HİLİM VE SEKÎNET

Peygamber SAS Efendimiz'in nümûne olan güzel ahlâklarından hilim ve sekînet hakkında: (Ma'rifetnâme, s. 528)

Ey aziz! Ehl-i edeb demişler ki:

Allah-u Celle ve A'lâ Kelâm-ı Kadîminde Efendimiz SAS Hazretleri'ni en yüksek bir ahlâk ile övmüştür. Bu ahlâkların icabı rakîk, şefik, halim, selim, emin, miskinlerin hàmîsi ve buna benzer vasıfların sahibi olan Hazret-i Muhammed SAS'in; Cenâb-ı Hakk'ın kullarıyla ve bütün insanlarla hüsn-ü muamele ve ünsiyeti, ümmet ve ashabıyla sohbet ve muamelesi, ehil ve ıyâliyle ülfet ve mükâlemesi ve ona iktidâ edip izinde giden ashàb-ı kirâmın ve evliyâ-yı izâmın ve ulemâ-yı dînin ve selef-i sàlihînin dâimâ adetleri, meşrebleri, tabiatleri cümle mahlûkata hüsn-ü ahlâk ile muamele, lütuf ve yumuşaklıkla mükâleme idi.

Müsamaha ile muàşeret, muvâfakatle mübâşeret, hilim ile nasihat, rıfk ile muhabbetti. Tevâz ile şefkat, beşâşetle ülfetti. Îsar ile hizmet, ihsân ile fütüvvetti. Kerem ile meveddet, hayâ ile mürüvvetti. Müdârât ile mürafakat, tahammül ile komşuluktu. Af ile şefaat, cûd ile sehàvetti. Teveddüd ile talâkat, telâttufla zerâfetti. Vakar ile sekînet, recâ edene re'fetti. Sıdk ile sıyanet, herkese iànetti. Cümleye hayır dua ve hüsn-ü zan ile, sena idi. Kendi nefsini küçültme, dostları ta'zim, ayıbları örtme, ezâlara tahammüldü.

İnsanların ihsan ve güzelliklerini ifşâ eder, kendi ihsanlarını saklarlar, küçüklere acırlardı. Büyüklere vefâlıydılar. Velhasıl bunlara benzer bütün güzel huylara sahiptiler. Halbuki, bizlere cümleden ehem ve elzem olan, Habib-i Ekrem SAS Efendimiz Hazretleri'ne ittibâ ve iktidâ etmektir. Ve onun âl ve ashabının âdât ve âdâbıyla mûtad ve müeddeb olmaktır ve rızâ-yı Mukallibül-Kulûb'u gönüllerde arayıp bulmaktır. Onun için de cümle mahlûkatına rıfk ve şefkat ile muamele etmektir.

Nazım:

Ma'den-i eltàf idi Peygamber, etmezdi gulû;
Hüsn-i ahlâk ile zâtı olmuş idi dopdolu.

Halka eylerdi tevâz, ger şerîf u ger vazi'
Nefsi toprak gibi alçak, gönlü su misli duru.

Sevse, ger buğz eylese, Allah için eylerdi ol,
Kendi nefsi için sevip, hem olmadı hergiz adû.

Gülmedi hiç kahkahayla, sövmedi hiç nesneye;
Lutf ile bessâm idi, yüzü güleç ol mah-rû.

Hürmet ü lutf u hayâ ve hilm ile mevsuf idi,
Kimseye "Lâ" demedi, kim gelse ona yalvaru.

Kendi ehl-i beyti hacetin görürdü kendisi,
Dâimâ miskinler ile otururdu ol ulu.

Na'l ü sevbine yamalıklar dikerdi giyinib,
Hasta görmek, ta'ziyet için yürürdü ey amû.

Geh binerdi deveye, at u katır, geh merkebe,
Ardına adam alırdı, olsa idi almalu.

Geh terebbu' eyler idi, geh dikerdi bu dizin;
Mecmaul-âdâb idi, mahfî, ayan, yüzü sulu.

Arpa ekmeğine yahud mercimek çorbasına,
Kılsalar dâvet varırdı, aramazdı reng ü bû.

Yerdi üç parmakla tatlı ve yalardı onları,
Besmeleyle üç nefeste su içerdi dinlenü.

İ'tizar etseydi kimse, özrün eylerdi kabul,
Yok idi indinde lutf ile keremden sevgilü.

Dursa zikrullah idi, otursa zikrullah idi,
Kimseye vermezdi can ü gönlünü, illâ ki Hû.

Ey aziz! Ehl-i edeb demişlerdir ki, Hak Teàlâ ibâdına inayetiyle kıldığı re'fet ve rahmeti ve birbirlerine lâzım olan şefkat ve ülfeti duyurmuş ve bu husuta Kelâm-ı Kadîminde bir çok âyât-ı beyyinatı zikretmiştir. Biz onları yazmayı bıraktık. Zirâ okumasını herkes lâyıkıyla becerememektedir. İsteyenler Ma'rifetnâme'nin 529'uncu sayfasına bakabilirler.

Rubâî:

Mahlûk-ı Hudâ'ya şefkat et, rahmet bul;
Eblehlere hilm ü hürmet et, rahat bul;
Sen herkese rıfk u rağbet et, rif'at bul;
Ger idemendinse, uzlet et, izzet bul!

Bundan sonra da yine hüsn-ü hulk hakkında bir çok ehadis-i şerifeyi beyan etmiştir ki, biz yine onları yazmaktan feragat eyledik. (Ma'rifetnâme, s. 530)

Beyit:

Cihan bağında ey àkıl, budur makbul-i ins ü cin;
Ne kimse senden incinsin, ne de sen bir kimseden incin!

Ey aziz! Ehl-i edeb demişlerdir ki: Habib-i Ekrem SAS Efendimiz Hazretleri, ümmet ve ashabına şefkat ve re'fetiyle, hüsn-ü muàşereti ta'lim ve tefhim edip, fezàil ve faydalarını duyurmuştur.

"Merhamet edenlere Allah CC merhamet eder. Siz yerde olanlara merhamet eyleyiniz ki, gökte olanların Hàlikı, Rahmân olan Allah-u Celle ve A'lâ da size merhamet etsin. Siz küçüklere merhamet ediniz ki, sizden büyükler de size merhamet etsinler."

Mü'minlere lâzımdır ki, birbirlerine hayır sanıp nush edeler. Birbirine merhamet edip iànesine gideler. Birbirlerinin elemiyle müteellim olup, meserret semtine gideler. Nitekim, bedenin bir uzvu müteellim oldukta, cemi-i a'zâ-yı beden onun elemin bulur. Tâ ol uzvun elemi zail oluncayadek, cümle beden rahatsız olur.

Ve buyurmuştur ki:

"Mü'minler birbirinin kardeşidir; alimler nefs-i vahide gibidir. Halkın hayırlısı, nasa menfaatlısıdır."

Onun için ashab-ı kiram ve onların tabileri ve ulema-yı din-i mübîn birbirilerine muîn olup menfaat ederlerdi. Belki ehl-i kitab zımmîye ve cemi-i mahlûkata bile merhamet edip yardımlarına giderlerdi.

Ve yine buyrulmuştur ki:

"Ümmetimin ebdali, kesret-i salat ve siyam ile cennete dahil olmazlar; belki, rahmet-i kulûb ve selâmet-i sudûr ve sehàvet-i nüfûs ile dahil olurlar."

Ol hazret kendi mübarek yediyle, yetim uşakların başlarını meshederlerdi. Ve onlara telâttuf edip tebessümle söylerlerdi.

Ve buyurmuştur ki:

"--Yâ Muaz! Yetim uşaklara merhametli peder gibi olasın. Ne ekersen onu biçeceğini yakînen bilesin. Kim ki, Müslüman kardeşini dünyada mesrur ederse, Hak Teàlâ Hazretleri de onu dünya ve ahirette mesrur eder. Her kim ki, mü'min kardeşini dünya gussalarından birisinden halâs eylese, Hak Teàlâ onu kıyamet gününde, gussalarından âzâd eyler."

Ve yine buyurmuştur ki:

"Allah-u Teàlânın kulu mâdem ki mü'min kardeşlerinin yardımındadır; Mevlâsı da onun yardımındadır. Peder ve vâlidesine ikram ve ihsan eden için, cennetin iki kapısı açıktır. Hak Teàlâ o kimseye rahmet etsin ki, kendi evlâdına yardım eyler; yâni ol emri ona teklif etmez ki, ol emri işlemekte kendüye asi olmasından korkula. Ve a'mâlin efdali, mü'minin gönlüne, içine sürur idhal etmektir."

Ve yine buyurmuştur ki:

"Bir kimse kendi iyâline bir dirhem infak eylese, benim indimde Hak yoluna bin dinâr infakından ahsendir.

Bir kimse peder ve validesine bir gün muti' olsa, benim indimde bin yıl nafile ibâdetinden hayırlıdır. Bir kimse ehl ü iyâli yanında bir saat eğlense, benim indimde, mescidimde i'tikâfından efdaldir. İmanı ekmel olan mü'min, kendi ehliyle hulku hasen olandır. Kadınlara hayır sanıp rıfk ve hilm ile muamele eyleyiniz ki, indinizde esir olup, emanetullah bulunmuşlardır.

Kölesini eliyle dövenin kefareti onu azad etmektir. Lisânına malik olanın ayıpları örtülüdür. Kezm-ı gayz edenin günahları mağfurdur. Cariye ve kölelerinizle, lütuf ve yumuşaklıkla konuşun! Bir gün yetmiş kere kusur etseler dahi, af ile muamele ediniz ve onlara kendi yediklerinizden yediriniz. Kendi esvaplarınızdan giydiriniz ve evlâtlarınız gibi ikram ediniz. Onlara takatlerinden fazlasını teklif etmeyiniz ki, onların da bedenleri et ile kandan ibarettir. Onlar da sizler gibi benî Ademdirler. Onlara zulm edenlerin hasmı Allah-u Celle ve A'lâ'dır.

Her kim ki, ana ve babasına muti' olup da sıla-yı rahim eylese, ehline, evlâd ve hizmetkârlarına mülâyim söylerse, ihvanına ikram edip, kendi hanesine devam eylese, tahkik o kimse tekmil-i mürüvvet eylemiştir. İnsanlığın kemâline ermiştir.

Evliyâ ile mücâlese ve ulemâ ile mükâleme eyleyiniz! Hükemâ ile sohbet ve fukara ile ünsiyyet eyleyiniz. İki kişinin konuşmaları birbirine emanettir; pes, birine helâl olmaz ki, diğerinin gizli sözünü başka kimseye söyleye veya onun gizli işlerini halka izhar eyleye.

Mü'min, mü'mine ruh ile ceset gibidir. Mü'minin mü'mine merhamet ve şefkatle bakışı ibâdettir; yüzüne gülmesi kefarettir. Mü'minin kalbine sürur vermek mûcib-i rızâ-yı Rahmân'dır.

Her kim ki, Hak Teàlâ ve àlem-i ahirete inanmıştır, ol kimse komşusuna ikram ve misafirine hürmet eylesin. Her kim ki, bir şey söyleyecekse hayır söylesin veya sükut etsin.

Efendimiz buyurmuştur ki:

"--Ya Ebâ Hüreyre! Nefsine muhabbet eylediğin gibi, nasa da muhabbet eyle ki, mü'min olasın! Komşunla komşuluğu güzel eyle ki, müslüman olasın! Cibril-i emin bana, hüsn-i mücaveretle öyle çok emrederdi ki, komşunun, komşusuna vâris olacağını zannederdim.

Ol Hazrete gelib komşusundan şikayet eden birine buyurmuştur ki:

"-Kendini komşuna eziyetten men edip, komşunun eziyetine sabr edesin. Ta mevt ile ayrılıb gidinceye kadar."

