DİL EKİ

DİL VE TÜRKÇE

GİRİŞ:

DİL ve DİN'in ortaya çıktığı mekanlar, ANADOLU ve MEZOPOTAMYA'dır. 1990 tarihinde iki RUS bilim adamı "Batı dillerinin de kaynağının ANADOLU olduğunu" delilleri ile gösteren bir eser yazmıştır.

Artık herkes tarafından kabul edilmesi gereken gerçek şudur ki, her türlü medeniyetin kaynağı BATI değil, DOĞU'dur. MEDENİYET DAİMA DOĞU'DA GELİŞMİŞ, SONRA BATI'YA İNTİKAL ETMİŞTİR. FELSEFE yine DOĞU'dan kaynaklanmış, sonra BATI'ya atlammıştır. BATI'nın "Felsefe" diye ortaya attığı her şey, 50 yıla varmadan çöp tenekesini boylamıştır. Hiç bir PEYGAMBER BATI'da dünyaya gelmemiş, BATI'da hiç bir DİN ortaya çıkmamıştır!.. Goethe, Nietche, Hugo gibi düşünürler ise fikirlerini hep DOĞU felsefesi üzerine bina etmişlerdir. Bu gerçekler gözü ve gönlü açık olanların dikkatinden kaçmaz.

İlk şehirleşme ANADOLU ve MEZOPOTAMYA'da görülmüştür. İnsanları ve ırkları Hz. NUH'a bağlar isek, NUH'un gemisi CUDİ Dağına oturmuş ve insanlar dünyaya buradan yayılmıştır. Buna göre Arî de, Samî de, Hami de, Turanî de NUH'un çocuklarıdır. Hepsinin ilk ortaya çıktığı yer ANADOLU'dur. Bu durum sadece KUR'AN'da ve TEVRAT'ta değil, SÜMER efsanelerinın yazılı olduğu kil tabletlerde yer alır. TUFAN bütün insanların tarihini, kültürünü, folklorünü etkilemiştir.

Aslında IRKLAR'ın da, DİNLER'in de, DİLLER'in de kaynağı BİR'dir, ve DOĞU'dur. Farklılık sonradan meydana gelmiştir. Maksat, en iyiye, en güzele ulaşmak için yarışmaktır. (Bakınız: AÇIKLAMALAR - 1 )

TÜRK insanı IRK ve İNSAN özelliklerinden en güzellerine sahiptir. Dinlerin en mükemmeli İSLAM ile şereflenmiştir. TÜRKÇE de dünyanın en güzel dilleinden biridir. Hepimizin görevi, ALLAH'ın bizlere bahşettiği bu lütfu idrak etmek, ve daha ileriye götürmektir.

Bu bölümün amacı, bir milleti MİLLETİ yapan temel unsurlarından DİL konusu üzerinde durmak ve TÜRKÇE'nin dünya dilleri arasındaki üstün konumunu belirmek, ve geçirdiği aşamaları inceliyerek daha iyiye ulaşması için neler yapılması gerektiğini ortaya koymaktır.

DİL VE IRK MESELESİ:

Bilim adamları DİL ve IRK konusunda ortaya pek çok teoriler atmışlardır. İnsanın atasının BİR olduğu gibi, ilk kullanmaya başladığı dilin de TEK olduğunu kabul etmek, mantığa uygundur. Dünyanın her tarafında kediler, atlar, kuşlar aynı sesleri çıkarırlar. Herhalde insanlar da ilk dönemlerde bundan farklı davranmıyorlardı.

GÜNEŞ-DİL Teorisi, ilk insanların ilk farkettikleri şeyin, "her gün tepelerinde parlayan ve devamlı hareket ediyormuş gibi görünen GÜNEŞ olduğunu, ve bu tesbitlerini hayret ifadesi olan AAA = AĞ!.. sesiyle dile getirdiklerini" öne sürer. Bütün diğer ses ve sözler, bu basit kelimeden gelişmiştir. Binlerce yıl da öyle değişmeden kalmıştır.

Öte yandan IRK, MİLLET ve DİL konusu üzerinde duran en eski metinler, elbette ki DİN KİTAPLARI'dır. Bunlar da 1500 sene önce inmiş olan KUR'AN ile, 2000 yıl önce inmiş olan İNCİL, ve 3000 sene kadar önce inmiş olan TEVRAT'tır.

İNCİL'in Yuhanna yorumunda aynen şu ifade vardır:

"KELÂM başlangıçta var idi ve KELÂM, ALLAH nezdinde idi. Her şey onun ile oldu ve olmuş olanlardan hiç bir şey onsuz olmadı." (Bab 1 / 1)

Aslında bu ifade, "OL, der, bir anda oluverir" âyetinin (Yasin Sûresi 82. Âyet) işaret ettiği gerçeği dile getirmektedir. Gerçekten de kâinat, şimdilerde "Big Bang Teorisi" ile anlatmaya çalışıldığı gibi bir anda ve OL emriyle meydana gelmiştir. KELAM bu demektir. Yüce ALLAH'ın dileğini ifade ve irade buyurması, kainatın başlangıcını teşkil etmiştir.

Eldeki TEVRAT'ta bir dünya cennetinden söz edilir.

"ADEN'den bir ırmak çıktı, Dört kol oldu. Birinin adı PİŞON'dur. İkincinin adı GİHON'dur. Ve üçüncü ırmağın adı DİCLE'dir. Dördüncü ırmak FIRAT'tır." (TEKVİN , Bab 2 / 10-15 )

Tarif edilen bölge, bizim GÜNEY ANADOLU'dur. Nehirler de DİÇLE, FIRAT, SEYHAN ve CEYHAN'dur. Bu durum Yahudiler'in neden bölge ile "yakından ilgilendikleri"ni açıklamaktadır.

Eldeki TEVRAT'ta "meleklerin Âdem'e secde etmesi" yok... "İsim" konusu da KUR'AN'da anlatılandan biraz farklı... Deniyor ki:

"ALLAH onlara ne ad koyacağını görmek için Âdem'e getirdi. Ve Âdem her birinin adını ne koydu ise, canlı mahlukun adı o oldu."
(Tekvin, Bab 2 / 19)

Halbuki bu olaylar KUR'AN-I KERİM'de şöyle yer alır:

"Gökleri ve yeri halk eden ALLAH! Onların mislini yaratmaya gücü yetmez mi? Elbette yeter!...Bir şeyi dileyince, O'nun emri ona sadece OL demektir. Hemen oluverir." (Yasin / 81)

"ALLAH her hayvanı sudan halketmiştir." (Nur / 45)

"Sudan bir beşer yaratan ve onu nesep ve sıhrıyete sahip kılan yine O'dur." (Furkan / 51)

"Sizi TEK bir nefisten yaratan O'dur." (En'am / 98)

"İnsanı O yarattı, ona beyanı (konuşmayı) O talim etti." (Rahman / 3-4)

"Ve ÂDEM'e eşyanın adlarını öğretti. Sonra o eşyayı meleklere gösterdi.'Bana bunları adlarıyla bildirin,' dedi. Melekler,'...Biz Senin ilham ettiğinden gayrı bir şey bilmeyiz,' dediler. 'Ey Âdem!.. Bunları isimleriyle meleklere bildir,' dedi. Âdem de bildirdi. ALLAH, 'BEN size göklerin ve yerin gaybını... bilirim, demedim mi?' buyurdu." (Bakara / 30-33)

"Hani RABBİN meleklere, '...Onun yaradılışını tamamlayıp ona Ruhumdan nefhettiğim zaman, ona secde edin,' demişti. Bunun üzerine bütün melekler hep birden ona secde etti. Ancak İblis secde edenlerle beraber olmadı, çekindi." (Hicr / 28-31)

"Gerçekten biz Âdem Dğulları'nı tekrim ettik. Ve onları yarattıklarımızın çoğuna üstün kıldık." (İsra / 70)

"Biz evvelce Âdem'e vahiy ve emretmiştik. Fakat Âdem unuttu." (Ta Ha / 115)

"...Gerçekten biz İNSAN'ı AHSEN-İ TAKVİM (en güzel suret) üzre yarattık. Sonra ESFEL-İ SAFİLİN'e (aşağıların en aşağısı) reddettik (indirdik)."
(Tin / 1-5)

Bütün bunları niye naklettik?.. İnsanların atasının BİR, ANADOLU'nun İLK yerleşim merkezi olduğunu; ve insanın KONUŞMA özelliğine sahip TEK varlık, dillerin kökünün de BİR olduğunu en eski metinlere dayanarak belirtmek için!..

Aslında bazı kimseler DİN KİTAPLARI'ndan EFSANE türü kıssalardan yola çıkmanın "bilimsel" olmadığından dem vurabilirler. Ama unutmamak gerekir ki, Paleontoloji, Antropoloji, hatta Sosyoloji'de pek çok şey efsaneye veya varsayımlara dayanır. Bir faraziyenin diğer bir varsayımdan, bir efsanenin diğer bir kıssadan, hatta "Adem'in topraktan yaratılması" ile "insanın maymundan gelmesi"nin "BİLİMSELLİK" açısından birbirine üstünlüğü yoktur. ÇÜNKÜ HİÇ BİRİNİN GÖZLE GÖRÜLÜR, ELLE TUTULUR, HERKESİN BİRLEŞTİĞİ İSPATI YOKTUR!..

Kaldı ki, bugün İSRAİL, devlet olmasını, FİLİSTİN'i ele geçirmesini, 150 milyon Arab'a karşı direnebilmesini, bir din kitabına dayanarak sağlamıştır. Schliman, TRUVA şehrini bir efsaneyi inceliyerek bulmuştur. Ve TUFAN din kitaplarından önce SÜMER kil tabletlerinde yer almıştır.

İşte bu yüzden, DİL âlimleri de iki gruba ayrılırlar. Biri insanın konuşmasının ve bir dil geliştirmesinin ancak "ALLAH'ın ilhamı" ile mümkün olabildiğini öne sürerken, diğer grup insanın bu özelliğe tek heceli sesler çıkartarak, ve bunu gittikçe geliştirerek ulaştığını savunur.

Bizce her ikisi de doğrudur. Ve işin sırrı yukarda naklettiğimiz âyetlerde gizlidir!..

İnsanın tekellümü, yani KELÂM edebilmesi, konuşması Yüce TANRI'nın bir lûtfudur. Kâinatın yaratılmasına sebep olan KELÂM, bir KUDRET olarak insana bahşedilmiş, bu suretle insan diğer yaradılmışlara üstün kılınmıştır. Âdem'in "eşyanın, cisimlerin adlarını öğrenmesi, meleklerin bunu yapamaması, ve bu yüzden Âdem'e secde etmeleri" hep bu gerçeğe işarettir. Ancak Âdem sonra bu bilgiyi kullanma fırsatı bulamadan unutmuş, aşağıların en aşağısına indirilmiş, ve yeniden kendi çabasıyla konuşma yeteneğini kazanarak diğer canlılardan daha üstün duruma gelmiştir.

