Hep lafla yürür peynir-ekmek gemileri                                  Sitede Şu An Ziyaretçi Var

Giriş
1990'lı yıllarda Türkiye-İsrail ilişkilerinin sıkılaşmasıyla birlikte bu sahadaki yayınların sayısı da arttı. Sabataycılık meselesinin kamuoyunun gündemine gelmesi de yine bu sürecin ürünlerinden...

Açıklamak yerine saptırmayı tercih edenler, ifşaât adı altında ma'lûmu i'lam etmeyi marifet bilenler revaçta... Öyle ki kışkırtıcılığı iş edinmişlere gün doğmuş gibi... Dikkatli olmak ve lafla yürütülmek istenen peynir-ekmek gemilerinin kaptanlarına yüz vermemek gerek...

Lütfen tahammül gösterip aşağıdaki "yaşlı satırları" okuyunuz ve niyetlerin teşhisinde ifadelerin istatistik değerini ciddiye almayı sakın ihmal etmeyiniz.

Gelişme
- "Yoo, beni hemencecik antisemitizm ile suçlamasın kimse. Kıymet hükmü verdiğim yok. Haber veriyorum." (22 Ekim 1999)
- "Benim bu yazımdan hiç kimse antisemitizm yaptığım hükmünü çıkartmaya kalkışmasın." (23 Eylül 1997)
- "Kimse endişe etmesin, benim gayem antisemitizm yapmak değildir." (15 Eylül 1997)
- "Yanlış anlaşılmasın ben antisemitizm yapmıyorum. İlmî ve kültürel bir eksiklikten bahsediyorum." (12 Ağustos 1997)
- "Ben bu satırlarımla antisemitizm yapmıyorum, böyle birşey yapmak da istemiyorum." (30 Haziran 1998)
- "Antisemitizm falan da yaptığım yoktur. Sadece gerçeklerin bilinmesini istiyorum, o kadar. (...) Gerçeklerin bilinmesini istemek antisemitizm olarak görülemez." (2 Şubat 1999)
- "Ben bu konuda kesinlikle antisemitizm, demagoji, ucuz edebiyat yapılmasını istemiyorum. (...) Bu konuda antisemitizm, ucuz edebiyat, farfara, yaygara, demagoji, sansasyon yapmak ciddiyetle bağdaşmaz." (19 Mart 1999)
- "Yahudilik ve Sabataizm konusunda sadece ilmî ve objektif araştırma yapılmasını talep etmekteyim. Temennilerimde herhangibir antisemitik niyet yoktur." (28 Haziran 1997)
- Sabataycılık konusunda tartışmaya, polemiğe girmek istemem. Demagoji ve ucuz edebiyat peşinde de değilim. Antisemitizm yapmak aklımın köşesinden geçmez. Çünkü antisemitizm bir müslüman olarak bana ve dâvama zarar verir." (16 Nisan 1999)
- "Ben siyonizme karşıyım ama antisemitist değilim." (25 Mayıs 1998)
- "Ben böyle söylemekle antisemitizm, yahudi düşmanlığı yapılsın demek istemiyorum. Türkiye'nin İsrail'in dümen suyundan gitmesini tenkit etmek antisemitizm olmaz. Antisemit değilim ama kesinlikle antisiyonistim. Yakın tarihte ve bugün birçok yahudi aydını ve düşünürü bile siyonizme karşıdır. Benim antisiyonist olmamda ne sakınca var?" (29 Ekim 1999)
- "Ben Sabataistler konusunda antisemitizm yapılmasını uygun görmem." (17 Ağustos 1997)
- "Yahudileri ve Sabataistleri tanımak antisemitizm olarak mütalaa edilemez." (7 Ekim 1997)
- "Sabataycılar meselesi antisemitizm yapılarak, iftira atılarak, yalan dolan haberler yayılarak halledilemez." (15 Mayıs 1998)
- "Ucuz bir antisemitizm ile Türkiye'nin müslüman kesimi bir yere varamaz." (28 Şubat 1999)
- "Tabii kesinlikle antisemitizm yapılmayacak, son derece objektif ve ilmî araştırmalar neticesinde gerçekler ortaya çıkartılacaktır." (6 Mart 1999)
- "Antisemitizme kaçmadan onları tanımamız, bilmemiz, haklarında mâlumat sahibi olmamız gerekir." (13 Mart 1999)
- "Bunları incelemek, bu konuda yayın yapıp gerçekleri ortaya koymak, nasıl antisemitizm olmazsa, Sabataycıları incelemek de antisemitizm sayılmaz." (12 Nisan 1999)