Güzel komşuluk hemen yalnız komşuya eziyet etmemek değildir. Belki, güzel komşuluk, komşunun ezasına sabır ve tahammüldür. Muhakkak hüsn-ü hulk, güzel komşuluk ve sıla-yı rahim Mevlâ'nın rızasını celbe vesîledir ve hatâlarını gidericidir, arıtıcıdır.

Hüsn-ü hulk Allah-u Teàlânın rahmetinden sahibine bir yulardır ki, bir meleğin elindedir. O melek ise onu dâimâ hayra çeker, gider. Hayır da onu cennete götürür. Kötü ahlâk ise, Allah-u Teàlâ'nın azabından sahibinin burnunda bir yulardır ki, ucu bir şeytanın elindedir. Şeytan ise onu cehenneme çeker, gider; şer onu cehenneme idhal eder.

Her kimde ki üç huy olmaz, ol kimse imanın tadını bulmaz: Birinci hilimdir ki, onunla cahilin gazabını reddeyler. Biri de vera'dır ki, onunla haramlardan men eder. Biri de hüsn-ü hulktur ki, onunla halka müdârât eyler.

Sadakaların en efdali halka müdârâttır. Edâ-yı farîza ile emrolunduğum gibi, müdârât-ı nas ile de me'murum. Rıfk ve müdârâttan nasibi olan, dünya ve ahiret hayırlarını bulmuştur. Rıfk ve müdârâttan mahrum olan, dünya ve ahiret hayırlarından bî-behre ve nasibsiz kalmıştır. İmandan sonra aklın başı müdârât-ı nastır. Ve halka meveddetle, hüsn-ü imtizâc ve ünsiyettir.

İstişare edenin işi rasttır, doğrudur; kendi reyine kanaat edenin iflâstır. Dünyayı terk eden, indallah merğb olur. Halkın elinde olanı terk eden, mahbûbül-kulûb olur. Emanet almayan rahat bulur. İnsanlardan bir şey istemeyen aziz olur. Mü'minlere nasihat ve şefkat, saadet alâmetidir.

Hak Teàlâ refîktir, rıfkı sevip, şiddeti almaz. Rıfk için eylediği lütfu, şiddet için kılmaz. Hak Teàlâ bir ev halkına hayır murad ederse, onları rıfk ile mu'tad edib, şiddetten âzâd eder. Zira, müslüman odur ki, onun elinden ve dilinden müslümanlar selâmette olalar ve cümlesi onun zarar ve ziyanından emin olalar.

Beyit:

Nefsi kabul kıl ey Hakkı, halkı incitme;
Kim incidirse seni, Hak'tan anla sen anı.

HALKA GÜZEL MUAMELE

Cümle halk ile hüsn-ü hulk ile muamelenin ve lütf u lâin ile mükâlemenin mahiyeti ve keyfiyeti hakkında:

Ey aziz! Ehl-i edeb demişlerdir ki; Hazret-i Habib-i Ekrem SAS Hazretleri ümmet ve ashabına, meveddet, muhabbet, ülfet ve sohbetin âdâb ve erkânını ta'lim buyurmuşlardır.

Nitekim, ehadis-i şerifesinde, lütf ile buyurmuşlardır ki:

"--Ey ümmet ve ashabım! Ahlâk-ı Hak ile mütehallık olunuz. Muhakkak biliniz ki, ilim ve hilim anın ahlâkındandır. İlim, ancak teallümle vücuda gelir. Hilim ise, tehallümle hasıl olur. Hayrı ihtiyar eden kimse hayır bulur. Şerden sakınan hıfz olunup selâmette kalır. Öyle ise ilmi taleb ediniz. İlim ile beraber hilim ve sekineti de taleb ediniz. İlim öğrettiğiniz kimselere mülayim söyleyiniz. Kendisinden ilim öğrendiğiniz kimselere de ta'zim eyleyiniz. Cebâbire-i ulemâdan olmayınız ki, cehliniz size gàlib olmasın.

Ey ümmetim! Sizden kat'-ı rahim edene, sıla-yı rahim eyleyiniz. Sizi mahrum edene, siz kerem kılınız. Size cehille muamele edene, siz hilim ile muamelede bulununuz. Bu huylarla indallah rif'at bulursunuz. Hak Teàlâ Hazretleri din-i İslâmı, mekârim-i ahlâk ile mahfuf (etrafı kuşatılıp çevrilmiş) ve mehàsin-i a'mâl ile müzeyyen kılmıştır ki, anlar hüsn-ü muaşeret ve kerem-i tabiattir; yumuşaklık, atâ ve ihsandır, it'am-ı taam ve bezl-i selâmdır. Hastaları ziyaret, ihtiyarlara ta'zimdir. Kötülükleri affedip, komşularla iyi ve güzel geçinmektir. Gayz ve kinini yutmak ve aralarını ıslah etmektir. Cömertlik, kerem ve semâhattir; iyiliklerini izhar, ayıplarını örtmektir.

Müslümanın müslüman üzerinde altı hakkı vardır:

1. Müslümanla karşılaşdıkta ona selâm veresin.

2. Seni dâvet ettikte, icabet edip gidesin.

3. Senden nasihat istedikte, ona nasihat edesin.

4. Aksırdığı vakitte, hamd edip "Elhamdü lillâh" deyince, ona "Yerhamükellàh" diyesin.

5. Hasta oldukda, ziyaretine gidesin.

6. Öldüğü vakitte cenazesine gidesin.

Mü'min, gayet yumuşak olup, deve gibi nereye çekilirse gider. Eğer bir taş üzerine dahi çökertilirse, çöker.

Ol Hazretin, gazada mübarek dişlerinin kırılması ashab-ı kirama çok ağır gelip dediler ki:

"--Bu kavme lânet eyle ki, bu fiili sana işlediler."

Pes, ol Hazret ashabına cevap etmiştir ki:

"--Ben Allah'ın kullarına lânet için gönderilmiş değilim, ancak anları Hakka dâvet için ba's olunmuşumdur ve rahmeten lil-àlemin bulunmuşumdur. Yâ Rab! Kavmime hidayet eyle, zîrâ onlar bilmezler." buyurmuştur.

Bundan dolayı kim ki zalimîne beddua ederse, tahkîk ol kimse Muhammed-i Emin'i SAS mahzun edip, iblis-i lâini sevindirmiş olur. Kim ki zàlimi affederse, tahkik ol kimse Muhammed-i Emini SAS mesrur edip, iblis-i lâini mahzun etmiş olur.

Yetim çocuklar haksız olarak dövülse, anın ağlaması sebebiyle Arş-ı Rahman hareket eyler. Hak Teàlâ buyurur ki:

"--Ey benim meleklerim! Siz şâhid olunuz ki, ol yetimi razı edeni ben kendi indimde razı ederim."

Kim ki, pazardan evlâdına bir turfanda meyva getirse, sadaka etmiş olur. Evvelâ kıza versin ki, anlarda rikkat ağleb olduğundan dolayı, Hak Teàlâ Hazretleri onlara daha erhamdır.

Evlâdın peder ve validesi üzerinde üç hakkı vardır:

1. Doğdukta, ismini gökcek etmektir. Yâni güzel bir isim koymaktır.

2. Akil oldukta, kitabını öğretmektir.

3. Bâliğ oldukta, evlendirmektir.

Kocanın karısı üzerinde olan hakkı şudur ki: Eğer avret bir deve üzerinde bulunsa bile, kendi nefsini erkeğinden men etmesin... Ondan izinsiz, Ramazanın gayrısında oruç tutmasın... Kocasından habersiz evinden çıkıp başka yere gitmesin, sevab umarken günaha batmasın.

Eğer bir avret kocasının evinden kaçarsa, anın namazı kabul olunmaz. Tâ dönüp, elini eline verip, "Her ne işlersen işle!" demedikçe halâs olmaz.

Tahkîk bir avret beş vakit namazını kılsa, ve bir ay Ramazan orucunu tutsa, ve kendisini nâmahremlerden korusa, ve erkeğine itaatle hareket etse; ol hatun cennet-i a'lâya dahil olur.

DİĞER GÜZEL HUYLAR

a. Tevâz

Alçak gönüllülük etmek, huz ve huşû üzere olmak ve kendisini hakir tutmaktır. İnsan kendi varlık ve benliğini kırmadıkça tevâz sahibi olamaz. Ve ona terfi-i derecât da mümkün olmaz. Her mü'min ve muvahhide, hilim ile tevâzun lüzûmu pek âşikârdır.

b. Re'fet

Merhamettir. Esirgemek, şefkat etmek ve acımak re'fettendir. İnsanın şefkat ve merhameti ne kadar çok olursa, şüphesiz ki, kıymeti de o kadar fazla olur.

c. Lînet

Kelâmda ve sâir umûr ve hususlarda insanın yumuşak tabiatli olması, sertlik yapmamasıdır. Sertlik bazan fenâ neticeler doğurduğu gibi çok yumuşaklığın da bazan zararları olabilirse de, tahammül etmek ve sabırla karşılamak evlâdır. Hazret-i Osman RA'ın şehadeti de fazla yumuşaklığının ve merhametinin neticesidir.

d. Beşâşet

Güler yüzlü, tatlı dilli olmağa derler ki, insanın herkese karşı beşuş bulunmasının, iyi huylardan olduğu ma'lûmdur.

e. Af ve İhsân

Bütün insanlara karşı, bâhusus kendisine zulüm ve cefa edenler, dost veya düşman da olsalar, bunlara karşı af ile muamele etmekle beraber, bir de ihsanda bulunmak ne kadar büyüklüktür.

f. Sıla-i Rahim

Akraba ve taallükatı ve dostları ziyaret edip, onların gönüllerini hoş etmek, muavenete muhtaç olanların yardımına koşmak ve bâhusus, kendisiyle alâkayı kesen akrabalara karşı alçak gönüllülük edip, ziyaretlerine gitmek Cenâb-ı Hakk'ın çok sevdiği bir huydur. Rızkının bolluğunu, ömrünün uzunluğunu isteyen kimse, sıla-i rahim yapsın. Et-Terğîb vet-Terhîb bu hususta 41 hadis-i şerif kaydetmişdir. Sıla-i rahim yapmayanın bulunduğu yere, rahmet-i ilâhiye nazil olmaz buyrulmuştur.

g. Merhamet

Bütün mahlûklara ve bâhusus zuafâ, yetim ve miskinlere karşı insanların şefkat ve himaye kanatlarını açıp, dertlerine merhem olmağa çalışması merhamet, zıddı ise merhametsizliktir. Bu gibi zuafâ, fukara ve miskinlerin zaruret içinde çırpınmalarına göz yummak, elbette büyük felâketlerin doğmasına sebep olabilir ki, bunun yegâne âmili, merhametsizliktir. Binâen aleyh, merhametli olmak ahlâk-ı hamîde sahiblerine yakışan meziyetlerdendir.

