'nın asırlarca SALTANAT MAKAMI'ya yanyana ve fakat ayrı ayrı bulunduğunu gördük. Bugün dahi SALTANAT VE HÂKİMİYET MAKAMI'yla HİLÂFET MAKAMI'nın yanyana bulunabilmesi, en tabii hallerdendir. Şu farkla ki, Bağdat'ta ve Mısır'da SALTANAT MAKAMI'nda bir şahıs oturuyordu, TÜRKİYE'de o makamda asıl olan MİLLET'in kendisi oturuyor!

HİLÂFET MAKAMI'nda dahi, Bağdat ve Mısır'da olduğu gibi kudretsiz ve mülteci bir âciz şahıs değil; dayanağı TÜRKİYE DEVLETİ olan yüce bir şahıs oturacaktır!

Bu suretle bir taraftan TÜRKİYE halkı asrî bir medenî devlet halinde her gün daha sağlam olacak, şahısların hıyanet tehlikesine kendisini mâruz bulundurmayacak, diğer taraftan HİLÂFET MAKAMI da bütün İSLÂM ÂLEMİ'nin ruh ve vicdanının ve imanının irtibat noktası, İSLÂM kalplerinin ferahlığının başlangıcı olabilecek bir izzet ve yücelikte tecelli edecektir.

Efendiler!.. TÜRKİYE DEVLETİ'nin TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ve onun HÜKÛMETİ kavramlarının MİLLET ve MEMLEKET için ne kadar kuvvet ve feyiz ve kurtuluş ve saadet vaadettiğini izaha lüzum göremem. Üç senelik filî tecrübeler ve bunun mesut semereleri kâfi fikir ve kanaat verebilir, inancındayım. Bundan sonra (da) HİLÂFET MAKAMI'nın dahi TÜRKİYE DEVLETİ için ve bütün İSLÂM ÂLEMİ için ne kadar feyiz dolu olacağını da gelecek bütün açıklığı ile gösterecektir!

TÜRK VE İSLÂM TÜRKİYE DEVLETİ (bu) iki saadetin tecelli ve tezahürünün kaynağı ve kötü olmakla dünyanın en bahtiyar bir devleti olacaktır! (1.11.1922, T.B.M.M.'nde, SALTANAT'ı kaldırma görüşmeleri sırasında yaptığı konuşma)

- HİLAFET ve SALTANAT yekdiğerinden ayrıldıktan sonra bazı hocaları büyük bir teessür kapladı... Kendi dinlerinden imanlarından şüphe etmeye başladılar... "HALİFE böyle olmaz!.. HALİFE'ye KUVVET, KUDRET lâzımdır, SELAHİYET lâzımdır," demeye başladılar. (16.1.23)

- Diyorlardı ki, "Bu tarz hükûmete, Meclis'in mahiyetine mu'teriz değiliz... Salahiyetleri haiz olan zat, makam-ı riyasette kim ise o olacaktır. En münasip şekil, RİYASET'te HALİFE'nin bulunmasıdır... Orası öyle bir makam olur ki, ORAYA HERKES GÖZÜNÜ DİKMEZ. BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ile MECLİS'in intihab ettiği HALİFE-İ MÜSLİMİN arasında hiç bir ayrılık ve gayrılık yoktur... HALİFE'nin KUVVET ve ŞEVKET sahibi olması, en büyük esas-ı şer'idir."

Ya onların iddiası doğrudur, ya bizim yaptıklarımız!.. Yaptığımız ve idame etmek istediğimiz şeylerin SİYASETEN, FENNEN, İLMEN, DİNEN bu MEMLEKET ve MİLLET'in HAYAT, REFAH ve SAADET'i nokta-ı nazarından doğru olup olmadığını tetkik edelim!

HİLÂFET, bütün ÂLEM-İ İSLÂM'a şâmil bir İDARE noktası demek ise, tarihte bu hiç bir vakit vaki olmamıştır!.. Hakikatte, şer'an ve dinen HİLÂFET denilen şey yoktur... PEYGAMBERİMİZ demiş ki: "Benden 30 sene sonra HİLÂFET yoktur!.."