Sonuç
Ne gariptir ki Yahudiliğe ve Sabataycılığa dâir bu "yaşlı satırlar" beni ziyadesiyle irkiltti. Çünkü çokça yemin edenlerden, kendilerini biteviye temize çıkarmak için laf dökenlerden hiç ama hiç hazzetmem, kendilerine aslâ güvenmem de... İlgi çekici ve fakat bilgi verici değil... Öyle ki bütün söylenenler söylenmesi gerekenlerin söylenmemesi için söyleniyormuş gibi...

dcundioglu@yenisafak.com   19 EYLÜL 2000
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Ciddiyet, lâf u güzafla olmaz!

- "Ermeni, Yahudi, Rum vs menşeli meşhurları bilseniz hayretten küçük dillerinizi yutarsınız. Ey müslümanlar siz ne kadar safsınız!" (21 Ocak 1994)
- "Türkiye'nin şu anda en güçlü, en tesirli, en zengin, en esrarengiz lobi ve cemaati bu Dönmeler'dir. Ülkelerindeki ve karşılarındaki böyle bir cemaati ve kuvveti tanımayan cahil ve gafil müslümanlara ne demeli?" (25 Ağustos 1995)

Bu sözler, kendi insanlarını aşağılayıp onlara hakaretler yağdıran, onları "dünyadan habersiz, bilgisiz, cahil, gafil, beceriksiz, saf, köylü gürûhu" şeklinde tanıtan ve sadece bu marifeti sebebiyle son birkaç yıldır yeniden irtifa kazanmayı başaran hırçın bir yazara ait...

Sabataycılarla ilgili kitabının yayımlandığından haberdar olunca, belki bu sefer kendisi, başkalarına yönelttiği suçlamalardan âri, ciddi birşeyler yazmış olabilir diye düşündüm. Fakat yanılmışım. Kitap bu konuda ciddi ve yeni bir tek bilgi içermiyor... Sanki müslümanlara yönelik farfaracılık/yaygaracılık isnadlarını (!) bizâtihi ispatlamak amacıyla vitrine çıkarılmış gibi...

"Bu küçük, fakat çok güçlü, çok nüfuzlu grup niçin tarihin projektörleri ile aydınlatılmıyor? Kimler, neden ve niçin korkuyorlar da bu konuyu aydınlığa kavuşturmuyorlar?" (11 Şubat 1999); "Kimlikleri açığa çıkınca bazı Sabataycıların aşırı şekilde sürdürüp durdukları İslâm düşmanlığı ortadan kalkacaktır. Fena mı olacaktır? Açıklıkta yarar vardır." (12 Nisan 1999) diyen yaşlı yazarı okurken, "madem öyle, o halde siz birşeyler söyleyin" diyesiniz geliyor; ama nafile, hiçbir şey söylemiyor: biteviye sızlanmalar, şikayetler, yazıklanmalar, müslümanlara hakaretler...

Gerekçesi de şu:
- "Bu konuda gerçekleri bütün çıplaklığı ile yazmak mümkün değildir. Ben yaşlı bir insanım. Ömrümün bundan sonraki kısmını hapislerde inleyerek, yahut gurbet illerde sürünerek geçirmek istemem." (12 Ekim 1999)