Dulların, miskinlerin hacetlerine koşanların mükâfâtı fîsebilillah mücahid sevabı olduğu; bunların, geceleri kàim, gündüzleri sàim olan kimselerin sevapları kadar sevap alacaklarına dair, hadis kitablarında en azından yirmiden fazla hadis-i şerif zikredilmiştir.

h. Meşâyıha Ta'zim

Müslümanlıkta yaşlanmış, saçını, başını ağartmış, sinn-i şeyhhete erişmiş kimselere elden gelen hürmet, saygı ve ta'zimi yapmaktır. Ulemâ ve üstazların, bu hürmet ve saygıya herkesten daha lâyık olduklarını beyana lüzum yoktur. Her fırsatta kendilerinden faydalandığımız bu mübarek zevata karşı borcumuz olan ta'zim, tekrim ve hürmette kusur etmek, edib ve kâmil insanlara kat'iyyen yakışmaz. Ulemâsına, meşâyıhına ve üstazlarına hürmet, kendi kemâllerinin alâmetidir.

i. İhvâna Hizmet

Din kardeşlerine karşı olan hizmet borcudur ki, kişi öz kardeşine hizmete nasıl borçlu ise, din kardeşine de aynı sûrette, hattâ daha ziyadesiyle hizmete borçludur. Bu hizmet, birbirlerine muhabbet, meveddet ve sevgilerin çok artmasına sebep olur. Hem ind-i ilâhide dereceleri artar, hem de Cenâb-ı Hakk'ın çeşitli lütuf ve sonsuz ikramlarına erişilmesine vesile olur. Bu hususta İhyâ-u Ulûm'un 2. cildinde çok uzun tergîb ve teşvikler vardır. Et-Tergîb vet-Terhîb'in 4. cildinde de pek geniş ma'lûmat mevcuddur. İnsan onları okuyunca, adeta bütün işlerini bırakıp, ihvan ve sulehànın hizmetine koşacağı geliyor.

j. Tevbe

İnsanın, hayatı içinde işlemiş olduğu günahlara ve ibâdetsiz geçirdiği vakitlere, nedâmet ve pişmanlık duyup, Hakk'a rücu ve ilticasına denir ki, halktan yüz çevirmesine vesîle olur. Bu tevbe, her mü'min için farz-ı ayındır. Bir an evvel tevbe-i nasuh ile tevbe edip, abid, zâhid, sàlih ve Hakk'ın ni'metlerine şâkir, aynı zamanda zâkir kullarının arasında yer almağa sa'y u gayret göstermesi elzemdir.

Tevbeden mahrum, isyan vadilerinde keyfe mâ yeşâ yaşayanların, akıbetlerinin felâket ve husranla neticeleneceğinde şüphe yoktur. Binâen aleyh, evlâda ve iyâle, dost ve ahbaplara her fırsattan istifade ile tevbenin lüzûmunu ve ehemmiyetini duyurmağa çalışmalıdır.

k. Allah'tan Hayâ

Hayâ Cenâb-ı Hakk'ın kullarına bir lütuf ve ihsanıdır. İman ile hayâ bir karın kardeşi olup, birinin bulunduğu yerde diğeri de bulunur. Meselâ, imanın bulunduğu yerde hayâ da olur. Hayânın bulunmadığı yerde ise imanın bulunmayacağı da âşikârdır. "Hayâ imandandır." hadis-i şerifi de bunun delilidir.

Hayâsı olmayan kişi, gazab-ı ilâhiyeye uğrayacağı cihetle, hat ve harekatı kötüleşir ve âdîleşir. Hayâsız insan, kendisinin liyâkatsizliği sebebiyle, emanet denilen ni'metten de mahrum olur. O zaman tam mânâsıyla hainlik üzerine çöker ve onda merhametten eser kalmaz. İşte, o zaman bütün hareketleri şeytànî olur. Artık onda İslâmi bağlılık da kalmaz. Bunun için ehl-i İslâm indinde hayânın kıymeti pek yüksektir.

l. Tâat

Hakk'a inkıyad edip, mutî olmağa derler. Kula lâzım olan kendisinin fânî olduğunu idrak edip, muhtaç olduğu maddî ve mânevî kuvvet ve kudreti ve hiç tükenmeyen sonsuz nîmetleri kendisine meccânen lütuf ve ihsan eden Halik-ı Zül-Celâl'e karşı, şükran borcunu ödemek üzere emrolunduğu ibadeti yapmağı ve yasaklarından da kaçınmağı borç bilmektir. Taatte ihmal ve kusur ile Hakk'a vuslat mümkün olmayacağı gibi, insanın olgunlaşmasının da mümkün olamayacağı, her akl-ı selim sahibi için ma'lûmdur.

SABIR

Abidlerin ibâdetleri, zâhidlerin zühdleri, saimlerin oruçları, hacıların esnâ-yı hacda karşılaştıkları müşkülleri yenmek için, nefsini feryâd ü figandan habsedip, günah ve kötülükleri de işlememek üzere nefislerine hakim olmaları hep sabırla mümkündür. Çünkü, sabrı olmayan veya pek az olan kimseler, teşebbüslerinde muvaffak olamazlar. Muvaffakıyyetlerin birinci sırrı sabır olup, istikametten ayrılmamaktır. Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Azîmüşşan'da sabredenleri pek güzel övmüştür.

"Sabrın imandaki yeri, başın cesetteki yeri gibidir. Sahibini cennete idhal eder. Sevabı da köle azadından efdaldır." buyrulmuştur.

Sabır; gam, gussa ve kederlerden kurtulmayı Allah'tan beklemektir. Bu da amellerin efdali ve a'lâsıdır. Her şeyin bir cevheri vardır, insanın cevheri de akıldır. Aklın cevheri ise sabırdır. Sabır, bir nevî nefsi ovmaktır. Yâni, bir şeyi yumuşatmak için nasıl ovulursa, nefsi de böylece ıslah edebilmek ve ondan lâzım gelen faydayı elde etmek için, onu da ovmalıdır. Yâni, onu kendi haline bırakmayıp, riyâzetlerle Hakk'ın emirlerine inkıyada ve rızasını talebe alıştırmaktır. Nefeslerimizi nasıl ki tabii olarak hiç yorulmadan ve zorlanmadan alıp veriyorsak, sabırla da tıpkı böyle her şeyi hal-i tabiîsinde karşılamalıdır.

Sàbir, menhî olan meàsîlerden, mekruhlardan ve mezmum olan şeylerden, zahiren ve bâtınen sabretmelidir. Yâni, yapmamak için dayanmalıdır. Her ne kadar bunların iyi olmadığı ilimle bilinirse de, sabır olmadıkça ilim kâfî gelmez. Bu sebepten ilimle sabır birbirinden ayrılmayan iki refik veya ruh ile ceset gibidir. Yâni, ruhsuz ceset gibi, cesetsiz ruh da bir şeye yaramaz; kemâl ikisinin birleşmesiyledir.

Cenâb-ı Hak Sübhànehû ve Teàlâ Hazretleri bütün peygamberlerine de hep sabır tavsiye buyurmuştur. Onların ümmetlerinden görecekleri her türlü meşakkat ve sıkıntıları, ancak sabırları sayesinde yenecekleri ve kendi nefislerine değil Allah için sabır etmeleri gerektiği duyurulmaktadır.

Seriy-yi Sakatî KS Hazretleri'nden sabrın mâhiyeti sorulmuş, o da lâzım gelen ma'lûmatı verirken, ayağını bir akrep sokmağa başlamış.

Kendisine:

"--Efendim, niçin öldürmüyorsunuz veya def etmiyorsunuz?" diyenlere:

"--Allah'tan hayâ ederim, hem sabırdan bahsedeyim, hem de bir akrebin ısırmasından dolayı feryâd ve figan edeyim; olacak şey değildir bu!" demiştir. (Tabakàtül-Kübrâ, 4/220 )

Cüneyd (Rh.A); "Allah-u Teàlâ Hazretleri mü'minlere iman ile ikram etmiş ve imanlarını akılla, akıllarını da sabırla ikram etmiştir." demiş. Binâen aleyh, iman mü'minin zîneti, akıl imanın zîneti, sabır da aklın zîneti olduğunu beyan etmiştir. Şu halde sabır, imanda en mühim mevkîyi ihraz etmiş olmaktadır.

Cenâb-ı Hak Sübhànehû ve Teàlâ Hazretleri, Kur'an-ı Azimüşşan'ın tam yetmiş küsur yerinde, müteaddid vesilelerle sabrı zikretmektedir. Sabrın lüzûmu, sabrın ehemmiyeti, sabrın derecesi, kemâli, sevabı anlatılmakta ve sàbirleri tebşir etmekte, sayısız faydalar saymakta; dolayısıyla kulların sabırlı olmalarını teşvik ve terğîb etmektedir. Bundan da anlıyoruz ki, sabır muhakkak lâzımdır.

Ahlâklar umumiyetle iki kısımdır: Bir kısmı peygamberlerde ve bazı velîlerde olduğu gibi vehbîdir; Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri'nin bir lütuf ve ihsânıdır. Onun için onlarda kat'iyyen yorulmadan ve zorlanmadan, tabii haliyle cereyan etmektedir. Çünkü onlar bizlere nümûne olacaklardır; binâen alâ zâlik, nümûnelerin her halde hiç noksansız, en güzel, en iyi şekilde ve kemâl derecesinde olmaları matlubdur ve böyle olması da tabiidir.

"Sabrın imandaki yeri, cesetteki ruh gibidir." demişlerdi ki, ruhsuz bir cesedin hiç bir kıymeti olmadığı gibi, sabırdan mahrum imanın da buna benzetilmiş olması ne kadar şâyân-ı dikkattir. Dünyanın bütün harekâtı da bunu bize açıkça göstermektedir. Bütün muvaffakıyetler, hep sabrın sonunda elde edilen nîmetlerdir. Bundan dolayı sabrı; bilme, hal edinme ve amel ile izah etmektedirler.

Bunu şöyle anlatırlar: Sabır bir ağaç; hal onun dalları, yaprakları; amel de meyvasıdır. Bilgi, maarif olmuş hâli olmazsa, yâni, bilgi ona hal olamamış ise, dalsız, yapraksız ve meyvesiz ağaç gibidir. Ne zaman ki, ilmi kendisine hâl olursa, o zaman sanki ağaç dallanır, yapraklanır ve meyvalanır. İşte böyle bir ağaçtan nasıl istifade edilirse, ilmi kendilerine hal olan kimselerden de o zaman istifade mümkündür.

Şakik el-Belhî, evliyâullahtan ve mücâhidînden, alim ve fazıl bir zâttır. Vefatıyla yerine talebelerinden olgunca birini münâsib görmüşlerse de, o zât:

"--Ben henüz o seviyeye erişmedim, belki bir sene sonra bu mümkün olabilir." diyerek özür dilemiş.

Cemaat de:

"--Pekâlâ, bir sene sana müsaade..." demişler.

Bir sene sonra tekrar o zâtı vazifeye dâvet edince kendisinde henüz o kabiliyeti görmediğini söyleyerek, bir sene daha izin istemiş. İkinci senenin sonunda derse başlamış, cemaat de çok memnun kalmışlar ve kendisine:

"--İki seneden beri niçin bizi derslerinizden mahrum ettiniz?" demeleri üzerine;

"--Ben kendimi tecrübe ediyordum. Bakıyordum ki, hayvanat benden ürküp kaçıyorlardı. Elbette hayvanlar kaçınca, insanlar da kaçacaklar diye düşünüyordum. Şimdi ise hayvanlar artık benden kaçmaz oldular, anladım ki dersin zamanı gelmiştir."

Öyle ya, korkak bir adamın şecâatten bahsetmesi; cimri, bahil ve sıkı bir kişinin cömertlikten söz açması; sabırsız bir adamın sabırdan dem vurması; her tarafı gazab halinde olan birinin hilimden söz etmesi; kibir, gurur, ucüb, hased, hırs ve sâire gibi kötü huyların kendisini istila etmiş olduğu bir bedbahtın, bütün bunların fenâlığından bahsetmesi; tevâz ve hilimden nasibi olmıyan birinin de, tevâz ve hilmin iyiliğinden söz etmesi ve buna benzer haller ne kadar abes ve gülünç ise, ilimdeki hüneri ancak güzel laf etmekten ibaret olan kimselerin de halleri bu kadar acaiptir.