Bu tip ilhamı anlamak zor değildir. Bugün bütün zoologlar kabul eder ki, balarısı peteği kimseden öğrenmeden "altıgen" yapar. Örümcekler ağlarını hiç bir tezgâhta eğitim görmeden dokurlar. İpekböceği kozasını örerken yine kimseye danışmaz. Kuşlar ve balıklar pusula kullanmadan sırf yumurtlamak için millerce yol kat ederek esas vatanlarına dönerler.

Bu davranışların hepsi "içgüdü" diye adlandırılır, DNA'lara bağlanır ama ilk VAHİY hiç hesaba katılmaz. Halbuki KUR'AN; İNSAN'a KELÂM'ı nasıl ALLAH bahşettiyse, diğer canlılara da özel kaabiliyetlerini yine O'nun İLAHİ İLHAM'ı yoluyla verildiğini şu ifade ile belirtir:

"RABBİN balarısına da şunu VAHY etti: 'Dağlarda, ağaçlarda, çardaklarda evler edin. Sonra meyvaların herbirinden ye! RABBİNİN kolaylık gösterdiği yollara git!..' Onların karınlarından renkleri muhtelif ve insanlar şifalı bir yiyecek çıkar. İşte bunda da düşünen bir kavim için elbette bir ibret vardır." (Nahl / 68-69)

Öte yandan TEVRAT, NUH'un gemisinin AĞRI Dağı'na konduğunu söyler.(Tekvin, Bab 8/4) KUR'AN'da ise CUDİ Dağı'na oturduğu belirtilir. (Hud Suresi, 44. Âyet) Cudi, kelime olarak "dağ" demektir. İster CUDİ dağına, ister AĞRI dağına oturmuş olsun, farketmez. Bu fark, bir ihtimalle de TEVRAT'ın, inmesinden 600 yıl sonra kaleme alınmasından doğmuş olabilir. AĞRI Dağı daha yüksektir ve Yahudiler onu bu şerefe daha lâyık buldukları için değiştirmekte beis görmemiş olabilirler!.. CUDİ ise, MEZAPOTAMYA'ya, GÖBEKLİ TEPE'ye, KONYA'ya daha yakındır ve ilk yerleşimler bu bölgelerde olmuştur.

TEVRAT, TUFAN sonrasını daha teferruatlı anlatır ve bize TÜRKLER ile ilgili çok değerli bilgiler verir:

"Ve gemiden çıkan NUH'un oğulları SAM, HAM ve YAFET idiler... Ve bütün yeryüzüne yayılanlar bunlardan oldu." (Tekvin Bab 9 / 18-19

"KENAN'ın atası HAM, (bir gün) babasının çıplaklığını gördü, ve dışarda iki kardeşine söyledi. Ve SAM ile YAFET bir esvap alıp onu iki omuzundan üzerine koydular. Ve geri geri gidip babalarının çıplaklığını örttüler. Ve yüzleri geri olup babalarının çıplaklığını görmediler.. Ve NUH... küçük oğlunun kendisine yaptığını anladı. Ve dedi:

- "KENAN lânetli olsun!..Kardeşlerine kullar kulu olacaktır!"

- "SAM'ın ALLAH'ı RAB, mubarek olsun, ve KENAN ona kul olsun!"

- "ALLAH, YAFET'e genişlik versin!.. SAM'ın çadırlarında otursun!.. Ve KENAN ona kul olsun!" (Tekvin, Bab 9 / 22-27)

Bilindiği gibi HAM, eski KENAN diyarı olan şimdiki FİLİSTİN (İSRAİL) halkının atası idi. Bu bölge Sayda şehrinden Gazze'ye kadar uzanıyordu. Yahudiler bu gruba sahip çıkarlar... Ancak TEVRAT'tan anladığımıza göre, bu kabileler lânetlenmiş ve diğerlerine kulluk etmeğe mahkûm edilmişlerdir. KENAN, SEBA, BABİL, AKAD halkı ve Kral NEMRUD bu oğuldan olmadır. Tarihî gelişmeler bu lâneti gerçek yapmıştır. HAM soyu ilerde Hint-Aurupaîler'in ve Afrikalılar'ın da atası olmuştur.

SAM ise ASUR ve ARAMÎ halklarının, yani şimdi ARAP dediğimiz halkların atası idi. SAM'la ilgili dua da kabul olunmuş, Yüce Peygamberimiz ve ALLAH idrakinin zirveye ulaştığı İSLAM dini, Arabistan'da ortaya çıkmıştır...

Tevrat ELAM'ı da SAM'ın oğlu olarak sayar... SÜMER ve ELAM dillerinin TÜRKÇE'ye yakın olması ile bu husus bir çelişki gibi görünür. Ancak ilerde göreceğimiz gibi, bir ayırım teşkil etmez. YAFES, ELAM'ın amcasıdır. Kullandıkları dil aynıdır.

TÜRKLER'in YAFES dedikleri 3. oğul ise, bizim atamızdır. Görüldüğü gibi, hadislerden ve KUR'AN'dan önce TEVRAT'ta da, en büyük iltifata mazhar olmuş kişidir. Hz. NUH'un, en sevgili oğlu YAFES için ettiği dua, çok derin mânâlıdır ve olduğu gibi gerçekleşmiştir. YAFES'in torunu TÜRKLER, dünyaya EN ÇOK YAYILAN MİLLET olma özelliğine sahiptirler. Aynı zamanda dünyada EN ÇOK DEVLET KURMUŞ OLAN MİLLET olma imtiyazını da ellerinde bulundurmaktadırlar!..((Bakınız: TARİH BOYUNCA TÜRK KAVİMLERİ VE KURDUKLARI DEVLETLER )

TÜRKLER gerçekten de 900 yıllarından itibaren Arapların çadırlarında, ülkelerinde oturmaya başlamışlardır. Yine aynı tarihlerden başlıyarak Hindistan'ı, Afrika'yı ve Avrupa'yı hâkimiyetlerine almışlardır. Maalesef son 300 yıldır bu hâkimiyet tedricen azalmış ve TÜRKİYE ile sınırlı kalmıştır.

Ancak önümüzdeki yıllardan itibaren TEVRAT, KUR'AN ve HADİSLER'in işaret buyurduğu TÜRK KAVMİNİN SEÇİLMİŞ OLDUĞU ve DİĞER MİLLETLERİ HUZURA VE REFAHA GÖTÜRMEKLE VAZİFELİ OLDUĞU gerçeği, bİr kere daha kendini gösterecektir, İNŞAALLAH!..

YAFES'e dönersek; GOMER (SÜMER), TİRAS, YAVAN, TUBAL adlı oğulları ile GOMAR'ın TOGARMİ ve RIFAT (DİCLE ve FIRAT) adlı iki oğlu; ve YAVAN'ın oğlu TARŞİŞ bize ismen çok aşina geliyor... (Tekvin, Bab 10/2-3)

TEVRAT şöyle devam ediyor:

"Bütün dünyanın dili BİR ve sözü BİR idi... Şarka göçtükleri zaman Şinar diyarında bir ova buldular, ve orada oturdular... Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. 'Bütün yeryüzü üzerine dağılmıyalım diye, gelin, kendimize bir şehir ve başı göklere erişecek bir kule bina edelim,' dediler..."

"Ve RAB dedi: 'İşte BİR kavimdirler. Ve onların hepsinin BİR dili var. Ve yapmaya başladıkları (kötü) şey budur. Ve yapmaya niyetlendikleri (küfür olan) hiç bir şey onlara men edilmiyecektir.' (Meleklere dedi ki) 'Gelin, inelim ve birbirinin dilini anlamasınlar diye onların dilini orada karıştıralım.' Ve RAB onları bütün yeryüzüne oradan dağıttı. Ve şehri inşa etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına BABİL denildi. Çünkü RAB bütün dünyanın dilini orada karıştırdı. Ve RAB onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı." (Tekvin, Bab 11 / 1-9)

Buna göre dillerin farklılaşması BABİL döneminden sonradır. (Bakınız: AÇIKLAMALAR - 2 ) SÜMER ve ELAM dili arasındaki benzerlik bu yüzden şaşırtıcı değildir. Hatta o dönemin AKAD ve ASUR dillerinin de SÜMER diline yakın olması anlaşılabilir. İşte bu yüzden iki Rus bilgininin "Hint-Avrupaî dillerinin kökeninin ANADOLU olduğu" tesbiti, yabana atılamaz. Burada önemli olan husus, şimdiki TÜRK lehçelerinin, başka herhangi bir dilden çok daha fazla, SÜMER ve ELAM diliyle ilişkisi olmasıdır!... Eski Önasya tarihi uzmalarından Fr. Hommel, SÜMERLER'i tamamen bir TÜRK kavmi olarak kabul eder, ve "ORTAASYA'dan M.Ö. 5000'lerde kopan TÜRK grupların Önasya'ya geldiklerini ve SÜMERLER'i teşkil ettiklerini" belirtir. SÜMER dilinden 350 kelimeyi TÜRKÇE ile açıklar. V. Christian ve Benno Landsberger "TÜRKÇE ile birlikte diğer URAL-ALTAY kavimlerin dillerinin de (ki onlar da TÜRK lehçeleridir) SÜMERCE'de etkisi olduğunu" kabul eder. Landsberger, ayrıca "SÜMER dilinin yalnız fenomenolojik bakımdan değil, aynı zamanda tarihî bakımdan, bütün ASYA boyunca uzayan DAĞLIK havalide konuşulan geniş bir dil grubuna dahil olup, bu grubun bugün de varlığını sürdüren TÜRK DİLLERİ olduğunu" kabul eder!.

TEVRAT'ta HAM soyundan gelen hiç bir peygamberden söz edilmez. Zaten Hint-Avrupai ırk ve dil grubundan hiç bir peygamber gelmediği, din âlimlerince bilinen bir husustur.

TEVRAT'ta Hz. İBRAHİM, SAM'ın soyundan ve TERAH'ın oğlu olarak gösterilmektedir. İSLAM'a göre Hz. İBRAHİM'in babası AZER'dir. (En'am Sûresi, 74. âyet) Yani HAZAR TÜRKÜ'dür. Buna göre YAFES'in soyundan olması gerekir... Zaten Arap tarihçiler de "gerçek Arapların AD, SEMUD, AMALİKE gibi kabileler olduğunu; Hz. İBRAHİM'in oğlu İSMAİL soyunun sonradan Araplaşmış olduğu"nu ifade ederler... Ama farketmez. TEVRAT'ta geçen TERAH adının da TURHAN veya HERODOT'ta geçen TYRRHEN kelimesine yakınlığı açıktır.