Gerekçe bu olunca, aşağıdaki ifadeleri "ucuz gazetecilik numaraları" olarak telâkki edecek çevrelere ne diyebiliriz?
- "Yakın tarihimizdeki bazı önemli Sabataistlerin isimlerini burada veremiyorum. Versem kıyamet kopar!" (3 Ekim 1997)
- "Bazı Sabataistlerin isimlerini yazacağım, kıyamet kopacak, yazamıyorum." (20 Ekim 1997)
- "Ben bu sorunun cevabını biliyorum, lâkin bu sütunlarda yazmama imkân yoktur. Gün gelecek o gerçek de yazılacak ve milletçe öğrenilecektir." (7 Ekim 1997)
- "Bu konuda kimse bana birşey sormasın, derginin yayınlandığı yeri, ismini, numarasını, tarihini, makalenin başlığını, yazarını falan öğrenmeye kalkmasın. Kesinlikle cevap vermem!" (12 Ekim 1999)
- "Bu zâtın ismi, hüviyeti mâlumdur, ancak bugün açıkça yazmıyorum. Gerekirse ileride açıklayacağım." (12 Mart 1999)
- "Dergideki yazıda, yakın tarihimizin çok önemli bir şahsiyetinin de Dönme olduğu iddia edilmiş. Bu ismi maalesef okuyucularıma duyuramıyorum." (12 Ağustos 1997)
- "İzmir'de yayınlanan bir günlük gazetenin Sabataycı başyazarı (isim vermek istemiyorum) ...." (3 Mart 1999)
- "Bir vatandaş olarak sizden İslâm'a ve müslümanlara saldırmamanızı, dindar milletimizle iyi geçinmenizi rica ediyorum. Aksi takdirde isminizi vererek sizi kamuoyuna açıklamak zorunda kalacağım." (19 Şubat 1997)
- "Sen, Donkişot yazar, mert, cesur, medenî bir insan isen önce "Evet ben Sabataistim, Sabatay Sevi'nin dinine ve cemaatine mensubum" diye ilan etmelisin. Sen bu işi yapmazsan günün birinde asıl hüviyetin elbette ortaya konulacaktır." (29 Mart 1998)

Müslümanları estetik zevkinden mahrum olmakla suçladığı halde hayatı boyunca estetik bir iş yapmayı başaramamış olan ve hemen her defasında "ucuz edebiyat, farfara, yaygara, demagoji, sansasyon yapmak ciddiyetle bağdaşmaz" (19 Mart 1999) sözlerini diline pelesenk etmesine rağmen "hah, işte araştırma dediğin böyle yapılır" dedirtecek cinsten bir tek eserin altında imzası bulunmayan yazar, ne yazık ki okurlarının eline "farfara ve yaygara"dan gayrı bir vasıfla nitelenebilecek bir metin sunmayı becerememiş... Oysa başkalarını ciddiyete davet eden birinin, önce kendisinin yazdığı konuyu ciddiye alması ve okurlarının karşısına "ciddiye alınabilecek bir eser"le çıkması gerekirdi.
Öyle zannediyorum ki bu kitapçık, beğenmedikleri (!) tarafından beğenilecek, beğendikleri (!) tarafından beğenilmeyecek!

Dücane Cündioğlu Yeni Şafak 22 EYLÜL 2000       Eygi’nin lehinde ve aleyhindeki yazılar için tıklayınız


~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Efendi efendi

Soner Yalçın'ın "Efendi: Beyaz Türklerin Büyük Sırrı" (İstanbul, 2004) adlı kitabını geçenlerde bir arkadaşımın delâletiyle aldım ve okudum, hem de büyük sabır ve metanetle.

"Bari değdi mi?" diye soracak olursanız, piyasada neler olup bittiğini gözucuyla olsun takip etmek, dedikoduları uzaktan da olsa izlemek türünden merakımı tatmin etmek haricinde ne yazık ki bu metinden pek istifade ettiğimi söyleyemem. Yazara haksızlık etmemek için belirtmeliyim ki bu 600 sayfalık kitabın -yakın tarihin netameli konularına ilgi duyan heveskâr okurları heyecanlandıracak- bir yığın anlatısı (ayrıntısı) ve fakat bildik meselelerin -hiç değilse bir kısmının- ciddiyetine yakışmayacak bir anlatımı (yorum tarzı) var.

Aktarılan malumatın önemli bir kısmı, alelacele okunmuş, alelacele toplanmış, alelacele birbirine iliştirilmiş (kısacası hazmedilmemiş) kopuk kopuk bilgi parçalarından oluşuyor. Bu bilgiler muhkem bir çanağın içine değil de sanki bir eleğin içine konmuş gibi; sanki yorumların denetlenebilirliği bilhassa zayıflatılmış gibi. Yazar bütün gayretine rağmen, üzerinde yürümeye çalıştığı sahanın (tarih ilminin) yabancısı olduğunu saklayamıyor. Aktardığı bilgilerin ilintisiz bırakılması âdeta biraz da bu yabancılığın farkedilmesini engellemeye matuf gibi. Nitekim ikide bir "Geçelim..." veya "Bu bir tesadüf mü?" ifadeleriyle sonlanan aktarımların sıklığı, belki genel okuru kışkırtabilir, belki bilgi yoksunu kafaları biraz karıştırabilir; ancak kimsenin kuşkusu olmasın ki bu kışkırtılmış karışıklıktan ne sağlıklı bir tasavvur, ne de denetlenebilir bir yargılar manzumesi elde edilebilir.