Binâen aleyh, ulema-i zevil-ihtirâma yakışan, yalnız kelimeler üzerindeki sanat inceliklerini bilmekle gösterdikleri bu çeşit ma'lumat-füruşluk olamaz ve bunlar hiçbir zaman ehli yanında makbul ve memduh değildir. Hele akıl sahiplerine hiç de yakışmayan bir sıfattır. Bu sebeple, her ilim sahibine lâzım ve lâyık olan, evvel emirde kendi nefsinin ıslahı için sa'y ü gayret göstermesi; bunun için de muhakkak sûrette kendisini yetiştirebilecek derecede alim, fâzıl, kâmil, ahlâk ve seciyyesi üstün, dünyaya meyyal olmayan, şan, şeref ve şöhrete kıymet vermiyen, tasavvuf ehlinden bir zâtı kendisine rehber edinmesi şarttır.

Kendi kendine yetişene, hudâî nâbit derler. Öyleleri ya sobalara odun veya hayvanlara yem olurlar. Ne zamanki güzel bir aşıcının eline geçer, o da ona güzel bir aşı vurursa, gerek nebatatta ve gerekse hayvanatta, zamanımızda görüldüğü gibi pek güzel meyveler ve çok güzel yavrular elde etmek mümkündür. Hattâ bu gün bu çalışmalar neticesinde, hergün iki yumurta yumurtlayan tavuklar bile elde edildiği görülmektedir. Koyunlar, atlar, sığırlar hep gözlerimizin önündedir. Bizim eski ineklerimizin, günde a'zamî üç-beş kilo verdiği süte karşılık, bugün yeni cins ineklerin 25 ilâ 35 kilo gibi bol miktarda süt vermekte oldukları meydandadır. Sen artık, "Bizim ineklerin sütleri şöyle yağlıdır, böyle güzeldir." diye kendini ister aldat, ister teselli et...

Şu demek oluyor ki, çalışma neticesinde her şeyde bir ıslah, bir kemâl elde edilebilmektedir. O halde eşref-i mahlûkat olan insan niçin ıslah edilip, kemâle ulaştırılmasın?.. Bu, muhakkak ki, bizim beceriksizliğimizden başka bir şey değildir. Baksanıza, sabırdaki azmiyle yakîn ni'metine mazhar olanların, geceleri kàim, gündüzleri sàim olanların sevalarına nail olacakları bildirilmiş. Bunun gibi, "Sabreden derviş, muradına ermiş." atalar sözünü de unutma!

Sabredip sevabını da Allah'tan umanlar şüphesiz, hesapsız sevaplara nâil olacaklardır. Mahlûkatın her imkânının bir had ve hududu vardır. Lâkin, Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın hazineleri ne biter, ne de tükenir. O, sabredenlerin ecrini hesapsız olarak verir. Hattâ, bazı suallere, sabrın imandan olduğu ve imanın sabır ve cömertlikten ibaret bulunduğu mealinde cevaplar verilmiştir.

Hacdan sorulduğu zaman;

(El-haccü el-arafetü) buyrulmuştur ki, "Hac Arafe'den ibarettir." demektir. Bu demek değildir ki, Hac yalnız Arafat'ta bulunmakla tamam olur; belki, Arafat'sız hacılık olmaz mânâsınadır. Yoksa, diğer erkânlarına lüzum yok demek değildir. Fakat en mühim rüknü Arafat'tır. Binâen aleyh, sabır imandır; iman da sabırdır. Yâni yukardaki hadiste geçen hacda olduğu gibi, imanın en büyük rükünlerinden biri de sabırdır.

Zîrâ, sabır olmadıkça ne ibâdetlere devam ve sebat, ne de menhiyattan kaçıp korunmak mümkün olabilir. Hele, Allah-u Teàlâ'nın sabırlıları sevmesi ve onlarla olmak şerefini bahşetmesi, hangi tada ve lezzete denk olabilir?.. Hemen Cenâb-ı Hak, bizleri bu ni'metlerin kadr ü kıymetini bilenlerden eylesin, âmin...

Hazret-i Ömer İbnül-Hattâb RA'ın, Hazret-i Ebû Mûsâ el-Eş'arî RA'a yazdığı bir mektup ne kadar ehemmiyetlidir. Şöyle buyurur:

"--Yâ Ebâ Mûsâ, sabra devam eyle! İyi bil ki sabır ikidir, biri diğerinden efdaldir: Musibetlere sabır güzeldir; lâkin, Allah-u Teàlânın haram kıldıklarından sabredip uzak kalmak daha efdaldir. Yine iyi bil ki, sabır imanın kıvamıdır. Bu sebebden takvâ, yani Allah-u Teàlânın yasaklarından korunup kaçmak, iyiliklerden, ihsanlardan efdaldir. İyilikler, ihsanlar hep güzel şeyler; fakat, günahlardan korkup kaçmak, iyiliklerin, ihsanların tâ kendisi ve daha da efdalidir."

Hazret-i Ali KV buyururlar ki:

"--İman, dört esas üzerine kuruludur: Yakîn, sabır, cihad ve adalet."

Yine buyururlar ki:

"--İman, cesetteki baş gibidir."

Başı olmayan cesedin ne kıymeti vardır? Öyleyse, sabrı olmayanın da imanı böyledir. Kemâlsiz imandır. İmanında kemâl yoktur, demek olur.

Ebüd-Derdâ RA Hazretleri de buyururlar ki:

"--İmanın son noktası, en üstünü, Allah-u Teàlâ'nın hükümlerine sabır ve takdirine razı olmaktır. Her kim kadere iman ederse, özünden inanırsa, bütün kederlerden emin olur."

Ey kardeş! İyi bilesin ki sabır, din makamlarından bir makam, saliklerin menzillerinden bir menzildir. Bilumum din makamları şu üç şeyle tamamlanır: Bilgi, hal, amel... Bilgi, buna maarif de diyorlar ki esastır, halleri cezb eder, kişiyi hal sahibi yapar. Haller da amelleri meydana getirir. Maarifi ağaca, hali dallara ve yapraklarına, ameli de meyvasına benzetmişlerdir. Yani, ağaç olmayınca dal, ne hal, ne de amel olur.

Binâen aleyh, Allah-u Teàlâya giden sâliklerin yolları şu üçten ibarettir. Bunlar da birbirlerinden ayrılmazlar. Bunlar denk ve tamam olunca, İslâm mâkinası güzel işler. Ufacık bir saatin bile çarkları denk olmazsa, o saatin hiçbir şeye yaramaz olduğu herkesçe ma'lumdur. Diğer bilumum mâkineler de böyle değil midir? Bazı esaslardan olan çark ve aletlerin bozulması veya kırılması, yüz milyonlarca liraya mal olan tayyare ve gemiyi muattal ve işe yaramaz bir hale getirir. Tâmir kabul ederse ne a'lâ; etmeyecek bir dereceye geldiyse, artık onu bir tarafa atmaktan başka çare kalır mı? Şu halde sabır, maarif ve halin mahsulüdür ki, meyvası iyi kulluktur. Bunu anlamak için şunları bilmeğe muhtacız:

Cenâb-ı Hakk'ın sayısız mahlûkları arasında üç nevi mahlûk vardır; bunlar insan, hayvan ve melektir. Bunları gözümüzün önüne alınca bakıyoruz ki, hayvan dediğimiz bütün her çeşit canlılar sırf şehvetin mahsulüdür. Akıl, zeka, kiyâset ve ahlâk-ı hamîde diye saydığımız, hilim, sabır, sehavet, adalet, merhamet, şefkat, re'fet, hamiyyet ve istikbal dâvâsı gibi huyları ve meziyyetleri yoktur. Sırf şehvetleri iktizası yiyip, içip, şehvetlerini istedikleri gibi, güçleri nisbetinde teskin edip, müddetleri hitàmında ölüp giderler. Bulduklarını yiyebilmek için günah falan tanımazlar. Ellerine fırsat geçince insanları bile yerler.

Maymun gibi bazı hayvanlarda görülen şekli bazı kemâlat taklitciliktir, yine bir nevi hayvani halâttır ve onların üstünlüğüne delâlet etmez. İşte kim bilir nice bin seneden beri hayvan yine o hayvandır. Hemen hemen hiç değişmemiştir. Hattâ, hayvan demek şehvetlerinin esiri olan mahlûk demektir.

İkincisi olan meleklerde ise, kat'iyyen şehvet yoktur. Yalnız vazifeleri ne ise onu bilirler ve onu yaparlar. Yaratılışları muayyen bir iş içindir. Hepsinin vazifeleri ayrı ayrıdır. Bir kısmı insanın muhafazası için yaratılmıştır; iç ve dış hizmetlerimizde bizlere yardımcıdırlar. Bunların varlıklarına, Allah-u Teàlâ'nın bildirmesiyle inanır iman getiririz.

Meselâ, hasenat ve seyyiatımızı da bu cins melekler yazar. Dâimâ bizleri gözler ve hareketlerimizi tâkib ederler. İyilikler yapınca, hemen sağdaki melek vakit geçirmeden yazar. Eğer günah işlersek tevbe edebilmemiz için --bazı rivayetlere göre, altı saat kadar-- mühlet verirler. Eğer bu müddet içinde tevbe edip, vaz geçersek günah yazmazlar. Bu, Rabbimizin kullarına mahzâ bir lütfudur.

Fakat, üçüncüsü olan biz insanlar ise, böyle hayvanlar menzilesinde kalmayıp; eşref-i mahlûkat, ekrem-i mahlûkat, yer yüzündeki halifeliğe layık, gayetle mümtaz; akıl, feraset, zekâ, ilim, irfan ile müzeyyen kılınmışızdır. Allah-u Teàlâ bütün esmâyı o insana ta'lim buyurmuş, cennet ve cemâliyle müşerref olabilecek derecede yüksek bir evsafta, şehvetini icabında kırıp durdurabilecek kudrette yaratmıştır. Müslüman onu ancak meşru yolda kullanârak iffetini de muhafaza ederek, ümmet-i Muhammed'in (SAS) çoğalıp, Allah-u Teàlâ'ya kulluk edebilecek bir zümrenin bekàsına hizmet için kullanır. Günah, haram, yasak ve yaramaz şeylerin hepsinden son derece sakınır, aynı zamanda insanlık ve İslâmlık iktizàsı merhamet, şefkat, sevgi, saygı, teàvün, birbirlerine yardım, mâlen, rûhen, ceseden birleşme, topluluk, cemiyyetçilik, kardeşlik, ülfet, ünsiyet, cömertlik, iffet, hayâ ve daha sayılmakla bitmeyecek kadar çok ve üstün meziyetleri kazanmaya çalışır.

İki melekve onların sayısız yardımcılarıyla desteklenmiş olan insan, rehberimiz, mürşidimiz, mürebbîmiz, ciğerimiz olan Peygamberimiz SAS Efendimiz Hazretleri'nin gösterdiği ve gittiği yoldan gider ve kitabımız olan Kur'an-ı Azîmüşşan'ın da emirlerine ve yasaklarına riayet ederek yaşarsa, melekleri de geçer, rahmet ve cemâl evi olan cennete nâil olur. Orada Cenâb-ı Hakk'ın cemâl-i ilâhiyesini müşahede ile bütün diğer cennet ni'metlerini unutur, müstağrak-ı feyz-i ilâhi olarak, mest ve hayran kalır. Cennet hurilerini de hayretlerde bırakacak güzellikler ve tavsifine imkan olmıyan bunca ni'metler, işte şu insan için hazırlanmıştır.

O insan ki, hayvanlar gibi şehvetinin esiri değildir. Belki o, şehveti, aklı ve zekâsı sayesinde, üstüne binilen bir at ve bir araba gibi kullanıp menzil-i maksûduna selâmetle ulaşır; Hakk'ın rızasını kazanmaya çalışır. Onun için akıl, hayvanın üzerine binen adamın elindeki gem, dizgin gibidir. Hayvanı onunla istediği gibi sevkeder. Dizginleri elinden bıraktığı zaman azgın hayvan nasıl başını alıp gider, zabt olunmaz hale gelir ve hattâ üstündeki sahibini yerlere atıp sürükler ve perişan ederse; şehvetlerine mağlub olan kimselerin halleri de tıpkı buna benzer.