TEVRAT'ta ALLAH'ın Hz. İBRAHİM'e bir hitabı var ki, Hz. NUH'un duasına cevap gibidir:

"Seni BÜYÜK MİLLET edeceğim. Ve seni MUBAREK kılacağım. Seni mubarek kılanları, mubarek kılacağım. Ve sana lânet edene, lânet edeceğim!.. YERYÜZÜNÜN BÜTÜN KABİLELERİ, SENDE MUBAREK OLACAKTIR!.." (Tekvin, Bab 12 / 1-3)

Bilindiği gibi Hz. İBRAHİM'in HACER adlı cariyesinden Hz. İSMAİL dünyaya geldi. İlk oğludur. Karısı Sara'dan da Hz. İSHAK doğdu. İkinci oğludur. Hz. İSMAİL yüce Peygamberimiz Hz. MUHAMMED'in atasıdır. Hz. İSHAK da diğer peygamberlerin ve Yahudiler'in atasıdır. Yahudiler HZ. İSMAİL'i görmezden gelip, buradaki ifadenin HZ. İSHAK soyunu, yani kendilerini kastettiğini öne sürerler.

Rivayete göre, Hz. İBRAHİM'in KANTURA adında bir eşi daha vardı. Bu kadın, TEVRAT'ta

"Ve İBRAHİM başka bi kadın aldı. Ve onun adı KETURA idi" (Tekvin, Bab 25 / 1)

şeklinde geçer. Bu mubarek kadın da TÜRK boylarının anası, atası idi. Peygamberimiz TÜRKLER'den KANTURA OĞULLARI diye söz ederdi. Hatta bu sebepten 9. Asır'da müslüman olup halife etrafına toplanmaya başlıyan TÜRKLER, soyları sorulduğunda, "Babamız İBRAHİM, amcamız İSMAİL" derlerdi!..

Öte yandan KUR'AN-I KERİM'de de TÜRKLER'e işaret vardır ve TEVRAT'taki ifadeyi pekiştirir:

"Ey iman edenler!.. İçinizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) ALLAH bir kavim getirir ki, onları sever. Onlar da O'nu severler... Onlar müminlere karşı mutevazı, kafirlere karşı zorlu olurlar. ALLAH yolunda cihad ederler. (Kendilerini) yerenlerin çekiştirmesinden yılmazlar. Bu (özellik) ALLAH'ın bir inayetidir ki, onu dilediğine verir." (Maide Sûresi, 54. Âyet)

Çok şükür ki, TANRI bu lûtfu TÜRKLER'e bahşetmiştir. Gerçekten de TÜRKLER inananlara karşı son derece mütevazı, onlara saldıran inançsızlara karşı son derece amansız olmuşlardır. Haçlı Seferlerine karşı koyanlar Araplar değil, TÜRKLER'di!..Arap Fatımîler Selçukluları arkadan vurmuşlar, Haçlıların işini kolaylaştırmışlardı.(1098) 820 sene sonra Araplar yine TÜRKLER'i arkadan vuracak ve ülkelerini Batılılar'a adeta peşkeş çekeceklerdir. (1918)

Peygamberimizin de bu konuda pek çok hadisi vardır. Bir tanesi şudur:

"Sizler (Araplar) deriden çarık giyen bir kavimle (TÜRKLER) çarpışmadıkça, kıyamet kopmıyacaktır!"

Buradaki kıyamet sözü, ahiretteki kıyamet değildir. Her şeyin kökünden değişmesidir. Gerçekten de Araplar TALAS Savaşı'nda TÜRKLER ile çarpışmışlar, onları yenmişler (750) ama bu savaştan sonra kitle halinde müslüman olan TÜRKLER, İSLÂM DEVLETİ'nin hâkim unsuru haline gelmişlerdir. Arab'a dayalı her şey, kökünden değişmiştir.

Bir diğer hadis şöyle:

"TÜRKLER size dokunmadıkça, siz de onlara dokunmayınız. Zira KANTURA OĞULLARI, ALLAH'ın (ilk önce) ümmetime (Araplara) verdiği saltanatı,(onların elinden) çekip alacaklardır." (Bakınız: AÇIKLAMALAR - 3 )

Bu hadis Peygamberimizden 1500 yıl önce inmiş olan TEVRAT'ta yer alan ve 4000 yıl önceki Hz. NUH'un duası olan :

"ALLAH, YAFET'e genişlik versin!.. SAM'ın çadırlarında otursun!..Ve KENAN ona kul olsun!" (Tekvin, Bab 9 / 22-27)

Ve 1800 yıl önce Hz. İBRAHIM'e ALLAH'ın vaadi olan:

"Seni BÜYÜK MİLLET edeceğim. Ve seni MUBAREK kılacağım. Seni mubarek kılanları, mubarek kılacağım. Ve sana lânet edene, lânet edeceğim!.. YERYÜZÜNÜN BÜTÜN KABİLELERİ, SENDE MUBAREK OLACAKTIR!.." (Tekvin, Bab 12 / 1-3)

ifadelerinin tam teyididir!... Araplar bu nasihate uymamışlar, TÜRKLER'ien üstüne yürümüşler, onları yenmişler, ancak sonunda saltanatı TÜRKLER'e devretmek durumunda kalmışlardır.

Ama en dikkat çekici hadis, aşağıdakidir... Hz. MUHAMMED'e sorarlar:

"- MEVALİ nedir ya RESULULLAH?.."
"- Onlar sizin azadlılarınızdır. Yani FARİS yönünden gelecek olan bir kavimdir ki, şöyle diyecekler:
"- Ey Araplar!..Siz fazla taassuba kaçtınız."
Siz bunlara gereği gibi hak tanımazsınız. Sizinle hiç kimse birlik kurmayacaktır!"

Bu hadisteki MEVALİ, ARAP OLMAYAN VE KÖLE SAYILAN'dır...FARİS, İRAN'dır... FARİS YÖNÜ, HORASAN'dır...GELEN KAVİM ise, TÜRKLER'dir!..Çünkü dünyada TÜRKLER'den başka KÖLELİKTEN YÜKSELİP te HÜKÜMDAR OLAN bir MİLLET yoktur!..

Şu halde TÜRKLER, NUH TUFANI'ndan beri var olan, o tarihten beri ANADOLU'da yaşıyan, ilk devleti kuran, dünyanın en eski dilini kullanan; ve hem TEVRAT'ta, hem de KUR'AN'da övülmüş, DÜNYANIN DÖRT BİR YANINA YAYILMIŞ bir MİLLET'tir.

DİL KONUSUNDA GENEL BİLGİLER:

Bizim bu görüşlerimizin dayandığı iki temel vardır. İlki TARİH, ikincisi DİL'dir.

Dil konusunda da iki teori olduğunu, bunlardan birinin İLÂHÎ İLHAM esasına dayandığını, ikincisinin ise tıpkı hayvanlardaki gibi basit seslerden gelişmeye inandığını belirtmiştik. Bizce her ikisinin de doğru olduğunu, ALLAH'ın sadece insanlara bahşettiği konuşma yeteneğinin, en alt düzeyden başlıyarak geliştiğini söylemiştik. GÜNEŞ-DİL TEORİSİ işte bu doğal gelişimin evrelerini anlatır.

Ancak GÜNEŞ-DİL Teorisinden söz edebilmek için genel olarak dil konusunda bir fikir sahibi olmamızda yarar vardır.

Dilciler konuşulan dilleri biçim açısından şöyle sınıflandırırlar:

- Yalınlıyan Diller

- Bitişken Diller

- Bükümlü Diller

Yalınlıyan dillerin özelliği ÇEKİM olmayışıdır. Kelimeler ek almadan, büküme uğramadan, değişmeden kalırlar. Cümle içinde yerleri değiştikçe anlamları ve görevleri değişir. Bu gruba en iyi örnek Çince'dir. Meselâ:

WO ŞİYE = YAZIYORUM
ben yazmak

WO BU ŞİYE = YAZMIYORUM
ben yok yazmak

WO ŞİYE MA = YAZIYOR MUYUM?
ben yazmak var?

Çince'nin pek çok ağzı, lehçesi olmasına rağmen bu kişiler konuşurken anlaşamazlar da, söylediklerini yazdıklarında kolayca anlaşırlar. Çünkü kelimelerin ifade edildiği işaretler hiç değişmez. Çin yazısı, SÜMER ÇİVİ YAZISI'nın bir uzantısı olarak hiyerolif şeklinde ortaya çıkmış, ancak Mısır ve Hindistan'dan ayrılmış, nev'i şahsına muhnasır bir yazı olarak gelişmiştir. Çin, Japonya, ve Kore bu tip yazıyı kullanır.

Yalınlıyan dillerin ötekileri Viyetnam dili, bazı Himalaya, Güney Asya ve Afrika dilleridir. Doğan Aksan Batılı kaynaklara dayanarak BASK dilini bu gruba koyar ki, katılmıyoruz.

İkinci grup TÜRKÇE'nin de içinde bulunduğu BAĞLANTILI veya BİTİŞKEN DİLLER'dir. Bu dil türünde bütün eylem, kip, şahıs, çoğul özellikleri takılar halinde hiç değişmeyen köke eklenir:

KARAR-LAŞ-TIR-DI-K-LAR-I-MIZ-IN ( tümü)

GEZ-DİR-İL-ME-Sİ

ÇEK-O-SLOVAK-YA-LI-LAŞ-TIR-A-MA-DIK-LAR-I-MIZ-DAN-SIN-IZ

Bu örneklerden sonuncusunu, mesela İNGİLİZCE ifade etmek istesek, şöyle olur:

YOU ARE ONE OF THOSE WHOM WE HAVE TRIED, BUT NOT HAVE BEEN ABLE TO CONVERT TO BE A CHECKOSLOVAC.

Geniş anlatım imkânı sağlıyan bu özellik TÜRKÇE'nin sandığımızdan çok daha zengin olmasına yol açmıştır. Ne var ki, bir dönem yaygınlaşan artniyetli bir tutum, ilerde üzerinde duracağımız şekilde, üniversite öğrencilerini bile meramını anlatamaz hale getirmiştir. Bu dil grubundan geliştiğini sandığımız KAYNAŞTIRAN DİLLER ise TÜRKLER ile akraba olan AMERİKA YERLİLERİ'nde görülür. Bu dil türünde takılar öyle bir hal alır ki, bütün bir cümleyi tek kelimede söyliyebilirsiniz. Örnek vermek gerekirse:

TAKASARİARTORUMAGALUARNERPA ... tek kelimelik ESKİMO cümlesi,
ONUN BUNUNLA UĞRAŞMAYA GERÇEKTEN NİYETİ OLDUĞUNU SANIYOR MUSUNUZ?.. demektir.