Unutmamalı ki "kafa karıştırmak" ciddi bir iştir, kafa bulandırmaya benzemez! Çünkü "kafa karıştırmak", herşeyden evvel önyargıları, zihnî alışkanlıkları, hesabı verilmemiş yaygın kabulleri sarsmak, yerinden oynatmak, muhatabı, bildiğini zannettiği konularda bir kez daha ve derinlemesine düşünmeye sevketmek demektir! Soner Yalçın ise bunun tersini yapıyor; önyargıların şiddetini artırıyor; muhatabın zaten bildiği hususları genelleştirip canının istediği gibi kullanabileceği mübhem kalıplar üretiyor; okurunun, ilgilendiği konuda artık düşünmeyi, araştırmayı bırakmasını ister gibi davranıyor.

Malum olduğu üzre akılyürütmenin üç şekli vardır: Birincisinde akıl bütünden parçaya doğru, ikincisinde parçadan bütüne doğru, üçüncüsünde ise parçadan parçaya doğru yürür ve aklın bu yürüyüş biçimlerine, sırasıyla "tümdengelim" (ta'lil, dedüksiyon), "tümevarım" (istikra, indüksiyon), "benzetim" (temsil, analoji) adı verilir. Tümdengelimin sonuçları -Matematik'te olduğu gibi- sureta kesin ve zorunludur. Tümevarım'ın sonuçları -Doğa bilimlerinde olduğu gibi- aksi ortaya çıkana kadar geçerli genellemeler yapmak imkânı verir, yani 'olabilirlik' ifade eder. Üçüncüsünün ise -Edebiyat'ta ve kısmen hukukî ictihadlarda olduğu gibi- hem psikolojik, hem pedagojik değeri vardır; zira bilimsel (zorunlu sonuç veren) bir akılyürütme biçimi değildir ama etkileyicidir. Nitekim gündelik hayatta insanlar genellikle benzetmeler (analoji) yoluyla düşünürler ve tartışırlar. Benzetime dayalı bu akıl yürütme biçimine karşı yöneltilen bilimsel eleştiri, "Her gördüğün sakallıyı deden sanma!" deyişinde özetlenmiştir.

'Efendi' kitabının yazarı da üçüncü yolu seçip bütün kitap boyunca benzetmeler yapmış, parçadan parçaya sıçramış, okuru uyarmaya, etkilemeye çalışmış; parçalar arasında kurulan irtibatlar sırf bu yüzden kolaylıkla 'zorlama' hüviyetine bürünüvermiş.
[Yalçın Küçük'ün "Şebeke: Network" (İstanbul, 2002) adlı kitabı, bu türün işaret edilmesi gereken bir diğer numûnesidir ve tabiatıyla modern yorumbilim (hermeneutik) edebiyatınca 'aşırı yorum' olarak adlandırılan sınıfa pekâlâ zahmetsizce dahil edilebilir.]

İtiraf etmeliyim ki 'Efendi' kitabının beni tereddüde sevkeden yegâne ciheti, ulaşılmak istenen sonuca, yani Beyaz Türklerin büyük sırrını (!) açıklamak (açık-kılmak) gibi ciddi bir amaca niçin amatör tarihçiliğin veya araştırmacı-gazeteciliğin bildik basit yöntemleriyle ulaşmak istediği değil; bilakis bu sırrı (!) açıklamayı, tabir-i diğerle iddia edilen amacı gerçekleştirmeyi 'hakikaten' isteyip istemediği... Kuşkulanmakta haksız olmasam gerek; zira Beyaz Türklerin büyük sırrını açıklamak amacıyla yapılan spekülasyonların ve 'Sabataycı' olduğu îma edilen isimlerin tutarına nisbetle sanki bile isteye üretilen tutarsızlıkların mikdarı, doğruluğu müsellem tesbitlerin inanılırlığını zayıflatmaktan başka bir işe yaramıyor.