İnsanlık şeref, meziyet ve ulviyyeti, şehvetlerine mağlub olanların değil, belki şehvetlerini, şeriat, iman ve İslâm'ın verdiğini salâbet-i diniyye sayesinde Hakk'ın rızasına uygun bir şekilde kullanarak hayatlarını idame ettirmeye sa'y ü gayret gösteren bahtiyar kimselerin hakkıdır. Bir çocuk doğuşunda, bir hayvandan farklı değildir. O da tıpkı hayvanlar gibi yalnız şehvetiyle (yani arzularıyla) yaşar. Onda akıl henüz kemâle ermemiştir. Ağlaması, bağırıp çağırması hep şehvetinin icabıdır.

Fakat, lütf-u İlâhi ile büyüyüp temyiz haddine eriştiği ve nihayet büluğ derecesine vardığı zaman, aklı erdiği ve iyiyi, kötüyü, helâli, haramı, günahı, sevabı ayırabilecek noktaya geldiği için, kendisine teklifât-ı ilâhiye gelir. İşte bu devirde Cenâb-ı Hak tarafından ona yardımcı, hidayetçi iki melek verilir. Bunlardan biri doğruyu gösterir, diğeri de ona yardım eder. Bu sûretle hayvanî şehvet sıfatıyla; melekî, rûhî sıfatlar, daha açıkcası, şeytan askerleriyle Hakk'ın askerleri olan melekler karşılıklı olarak mücadele ve muharebeye başlarlar.

Burada insan, bu iki taraftan birini yardımcısı olmak durumundadır. Eğer şeytan askerlerine yardım eder, şehvetin iktizâsını işlerse; tam bir komünist gibi, bir hayvan gibi, belki ondan daha aşağı derekeye, esfel-i sâfilîne düşer. O güzel, canım insanlıkdan hiç bir nasib alamadan bu fani dünyaya gözlerini yumar. Bu insanlık cevherini boşu boşuna zâyi ettiğinden dolayı azab ve elem evi olan cehennemin yolunu kendi eliyle seçmiş olur ki, ne kadar acınsanız yine azdır. Çünkü, sizin yeriniz, süflîlerin yeri olan cehennem değil, belki ulvîlerin makamı olan cennet ve cemâlullah idi.

Eğer bu mücadele ve muharebede aklınızı başınıza alıp, şehvetin esiri olmadan, Hakk'ın askerlerine yardımcı olur, şeytanı mağlub eder, yenerseniz; Cenâb-ı Hak da onun askerlerinin yardımcısı olduğunuzdan nâşi, sizlere her zaman ve her yerde yardım edeceğini va'd buyurmuştur.

Şu gördüğün ufacık gövde, bütün kâinatı içine almış bir zübdedir, kâinatın hülâsasıdır. Bu cesette iki zıd kuvvet birbiriyle çarpışmaktadır. Vücud ikliminde, yani cesette, bu kuvvetlerden hangisi galib gelirse, onun hükmü altında yaşamak mecburiyetinde kalınmaktadır.

Dünyadaki esirlik çok ehvendir. İnsan ne kadar zàlim bir devlete esir düşmüş olsa bile, yine bazı hürriyetlere sahiptir. Abdest alıp namaz kılmanıza, Kur'an okumanıza karışmazlar. Yalnız, onun koyduğu tel örgülerin, kampların içinde mahbussunuz. Fakat, dininize ve diyânetinize karışmadıkları müteaddid hadiselerle sabittir. Hattâ, dindarlara bazı müstesna haklar bile tanırlar.

Fakat, nefsin, şehvetin, şeytanın esiri oldunuz mu, bunların ilk vazifeleri sizi Allah'tan ayırmak ve sizi yalnız, yardımcısız bırakıp, istediği gibi mahv ü perişan etmektir. Artık tutulur tarafınız kalmaz. İnsanlığa faydalı değil, tam tersine zararlı bir canavardan daha beter bir hale gelirsiniz.

Şimdi sen, bir insan olmak münasebetiyle iyice düşün, bu iki askerden hangisine yardım etmenin lâzım olduğunu bil de, bu fânî dünyayı nâmütenâhi olan ahiret nîmetlerine değişme!

Fakat bu, o kadar kolay bir iş değildir. Mücadele ve muharebelere alışmamış, bâhusus korkak ve menfaatperest insanların hiç de işi değildir. Bu ilk büluğ yaşından iîtibâren muharebe ve mücadeleleri göze almış, yılmaz, korkmaz kimselere ve bitmez, tükenmez bir sabra muhtaçtır.

Bu da kâfî değildir; insanın evvelâ düşmanını bilmesi lâzımdır. Dünyadaki düşmanlar görülür ve maddi imkânlarla çarpışılır, zafer bulursan ne mutlu, eğer mağlub olursan, esir olur veya şehid düşersin, yine cenneti hak edersin. Lâkin, bir düşman olan şeytan, ne görülür ne de tutulur. Binâen aleyh, bununla mücadele, mânevî ve rûhànîdir. Mânen ve rûhen desteklenmeyen, bu desteği te'min edemiyenlerin bu muharebelerde muvaffak olmaları çok müşküldür.

Görüyoruz ki, dünyadaki muharebeler için milletler güçleri nisbetinde nasıl çalışıyor ve hazırlanıyorlar. Askerlik hizmeti diyerek paralı, parasız bir çok kuvvetleri ta'lim ve terbiye ile muharebe usulleri öğreterek, senelerce hürriyetlerinden mahrum ediyoruz. Eğer harb öyle kolay bir şey olsaydı, herkes evinde işiyle, gücüyle meşgul olur, şayet bir harb olursa silâhını alıp koşardı. Koşardı amma iş işten çoktan geçmiş olurdu.

Askerlik hizmeti nasıl mecburi ve lâzımsa, kumandanları ve harb malzemeleri de keza, hem de hiç eksiksiz olması gerekse; bunlardan bir kaçı olmadığı takdirde, mağlubiyeti göze almaktan başka çare kalmayacağı nasıl ma'lûmunsa, bu şeytan aleyhillânenin ve onun hizmetkârları olan şehvet ve nefsaniyetin karşısında da mânen seni destekliyecek, muktedir, şehvet ve nefislerine hakim, sàhib-i ilm ü irfan olan zevât-ı kirâmın da yardımlarına muhtaç olduğunu unutma! Onların himayesinden ayrılma ki, şeytan seni yalnız bulup da ezmesin ve Hak'tan ayırıp cehennemlik etmesin!..

Kumandansız muharebe nasıl mümkün değilse, mürşidsiz bu azgın düşmanların hakkından gelmek de öylece mümkün değildir dersem, sakın beni ayıplama! Sen her şeyi kendi aklınla ölçmeye kalkarsan muhakkak aldanırsın. Ölçü, Allah'ın ve onun Rasûlünün ölçüsüdür. Birisine farz, diğerine sünnet derler. Senin ölçün ancak bu iki ölçüye uygun ve denk olursa, o zaman makbul olur. Yoksa, zararda olduğunu bilmen gerektir. Sen ne kadar sabırlı olursan ol, düşmana atacak silâhın, kurşunun olmazsa sabrın ne faydası olur?..

Sabrın baş destekçisi zikrullahdır. En az günde beş bin zikir yapmıyanların halleri harabdır. Bu, askerin cephanesi gibidir. Silâhı ve cephanesi olmayan askerin hâli neyse, senin hâlin de öyledir. Binâen aleyh, evvelâ tevbeni yap, Hakk'a dön, sonra beş vakit namazını cemaatle edâya devam et! Hele, sabah ve yatsı namazlarını hiç kaçırma ve sabah namazından sonra hemen camiden çıkma, işrak vaktine kadar otur; bildiğin zikirlerle ve bâhusus İhlâs Sûresi'ni çok okumak sûretiyle vaktini doldur! Güneş doğduktan 30 veya 45 dakika sonra, iki veya dört rekât işrak namazı'nı kıl, Allah'a güzelce yalvar!

Eğer borç namazların varsa, herhalde hiç olmazsa her gün birkaç günlük kaza namazı kıl! Hem bunları bir an evvel bitirmeye bak! Sonra hastalık veya çeşitli iptilâlar, dertler, musîbetler yüzünden belki de kılamayacak hale gelebilirsin.

a. Sabrın Çeşitleri

Sabrın tabii bir çok nevi'leri vardır. Yerine göre hepsinin derecesi, sevabı ayrı ayrıdır. Meselâ, can kaybı, mal kaybı, çeşitli hastalıklar; birbirine benzemez. Bazısı hafif, bazısı çok ağır iptilâlar, ağrısı, acısı, sızısı herkeste başka başkadır. Geceleri uyunamaz, gündüzleri ağrısına, acısına dayanılmaz. Şüphesiz bunlara sabır, dile kolaydır. Hele iman ve İslâmiyeti zayıf kimselerin hali ne kadar acıdır. Herkese şikayet ede ede kalırlar. Ziyaretine gelenler de geldiklerine pişman olurlar. Müslüman ise, "Çok şükür Mevlâma!" diyerek sabreder ve Allah'tan şifa isteyerek kimseyi rahatsız etmemeye gayret eder.

Bunlar, insanın başına gelince tabii olarak katlanmak mecburiyetindedir. Lâkin günahlara gelince; bunlar da nefsin, şehvetin hoşuna giden, dünya zevklerinin alındığı şeylerdir ki, onları terkedip, uzaklaşmak, öyle hastalıklara, musibetlere sabretmeye benzemez. Nefisler, şehvetler bir kere şahlandı mı, artık onun önüne geçmek, düşman ordularını yenmekten çok daha zordur. Hele alışılmış, adet haline getirilmiş ise, bu îtiyada, haklı olarak tabiat-i saniye diyorlar ki, bundan kurtulmak adeta bir şans ve bir bahtiyarlıktır.

Meselâ: Kahvehaneler, sinema, tiyatro, kumar, içki, zina, deniz düşkünlüğü, pazar gezmeleri, hava almak bahanesi ve sâire gibi. Bedenin en güzel ve kıymetli yerlerini açmakta beis görmeyen ve onları örtmeyen hanımların hali, bize göre çok ayıp ve çirkin; fakat, ona göre hiç de öyle değil, gayet tabii bir haldir. Ne sıkılır, ne de utanır, her şeyi meydanda, herkesin gözü önünde öylece denize de girer; bir de yüzücülük maharetini gösterir ve kat'iyyen çekinmez. Çünkü bunu, tabii hakkı görmektedir.

Şimdi bunlara istediğiniz kadar sabır tavsiye ediniz, faziletinden bahsediniz; günahların da azablarından, felâketlerinden söz ediniz; hepsi boştur. Çünkü artık, gözleri kör, kulakları sağır, kalbleri de ya çok ağır hasta veya ölmüştür. İş ancak Mevlâ'ya kalmıştır.

Onun için, günahlara sabır, musibetlere olan sabırdan çok daha fazla faziletli, sevaplı ve ecirlidir. Halbuki, musibetlere sabredenlerin, yarın kıyamet gününde hesapsız ve sorgusuz, hemen alel-acele ve sür'atle cennetteki yerlerini alıp zevk ve safâlarına bakacakları rivayet edilmiştir. Şu halde, günahlara karşı sabredenlerin mükâfâtını beyana gücümüz yetmeyecektir. yhani akıllarımız onların mükâfâtını idrakten acizdir. Sadece lâ yuad ve lâ yuhsâ, yâni sayılamaz ve hesab edilemez olduğuna inancımız vardır.