HİLÂFET, HÜKÛMET demektir... Böyle olunca, HÜKÜMET'in nasıl olması mevzuubahis olabilir... DİNİN ESASLARI'nda sadece İDARE'nin ne gibi noktaları ihtiva etmesi lâzım geleceği musarrahtır: ADALET... MEŞVERET... ULULEMRE İTAAT!..

BİZİM HÜKÛMETİMİZ tamamen BU ESASLARI İHTİVA EDİYOR!.. Binaenaleyh başkaca HALİFE mevzuubahis olamaz!..

Böyle olduğu halde T.B.M.M. nasıl bir HALİFE intihab etti?.. Bu hal şöyle izah olunabilir: Bütün İSLÂM ÂLEMİ, ESARET altındadır... Şayan-ı arzudur ki, bunlar ayrı çalışsınlar, kendi HÂKİMİYET-İ MİLLİYE'lerini istihsal etsinler... İşte bunlara bu hususta medar-ı tesliyet olmak üzere bir nokta-i irtibat göstermek arzu ediliyor.

Fakat onlar tamamen ESARET'ten kurtulduktan sonra, MÜSTAKİL olduktan sonra BİRLEŞİK BİR MAKAM'ın idaresine girmek isteyeceklerini düşünmek caiz midir?.. Bu da ayrı bir mesele!..

Demek istiyoruz ki, ONLARIN KURTULMASI İÇİN MÜŞTEREK BİR NOKTA-I RABITA göstermek suretiyle TARİHİ, VİCDANÎ ve yahut DİNÎ bir VAZİFE yapıyoruz.

DİN'de HATİP, DEVLET'in REİSİ'dir... HUTBE nedir?.. Doğrudan doğruya REİS-İ DEVLET'in halkı tenvir için SÖZ SÖYLEMESİ değil midir?

ŞER'İ bir takım UMUR olunca, ru'yet edecek bir MAKAM lâzımdır... O makama ŞER'İYE VEKİLİ deyiniz, ne derseniz deyiniz, bittabi HÜKÜMET dairesinde!.… (16.1.23)

- EVKAF ayrı bir şeydir... EFKAF'ı şer'iye umuruna tahsis etmek doğru değildir... EVKAF bilhassa bizim memleketimizde, en mühim MENABİ-İ SERVET'ten biridir. (16.1.23)

- CENAB-I PEYGAMBER'in EVAMİR-İ İLÂHİYE'yi tebliği esnasında muhataplarının kalp ve vicdanında putlar vardı... Bu insanları TARİK-İ HAKK'a davet için evvela o taş parçalarını atmak ve kalplerinden çıkarmak mecburiyetinde idi... HAKAYİK-İ İSLAMİYE tamamiyle anlaşıldıktan ve kanaat-i vicdaniye hadisat ile teeyyüt eyledikten sonra bir takım münevver insanların böyle taş parçalarına taabüdünü farz ve zan etmek, ÂLEM-İ İSLAM'ı tahkir etmek demektir. (22.1.1923)

- Bugün eriştiğimiz nokta gerçek KURTULUŞ noktası değildir!.. KURTULUŞ, CEMİYETTEKİ HASTALIĞI ortaya çıkartmakla ve iyileştirmekle elde edilir... Fikirler manasız ve mantıksız safsatalarla dolu olursa, o fikirler hastadır. Aynı şekilde içtimai hayat akıl ve mantıktan uzak, zararlı bir takım inanış ve geleneklerle dolu ise, cemiyet felce uğrar.

- Biz, DİN'e saygı gösteririz!.. Biz sadece DİN işlerini DEVLET ve MİLLET işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz... KASTE ve FİİLE DAYANAN TAASSUPKÂR HAREKETLERDEN SAKINIYORUZ!..

DİN ve MEZHEP herkesin kendi vicdanına kalmış bir iştir... Ve hiç bir zaman POLİTİKAYA ALET OLARAK KULLANILAMAZ!..

TÜRKİYE CUMHURİYETİ'nde bir dinin merasimi de serbesttir... Yani ayin hürriyeti masundur.

