I. TARİKATLARIN GAYESİ

Gerek cehrî, gerekse hafî olan tarikatlarda asıl olan gaye; sâlikin nefsini ıslah edip iyi bir insan olmaya çalışmasıdır. Bizim baş düşmanımız nefsimizdir ki yetmiş şeytana bedeldir. Şeytan-ı aleyhillâ’ne önce bir vesvese ilkâ eder, muvaffak olamazsa başka bir hileye müracaat eder, vesvesesinde ısrar etmez. Oyunları pek çoktur. Bazen de hak tarafında görünerek sâliki aldatmaya çalışır.

Nefis ise hiç de böyle değildir, yaptığı vesvesede ısrar eder durur. Sâliki bu yoldan alıkoymaya çalışır. Muvaffak olamazsa hırsından patlar. Gerek şeytanın ve gerek nefsin birçok yardımcıları vardır ve bunlar sâliki yoldan çıkarmaya çalışırlar.

Bu yardımcıların birisi göz, birisi dil, birisi de kulaktır. El, ayak da bunlara mecburen uyar. Binâenaleyh sâlikin önce bu nefsin yardımcılarından kurtulması gerekir ki, buna, Hâlık-ı Zülcelâl’e sığınıp onun yardımını temin etmedikçe gücü yetmez. Zira bir duasında Peygamber Efendimiz, “Beni nefsime bir an olsun bırakma! Hiçbir zaman, bir göz açıp kapama zamanı kadar dahi olsa beni nefsime bırakma ya Rabbi!” diyerek bizlere ilticanın yolunu göstermiş olmaktadır.

Göz hakkında, Nakşibend Mehmed Bahaeddin Hazretleri’nin nasihatleri içerisinde Nazar ber kadem tâbiri vardır ki, bununla, sâlikin gözünü ayaklarının ucundan başka yere kaydırması menedilmiştir. Zira etrafı seyreden göz, her gördüğünden ayrı ayrı hisler duyan kalbini mülevves eder. Bu telvis ise sâlikin mahvına kâfidir. Zira maksat kalbin paklığıdır. Kalbe inen şeyler eğer mülevves ise artık o kalbden ne hayır beklenir!

Gözlerin muhafazası hakkında Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Azîmüşşan’da pek derin mânâlar taşıyan âyet-i kerîmesi ile bizleri uyarmaktadır.

Gözlerine sahip olabilenler sülûklarında muvaffak olurlar. Dil ve kulak da gözden aşağı değildir. İnsanların kalbi hep duydukları veya söyledikleri sözlere göre ya güzelleşir veya berbat olur. Göze olduğu kadar dile de hâkim olmaya ve onu daima zikrullah ile meşguliyete alıştırmaya çalışmalıdır. Bunun için; Eşref-i Rûmî Hazretleri;

            Bir dil ki olmaya Hakk’ın zikriyle mutad
   
         Urma ol et paresine dil diye hiç ad.

 demiştir. Bu ne kadar yerinde bir sözdür.

Dilin iki mânâsı vardır: Biri konuştuğumuz dildir, diğerinden maksat ise gönüldür. Gönül aynasının paklığı; göz, dil ve kulağın paklığına bağlıdır. Dili ve gözü pak olmayanın gönlü hiçbir zaman pak olamaz. Şimdiki insanların; “Sen benim gönlüme (kalbime) bak!” demeleri ne kadar yanlıştır. İbâdet ve tâattan mahrum olanların gönülleri hiçbir zaman pak olamaz. Her ne kadar şu veya bu gibi hayırları olsa dahî...

Onun için Nakşibendî tarikatinde gönlün temizliğine son derece ehemmiyet verilerek, sâlikin be hassa azalarına sahip olabilmesi ve bunları Hak yolunda kullanabilmesi, Hakk’ın razı olmadığı işlerden korumaya çalışması tavsiye edilmektedir.