Ma'rifetnâme sahibi İbrâhim Hakkı KS Hazretleri, sabır hakkında ayet ve hadisler zikrederek şöyle buyurmaktadır:

Ey aziz! Ma'lûm olsun ki, Hak Teàlâ Hazretleri kullarına, inâyetiyle sabrı ta'lim ve tergib edip, Kur'an-ı Keriminde müteaddid sûrelerde, yetmişi mütecaviz yerde sabrı zikretmiştir. (Biz size burada ancak bir tanesini zikredip onunla iktifa edeceğiz.) Estaizü-billah:

Meali: "Ey iman edenler! Sabır ve namazla Allah'tan yardım isteyiniz; muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir."

Bu mevzuda birçok hadis-i şerif de vârid olmuştur. Nitekim Efendimiz SAS Hazretleri:

"--Ey ümmetim! İman iki parçadır. Bir parçası sabır, bir parçası da şükürdür." buyurmuşlardır.

Sabrın en efdali, musibetin iptidasında bulunan sabırdır. Buna teslimiyet derler. Sabır, her taatın başlangıcıdır. Her musibetten kaçmanın aslıdır. Her ibâdetin aslı sabırdır. Müjdeler olsun o kimseye ki, mihnetlere sabredicidir. Acı bir söze sabredemiyen kimse, nice acı kelimeler işitse gerekir.

Sabır, zaferi getirir; yâni, mûris-i zaferdir. Sabır acıdır; onu yutan hürdür. Mihnetlere sabır, hüsn-ü yakîne yetmektir. Hak Teàlâ'dan ziyade sabırlı kimse yoktur ki, müşriklerin ona iftira eylediklerini işitir de, onlara yine afiyet ve rızık ihsan eder.

Sabrın evveli acı, ahiri tatlı ve lezzetlidir. Sabır, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatıdır. İmanın başı sabırdır. İman, sabırla cömertliktir. Hiç bir kimseye, sabırdan daha hayırlı bir bahşiş verilmemiştir. Sabır Allah-u Teàlâ'dandır, acele ise şeytandandır. Nusret sabır iledir, ferah da sıkıntı iledir. Kim ki malında ve nefsinde bir musibete erişirse ve onu gizleyip kimseye şikâyet eylemezse, tahkîka Allah-u Teàlâ ona iman lezzeti ve ihvan izzeti ikram ve ihsan eder; cemî günahlarını mağfiret eyler.

Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm müptelâ olduğu hastalığında iken, her seher vaktinde Hak Teàlâ onu vasıtasız iyade (hasta ziyareti) edip, lütuf ve keremiyle:

"--Habîbim Eyyûb nicesin?" (Yani belâmızın gelişiyle nicesin?) buyurmuş.

Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm da, halâvet-i hitab-ı izzetle müstetâb olup, hastalığın acısını unuturmuş.

Eyyûb Aleyhisselâm iade-i afiyet edince, Cenâb-ı Hakk'ın hitabındaki tadın gaib olmasından korku ve üzüntü duymuş, ondan dolayı hasretle derdinden şekva kılmıştır. Buradaki şekva, derdinin son bulup da hitab-ı izzetin kesilmesi sebebiyledir. Allahu a'lem.

Kıyamet gününde sabırlara mükâfât olundukta derler ki:

"--Yâ Rab! Bizi bir daha dünyaya gönder ki, kendi etlerimizi makasla kendimiz doğrayıp, elemine sabr edelim; tâ ki bu devlete, bundan daha ziyade erelim!"

Şiir:

Ateş duhana der: Ne kaçarsın ırağa zud,
Bensiz karar yoktur, olur hoş benimle ud.

Oldur bana muhabbet edip kadrimi bilen,
Zîrâ ki buldu kendi fenâsında ûd, sûd.

Ey yar-ı şu'lehàrımız ehlen ve merhaba;
Ey fâni-i şehîdimiz, ey mefhar-i şühûd!

Mahvoldu hâk, nân olub ol yandı mi'dede,
Nân oldu tatlı cân ki, odur zübde-i vücûd.

Mahv olsa can, okur o adem levhini iyân;
Mahv eyle canı, koyma cehalette ey Vedûd!

Can aşk oduna yansa, sakardan emin olur,
Fakr ü fenâya erse, bulur devlet-i hulûd.

Uşşâka aşk sırrını der Hakkı, olsalar
Eshab-ı Kehf misli hem eykàz u hem rükûd.

b. Sabır ve Tahammülün Had ve Hakîkati, Halâvet ve Kerameti

Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Sabır, nefsi cezadan habs ve men etmekdir. Sabır, nefis hazlarından, mücâhede ile huruc edip gitmektir. Sabır, fıtam-ı nefs üzerine devam ve sebata yetmektir.

Sabır ikidir: Biri mekruhla sabırdır, biri de mahbubsuz sabırdır. Sabır, kalbe, musibet kadar nazil olur. Musibetlere sabr etmek, mevhibelerin efdaline yetmektir. Sabr-ı cemil, câlib-i ecr-i cezîldir. Sabretmek ayıpları örtücüdür. Bollukta şükür, sıkıntıda sabır büyük mükâfâtı mucibdir.

Gazabında halim ol, sabreyle; musibet olmaz. Sabreden musibetten elem duymaz. Belâya sabreden kazaya razı olmuş olur. Rıza ile, sabır âsân olur. Sabırlılara belâ, bal olur. Sabr ile koruk helva olur. Sabrın sonu zaferdir.

İmanın aslı sabırdır, İslâmın aslı rızadır. Eğer görürsen ki Hak Teàlâ belâları üzerine yağdırmıştır, anla ki seni ikaz eylemiştir. Nîmet buldukta şekûr ol; mübtelâ oldukta sabûr ol.

Musibette ceza' ve feza'[telâş içinde ağlayıp sızlanma], musibetten eşed ve es'abdır [şiddetli ve zordur]. Ceza' [sızlanma], sabırdan ziyade teablidir [sıkıntılıdır]. Sabır, elem ve belâlardan terk-i şekvâdır. Sabır, belâyı rızâ ile istikbaldir. Sabırlılara nîmet ve hikmet beraberdir. Sabırlı baş, selâmettedir. Sabır güzel alâmettir. Belâ Hak'tan atâdır; pes, belâdan ceza' hatâdır. Belâ güzeldir, zira ki ol bahş-i ezeldir. Sabır bir mübarek şerbettir ki, mûcib-i afiyettir.

Nazım:

Fakr ü fenâ iste sen, ey bül-vefâ!
Ta bulasın genc-i bekàdan safâ.

Kendini yok anla yakîn fakr odur,
Hem ben ü sen, o deme oldur fenâ.

Kibriyâ koy el, dil ile pür andan al,
Kibre bedel ancılayın kibriyâ.

Hâk ol u pâk ol, seni sen görme hiç!
Ta bite hâkinde güzel tûtiyâ.

Versen eğer aşka bu canı revân,
Bin can alırsın hoş u bî-müntehâ.

Kalbe verir aşk demi, hoş hayât,
Cân-ı cihandır o dem-i can-fezâ.

Bil ki bir Allah'tır edip eyleyen;
Her ne olursa ver ana hoş rızâ.

Mânî u mu'tî çün odur cümleden,
Halkı unut Halık'a eyle senâ.

Hakkı, edip Hakk'a gönülden rücu',
Sàbir ol andan geleni bil atâ.

c. Sabır ve Tahammülün Te'sir ve Faydaları

Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki, kulun kalbini huzûr-ı Mevlâ'dan meşgul eden dört arızadan üçüncüsü, şedâid ve musibetlerdir; bunlardan ceza' ve feza' etmektir, [telâş içinde ağlayıp sızlanmaktır]. Bunların kifayeti ancak sabırla bulunmuşdur. Pes, sabrın cemi' mevazıında sabur olmak, iki emir için lâzım bilinmiştir.

Evvelki emir, ibâdet ve huzûra vusul addolunmuştur. Zira ki, mebde' ve mebnâ-yı emr-i ibâdet, huzûr, sabır ve tahammül bulunmuştur. Sabırlı olmayan kimse, ibâdet ve huzûrdan bir nesneye vâsıl olamaz. Zira ki bu dünya, dar-ı mihnet ve cây-i meşakkattir. Madem ki insan dünyada muammerdir, anın enva-ı şedâid ve mesàible mübtelâsı mukarrerdir.

İnsana arız olan şedâid ve mesàib, kişinin ehil, evlâd, akraba, ihvan ve dostlarında bulunan fakirlik, hacetler, ayrılıklar, hastalıklar, ölüm ve emsali gibi musibetler ve kendi nefsinde bulunan çeşitli hastalıklar, ağrılar, sızılar, dertler, kederler, vesvese ve korkular, halkın düşmanlığı, kavgası, gürültüsü, hasedi, sövüb sayması, ta'yib, tahrik, gıybet ve iftirası ve emsâli musibetlerdir. Malında bulunan çeşitli arızalar, çalma, çırpma gibi musibetler de unutulmamalıdır.

Bu musibetlerin her birinin bir acısı, yankısı vardır ki, bu acıları, hararetleri ve zahmetleri ancak, cümlesine sabır ve tahammül etmekle önlemek mümkündür. Zira ki, feryad ve figan ile vakit geçirmek, kulun kalbini ibâdet ve huzûrdan men ve kat' eyler.

Buyrulmuş ki, dört gûnâ mevt ile meyyit olmayan, halavet-i ibâdeti bulamaz ve lezzet-i huzûru da alamaz: Bunlardan birincisi beyaz ölümdür ki, bu açlığa tahammüldür. İkincisi siyah ölüm ki, insanların kendisini zem etmelerine tahammüldür. Üçüncüsü kırmızı ölümdür ki, nefis ve arzularına muhalefettir. Dördüncüsü yeşil ölümdür ki, kazà-yı ilâhinin cereyanına rıza göstermektir. Kim ki bu dört ölüme sabır ve tahammül kılmıştır, o kimse ibâdet ve huzûra nail olmuştur.

Beyit:

Hicranına tahammül eden, vuslatı bulur;
Tûbâ limen yüsàidühüs-sabrü ves-sebat.

Ela, bis-sabri tebluğu mâtürîd,
Ve bit-takvâ yelînü lekel-hadîd.

Bundan da anlıyoruz ki, insanların, muradlarına nâil olabilmeleri için, sabra ihtiyaçları her şeyden fazladır. Bütün güçlükleri yenmenin de, takvâ ile olacağı anlaşılmaktadır.

İkinci emir, sabırdan olan iki cihanın hazineleridir. O hazinelerin bazısı, necât, fevz, rızık ve a'dâya zaferdir. Emsâl ve akran arasında üstünlük, Hak'tan rahmet, muhabbet ve senâdır.

Ve kişi sabırla Hakk'ın indinde yüksek derecelere, bir çok kerametlere ve hesapsız ecirlere ve sevaplara nâil olur. Hak Teàlâ kuluna, bir an sabır için bunca kerametler ihsan eder. Dünya ve ahiretin hayırları sabırdadır. Nitekim, hazreti Ömer RA buyurmuşlar ki:

"--Mü'minin bütün hayrı, bir saat sabrındadır."

Şiir:

İzâ dâkaz-zemânü aleyke, fasbir
Ve la tey'es, minel-ferecil-karîbi.

Ve tıb nefsen, feinnel-leyle hublâ.
Asâ, te'tîke bil-veledin-necîbi.

d. Sabrın Fazîleti

Sabrın fazileti hakkında sana bu kifâyet eder ki: Hak Teàlâ Hazretleri sabrı, kendi kitabında nice vechile medh etmiştir. İmdi, bu haslet-i şerifeyi ganimet bilip, bununla muttasıf olmağa cehd eyle! Tâ kim zorluklar içinde kolaylığı bulup ebeddiyyen fevz ile mesrur olasın. Amma sabırdaki güzellik, şiddetin vakıt ve miktarına tezekkürdür ki, ol ne tekaddüm eder, ne de teehhur; ne ziyade olur, ne de noksan... Öyle ise feryad ü figanda bir lütuf ve menfaat yoktur; belki zarar ve keder çoktur. Zîrâ ki umûr, evkàtı ile merhundur. Ve hep edip eyleyen Hudâ-yı bî-çûndur, Hak Teàlâ'dır.