GRÖNLAND dilindeki KİAZUÜEK kelimesi de ilerde inceliyeceğimiz GÜNEŞ DİL TEORİSİ'ne göre oluşmuş kelİmelere tipik bir örnek teşkil eder. Şöyle ki:

KİA + ZU + ÜEK = TER
sıcaklık + maruz kalma + sonucu (oluşan şey)

Bütün KIZILDERİLİ, ESKİMO DİLLERİ ile GÜRCÜCE bu grubun elemanlarıdır.

Son grup BÜKÜMLÜ DİLLER grubudur. Bu dillerin özelliği çekim, kip, çoğul yapma gibi faaliyetlerde kelime kökünün çoğu zaman tanınmıyacak halde değişmesidir. En belirgin örnekleri ARAPÇA'dan alabiliriz. Sessiz harf kökte yerini korurken, sesli harf değişir:

QAA-LE = dedi / YEQUU-LÜ = der / QUL = de!

Sâmî diller bu KÖK BÜKÜMLÜ gruba girerken, Hint-Avrupaî diller GÖVDE BÜKÜMLÜ gruptadırlar. (Yunanca, Lâatince, Almanca, İngilizce, v.d.) Almanca'da FUSS (ayak) kelimesinin çoğulu FÜSSE olurken, içmek anlamındaki TRİNKEN; TRANK, GETRUNKEN şekillerine girer.

Bazı dil uzmanları URAL-ALTAY dil grubunu M.S. 7. asırdaki ORHUN kitabeleri ile başlatırlar. Böylece SÜMERLER'den ETRÜSKLER'e, ELAMLAR'dan PELASGLAR'a kadar pek çok TÜRK grubunu devre dışı bırakırlar.

Ancak sonra bu dili kendi içinde şu bölümlere ayırırlar: FİN-UGUR, SAMOYED, KARADENİZ-HAZAR, TÜRK-TATAR, MOĞOL-MANÇU, TUNGUZ... Bu da göstermektedir ki, TÜRK etkisi Demirel'in dediği gibi, "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar" değil, KUZEY KUTBU'ndan PASİFİK OKYANUSU'na kadardır. Sovyetler'den kopan ESTONYA'nın ikinci dili UGURCA'dır.

Öte yandan TÜRKÇE ile JAPONCA arasında bilmeyenler için hayret verici bir benzerlik vardır. Meselâ:

SOKAKTA GİDEN BİR ADAM GÖRDÜM

cümlesi

Japonca

TÖRİ-WO ARAKU HİTO-WO Mİ-MASİ-TA şeklindedir.
sokak giden adam gördü(m)

şeklindedir. Halbuki İngilizce'si:

I SAW A MEN IN THE STREET
ben gördü bir adam içinde sokağın

halindedir. Ki, bütün Hint-Avrupaî diller hemen bu sıralama içinde bulunur.

URAL-ALTAY dil grubunun diğer önemli özellikleri ünlü ses uyumu ile tek çoğul halinin yeterli olmasıdır. Meselâ,

BU KUŞLAR UÇMUYOR

cümlesinde bir tek çoğul hali tüm cümleye coğul anlamı kazandırmaya yeterli olurken, aynı ifade İngilizce'de şöyledir:

THESE BIRDS ARE NOT FLYING
Bunlar kuşlar uçmuyorlar

Dil âlimleri Hint-Avrupaî dil grubuna şu grupları sokarlar: ARYA, GREKÇE, İLLİRCE, İTALCA, KELTÇE, GERMENCE, BALTIK-SLAV, ESKİ ANADOLU DİLLERİ, TOHARCA, ERMENİCE...

Dikkat edilirse, Batı dil âlimleri ANADOLU'yu mutlaka BU dil grubuna dahil etmeye, az bir nufusu kapsıyan ERMENİLER'i de AYRICA belirtmeye özen gösterirler. Bu gruba da aslında bir ulusu, ve bir devleti tesbit edilemiyen ARYALAR ile başlamakta israr ederler.

ADİLE AYDA böyle bir halkın olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Biz bu grubun NUH'un oğlu HAM soyundan geldiğini ve yine NUH tarafından lânetlenmiş olduğunun TEVRAT'ta yer aldığını, bunu kabullenmek istemiyen Batılılar'ın kendilerine ARYA diye hayalî atalar bulduklarını belirtmek istiyoruz.

Hint ve İran dili bu gruba dahildir. Hint halkının en eski yazıları VEDALAR'dır ki, bunlar dinî metinlerdir. Prakrit ve Sanskrit bu kaynaktan gelmiştir. Farsça diye bilinen İran dili ise, en eski metinlerden olan Avesta'dan kaynaklanır. O da dinî bir metindir. Bu dile Zent de denir. Sonra Soğdca ve Pehlevî diye ikiye ayrılır.

Grekçe M.Ö. 7. asırda kendini göstermeye başlamıştır. İyonya, Arkadya, Dar, Attike, Aiolya lehçeleri vardır. Ancak biz İYONYA, ARKADYA ve DOR lehçeleri üzerinde yeteri kadar durulduğu takdirde, bu dillerin Grekçe'den çok PELASK, THYRREN ve ETRÜSK dillerine yakın olduğunun, yani TÜRKÇE'nin bir lehçesi olduğunun ortaya çıkacağına inanıyoruz. (Bakınız: AÇIKLAMALAR - 4 )

İtalca'nın ortaya çıkışı M.Ö. 400 yıllarına kadar götürülür. O dönemde Ombr, Osk ve Latium dilleri kullanılmaktadır. Dikkat edilirse M.Ö. 3000'lere kadar uzanan İtalya'daki ETRÜSK varlığı hasıraltı edilerek Lâtin dili ön plana çıkartılmıştır. Eski Latince bugünün Roman dillerinin kaynağı sayılır. Bu diller Fransızca, Portekizce, İspanyolca, İtalyanca, Rumence'dir. ROMENLER eski ETRÜSK soyundandır, yani dilleri sonradan Lâtinleşmiştir.

Bu grubun en önemli dili olan Germen kolu Gotça, Vandalca, Frankça, Saksonca, İngilizce, Almanca ve İskandinav dillerini kapsar. Şimdi ölü bir dil olan Gotça M.Ö. 3. asırda, İngilizce ise 5. asırda ortaya çıkmıştır.

En önemli mensubu Rusça olan Slav dil grubunda ise şu diller bulunmaktadır: Lehçe, Çekçe, Slovakça, Slovence, Sırpça, Hırvatça, Beyaz Rusça, Ukraynaca ve Bulgarca... Son ikisinin sonradan slavlaşmış diller olduğunu tekrar belirtmek isteriz. Özellikle Bulgarca, 1000 yıl önce bile krallarına HAN diyen, insanların OMURTAK gibi öz-be-öz TÜRKÇE adlar taşıdığı Orta Asya kökenli büyük bir TÜRK boyunun dili idi.

Batılı dil âlimleri eski ANADOLU dillerinden olan HİTİTÇE, LUVİCE ve PALACA'yı bu gruba dahil ederler. HURRİCE olduğunu tahmin ettiğimiz hiyerolif Hititçe'yi de Hint-Avrupaî sayarlar. Zaten saymadıkları yoktur ya!..

Biz diyoruz ki, TÜRK dil âlimlerinin konuya özenle eğilmesi halinde SÜMER, ELAM, URAR dillerinin olduğu gibi HURRİ, HİTİT hatta LUVİ ve PALA dillerinin de TÜRKÇE ile bağlantısı tesbit edilecektir.

Öte yandan ERMENİCE'yi de dikkatinize getirmek istiyoruz. Batılı dil âlimleri 200 milyonun konuştuğu Fransızca gibi bir edebiyat dilini Lâtince'ye, 300 milyon insanın konuştuğu İngilizce gibi bir teknoloji dilini Germence'ye bağlarken; 5 milyonluk Ermeni'nin dilini götürüp ana dala bağlamaları neyle izah edilebilir?..

Kaldı ki, KARADENİZ-HAZAR bölgesi dillerinin URAL-ALTAY olduğunu söylerler... Biz diyoruz ki, burada etken unsur Hıristiyanlık'tır. Hıristiyanlık nasıl METOT-kRİL adlı papazların eliyle BULGARLAR'ı bizden koparıp Slavlaştırmış ve hatta azılı düşmanımız yapmış ise; Ermeniler'i de yine din unsuru HAZAR dil grubundan uzaklaştırmıştır. Ermenice'nin kökenine indikçe URAL-ALTAY özellikler tesbit edilebileceği gibi, belki de Edip Yavuz'un dediği şekilde ARMAN TÜRKLERİ'nin sonradan Ermenileştiği de ortaya çıkabilir. Ermeni vatandaşımız Levon Dabağyan da Ermeniler'in TÜRK soyundan olduğunu söyler. Aksi takdirde şu anda azılı düşmanımız olan Ermeniler'in neden hep "Dökmeciyan, Demirciyan" gibi TÜRKÇE soyadları kullanmakta ısrar etmelerini açıklamakta zorluk çekeriz.

Öte yandan tarihçi Kemal Balkanlı (Ölümü 1992), yayınlanmamış bir eserinde, "ANADOLU'da RUM ve ERMENİ sanılanların çoğunun eski PEÇENEK ve UZ Hıristiyan TÜRKLERİ'nin soyundan geldiğini, adlarından ve hıristiyan mahallesinde yaşamalarından dolayı, TÜRKLER'den çok Ermeni ve Rumlar ile karıştıklarını, bu konuya ilgi gösterilmesini ve hataların düzeltilmesini" istemektedir!..

Sâmî dillerine gelince, en eskisi M.Ö. 2500'e kadar giden AKADÇA'dır. SÜMERCE'den etkilendiği gibi, onlardan aldıkları çivi yazısı ile tabletlerde görülür. Kenanca, Fenikece, Aramca, Süryanice, Habeşce ve elbette ARAPÇA ve İBRANİCE bu gruba dahildir.

Sâmî dil grubunun özelliği, kelime köklerinin üç ünsüz harften oluşmasıdır. Kelime şekil değiştirir ama içinde mutlaka bu üç ünsüzü barındırır. Arapça'dan örnek verelim: meKTeP, meKTuP, KâTiP, KiTaP, KüTüPhane...

Fenike dili hiyerolife geçtiği gibi (M.Ö. 1300'ler), şimdiki alfabenin de esasını oluşturmuş, İYONLAR'a, sonra Grekler'e, sonra ETRÜSKLER'e ve Lâtinler'e ulaşan yolu açmışlardır. Bizler için bu alfabe Lâtin değil, öz-be-öz ETRÜSK ALFABESİ'dir, bütün TÜRK cumhuriyetlerine o adla tanıtılmalıdır!..