Tabiatiyle AYİNLER asayiş ve umumi adaba mugayir olamaz... SİYASİ NÜMAYİŞ ŞEKLİNDE OLAMAZ!.. (8)

İntisap ile mutmain ve mesut olduğumuz DİYANET-İ İSLAMİYE'Yİ, asırlardan beri mütemail olduğu veçhile bir VASITA-YI SİYASET MEVKİİNDEN TENZİH VE İLÂ ETMEK ELZEM OLDUĞU HAKİKATİNİ MÜŞAHEDE EDİYORUZ.

Mukaddes ve lâhuti olan İTİKAT VE VİCDANİYETİMİZİ, muğlâk ve mütemali olan, ve her türlü menfaat ve ihtiraata sahne-i tecelliyat olan SİYASETTEN ve siyasetin bütün uzviyatından bir an evvel ve kat'iyyen TAHLİS ETMEK, milletin dünyevi ve uhrevi saadetinin emrettiği bir ZARURETTİR!.. (9)

- O (HZ. MUHAMMED), ALLAH'ın birinci ve en büyük kuludur!.. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor... Benim senin adın silinir, ve O SONSUZA KADAR ÖLÜMSÜZDÜR!.. (10)

- EZAN ve KUR'AN'ı, TÜRKLER'den başka hiç bir müslüman milleti bu kadar GÜZEL okuyamaz!.. Bunlara muhteşem müzik ahengi veren TÜRK sanatkârlarıdır!..

Camilerin kutsal MİNBERLER'i halkın RUHANİ, AHLÂKİ gıdalarına en yüksek, en feyizli MENBA'lardır... Binaenaleyh camilerin, mescitlerin minberlerinden halkı aydınlatacak ve yol gösterecek kıymetli HUTBELER, Şer'iyye Vekaleti'nin görevidir. Minberlerden halkın anlayacağı bir dille RUH ve DİMAĞ'a hitap olunmakla, İSLAM EHLİ'nin vücudu canlanır. İMAN kuvvetlenir... Kalbi CESARET bulur... (Bu yüzden) Hatiplerin haiz olmaları gereken ÖZELLİK, YETENEK ve DÜNYANIN GİDİŞİNİ BİLMELERİ çok önemlidir. (1.3.1922)

- Ey millet!..ALLAH birdir!... Şanı büyüktür. ALLAH'ın selameti, atıfeti, ve hayrı üzerinize olsun!.. (Bakınız: AÇIKLAMALAR-3, 11)

PEYGAMBERİMİZ EFENDİMİZ HAZRETLERİ, CENAB-I HAK tarafından insanlara HAKAYİK-İ DİNİYE'yi tebliğ ve RESUL olmuştur... KANUN-U ESASİ'si cümlemize malûmdur ki, KUR'AN-I AZİMÜŞŞAN'daki nusustur!.. (12)

İnsanlara feyz vermiş olan dinimiz, SON DİN'dir... EKMEL DİN'dir... Çünkü dinimiz akla, mantığa ve hakikate tamamen tevakkuf ve tetabuk ediyor... Eğer akla, mantığa ve hakikate tevakkuf etmemiş olsaydı, bununla diğer KAVANIN-İ TABİİYE-Yİ İLÂHİYE beyninde tezat olması icabederdi.

- Arkadaşlar, CENAB-I PEYGAMBER mesaisinde iki dara, iki haneye malik bulunuyordu... Biri kendi hanesi, diğeri ALLAH'IN EVİ idi... MİLLET İŞLERİNİ ALLAH EVİ'NDE YAPARDI.

HAZRET-İ PEYGAMBER'in isr-i mübareklerine iktifaen bu dakikada milletimize, milletimiz hal ve istikbaline ait hususatı görüşmek maksadiyle bu dâr-ı kudside ALLAH'ın huzurunda bulunuyoruz. (13)

Efendiler!.. Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır... Camiler itaat ve ibadet ile beraber, DİN ve DÜNYA için neler yapılmak lâzım geldiğini düşünme, yani MEŞVERET için yapılmıştır!.. Millet işlerinde her ferdin zihni başlıbaşına bulunmak elzemdir. (14)

İşte biz burada DİN ve DÜNYA için, İSTİKBAL ve İSTİKLAL'imiz için, bilhassa HAKİMİYET'imiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.

Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum... Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. AMAL-I MİLLİYE, İRADE-İ MİLLİYE yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, BİLUMUM EFRAD-I MİLLETİN ARZULARININ EMELLERİNİN MUHASSALASINDAN İBARETTİR!.. Binaenaleyh, ben ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.

- Hutbeler hakkında iradedilen suallerden anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin tarzı, milletimizin hissiyat-ı fikriyesi ve lisanı ile ve ihtiyacat-I medeniyye ile mütenasip görülmemektedir.

Efendiler!.. HUTBE demek, NASA hitap etmek, yani SÖZ SÖYLEMEK DEMEKTİR... Bundan bir takım mefhum ve manalar istihraç edilmemelidir!.. Hutbeyi irad eden hatiptir, yani söz söyleyendir.

Biliyoruz ki, HAZRET-İ MUHAMMED, zaman-ı saadetlerinde hutbeyi kendisi irad ederlerdi... Gerek PEYGAMBER EFENDİMİZ ve gerek HÜLEFA-YI RAŞİDİN'in hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, SÖYLEDİĞİ ŞEYLER o günün meseleleridir... O günün ASKERİ, İDARİ, MALİ ve SİYASİ, İÇTİMAİ HUSUSTADIR.

ÜMMET-İ İSLAMİYE tekessür ve MEMALİK-İ İSLAMİYE tevassua başlayınca, CENAB-I PEYGAMBER'in ve HÜLEFA-YI RAŞİDİN'in hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irad etmelerine imkân kalmadığından; halka söylemek istedikleri şeyleri minber-i şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir ve irşat için ne söylemek lâzımsa söylerlerdi. (15)

Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lâzımdı... O da MİLLETİN REİSİ olan zatın HALKA DOĞRUYU SÖYLEMESİ, HALKI DİNLEMESİ ve HALKI ALDATMAMASI!..

HALKI AHVAL-İ UMUMİYEDEN HABERDAR ETMEK, SON DERECE HAİZ-İ EHEMMİYETTİR!.. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı hal-I faaliyette bulunacak, iyi şeyler yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek, şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. (16)

Ancak millete ait olan işleri milletten gizli ettiler... Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların bugünkü icabat ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, halife ve padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasında köle gibi gitmeye mecbur edilmek içindi.

HUTBEDEN MAKSAT, AHALİNİN TENVİR VE İRŞADIDIR!.. Başka şey değildir!... 100, 200, 1000 sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehl ve gaflet içinde bırakmak demektir... Hutebatın her halde nasın kullandığı lisanda görüşmesi elzemdir. (17)

Geçen sene Millet Meclisi'nde irad ettiğim bir nutukta demiştim ki:

- "MİNBERLER, HALKIN DIMAĞLARI, VİCDANLARI İÇİN BİRER MENBA-I FEYZ, BİR MENBA-I NUR OLMUŞTUR!.." (18)

Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve HAKAYIK-I FENNİYE ve İLMİYE'ye mutabık olması lâzımdır... HÜTEBA-YI KİRAMIN AHVAL-İ SİYASİYE, AHVAL-İ İÇTİMAİYE VE medeniye-yi HER GÜN TAKİP ETMELERİ ZARURİDİR!.. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat verilmiş olur.

Binaenaleyh hutbeler tamamen TÜRKÇE ve İCABAT-I ZAMAN'a muvafık olmalıdır ve olacaktır. (7.2.23, Zağanos Paşa Camii Minberi, Balıkesir)

- Kamil Efendi Hazretleri'yle görüştüm... Bir CAMİ-İ ŞERİF'te hakikati halka izah ettiler: "Milletin şerefi, haysiyeti, hürriyeti, istiklali hakikaten tehlikeye düşmüştür... Bu felâketten kurtulmak, icabederse vatanın son bir ferdine kadar ölmeyi göze almak lazımdır." Genç CUMHURİYET'imiz bu gibi ULEMA ile iftihar eder!.. (24.9.24) (19)

- Ehl-i İSLAM'ın duçar olduğu zulüm ve sefaletin elbette bir çok müsebbipleri vardır... ÂLEM-İ İSLAM HAKİKAT-I DİNİYE dairesinde ALLAH'ın emrini yapmış olsaydı, bu akıbetlere maruz kalmazdı!.. ALLAH'ın emri ÇOK ÇALIŞMAK'tır... İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor!.. Biz de onlardan ziyade çalışmaya mecburuz.