Beyit:

Her işi Hak'tan bilir, halkı unutmuş hakşinas;
Ol görür kim hayra şer, adle zulüm olmuş libâs.

Eyyühes-sàbirûne fil-belvâ,
Tarrik tarrik ilel-Mevlâ!

Nazım:

Ey ruh. seyr-i àlem-i imkân nene gerek?
Dilde seyahat eyle, bu zindan nene gerek?

Vahdet ki meşrebindir, olur halvetin cihan;
Tercîh-i gàr u kûh u beyâbân nene gerek?

Ger meşrebin vesi' ise, bil cennet içresin,
Seyr-i bahar u bağ u gülistan nene gerek?..

e. Sabrın ve Tahammülün Kısımları ve Menfaatleri, Feryâd ü Figanın Afetleri

Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Sabır bir devâ-yı mürr-ü nafi'dir, şürbü her menfaati cami'dir ve her mazarratı dafi'dir. Bir deva ki bu sıfatlarla muttasıf olur, àkil olan kimse nefsine ikram edib onu içer. Bir lâhzanın acılığı, bir sene tat verir deyib, ol devanın acılığına ve şiddetine sabır ve tahammül eder. Yani, sabır her ne kadar acı ve zor bir şey ise de, menfaati pek büyük olduğundan, sabrı kendine huy edinmeye çalışmak, her derde deva olan bir ilaca benzetilmiştir.

Bu da dört kısımdır: Birisi taat üzerine sabırdır; biri günahların terkinde sabırdır; birisi fuzul-i dünyadan sabırdır; birisi de, derd ve musibetlere sabırdır. Bunlara sabredebilen sabırlara hisabsız menfaat ve faydalar hasıl olur ki, onlar da itaattir ve istikamettir, va'dolunan sevapları bulmaktır; mesàib ve belâlardan da iki alemde âzâd olmaktır.

Pes, sabırla tâat ve menzilleri, huzûr ve mekârim-i celîlesi, üns-ü billâh ve menâfi-i celilesi hasıl olur. Sabırlı olan kimse, kahr-u sahat-ı kazadan, ceza', feza' ve kavgadan ve meşakkat-i dünyadan, ahiret azablarından, nefsin arzularına uymaktan, düşmanlarla boğuşmaktan ve nice bin belâdan necât bulup muradına erişir. İki cihanın saadetiyle rıza makamına ulaşır.

Sabra takat getiremeyip feryad-ü figan eyleyen, her menfaatten mahrum, her mazarratla mağmumdur. Zîrâ ki, ol zaif kimse ibâdete devama sabr edemeyip, irtikabıyla hàib ve hàsir olur. Veya fuzul-i dünyadan sabredemeyip belâsını bulur. Veya musibette sabredemeyip, feryad ve figanıyla sabrın fezàil ve sevabından mahrum kalır. Ve çok kere feryadının kesretinden dolayı sabrın mükâfâtı fevt olub, bir musibet iki olur ki, biri gelen belâ, biri de zayi' olan sevaptır.

Bu sebepten denilmiştir ki: Musîbette sabırdan mahrum olmak, musîbetten eşed bir musîbettir. Binâen aleyh, feryâd ü figanın çokluğunda ne fayda vardır ki, hasıl-ı mevcuda zail eder ve zahib-i mefkudu sana reddeylemez. Bir şey geçmez. Bari feryad ve figanı çok etme ki, senden biri giderse diğeri kalsın!

Hazret-i Ali KV, bir şahsi taziye esnasında buyurmuşlar ki:

"--Eğer sabredersen Hakk'ın takdiri cârî olur, sen de sevap kazanırsın. Eğer feryâd ü figan edersen, yine takdir-i İlâhi hükmünü icra eder, sen de sevaptan mahrum kalırsın. Çünkü edip eyleyen bir Halik u Bârî'dir; kaza ve kaderi àlemde cârîdir; ahkâmı vaktında cümleye sârîdir."

Pes, tedbir ve tedârikle, feryad ve figanla afiyet libaslarından soyunmuş olur. Tevfîz, tevekkül, sabır, tahammül arifler kârıdır; zira bunlar, ma'rifet âsârıdır.

f. Sabır ile Her Kemâlin Hàsıl Olduğu ve Sabır ile Herkesin Afiyet Bulduğu ve Sabrın Sonunun Rızâ-yı İlâhîye Ulaşmak Olduğu

Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Bütün ilimlerin ve amellerin ve her ma'rifet ve kemâlin illet-i mûcibesi sabır ve tahammüldür. Her nedâmet ve melâmetten necât ve selâmetin sebebi, sabır ve teennîdir. Elemlerin acısına tahammül, sabrın neticesi ve rıza-yı ilâhinin başıdır. Bu da iki cihanın saadeti ve göz bebeğidir.

Nitekim bir çömlekçi, içine ilim tahsil arzusu doğmuş; bütün mallarını dağıtarak, ancak evinin zaruri ihtiyacını bırakıp, evinden izin alarak, tahsil-i ilim için uzak yerlere gitmiş. Yirmi sene zarfında, ulum-ı Arabiyye ve diniyyeyi tamamıyla öğrenip vatanına dönerken yol üstünde bulunan bir pir-i kâmile misafir olmuş ve ahvalini ona anlatmış.

O kâmil zât ona sormuş:

"--İlim ve amelin aslı nedir?"

Cevap veremeyince, o kâmil zâttan izahını istemiş. O zât da:

"--Eğer bize bir müddet hizmet edersen, ilmin aslına erişip evine dönersin!" demiş.

Bu cevap üzerine çömlekçi, bu alim pîre hizmeti kabul ederek yanında iki yıl kadar kalmış. Nihayet o pîr-i kâmil zât çömlekçiyi çağırıp şöyle demiş:

"--Gel benim oğlum! Sana o sualimin cevabını artık vereyim de, sen de ehlinin yanına gidesin ve ömrün oldukça bize hayır ile dua edesin. Şimdi muhakkak bilesin ki, bütün ulûm u a'mâlin ve her ma'rifet ü kemâlin aslı sabırdır. Bunlar ancak sabırla hasıl olurlar. Tahammül ve teennî de sabra dahildir. Her işte sabırlı olursan, her nedâmetten selâmet bulursun. İki alemde her yüzden maksad ve arzuna nâil olursun. Bu cevher-i nefis için seni bir müddet alıkoymamdaki hikmet budur ki, kadr ü kıymetini bilip, kulağında küpe edinesin, bunu zinhar unutmayasın!"

Pes, bu alim bu cevhere mâlik oldukta, o kâmilin dua ve rızasını alıp memleketine dönmüş. Vaktâ ki, yatsıdan sonra evine gelmiş. O sırada hatırına gelmiş ki:

"--Yirmiiki yıldanberi haberleşmediğim evin kapısını, bu vakitte çalmazdan mukaddem pencereden bir bakayım; göreyim ki bunca zamandan beri bu hanede kim kalmıştır?"

Vaktâ ki pencereden bakmış, görmüş ki kendi ehliyle bir taze civan oynaşmaktadır. Hemen gayretinden, kıskançlığından aklı gitmiş. Kendini unutup pencere deliğinden o civanı öldürmeye kasdederken, o pîr-i kâmilin verdiği sabır dersini hatırlamış. "İki yıl bekleyip kazandığım cevheri, acele ile zàyî etmeyip kapıyı çalayım da, ondan sonra bu delikanlıyı öldüreyim!" diyerek kapıyı çalmış. Kapı çalınınca, o delikanlı içeriden:

"--Kimsin?" diye seslenmiş.

Cevâben:

"--Bu evin eski sahibiyim!" deyince, ailesi sesinden tanımış, sevinerek;

"--Hey oğul, kapıyı aç! Sen doğmazdan evvel gurbete giden baban gelmiştir."

O alim bu sözden, delikanlının kendi oğlu olduğunu anlamış ve kerâmet-i sabırla elim bir nedâmetten selâmet bulmuştur.

Bu felâketten kurtulduğu için Cenâb-ı Hakk'a çok hamd ü senalar kılmıştır ve o mürşîd-i kâmile de dualar edip, müderris ve musannif olmuştur. Hanefi fıkhını ihya edip, nihayet Kudûrî adlı kitabını da te'lif etmiştir.

Beyit:

Hazmolunmaz belâlara sabret,
Afiyet hoş-güvâr olur ey dil!

Nakl olunur ki; bir kâmil vefatı sırasında oğluna demiş ki:

"--Oğlum! Bir nasihatim vardır ki, anı sana vasiyyet eylerim. Eğer kabul edip amel edersen, iki alemde Hàlikın ve mahlûkun makbulü olursun, her halinde saadet ve selâmet bulursun."

Oğlu da:

"--Buyur babacığım!" demiş.

Ölüm halinde olan babası:

"--Oğul, mum misâli ol!" demiş ve ahirete göçmüş.

Bu sözdeki hikmeti, kimisi sabırla, kimisi de rızâ ile te'vil etmiştir. Rızâ ile te'vil eden o kâmilin muradına yetmiştir. Zîrâ ki sabır, musibetten erişen elemi ketmedip, feryâd ü figan kılmamaktadır. Rızâ ise belâdan asla müteellim olmamaktadır. Çünkü mumun fitili, ateşinden müteellim olmadığı, duman ve kokusundan eziyet bulmadığına delâlet kılmıştır ki, o kamilin, "Hemen oğul mum gibi ol!" buyurması kazaya rızâyı, oğluna duyurmuştur. Zîrâ ki makàm-ı sabırdan, makàm-ı rızâ a'lâdır. Sabır ile rızâyı kazanan vâsıl-ı Mevlâ'dır.

Şiir:

Sehhil alâ nefsike umûren,
Ve kün alâ mürrihâ sabûren.

Sabr kıl etme umûrunda şitâb
Sabr ile derler olur koza düşâb

Sabr ile dostun olur düşmanlar,
Sabr ile rehber olur rehzenler.

Sabr, esmâ-yı ilâhîdendir,
Hikmet-i nâmütenâhîdendir.

İlm ü hikmette şekerler yediler,
Sabra miftâh-ı ferecdir dediler.

g. Sabır ve Tahammülün Tahsil ve Kazanılmasının Yolları

Ey aziz, ehlullah demişlerdir ki; nefsi alıştığı adet ve an'anelerinden çevirmek ve onun arzu ve isteklerini vermemek, her ne kadar güç ise de, başaranların àkıbeti çok güzel, halleri saîd ve sonu da, ebedi dünya ve ahiret nîmetlerine nâil olmaktır. Fırsatları te'hir etme ki, te'hir harecdir. Mihnetlere sabr eyle ki, miftâh-ı ferecdir. Hiç bir zengin ve cömert baba ve ana, evlâtlarını yemekten, içmekten boş yere men etmez.

Meselâ tıbbı bir zaruretle bir müddet men etmeleri, onları acaba sevdiklerinden mi, yoksa paralarına kıyamadıklarından mı veya mübtelâ oldukları hastalıktan bir an evvel kurtulmaları için mi olmuştur? Bunu, üzerlerine titredikleri evlâtlarının bir an evvel iyi olmaları için yaptıklarından kimsenin şüphesiz olmaz.

Kezâ, bir doktor hastasına perhizler verir ve çok acı ilaçları, şurubları içirir ve bazan da, hastalığın icabı olarak vücudu kurtarmak için kolunu, bacağını da keserler. Şimdi bunları, bizi sevmedikleri için bir an evvel kurtulalım diye mi yapıyorlar?..