DİLLERİN BİRBİRİNDEN ETKİLENMESİ:

ARAPÇA; İSLÂM âlimlerinin felsefe merakı yüzünden Grekçe'den etkilendiği gibi, gene İSLÂM aracılığı ile Farsça'yı, Türkçe'yi ve Malay dillerini etkilemiştir. Bu arada CENGİZ HAN'ın torunları HİNDİSTAN'ı fethedince, yöre halkı için TÜRKÇE-Farsça-Arapça-Hintçe-Peştuca karışımı URDU dilini oluşturmuşlardır.

Eski Mısır'ın Sâmî sayılabilecek dili, Büyük İskender'in fethi ile Makedon etkisine, daha sonra da Roma etkisine girmiş ve Kopt adını almıştır. M.Ö. 3000'lerde hiyerolifle başlıyan Mısır yazısını da unutmamak gerekir.

Batılı âlimler KAFKAS dillerinin TÜRKÇE ile bağlantısını kurmaktansa, onları ayrı bir kategoride incelemeyi tercih ederler. Bizim dilcilerimizde onların ayak izlerini takip ederler. Halbuki devamlı istilâlara ve değişmelere maruz kalmış bu dağlık bölge halkı, istilâlar arasında da birbirinden kopuk yaşadığı için, nisbeten küçük bir bölgede GÜRCÜCE, ABAZACA, ÇERKEZCE, ÇEÇENCE, LEZGİCE gibi farklı diller ortaya çıkmıştır. Biz ERMENİCE'yi de bu gruba dahil ediyoruz. Ve diyoruz ki, bu KAFKAS dilleri aslında KARADENİZ-HAZAR grubuna dahildir. Ancak onlardan daha fazla HİNT-AVRUPAÎ etkisinde kalarak, HİNT-ALTAY olmuşlardır. Yani özelliklerini her ikisinden de almışlardır. Aslında bu açıdan bütün diller birbirinden etkilenmiştir. Mükemmele yaklaşmalarını da bu ilişkilere borçludurlar.

Diller birbirlerinden mutlaka etkilenmiştir. Hem öyle etkilenmiştir ki, Haiti yerlilerinden HAMAK, Eskimolardan PARKA, kızılderililerden MAKOSEN kelimeleri önce Amerikalara, sonra bütün dünya dillerine girmiştir. DOMATES, PATATES, ŞİŞ KEBAP gibi müşterek yiyecek adları da yaygındır. Ama bazı kelimelerin maceraları da dikkate değer.

Meselâ, Arapca KERVAN kelimesi TÜRKÇE'ye girip KERVANSARAY; İT ÜRÜR, KERVAN YÜRÜR şekilleriyle yerleşmiştir. Aynı kelime İngilizce ve Fransızca'ya TÜRKÇE'den CARAVAN olarak geçmiş, sonra bu adla anılan taşıt aracılığıyla KARAVAN olarak bize geri dönmüştür. Bizce ne KERVAN, ne de KARAVAN yabancı kelime addedilmelidir. Bir dilin atasözünde yer alan kelime, nasıl yabancı olabilir ki?.. Kendinden çıkıp tekrar dönen kelime, nasıl olur da bizden koparılır?..

Bir de Rıza Nur'un verdiği örneği nakledelim:.ÇADIR kelimesi ÇATMAK'tan türemiş, öz-be-öz TÜRKÇE bir kelimedir. Farslar bu kelimeyi alıp ÇETR (çadır, gölgelik) yapmışlar. Sonra biz onlardan alıp DİVAN EDEBİYATI çerçevesinde ÇETR-İ SEMA, yani GÖK KUBBE anlamıyla kullanmışız. Şimdi yabancı kurallara göre yapılmış bu tamlama dahi, TÜRKÇE tarafından benimsendiği için, BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK'te yer almalı ve bize ait sayılmalıdır.

ALİ ŞİR NEVAİ ,TÜRKÇE'nin Farsça'dan üstün olduğunu göstermek için pek çok örnek verir. Meselâ, Farslar'ın ÖRDEK için erkek-dişi ayırmadan, cinslerine girmeden sadece MURGABİ kelimesini kullandıklarını belirtir. Halbuki sadece ÇAĞATAY TÜRKÇESİ'nde ördeğin erkeğine SÜNE, dişisine BURÇİN denmesinin yanısıra; cinsleri için de ÇÖNGE, İRKE, SOKTUR, ALMABAŞ, ÇAKIRKANAT, ALALUGA, ALAPİKE, BAGÇAL gibi 70 kelime bulunduğunu belirtir!.. Aynı şey AT için de geçerlidir. Farsça'da iki üç kelime varken, TÜRKÇE'de TOPUÇAK, ARGUMAK, YEKE, YABU, KULUN, TATU, TAY, GONAN, DUNAN, TOLAN, ÇINGA, LANGA gibi adlar sayar. Bunlara hâlen de kullandığımız KISRAK, AYGIR, MİDİLLİ, KADANA, BEYGİR gibi kelimeleri de ekleyince. ALİ ŞİR NEVAİ'nin ne kadar haklı olduğu ortaya çıkar. Ne yazık ki, bu kelimeleri tek bir sözlükte toplıyan olmadığı, yazarlarımız kullanmadığı için pek çoğu unutulup gitmiştir.

Biz başta belirttik. İnsanların, dillerin, hatta dinlerin kaynağı TEK'tir. Eğer biz TÜRKLER, TÜRKÇE ve İSLAMİYET üzerinde duruyorsak; bunu ayırımcılık için yapmıyoruz. Tam tersine, Hıristiyan Batı'nın bizden koparmaya çalıştığı insanları, toprakları, hatta kelimeleri bütünleştirmek için yapıyoruz.

Ne yazık ki, bu ayırma çabasına kendi aydınlarımız da katılmıştır. Bir dilin, hele kendi dilinin, başka birinden etkilenmesini kınamak, GLOBALLEŞME iddiasındaki Batı hayranı aydınlarımıza hiç mi hiç yakışmıyor!.. Ticarette, ekonomide, askerlikte, bilimde, kültürde yakın ilişkileri destekliyeceksin, sonra etkilenmeye karşı olacaksın!.. Bu tutarlı değil!

Ama ne var ki, tatlı su frengi aydınlarımız bazı etkilere kapılarını açarken, bazılarına karşı da büyük tepki gösterirler. Mesela her türlü Hıristiyan örf ve adetlerini, Cadılar Bayramı dahil, benimsemeyi "ilericilik" sayarlar, bu günlerin radyo ve televizyonda yayınlanmasına ses çıkarmazlar. Ama bir mevlut veya ezan yayınında kıyameti koparırlardı. Kurban Bayramı için demediklerini komazlardı. Neyse ki, son yıllarda bu tür tepkiler azaldı.

Aynı şekilde TÜRKÇE'nin ÂRÎ(!) GERMEN dillerden etkilenmesini değil de, SÂMÎ ve HİNT-FARS dillerinden etkilenmesine karşı çıkarlar. Böylece bizim DOĞU ile organik bağımızı kesmek isterler. Asrîleşmeyi, medenileşmeyi Batı'ya benzemek zannederler.

Biz ise gerçekçiyiz. SÜMERLER'den bu yana dünyanın en eski dilini kullanıyoruz. Her çeşit insanla ilişkiye girerek dünyanın en zengin dillerinden birini oluşturmuşuz. Bundan fedakârlık edilmesi taraftarı değiliz. Tam tersine, sun'i olarak Ruslar tarafından bölünmüş, Rusça kelime bombardımanına tutularak yabancılaşmış bütün TÜRK lehçelerinin ortak noktasının bulunmasını istiyoruz. Çünkü onlar bizim OSMANLICA dediğimiz dilden pek çok kelime kullanıyorlar. Bu arada dilimize girmiş Batı kelimelerinin de doğru dürüst kullanılmasını istiyoruz.

TÜRK DİL KURUMU bu görevini geçmişte ihmal etmişti. Şimdiki TÜRK DİL VE TARİH KURUMU'nun faaliyeti de bizce yeterli değil.

Meselâ, RADYO bize İngilizce RADIO kelimesinden geçmiş, ama biz RA-Dİ-O dememişiz. Peki, niye 1980'den beri kullandığımız cihaza Vİ-DE-O diyoruz da, kimse düzeltmiyor?.. Bu kelime telaffuz ettiğimiz gibi, VİDYO OLMALI VE ÖYLE YAZILMALIDIR!...

En eski dil SÜMERCE ile TÜRKÇE'nin bağlantısı kabullenmek en açık fikirli olanlara bile hayalî gelebilir. Ama şu tesbitimizi nakledince, şüpheniz kalmıyacaktır:

SÜMER dili M.Ö. 7000-4000 arasında Mezopotamya'da tek dil olarak varlığını sürdürmüştür. M.Ö.2500'lerde ELAM, ANZAN ve AKAT dilleri ortaya çıkmış, SÜMERCE ile karışmışlardır. Babil kralı HAMURABİ, tek bir din meydana getirmek istediğinden, mabutların ve bazı önemli kelimelerin adlarından müşterek isimler yapmıştı. Meselâ, Güneş Tanrısı'nın adı MAR-UT idi ki, her iki hece de tek başına güneş ve ateş demektir. Suya AB-SU, kamere SİN-AY deniyordu. Gene her iki hece aynı anlamı taşıyordu.

Aynı anlamlı kelimeleri tekrar ederek vurgu sağlamak zamanımızda bile TÜRKÇE'nin bir özelliğidir: GÜÇLÜ-KUVVETLİ, SAĞ-SALİM, AKILLI-USLU gibi... Dikkat edilirse bu yapıda kelimenin biri ÖZ-TÜRKÇE iken, diğeri yabancı kökenlidir.

SÜMERCE, ELAMCA, AKATÇA ve KASİTÇE bitişken dillerdir. KASİT dilinde AŞ, güneş demektir. TÜRKÇE'deki GÜN-EŞ iki aynı anlamlı kelimeden gelmiş olabileceği gibi, KAZAN ve ÇAĞATAY lehçelerinde KOYAŞ olarak görülür. Sonradan olma Arap kabul edilen, AZER'in oğlu Hz. İBRAHİM'in soyu ve Peygamberimiz'in kabilesi KURAYŞ'ın, ANADOLU'da çok görülen KORAŞ yer adıyla benzerliği üzerinde durulması gerekir. Aynı şekilde MARAŞ, ULAŞ, AYAŞ, KAYAŞ gibi adların güneşle ilişkisi olduğu muhakkaktır. Mesela KAYA-AŞ, güneşli kaya demek olup muhtemelen KAYAŞ halini almıştır.