Sabataycılara ilişkin zaten kamuoyunda mevcut olan duyarlılık canlı tutulmak isteniyorsa, niçin bu duyarlılığı zayıflatacak cılız spekülasyonlarla hedef (!) iyice tanınamaz hale getiriliyor?

Sabataycıların aldıkları isimlerin hususî bir delâleti olduğunu iddia etmek meraklıları için pekâlâ öğreticidir, çoğu kez eğlencelidir de. Ancak yapım eklerinden kahve falı bakar gibi Sabataycı listeleri üretmek, sadece derin gözükmesi için suyu bulandırmak demek değil midir? Eğer böyleyse, Efendi'nin yazım stratejisinin, söylediklerine değil, söylemeden bıraktıklarına nisbetle analiz edilmesi gerekmez mi?

Evet, bazı kimselerin Sabataycı olduklarını söylemek, en nihayet bir şey söylemektir. Lâkin herkesin Sabataycı olabileceğini söylemek hiçbir şey söylememektir.

Dücane Cündioğlu, Yeni Şafak, 5 Haziran 2004
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Kimlere 'efendi' denir?

'Efendi' sözcüğünün biri kökenine, diğeri kullanımına dair yakından tanık olduğum iki örnek vermek istiyorum.

1) Dinî içerikli programlar da yapan bir radyoda, birkaç yıl önce genç yazarlarımızdan biri, bir vesileyle 'efendi' sözcüğünün Türkçe'ye Rumca'dan geçtiğini söyleyince kıyametler kopmuş, yüzlerce kişi radyoyu protesto yağmuruna tutmuştu. Dinleyiciler açıkça şunu soruyorlardı: "Bu adam nasıl olur da utanmadan bu mübarek kelimenin Rumca olduğunu iddia edebilir?!" Radyo yöneticilerinin önce "Ne yapalım yani, doğrusu da bu!" türünden açıklamaları dinleyicilerin öfkesinin yatışmasına yetmemiş olacak ki bu hâdise sonradan genç yazar aleyhine ve üstelik haksız yere 'densizlik' olarak nitelendirilmişti.

2) Rifat Bali'yle bir görüşmemizde Türklerin 'efendi' sözcüğünü yahudileri aşağılamak için kullandıklarını söylemişti. Ona göre, sözcüğün bu kullanımı, Türkiye'deki 'antisemitist' hissiyatın ya da eğilimlerin mevcudiyetinin bir deliliydi. Bu sözcüğün farklı anlamları olduğunu söylediysem de pek ikna olmuşa benzemiyordu. Kendisi daha sonradan yayımladığı kitaplarda yakın tarihte bulduğunu düşündüğü antisemitist izlerden sıklıkla söz ettiyse de 'efendi' kelimesine bir vesileyle değindi mi, şimdi hatırlayamıyorum.

Soner Yalçın'ın geçenlerde (Nisan 2004'de) yayımlanan 'Efendi' adlı kitabı, korkarım bu sözcüğe yahudilik, dönmelik, sabataycılık edebiyatı içerisinde yer vermeye çalışanlar için bundan böyle elverişli bir karine teşkil edecek. Ne yazık ki izi de kolay çıkmayacak; zira vulgarizasyon denemelerinin böyle bir sakıncası var. Meselâ o güzelim 'kızıl' sözcüğü önce II. Abdülhamid Han için kullanılmış (Kızıl Sultan), sonra "kızıl komünistler" terkibinde yine kendine pejoratif bir anlam bulmuştu. Oysa "Kızıl Elma" tamlamasındaki kızıl, diğerleri kadar ürkütücü görünmüyor ama sanki "Al Elma"nın solundaymış gibi durmaktan da kaçınamıyor. Keza benim çocukluğumda 'Tanju' adı hiç de hoş olmayan bir anlama delâlet ederdi. Daha sonra sanırım Galatasaraylı Tanju'nun adının sıkça kullanılmasından olsa gerek, şimdi diğer isimler gibi o da bir isim sadece.