Evet, hiç bir akl-ı selim sahibi diyemez ki, bunları bizi sevmedikleri için yapıyorlar. Sevdikleri için yaptıkları muhakkak ve âşikârdır. Hasta da bunu iyi bildiği için, doktoruna güzelce teslim olup dediğinden dışarı çıkmamağa çalışır.

İşte tıbkı bunun gibidir ki, Rabbü'l-àlemin ve Erhamür-rahimîn olan Allah-u Zülcelâl Hazretleri de sana istediğin bir şeyi vermediyse, bunu anla ki, ol senin muhtaç olup murad eylediğin eşyaya mâliktir. Sana vermeye de kàdirdir. Fazl, cûd, kerem ve ihsân ona mahsustur. Senin her hâlin ve cemî eşyanın halleri anın ma'lûmudur. Zira ki anınçün fakr, acz, buhl, cehalet mutasavver değildir. Belki, cümleden ganî ve akvâ, ekrem ve a'lemdir. Bu takdirde yâkinen biliyorsun ki, hakikatte Hak Teàlâ Hazretleri istediğin o şeyi senden men etmemiştir; illâ ki, senin hayır ve salâhın için etmiştir.

Çünkü, Kur'an-ı Mübîn'de bildirildiğine göre, yerde ve göklerde olan bütün eşyayı sana musahhar kılmıştır. Bunlar hep senin hayır ve salahın için değil midir?

Ol lütuf ve kerem sahibi Halik-ı Zülcelâl Hazretleri, dünyayı ve içindekileri gözden düşüren, hiçe bırakan ma'rifetini sana ihsân eylemiştir. Cenâb-ı Hak evliyâsını, dostlarını, sevdiklerini, dünya zevk ve safâsından men etmiştir; deve çobanının develerini pis, kokmuş bataklıklardan sakladıkları, korudukları gibi...

Hak Teàlâ seni şiddetli musibet ve iptilalarla mübtelâ eylediyse anla ki, menfaatın içindir ve ol seni imtihan için iptila etmekten ganîdir ve senin halini alîmdir ve sana raûf ve rahîmdir.Zira ki Allah-u Teàlâ, şefkatli bir validenin veledine olan şefkatinden daha çok şefik, Raûf ve Rahîmdir. En kıymetli olan evliyâ ve asfiyâsını çok mübtelâ kılmışdır.

Ne vakit görürsen ki, Hak Teàlâ dünyayı senden hapis ve men etmiştir, şiddet ve musibetleri üzerine dökmüştür; anla ki, tahkîka sen Allah-u Teàlâ'nın indinde azîz ve muhteremsin... Makàmat-ı âliyede şerif ve mükerremsin. Zira ki, ol seni evliyâsı menziline çıkarmıştır. Ruhun anın mevâhib-i kerimesine yetmiştir. İmdi, sana lâzım olan budur ki, herhalde sabûr ve şekûr olasın! Ta kim, sabrın acısı içinde rıza-yı ilâhinin tadını bulasın, ves-selâm...

VERA'

Şüpheli olan nesnelerden kaçınmaktır. Amellerin seyyididir. Verâı olmayanın sâir amellerine ehemmiyet verilmeyeceği bildirilmiş olduğundan, mü'min kişinin, her nevî şübehattan, meàsî ve münkerattan son derece korkup kaçması lâzımdır. Verâ sahibinin kalbi safâ ile doludur. Kalb gözü parlak ışıklıdır.

ZÜHD

Dünyadan yüz çeviren, yani dünyaya iltifat etmeyip, ibadet ve taatle ömürlerini geçiren kimselere zühd sahibi denir. Asıl zühd ise, Hàlik-ı Zülcelâl'ın sevdiği şeyleri sevmesi, buğz ettiklerine buğz etmesidir. Kişinin, dünyanın haramından kaçar gibi şüpheli helâllerinden da kaçması ve nefsine acıdığı gibi bütün müslümanlara da acıması; ve yine haramdan sakındığı gibi, boş ve faydasız sözler söylemekten kaçınması; ve yine kokmuş bir ölüden kaçar gibi çok yemekden de sakınması; ve dünya ziynetlerinden de ateşten kaçar gibi kaçması lâzımdır ki, hakiki zühd sahibi olsun.

Zühd-ü hakîkî, ahiretteki rahatı için dünya rahatlarını terk etmekdir. Daha ileri gidenler ise, "Hak'tan kendini meşgul eden her şeyi terk etmektir." demişlerdir.

Zühd, arpa ekmeği yeyib aba giymekten ibaret olmayıp, elinden gidenlere üzülmemek, gelenlere de sevinmemektir.

Yahyâ Bin Mu'az (Rh.A) der ki:

"--Zühd, sehà-i nefsi mucib olur. Sàhib-i zühd olanlara, Cenâb-ı Hak teallümsüz ilim, mürşidsiz hidayet nasib eder ve gönül gözlerini açar. Bu gibi kimselerle görüşüp istifade etmeye çalışınız."

Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin ve insanların sevmesi için bir amelle delâlet buyrulması, Efendimiz SAS Hazretlerinden recâ olunmuş, cevaben:

"--Dünyada zühdü tercih et ki, Mevlâ seni sevsin ve nasın elindekileri iltifat etme ki, nas da seni sevsin!" buyurmuşlardır.

Zühd kişinin, Hak Celle ve A'lânın kendisine helâl bir rızık verdiği zaman, onu kendi ihtiyarıyla terk edib, başkalarına vermeyi tercih etmesidir.

Ahmed İbni Hanbel (Rh.A) Hazretleri, zühdün üç mertebesi olduğunu söylemiştir. Bunlardan birisi avamın zühdüdür ki, haramı terk etmesidir. İkincisi, havassın zühdüdür ki, helâlden zaruret miktarından fazlasını terk etmesidir. Üçüncüsü de, ariflerin zühdüdür ki, Hak Celle ve A'lâdan gayrısını terk etmeleridir.

Sahib-i zühd olan insana, Cenâb-ı Hak bir melek gönderib, onun kalbine hikmet ağacı diktirir. Hülasa, zâhidlik, sahibinin aklının kemâline işaret ve alâmettir. Cenâb-ı Hak cümlemizi, àkibetini gören, hayırları celb ve zararları terk edenlerden etsin, âmin...

Erzurum'lu İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin zühd hakkında, zâhidlik ile gönlün halâs olduğunu ve dünya sevgisinin huzûr-ı Mevlâ'ya mânî olduğunu beyan sadedindeki sözleri şöyledir:

Ey aziz! Ehlullah demişler ki:

"--Dünya sevgisi, kulu Mevlâsından ayırıp, ibâdet ve huzûrdan men eder. Dünyayı gönülden çıkarmak, ancak zâhidlikle olur. Bunun için sana lâzımdır ki, seni Mevlândan ayıran ve ona ibâdette huzurdan alıkoyan dünyayı terk edesin. Zira, nefis ve kalb birdir. Bir şeyle meşgul olunca diğerinden mahrum olunur. Halbuki, dünya ve ahiret bir terazi misalidir. Bir tarafı ağır olunca diğer tarafı yukarı kalkar. Dünya, şark ile garb gibi, doğu ile batı gibidir. Birisine meyl eylediğin takdirde, diğerinden uzaklaşırsın."

Hazret-i Ebüd-Derdâ RA der ki:

"--Ticaretle ibâdeti cem etmeğe çalıştım, cem olmadılar. Ticareti bıraktım, ibâdete devam nasib oldu."

Hz. Ömer RA da, şöyle der:

"--İbadetle ticaret cem olsaydı, benim için mümkün olurdu."

Dünyaya muhabbet eden ahiretine zarar verir. Ahiretine muhabbet eden dünyasına zarar eder. Öyleyse, bâkîyi, faniye tercih ediniz. Muhakkak bil ki, zahirin dünya ile, batının onun fikriyle meşgul iken, senin için ne ibadet müyesser olur ne de huzûr. Eğer dünyayı bırakıp, zâhir ve batınınla andan ayrılabilirsen, senin için hem ibâdet, hem de huzûr hasıl olur.

Fakat şunu unutmamalı ki, huzur bulamıyorum diye hiç bir ibâdet ve zikir kat'iyyen terk olunmaz. Evet, sular her ne kadar bulanık dahi olsa, elbette bir zaman sonra durulacağı hatırdan çıkarılmamalıdır. Bunun daha acısı, Cenâb-ı Hak kendisine bir çok nîmetler ve imkânlar vermiş olduğu halde, yaşını başını da almış bir kimsenin, ömrünü kahve, gazino ve sinema gibi sıhhati ve ahlâkı ifsad eden, insanı o güzel canım ibâdetlerden alıkoyan yerlerde geçirmesidir. Bu alışkanlık, kötü adet ve arkadaşların verdiği zarar, o ticaret veya işi ile meşgul olub ibadet, taat bilmiyenlerden daha çok acı ve zararlı olduğu inkâr olunmaz bir felâkettir.

Bir kâmil zât demiştir ki:

"--Dünya aslında bir cife-i habis-i kabiha misalidir. Görmez misin ki sonu aynı cife, fesad ve izmihlâldir. Lâkin, bu cifenin dışı gayet güzel kokularla ve altın, gümüş ve çeşitli cevherlerle zînetlenmiş olduğundan, gàfiller dışına aldanmışlardır. Zâhidler ise, bundan uzak kalmışlardır. Halbuki, dünyanın haramından zühd etmek farz-ı aynıdır. Helâlinden zühd ise, nafile ve güzel bir harekettir. Dünyanın haramı ateş, helâli de ölü misalidir. Ancak zaruret indinde hacet miktarı yemek caizdir."

Meselâ, bir kimse gayet güzel bir helva pişirse ve lâkin içine biraz zehir katsa ve bunu iki kişiden biri görüp diğeri görmese, sonra o canım helvayı gayet kıymetli tabaklara koyup, o iki kimsenin önüne koysa; tabii zehirin konduğunu gören ondan uzak kalır ve ölüm tehlikesini bildiği için, onun ne süsüne ve ne de tadına önem vermez ve yemez. Öteki arkadaşı ise, onu kemâl-i afiyetle yer ve üstelik arkadaşını da yemeye zorlar, "Sen de yesene!" der ve helâk olub gider.

İşte haram ile helâlın misâli böyledir. Haramlar mutlaka insanı helâk eder. Helâlın da her ne kadar zehiri yoksa da, pis mikroplu sular ve her çeşit pisliklerle yapılmış bozuk gıda gibidir. Gören ve bilen kimsenin onu yemekten kaçındığı ve bilmiyenin de, bilakis hırsla yediği ma'lûmdur. Akıbetinin de o zehirlenip ölen gibi olmasa da, bir çok tehlikeli hastalıklara duçar olacağı şüphesizdir.

İşte dünyanın helâlının àkibeti de böyledir. Buna, körlük ve cehalet derler. Yememek ve ondan kaçmak da, ilim ve basiret sahiplerinin işidir. Gàfil ve cahilde de, eğer bu ilim ve basiret olsaydı, o da yiyib helâk olmazdı.

Yüzün tut, bu dirin âyinesinden seyr kıl anı!
Ki bu sûret ki sen tuttun, ne mânâdır anın şanı?

Gönülden iste canı, hüsn-i tenden geç ki hiçtir bu;
Ger olsa şems-i cân, tâbân olun afak-ı mestanı.

Eğer cennet dilersen nefsden geç, gönlüne gel kim;
Cehennem nefstir, bed huylarıdır nâr-ı suzânı.

Huzûz-ı nefsi terk et, ver hukukun hakperest ol kim;
Dü alemdir haram ol cana kim, olmuş o hakkànî.

Muhabbet ehline bî-dost gülşen külhan olmuştur.
Bulan anı, iki alemde olmuş mest ü hayrânı.