Tarihçilerin çoğu "Fonetik" diye bir konuyla ilgilenmezler. Linguistler de fonetiği tarihe uygulamayı hiç mi hiç düşünmezler. Halbuki kelimelerden milletlerin tarihi konusunda fikir edinmek, herkesin kabul ettiği bir husustur.

Meselâ, Çinliler "R" harfli, Yunanlılar da "Ş" harfli, Araplar "Ç" harfli kelimeleri söyliyemezler. Biz Türkler ise iki sessiz harfi kelime başında telâffuz edemeyiz. Bunun için aslı "station" olan kelimeyi İSTASYON yapmışızdır. Halkın çoğu hâlâ İSPOR der. Kalanı da SİPOR !...

TÜRKÇE'deki R-Z değişimi keyfi değildir. OGUR-OĞUZ aynı şeyi ifade eder ama R ile telaffuz "yakın belirli bir saha, o sahadaki hareket" anlamını verdiği halde, Z ile telaffuz "daha geniş bir saha"yı belirtir. Örnek olarak, FİN-OGURLAR belirli bir mıntıkada yaşıyan TÜRK boyunu gösterebiliriz. Halbuki OĞUZLAR bütün Orta Asya'ya, İran'a ve Anadolu'ya yayılmışlardır. Aynı şekilde TÜRKÇE lehçelerinde V-Ğ değişimi görülür: dağ=tav, sağ=sav, beğ=bey gibi... İşte bu özelliklerden yararlanarak TÜRKÇE'nin hangi dillere yakın olduğu, hangi diller ile alış-verişte bulunduğu konusunda derin araştırmalar yapılmalıdır.

Dilcilere göre, ETRÜSK DİLİ Avrupa dilleri gibi "bükümlü" olmayıp, "BİTİŞKEN" bir dildir ve SES UYUMUNA YATKINDIR. BİTİŞKENLİK ve SES UYUMU URAL-ALTAY dilleri ve TÜRKÇE'NİN ÖZELLİKLERİNDENDİR. (14)

GÜNEŞ-DİL VE TÜRK DİLİ:

GÜNEŞ-DİL TEORİSİ'nin son derece ilginç bir macerası vardır. (15)

1935 yılında Viyana'dan ATATÜRK'e henüz basılmamış bir kitap gelir. Bu, Dr. Phil. H.F. KVERGIE'nin "LA PSYCHOLOGIE DE QUELQUES DES LANGUES TURQUES" adlı Fransızca eseridir. Yazar Önsöz'ünde şöyle demektedir:

" Viyana Üniversitesi'nde EGİPTOLOJİ, HAMİTOLOJİ ve AFRİKANİSTİK derslerinin şefi olan TÜRKOLOG Prof. W.CZERMAK'ın linguistik etütleri; bunlardan özellikle BERBERİCE'ye ait olanları,

ve

Viyanalı Prof. SİGMUND FREUD'un psiko-analizinden kazanılan bilgiler,

bu küçük TÜRKOLOJİ ETÜDÜ'nün temelidir."

" Bir yandan TÜRK, MOĞOL, MANÇU, TUNGUZ diyalekt ve dillerine,

öte yandan FİN-MACAR, JAPON, HİTİT ve SÜMER dillerine

daha geniş bir metotla uygulanan bu yeni anlayış, daha ustalıkla kurulan, daha tatmin edici ve daha verimli olan akrabalık ve yakınlık delillerini meydana çıkarabilecektir."

TÜRKÇE adı "ETİMOLOJİ, MORFOLOJİ VE FONETİK BAKIMINDAN TÜRK DİLİ" olan bu 40 sayfalık eserin özet fikri şudur:

İnsan, benliğini, kendini saran HARİCÎ ÂLEMDEKİ OBJELERİ tesbit fikrine eriştiği zaman bulmuştur.

İlk insan için ilk tanıdığı obje GÜNEŞ olmuştur. İlk insanlar maddî ve abstre mefhumları, GÜNEŞ'i tetkik ede ede bulmuşlar ve bütün bu mefhumları ona isnat ederek ifade etmişlerdir. İlk insanların bu yönden tesbit edebildikleri, evvela maddî, çok sonra abstre mânâların başlıcaları şunlardır:

- GÜNEŞ'in kendisi,
- GÜNEŞ'in saçtığı ışık, aydınlık, parlaklık,
- GÜNEŞ'in verdiği sıcaklık,
- Ateş,
- Yükseklik, büyüklük, çokluk, kuvvet, kudret, sahip,
- ALLAH, efendi,
- Hareket, imdat, zaman, mesafe, hayat, gıda, büyüme, çoğalma,
- Renk, su,
- Yer, kara, toprak,
- Ses, söz.

İlk insanlar bütün bu materyal ve abstre varlıkları GÜNEŞ'e ilk ve son verdikleri isimle birbirlerine anlatırlardı.

TÜRK dilinde, bütün insanlarda olduğu gibi, GÜNEŞ'e ve GÜNEŞ'ten alınan yukardaki mefhumlara verilmiş ilk ana isim, hayret ifadesi olan A'dan başlıyarak:

A+A
A+A+A
A+A+A+A = AĞ!

olmuştur. Kızılderililer hala tasdik anlamında "UGH" derler ki, "AG!" şeklinde telâffuz edilir!..

O halde ilk ana kök AĞ'dır. Bu kök, hem GÜNEŞ'in, hem ondan kaynaklanan mefhumların müştereken adı olarak kullanılmıştır. Tıpkı şimdi tanımlamakta zorluk çektiğimiz her şey için "şu" dememiz, veya "şey" kelimesini kullanmamız gibi..

İnsanın boğazı, gırtlağı, ağzı, dili, dişi ve dudakları insanlığa lâyık bir şekil aldıkça bu "A" vokali, bir çok yeni söyleniş şekli bulmuştur.

Kullandığımız 8 vokal önüne bir okunmaz "Ğ" getirdiğimiz zaman hasıl olan 8 tip kök, aynen ilk ana kök olan "AĞ" mahiyetindedir.

Bunların arasında hiç fark yoktur, denemez. Çünkü vokaller yakınlık ve uzaklık gösterir. Fakat daima ana kökün yakınında ve uzağında mevcudiyetini değiştirmez.

İlk insanların ilk devrinde bu okunmaz "Ğ"; Y,K,G,H,V,M,B,P,F olmuştur. Bunlar da TÜRK dilinde esas kökler olarak kabul olunur.

Bu dilin mucidi olan insanın, düşünce kuvveti yükseldikçe, kendisini saran haricî âlemin muhtelif tabakalarındaki yakın, uzak objeleri birbirinden ayırt etmek için çabalamış ve bunun neticesinde boğazından sonra dilini, dişini, dudağını kullanabilecek hale geldikçe S,R,T,D,N,L ... gibi türlü kategorilerden sessiz harflere, türlü sesli harfleri yardımcı kılarak kökler yaratmıştır.

Bütün bu kökler ki, bugün TÜRKÇE' de en vazıh olanları tesbit olunmuştur, 168 adettir. Bu 168 kök, hep beraber bir defa GÜNEŞ'in adı olmuştur. BUGÜN HERHANGİ BİR TÜRK DİLİ LUGATİ'Nİ AÇINIZ, ORADA BU DEDİĞİMİZİN HAKİKAT OLDUĞUNA ŞAHİT OLAN NAMÜTENAHİ KELİMELERLE KARŞILAŞACAKSINIZ!.. BAŞKA HİÇ BİR DİLDE BUNU GÖREMEZSİNİZ.

SONUÇ: TÜRK DİLİ'nin etimolojik safhasında, AYNI OBJE VE DÜŞÜNCE, BİRÇOK TİPTE KÖKLERLE İFADE OLUNMUŞTUR!..

Tabii ki dil, bu ilk haliyle kalmamıştır. Düşünüş, binbir müşahade ve tecrübe ve bir de sosyal hayatın icbariyle, ikinci tekâmül devresine geçmiştir.

Bu ikinci devrede artık insan en büyük tanıdığı GÜNEŞ'i yerinde bırakmış, gözünü ve aklını GÜNEŞ'ten aldığı ışıkla SEMAVÎ HAKK'a teşmil etmiştir. Bu şumül devresinde, ana kökü ve esas kökleri gözönünde bulundurmakla beraber, artık şuurunu gördükleri üzerinde hâkim kılmaya başlamış, yani kendisini, taptığı GÜNEŞ'in yerine koymuştur.

Bu kadar değil, kendisinden maada tesbit ettiği her objeyi de GÜNEŞ'in yerine koymuştur. İşte ancak bu geniş düşünce ve hareket kaabiliyeti sayesindedir ki, dil denilen varlık vücut bulmuştur.

Dil, düşüncenin yanında yer almış, tabii, lojik ve yaşıyan bir varlıktır. Esas âmil, düşüncedir. Buna göre insanların ilk kullandığı dilde olduğu gibi, TÜRK dilinde de ana ve ESAS KÖK (SESLİ-SESSİZ) şeklindedir: Ağ, Ak, Ah, Ay, Ab... Bunlar GÜNEŞ ve GÜNEŞ'ten alınmış mefhumların ifadesidir.

Ka, Ha, Ya, Ba... aynı mefhumun ifadesi gibi alınmıştır. Hakikatte doğru olmayan bu şekiller, ESAS KÖK yerine kaim olmuştur. Aslında bunlar, şu mürekkep sözlerin basitleşmiş şekilleridir:

AĞ+AK+AĞ = KAĞ
AĞ+AH+AĞ = HAĞ

Kap, Hap, Maç, Yat ... gibi tek heceli TÜRKÇE kelimeler, daima etimolojisinde mürekkep olan ilk TÜRKÇE kelimenin morfolojik şeklidir. Mesela yukardaki kelimeleri etimolojilerine irca edelim:

AK+AP = AKAP = KAP
AH+AP = AHAP = HAP
AY+AT = AYAT = YAT

Buna göre Yap, Yak, Yat ... gibi kelimeler asla kök değildirler. Etimoloji ilminin emri budur. Bunlar birer şekildir. Bu şekli izah eden ilim de morfolojidir. Morfoloji ilmi, etimolojiyi gücendirmeksizin bu esas kökü alıyor, ve onu etimolojinin de hoşuna gidecek şekillere sokuyor. Bunu da tesadüfen yapmıyor. Müstakil bir ilim, fonetik ilmi de hem etimolojiyi, hem de morfolojiyi gözönünde tutarak kelimeleri kulağa hoş gelecek yolda yürüyor. Sesli harfleri mümkün olan yerlerde kaldırıyor. Meselâ:

Ayıpılamak = ayıplamak
Karışılamak = karşılamak

TÜRKÇE'deki Ak, Ar, Al, As, Aş... kelimeleri tek hecelidir. (SESLİ-SESSİZ) kuralına uyar. Ancak Yok,Çok, Göz, Göl... kelimeleri asla kök değildir. Bunların birleşik he celerin kısalmış hali olduğu derhal görülebilir. Yani bunlar aslında tek kelime değil; birden çok kelimenin anlattığı bir kavramın tek kelime haline indirgenmiş halidir!.. Meselâ:

YAĞMUR = AY+AĞMUR
ÇAMUR = AÇ+AĞMUR
HAMUR = AH+AĞMUR

Bu kelimelerden ikincisi AĞMUR = AKAR SU'dur. AY, YÜKSEK demektir. AÇ=YER, AH= YİYECEK, HUBUBAT, UN'dur. Şu halde :

YAĞMUR = YÜKSEKTEN AKAN SU
ÇAMUR = YERE AKAN SUYUN MEYDANA GETİRDİĞİ ŞEY
HAMUR = AKAN SU İLE EZİLMİŞ HUBUBATIN MEYDANA GETİRDİĞİ ŞEY

olarak karşımıza çıkar.