Efendi'ye gelince, Rumca'dan Türkçemize geçen bu isim hakikaten saygın kullanımlara sahip.

Bu köşenin okurları gayet iyi bilirler ki ben Rasûl-i Ekrem efendimizden (s.a) söz ederken edeben (tazim için) sadece 'Efendimiz' demeyi yeterli görürüm. Nitekim Şemseddin Sami de Kamus-ı Türkî'sinde bu kullanıma açıkça işaret ediyor: "Efendimiz: Peygamber-i zîşan sallallahu aleyhi ve sellem."

'Efendi' kelimesinin, 'ağa' mukabilinde tazim ünvanı olup en başta okumuşlara ve ulema ile erbab-ı kaleme mahsus olduğuna, "seyyid, çelebi, hoca" mânâsında kullanıldığına Kamus-ı Türkî tarafından işaret edilmekle birlikte daha sonraları 'bey' unvanının mukabilinde kullanıldığını da belirtmek isterim. Çünkü medrese mezunlarına 'efendi', mekteb mezunlarına 'bey' denilirdi ("Elmalılı Hamdi Efendi", "Mehmed Akif Bey" gibi).

Şemseddin Sami, "hâkim-i şer', kadı, monla" anlamlarını sıralıyor ve "İstanbul efendisi" misalinin yanısıra bu sözcüğün "paşaefendi, beyefendi" gibi 'paşa' ve 'bey' gibi unvanlara ilave edildiğini belirtiyor. Eh tabii, bir de 'hanımefendi' terkibi var ki "tazim için her kadına ıtlak olunursa da suret-i mahsusada ekabir-i rical-i devlet haremlerine denilir" kaydını unutmamak gerek. Bu vesileyle "divan efendisi" veya "reis efendi" kullanımlarını hatırlamalı ve ilkinin "sabıkan vüzera ve sair kibarın kâtib-i husisîsi ve daha doğrusu bütün umur-ı tahririyelerini idare eden resmî memur" anlamında, ikincisinin ise bir zamanlar "hariciye nâzırı" için kullanılan bir ünvan olduğuna dikkat etmeli. Son olarak "efendi adam" tabiri var ki mânâsı mukabilinde Kamus-ı Türkî "terbiyeli, edib, sahib-i temkin u vakar, çelebi" sözcüklerini veriyor. ("Bakkal Efendi, Manav Efendi" tabirleri İstanbul hanımefendileri tarafından bazı meslekleri aşağılamak için değil, bilakis nezaket için kullanılırdı.)

Meşrutiyet döneminde öğrenciler ve bilhassa Dar'ul-Fünun (Üniversite) öğrencileri için de 'efendi' dendiğine işaret edelim. Mesela "Dar'ul-Fünun efendileri boykot yaptı" gibi ifadelere gazete manşetlerinde sıklıkla rastlanırdı.

İzninizle, rastlanılması güç olacak özel bir kullanım daha aktarayım. Ali Rıza Sağman, elyazması bir eserinde hafızları, "Hafız Efendi" ve "Hafız Bey" diye ikiye ayırıp; ilkini sesi güzel olsun olmasın usul bilenlere (Aşere ve Takrib tahsil edenlere), ikincisini ise sesi güzel olup usul bilmeyen hanendelere atfen kullanıyor. Eserinde de sadece hafız efendilerin biyografilerine yer vermekle övünüyor.

Şimdi soralım bakalım: "Efendiler!" hitabını sıkça kullandığını bildiğimiz Mustafa Kemal Atatürk bu hitabı hangi maksadla kullanmış olabilir? "Ey dönmeler!" îması hadi bir yana, takbih ve tezyif maksadıyla mı, tazim ve tekrim maksadıyla mı? (Dilimizin ve kültürümüzün inceliklerini bilen her insaf sahibi için verilecek cevap "elbette tazim ve tekrim maksadıyla" demekten ibarettir.)

Evet, kelimelerin de tarihi vardır; bu tarihi bilmek için, dili bilmek yetmez, o dilin içinden çıktığı kültürü de, dünya görüşünü de bilmek gerekir. Yunus'un işaret ettiği gibi, "Bilmek bilmeyi bilmektir/Bilmek kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen/Ya nice okumaktır!"

Dücane Cündioğlu, Yeni Şafak, 6.6.2004