Çünkü; bu beş havas; göz, kulak, dil, el, ayak doğrulukta olmadıkça sâlikin yaptığı zikirler kendisine lâzım gelen feyzin gelmesine mâni olurlar. Bunun için sâlik ve zâkirin bin şu kadar zikretmesi, geceleri pek az uyuyup ibâdetle meşgul olmasına aldanıp kendi kendisine bir kıymet ve paye vermesi hatâdır. Asıl bu beş azanın doğruluğuna, düzgünlüğüne bakması lâzımdır.

Eğer dil, boş sözler söylüyor, hele bir de yalan şeyler irtikâb ediyorsa vay o sâlikin haline! Göz de böyle. Eğer gözüne sahip olup onu günahtan alıkoymuyorsa, o zâkire “yazık!” deriz. Kulak da böyle. Eğer boş ve günaha taallûk eden şeyleri, hele televizyon ve radyolarda hanımların şarkı ve gazellerini ve diğer sözlerini dinliyorsa ona da “Vah, yazık!” deriz.

Derviş olmayı, hemen şu kadar zikri ve tesbihi yapmaktan ibaret sananlar çok aldanırlar. Bu tesbih ve zikirler, sâliki ancak Hakk’ın razı olmadığı fena işler ve günahlardan korumak için birer yardımcıdır. “Allah!” demek büyük bir fazilettir; söyleyeni günahtan koruması şartıyla! Bir taraftan günah işlerken, diğer taraftan zikir etmenin mânâsı anlaşılamaz.

İnsanların yetişme devirlerinde alışageldikleri iyi ve kötü huylardan tâ yaşlılığa kadar kurtulamadıkları görülmektedir. Arabanın ön tekeri nereden giderse arka teker de onu takip eder. Onun için, gençliğinde, istikametten ayrılmamak azminde olan bahtiyarlara ne mutlu! Bu gençlik devirlerini cahilane bir şekilde günahlarla geçirenlere de ne yazık!

Öyle ise ey aziz kardeş! Sen de, ben de Allah Teâlâ’nın hep âciz kullarıyız. İşin sonu ölümle bitmektedir. Bu ölüm halinde iman ve İslâm içerisinde olabilmek ne büyük bir hünerdir. Bunun için bir taraftan Allah celle ve âlâyı zikretmemiz, diğer taraftan da Allah Teàlâ’ya gözyaşları ile yalvarıp muhafazamızı rica etmemiz lâzımdır. Diğer taraftan da nefislerimize hâkim olabilmek için Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin sünnet-i şerîfesinden zerre kadar ayrılmamak lâzımdır. Bunu başarabilmek için de evvelâ Allah Teàlâ’yı zikri, sonra da Peygamberimize bol bol salâvat-ı şerife getirmeyi ve her gün kitabımız olan Kur’ân-ı Azîmüşşan’ı lâyık-ı veçhiyle okumayı ihmal etmemek lâzımdır.

Bugün biz müslümanların, kitabımızı bile okumaktan âciz olduğumuzu inkâr edemeyiz. Bir yahudi çocuğu, Tevrat’ını okusun da bir müslüman çocuğunun kitabından bile haberi olmasın! Bu ne kadar acıdır. Bu acı, dünya acılarının en acısı olmaktan başka âhiretimiz için de ne büyük zarardır.

Binâenaleyh, hem Allah’ı zikret, hem Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve selleme salâvat getir, hem de kitabımız olan Kur’ân-ı Azîmüşşan’ı oku ve okuyanlara yardım eyledikten başka çocuklara bunu muhakkak öğret.

Dünya istikbali için ne büyük fedakârlıklar yapılır, bir memuriyet elde edilmeye çalışılır da diğer taraftan asıl önemli olan dinimize ilgisizlik affedilir mi? Halbuki memuriyet; bir bakıma insanların hürriyetini kısmen de olsa başkalarının eline vermek değil midir? Hürriyet ise insanların en kıymetli haklarındandır.

Onun için, senin gayen Allah olsun ve onun emirlerine tam mânâsıyla uy! Bak, sana ilk müslümanlardan Selman-ı Farisî hakkında kısacık bir haber vereyim:

Bu zat ateşperest bir babanın oğlu iken, bunu beğenmeyip hıristiyanlığa kaymış ve sonra da müslüman olmuştur. Müslümanlığa birçok yararlıklarından sonra Bağdad’a vali olmuştu. Fakat kendisine tahsis edilen vilâyet konağını istememiş, bir göz oda kiralayıp orada oturmuş ve esnâyı idaresinde devlet maaşını kat’iyyen kabul etmemiş. Halk arasında mümtaz ve üstün bir kılıkla da dolaşmamış, kendi eliyle yapıp sattığı zenbillerin parasıyla geçinmiş.