Bizim dinimiz milletimize hakir, miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez!.. Bilakis ALLAH da, PEYGAMBER de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor. (5.2.1923)

Cenab-ı Hak müttehit, mütenasit çalışan, şerefini namusunu muhafaza eden kavimleri mesut eder. (23.3.23) (Bakınız: AÇIKLAMALAR-3, 20)

- CUMA günlerini teneffüs ve tatil günü yapmakla çok makul bir iş yapmış oldunuz... Haftada bir günlük tatil hem sıhhatiniz için hem de DİN icabı olarak lüzumludur!.. Biliyorsunuz ki, ŞERİAT'te CUMA NAMAZI'ndan maksat herkesin dükkanlarını kapatarak, işlerini bırakarak bir arada toplanmaları ve İSLAMLAR'ın umuma ait meseleler hakkında dertleşmeleri idi... CUMA gününü tatil yapmak ŞERİAT'ın da emri icabıdır!.. (Adana esnafıyla konuşma, 16.3.23) (21)

- Milletimiz DİN ve DİL gibi kuvvetli iki fazilete maliktir... Bu faziletleri hiç bir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz!.. (22)

- Bizim MİLLİYETÇİLİĞİMİZ bencil değildir... Biz MÜSLÜMAN olduğumuz için,müslümanlık yönünden ÜMMETÇİLİĞİMİZ de vardır ki, milliyetçiliğin çizmiş olduğu sınırlı çemberi geniş bir alana dönüştüren odur!.. (2.8.1920) (23)

- "ECNEBİLERİN EN ÇOK KORKTUKLARI, DEHŞETLE ÜRKTÜKLERİ İSLAMCILIK SİYASETİNİN 'AÇIKÇA İFADESİ'NDEN, MÜMKÜN OLDUĞU KADAR UZAK DURMAYA KENDİMİZİ MECBUR GÖRDÜK."

" Fakat MADDÎ ve MANEVÎ KUVVETLER karşısında, HIRİSTİYAN POLİTİKASI'NIN en şiddetli hırslarla HAÇLILAR SAVAŞI YAPMASINA KARŞI, BİZE YARDIMCI OLACAK KUVVETLERİ DÜŞÜNMEK ZORUNLULUĞU da TABİİ İDİ!.."

"ELBETTE SELÂMET ve necat İÇİN TEK KAYNAK İSLAMLIK ÂLEMİ'nin KUVVETLERİ OLMUŞTUR!.. İSLAMLIK ÂLEMİ bir çok noktalardan MİLLETİMİZLE, DEVLETİMİZİN GELECEĞİ İLE YAKINDAN İLGİLİDİR!.."(24.4.1920)

- "BÜTÜN DÜNYANIN MÜSLÜMANLARI ALLAH'IN SON PEYGAMBERİ HZ. MUHAMMED'İN (S.A.V.) GÖSTERDİĞİ YOLU TAKİP ETMELİ VE VERDİĞİ TALİMATLARI TAM OLARAK TATBİK ETMELİ!.. TÜM MÜSLÜMANLAR HZ. MUHAMMED'İ ÖRNEK ALMALI VE KENDİSİ GİBİ HAREKET ETMELİ!.. İSLÂMİYET'İN HÜKÜMLERİNİ OLDUĞU GİBİ YERİNE GETİRMELİ!.. ZİRA ANCAK BU ŞEKİLDE İNSANLAR KURTULABİLİR VE KALKINABİLİR!" (Ekim, 1938)(24)

---------------------------

KAYNAKLAR:

- ATATÜRK'ün Bütün Eserleri Cilt 1-20

- ATATÜRK'ün Söylev ve Demeçleri I-IV

***

> İÇİNDEKİLER< > İSLAMİ ESASLARA BAĞLILIK İLKESİ - AÇIKLAMALAR< >AÇIKLAMALAR-2 < > AÇIKLAMALAR-3 < >ERDOĞAN DÖNEMİ <