En eski dillerde görülmesi gereken bu özellikleri halen taşıyan ve pek çok örneklerini hemen bulabildiğimiz tek dil TÜRKÇE'dir. Öyleyse TÜRKÇE, insanoğlunun konuşmaya başladığı günden beri varolan, ve tarihin tesbit edebildiği EN ESKİ DİL'dir!.. Bu yüzden son derece düzenli kurallara sahiptir. Bütün diğer dillere de katkısı olmuştur. TÜRKLER bu eşi benzeri olmayan dilleriyle ne kadar övünseler yeridir!..

İşte Viyanalı bir Türkoloğ'un TÜRKÇE ile tesbitleri budur!..

GÜNEŞ KÜLTÜ hem ANADOLU-MEZOPOTAMYA, hem de ALTAY'da görülür. Hititler'in GÜNEŞ KURSU herkesçe bilinir. Aynı sembollere Amerika kızılderilileri, AZTEK ve MAYA kültürlerinde de rastlanır. Ancak GÜNEŞİN OĞLU kavramı bir tek ALTAY kültüründe vardır ve Japonya'ya kadar uzanır.

İlk zamanlarda GÜNEŞ, AY ve YILDIZLAR'ın tek bir kelime ile ifade edildiği muhakkaktır. Bu da şaşkınlık, hayret ve farketme ifadesi olan; hâlâ yeni doğmuş çocukların ilk çıkartabildikleri ses olan

A+A+A = AĞ

ifadesidir. Bütün diğer dillerde GÜNEŞ-AY-YILDIZ için başka kelimeler kullanılırken TÜRK lehçelerinde uydumuza hâlâ AY denilmesi dikkat çekicidir. (Yakutça İY, Çuvaşça OYUH.. Onlarda bile SESLİ-SESSİZ özelliği ve ana köke yakınlık açıkça görülmektedir.)

İnsanda ilk oluşan kavramların güneş, sıcaklık, ışık, parlaklık, ateş, toprak, gıda, su, sahip, ALLAH, hareket, ses, hayat, zaman, büyüme, çoğalma, görme, kuvvet ve yükseklik olduğunu daha önce söylemiştik. TÜRKÇE'de ilk söz AĞ ve onun diğer sesliler ile türevlerinin, bu kavramlar ile ilişkisi hayret vericidir:

AĞ = AK, BEYAZ, BALIK AĞI (İLK ÂLETLERDEN)
AĞA = BÜYÜK, AİLE VE AŞİRET REİSİ
AĞLAMAK = FARKETME ORGANI GÖZDEN YAŞ GELMESİ
AĞRI = IZDIRAP (ızdırap anında ilk çıkan sesten türemiş)
AĞU = ZEHİR
EĞ = SAHİP
EĞE(EYE) = HAMİ RUH
EĞUN = GÖK (Baskça)
EGİ = GÜNEŞ (Baskça)
EĞUSKİ = GÜNEŞ (Baskça)
İĞ(İĞE) = SAHİP
IĞ(IĞRA) = SES
OĞ(OĞAN) = KAADİR, KUVVETLİ; TANRI
OĞUZ = EN BÜYÜK TÜRK HAKANI VE TÜRK BOYU
ÖGÖK = GÖZ BEBEĞİ (Kuerikçe) (GÖZ kelimesi de ÖĞ+ÖZ şeklinden gelişmiştir)
ÖĞ = ANA, AKIL
ÖĞE = HÜRMET, BÜYÜK, (şimdi "ana unsur")
ÖĞÜT = NASİHAT, BÜYÜKTEN GELEN FİKİR
UĞ = GÖK; ARSLAN ( Sümerce)
UĞ = EV, MESKEN (Orta Asya'da UY)
UĞAN = KAADİR
UĞAN = İLK İNSAN (Buryatça), BÜYÜK (Yakutça)
UGUK = AKIL
ÜĞE = YIĞIN
UGE = SÖZ
UGİT = NASİHAT (ÖĞÜT)

Bir de ATA kelimesini incelemek istiyoruz. Çünkü bir insanın ceddi ile ilgili kelime elbetteki en eski kelimelerden biri olması gerekir. SÜMERCE AD(ADDA), ELAMCA ATTA, TÜRKÇE'deki ATA ile aynı anlama geliyordu. Eski MISIR ve KALDE dillerinde AT, ATU baba demekti.

HİTİTÇE olan ATTAŞ DİNGİR MES ise TANRI BABA, TANRILAŞMIŞ ECDAT anlamında idi. DİNGİR kelimesi zaten SÜMERCE'de de vardı ve TENGRİ-TANRI demekti. Bu açıdan bazı tarihçilerin Hint-Avrupaî saydıkları HİTİTÇE'nin de TÜRKÇE'ye yakın olduğu, sonradan bazı Hint-Avrupaî özellikler kazandığı daha akla yakın bir değerlendirme olur.

TÜRKÇE'de ATA kelimesiyle ilgili şu ifadelere rastlıyoruz:

ATA : baba, büyükbaba, dede, ced
ATA : ana, intiyar, hürmete şayan kişi (Çağatay)
ATA : âlim, emir
ATAY : baba (Kazan)
ATAY : marufiyet (Kazan)
ATAV : şöhret (Kazan)
ATAĞ : adak, vaat, aht (Çağatay)
ATAĞ : vasi, vekil (Orhun)
AT : Türklerin en önemli yardımcısı
ATİR : büyüklüğe, kuvvete, sağlamlığa sahip olan (Yakut)(ATGİR, ASGİR, AYGIR da aynı)
ATIR : aygır
ATİR : aygırı olan at sürüsü

Halbuki Batı dillerinde BABA-DEDE kavramı için kullanılan kelimeler SÜMER-ELAM-HİTİT dillerinden çok farklı olarak karşımıza çıkıyor:

VATER : Almanca, (Eski yukarı Almanca'da FATER)
FADAR : Eski Saks dilinde, Gotça
FEDER : eski Friz dilinde
FAEDER : eski Anglo-Sakson dilinde
FADIR : eski Nordca
PATER : İndo-Germence, Lâtince
PEDER : Farsça (Hint-Avrupa kökenli dil) (PİTA-eski Farsça)

Öte yandan Avrupa'da olmasına rağmen bir türlü diğer Avrupalılar'la bağdaşamıyan halklarda BABA-DEDE karşılığı olarak şu kelimeleri görüyoruz ki bu, bizce onların TÜRK kökenlerine işarettir:

ATA : Danimarka dilinde
AİTA : Baskça
ATHİR : İrlanda dilinde
AD : (baba) Eski İtalyanca, Etrüskçe'den geçme
ATTA : (babacık) Eski İtalyanca, Etrüskçe'den geçme
ATAVUS : (en eski dede) Lâtince, Etrüskçe'den geçme
ATTEY : (baba, dede) Bütün Kuzey-Güney Amerika kızılderililerinde

GÜNEŞ DİL teorisi; dillerin ortaya çıkışı, kaynağının TEK oluşu, ANADOLU-=MEZOPOTAMYA'dan dünyaya yayılışı ve birbirleriyle olan münasebetleri hakkındaki tesbitleri ile, bütün diğer teorileri yıldırım gibi çarptı.

ATATÜRK'ÜN DİL İNKILÂBI:

Her şeyin MİLLÎ olmasında kararlı olan ATATÜRK, ÖZ-TÜRKÇE çalışmalarını sürdürürken karşılaştığı bu yeni durumun, yani KEVERGIE'nin GÜNEŞ-DİL TEORİSİ'nin TÜRKLER, TÜRKİYE ve TÜRKÇE açısından önemini kavramıştı. Hemen üzerinde çalışılmasını emretti.

Kısa zamanda GÜNEŞ-DİL TEORİSİ üzerine yeni eserler verildi. Dil-Tarih-Coğrafya fakültelerine dersler kondu. Böylece TÜRK DİLİ'NİN GERÇEK REFORMU BAŞLADI!..

Bu yoldan giderek bazı Arapça, Farsça ve Batı dillerinden kelimelerin kökünün TÜRKÇE ile bağlantısını kurmak mümkün olabiliyordu. Bundan da çok önemli bir sonuç çıkıyordu:

MADEM Kİ, YABANCI KELİMELERİN TÜRKÇE İLE BAĞLANTISI KURULABİLİYOR, ONLARI DİLDEN AYIKLAMAK GEREKMİYORDU!.. BÖYLECE TÜRKÇE GEREKSİZ VE TUTARSIZ BİR "TEMİZLEME" OPERASYONUNA MARUZ KALIP, KISIR BİR DİL HALİNE DONÜŞMEYECEKTİ!..

ZATEN ATATÜRK 1933-34'DE KISA SÜREN BİR AYIKLAMA DÖNEMİNDE, tamamen yeni ve halkın anlamadığı kelimeler ile bir iki nutuk vermiş, bir iki beyanat yayınlatmış, sonra MERAMINI HALKA ANLATAMADIĞINI GÖRÜNCE, bu sözde ÖZ-TÜRKÇE'Cİ AKIMDAN VAZGEÇMİŞ, YABANCI KELİMELERİ TÜRKÇE'YE "YEDİRME" YAKLAŞIMINI BENİMSEMİŞTİ!..(1935)(16)

BU KARARIN ÖNEMİ ŞU İDİ: NESİLLER ARASINDA KOPUKLUK OLMIYACAK, ESKİ TÜRK EDEBİYATI ÇÖPE ATILMIYACAKTI!.. DİL KONUSUNDA YAPILAN AFFEDİLMEZ HATALAR:

Batılılar, TÜRK'ü yücelttiği için zavallı KVERGİE'yi epey sıkıştırdıkları gibi; eserinin basılmasını, fikirlerinin Avrupa'da yayılmasını önlediler. Türkiye'de etkiledikleri sözde bilim adamları ile de GÜNEŞ-DİL TEORİSİ'nin alay konusu yapılmasına çalıştılar.