İşte sana bir insan ve müslüman numunesi! Sende sakın paralara ve memuriyetlere aldanıp da âhiretini yıkma. Bu dünyanın ucunu bulmak mümkün değil! Milyonlarca seneden beri akıp giden bu dünya, ay ve güneş silsilesi hâlâ bir uca erişemediler, erişmelerine de imkân yoktur. Çünkü semayı yaratan Allah Teàlâ onu devamlı genişletmektedir. Bu hudutsuz mülkün içinde bizim de bir payımız var; onu kazanırsak ne mutlu! Ve onu kaybedersek ne yazık bizlere! demekten başka çaremiz yok.

İşte bu sonsuz mülkü yaratan Allah Teàlâ’nın bir de ölümden sonra sâlih kullar için yâni nefislerine hâkim olan mü’minler için hazırladığı bir evi var ki, adına cennet denir. Sekiz kat üzerine yapılmıştır. Her kim, derecesine göre bunlardan birine girmeye muvaffak olursa ne âlâ! Bu cennet evlerinde hatır u hayâle gelmedik, göz ve kulakların görüp işitmedikleri ve akıllarından bile geçirilmeyen nice nimetler vardır ki, bunlar hep Allah Teàlâ’ya inanıp iman eden ve imanları mucibince yaşamaya çalışan bahtiyarlar içindir.

Bu cennetin güzelliklerini vasfetmeye kimsenin gücü yetmez! Yalnız Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mi’raç’ta iken cenneti de gördü ve bize oraya girecekleri haber verdi. Cenâb-ı Hak bizleri de iman ve İslâm dairesinde yaşayıp, dünyada iken Hakk’ın rızasını kazanmaya ve âhirette de cennet evlerine girmeye lâyık olan bahtiyarlardan eylesin. Âmin...

Âhiret âleminde, yine hazırlanmış bir azab evi vardır ki, o da yedi kattır. Dinsizlerin, imansızların, ahlâk ve fazilet düşmanlarının gireceği yerdir. Cenâb-ı Hak bizleri bu kötü eve girmekten korusun, cennet evlerinde cümlemizi mes’ud ve bahtiyar eylesin! Amin...

Bu Selman-ı Fârisi ölürken çok ağladı da etrafındakiler:

“—Ölümden korkuyorsun da mı ağlıyorsun?”, dediler. O da:

“—Hayır, ben biraz sonra Rasûlüllah’a kavuşacağım, ona dünya metaı edinmeyeceğime dair söz vermiştim. Şimdi gözümün önüne gelen şu eşyalarla Cenâb-ı Peygamber’e ne cevap vereceğim, diye düşünmekteyim. Üzüntüm ondandır”, diye cevap vermiş.

Baktılar gördüler ki, dünyalık dediği şeyler birçok zarurî eşyadan ibaret idi. Allah cümlemize bunları şefaatçi kılsın da, o cennet evlerinde onlarla birlikte olmayı nasib etsin! Âmin...

Eğer sen de bu cennet evine girmeye talipsen şu beş şeyi bırakma:

1. Hiç olmazsa günde yüz sefer istiğfar eyle.

2. Yüz kere Lâ ilahe illallah de.

3. Yüz kere de Allah celle celâlühu ismini candan söyle.

4. Yüz kere Peygamber Efendimiz’e salâvat-ı şerife getirmeyi unutma.

5. Yüz kere de İhlâs sûresini besmeleyle beraber oku; Kur’ân’a da devam eyle.

Bizlerden de hayır duanı eksik etme. Ve sallallahu aleyhi ve sellem ve âlihî ve sahbihî ecmâîn. Vel-hamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn...

<< Önceki Sayfa | İçindekiler | Sonraki Sayfa >>