Bunda büyük ölçüde başarı elde ettiklerini söylemek yanlış olmaz. Çünkü bugün, hangi aydın topluluğunda GÜNEŞ-DİL TEORİSİ'nden söz etseniz, ya duymamışlardır; ya da size bıyık altından gülerler!..

ATATÜRK'ün ahırete intikaliyle, Batı taklitçisi ilim adamlarımız hemen, belki de dışardan aldıkları talimat üzerine, "GÜNEŞ öldü, artık teorisi mi kalır?" diyerek, GÜNEŞ-DİL TEORİSİ'nden de vazgeçmişlerdir!.

İnönü'nün Türkiye'yi savaşa sokmama çabasıyla (17) Batı'ya verdiği tavizler çerçevesinde dilcilerimiz "Öz-Türkçe" akımını yeniden başlatmışlar, ancak ayıklanan kelimelerin hemen tümünü, Arapça ve Farsça asıllılardan seçmişlerdir. Batı kökenli kelimeler ise, dilimizi âdeta istilâ etmiştir!..

Aslında bir dönme olan, bu yüzden de Batılılara yakın olması gereken Hüseyin Cahit YALÇIN, kendini TÜRK sayanlardan çok daha ateşli bir şekilde 1933 TÜRK Dil Kurultayı'nda "dilin tabii seyrine bırakılması"nı savunmuştur. Hüseyin Cahit'e karşı çıkanların başında Hasan Ali Yücel ile Fuat Köprülü geliyordu. (18)

Eğer Fuat Köprülü ile Hüseyin Cahit'in görüşleri birleştirilebilseydi, eminiz ki çok iyi sonuçlar alınır, ve TÜRK dili üzerindeki tartışmalar 40'lı yıllarda bitmiş olurdu.

Ama öyle olmamıştır. Hemen her 10 yılda bir, daha şiddetle uygulanan bu politika, peşpeşe 3-4 neslin birbirini anlıyamamasına yol açmış, tabii bu da TÜRK Milleti'ni kendi köklerinden, tarihinden, dilinden ve dininden koparmıştır.

Sonuçta, bırakın Nef'i'yi, Fuzulî'yi anlamak; vatan şâiri diye göklere çıkarttığımız geçen asrın adamı Nâmık Kemâl'i, Mehmet Âkif'i bile unutmak zorunda kalmışızdır. En acısı ise, 30 yıl içinde ATATÜRK'ün NUTKU'nu, yani TÜRK Milleti'ne hitabını, kendi dilinden okuyamaz hale gelmemizdir!.

BU DURUMU KİMSE "ATATÜRKÇÜLÜK" VEYA "ÖZ-TÜRKÇECİLİK" DİYE YUTTURAMAZ!. DÜNYANIN HİÇ BİR ÜLKESİNDE DİL, EDEBİYAT VE TARİHİN BÖYLESİNE TAHRİP EDİLDİĞİ GÖRÜLMEMİŞTİR!..

Bunu ancak Batılılar, işgâl ettikleri ülke halklarını daha kolay sömürebilmek için uygulamak isterler. Ama onlar bile, hiç bir ülkede böyle bir başarı(!) elde edememişlerdir!..

Öyleyse KABUL ETMEK GEREKİR Kİ, BİZ DİL KONUSUNDA BATILILARIN OYUNUNA GELMİŞİZ, ve akrep gibi kendi kendimizi sokmuşuz!.. Bu tehlikeli gidişten kurtulmamız ise, ancak Asya Türkleri'yle irtibata geçmemiz, onlarla dil bağlarımızı kuvvetlendirmemiz ile mümkün olabilir.

Böyle bir fırsat şimdi elimize geçmiştir. Ama Batılılar onu da önlemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Hatta TÜRK Cumhuriyetlerine ETRÜSK (Lâtin) ALFABESİ değil; Arap harfleri kullanmaları için telkinlerde bulunuyorlar!..

Nihat Sami BANARLI da ATATÜRK'le aynı fikirdedir. (19) TÜRKLER'i "dilde dünyanın en zevkli, en sanatkâr milleti" olarak vasıflandırır. Dilimize başka dillerden giren kelimeler, bizim kendi telâffuzumuzla değişmiş, yeni anlamlar kazanmış, dolayısiyle TÜRKÇE'leşmiştir.

Tıpkı İSLÂMİYET'i kabul eden bir Avrupalı'yı nasıl bağrımıza basıyorsak, hatta sünnet edip kız veriyor, ailemize kabul ediyorsak; hele onun çocuklarını torunumuz, kendi soyumuz addediyorsak; bu kelimeleri de bizden saymak durumundayız. Çoğunu unuttuğumuza göre, sağa sola attığımıza göre, dönüp tekrar toplamalıyız. Toplamalıyız ki, hiç değilse yakın tarih ve edebiyatımızı anlıyacak, Asya'daki Avrupa'daki kardeşlerimizle anlaşacak hale gelebilelim.

TÜRKÇE önce kısa, tok ve kapalı hecelerden oluşuyordu. Ancak TÜRKLER imparatorluk kurunca, şimdiki vatanımıza yayılınca, uzun sesli kelimeleri de benimsemiş, diline müsikî ve ahenk katmıştır.

Öyle olmuştur ki, bu konuda Arap ve Acemler'i dahi geri bırakmıştır. Mesela Arab'ın "manara"sı bizde incelmiş ve "minâre" olmuştur. Yine Arapça "na'na" bize geçince "nâne" olur. Aslında YUMUŞAK G ile biten bütün hecelerimiz uzun hecedir.

Sahte dilcilerimiz ise zaman içinde TÜRKÇE'ye zarafet ve ahenk katan bu özelliği, "yabancı" sayıp, 2000 yıl öncesinin yalın ve tok hecelerine dönmek isterler. Yani bizi bazı Batılıların düşündüğü gibi "kaba-saba Türk" haline getirmek isterler. Sonra da "ince, zarif İSTANBUL TÜRKÇESİ'ni yaygınlaştırmak şart," derler. Bu ne çelişkidir?..

Biz kaba ve sert olduğumuz dönemleri geride bırakmışız. Biz TAŞ gibi, KARA gibi sert kelimeleri bile yumuşatmışız: BEKTÂŞÎ... Yârim bürünmüş KAARELER, diyerek!... Olur mu geriye dönmek?..

BANARLI'ya göre dilcilerimizin hata yaptıkları ikinci önemli konu BÜYÜK SES UYUMU dedikleri kuralda israr etmeleridir. Böylece bizi YAPAMAYACAK, GELEMEYOR, MUTLULUĞUNUZUN gibi aynı ünlü harfin 3 ila 7 kere kullanıldığı, söylenmesi de dinlenmesi de tatsız kelimeler kullanmaya zorlarlar.

Halbuki insanımız biraz eğitim görünce, ANA yerine ANNE, ATAŞ yerine ATEŞ, MİNARA yerine MİNÂRE diyerek, ruhundaki inceliği ortaya dökmüştür. TÜRK insanı medeniyet seviyesi yükseldikçe SÜRÂHİ, YASEMİN, MÜSTAKBEL, MANYETİK gibi 3 ayrı ünlü (sesli) bulunduran kelimeleri benimsemiş ve severek kullanmıştır.

BANARLI'ya göre üçüncü büyük hata, yazıldığı gibi okunan TÜRKÇE'nin tam telâffuzu için gerekli olan inceltme, uzatma, kesme işaretleri, ve bazen gereken sesli harf tekrarını, "dili yalınlaştırıyoruz" diye İMLÂ KLAVUZU'ndan çıkarmaları, ve bizleri tam bir keşmekeş içine atmalarıdır.

Böylece KATİL (adam öldürme) ile KAATİL, ASKERİ(i hali) ile ASKERİY (askere ait), ALEM(bayrak) ile AALEM, MANA (Hinduist kavram) ile MAANAA (anlam), HALA (babanın kızkardeşi) ile HAALAA (şu anda da)birbirinden ayrılamaz hâle geldi. Yine HÜKÛMET, MALÛMAT, KÂFİR, HAKKÂRİ, KEMÂL gibi kelimeleri doğru telaffuz edemez olduk.

Esas amaç kolay konuşmamız değil; konuşamamız, hatta anlaşamamız idi!..

Bilerek veya bilmiyerek bu gelişmeyi yaratanlar, hem TÜRKÇE'ye, hem insanımıza, hem de Asya ve Avrupa'daki kardeşlerimize ihanet etmiş oldular. Çünkü onların önüne örnek olarak çıkartabileceğimiz bir dil bırakmadılar... Herhalde bizi bizden iyi tanıyan ve aşağıdaki ifadeyi bizden iyi bilen Batılıların emirlerine uydular.

"TÜRKÇE'yi öğreniniz. Çünkü TÜRKLER'in uzun sürecek saltanatı olacaktır."
KAŞGARLI MAHMUD

*****

KAYNAKLAR:

- Prof. Dr. Emin Bilgiç , Atatürk’ün Yüzüncü Yılına Armağan adlı kitapta bulunan "Sümerlerin Tarihleri, Dilleri ve Kültürleri" adlı makaleSİ
- Prof. Dr. H. Zübeyir Koşay , Makaleler ve İncelemeler
- Osman Nedim Tuna , Sümer Ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi İle Türk Dili'nin Yaşı Meselesi
- Selahi Diker , Türk Dili'nin Beş Bin Yılı
- Kâzım Mirşan , Proto Türkçe Yazıtlar (15.000 önceki duvar resimlerinden Orhun alfabesine)
- H.Reşit Tankut , Güneş Dil Teorisine Göre Topoğrafik Tetkikler
- Adile Ayda , Türklerin İlk Ataları (Türkiye'nin ilk kadın elçisidir. Vatikan kütüphanesinde yaptığı araştırmaları anlatmaktadır.)
- Hulki Cevizoğlu , Tarih Türkler'de Başlar
- Hulki Cevizoğlu , Türk Olmak
- Nihat Sami Banarlı , Türkçe'nin Sırları
- Prof. Dr. Doğan Aksan , TÜRKÇE'nin Gücü
Walter Porzig , Dil Denen Mucize I-II
- Hüseyin Namık Orkun , Eski Türk Yazıtları, TDK
- İsmail Doğan , Doğu Avrupa'daki Göktürk İşaretli Yazıtlar
- İsmail Doğan , Kuzey Kafkasya'daki Göktürk İşaretli Yazıtlar

------------------------------------

> DİL EKİ İ - AÇIKLAMALAR < >İÇİNDEKİLER < > TARİH BOYUNCA TÜRK KAVİMLERİ VE KURDUKLARI DEVLETLER <