ÇEŞİTLİ TESBİHLERİN FAZÎLETLERİ

Cüveyriye RA Validemiz buyuruyorlar ki; Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz bir gün onun yanından çıkmışlar ve duhà (kuşluk) vaktinden sonra gelmişlerdi. Cüveyriye Validemiz ise, hâlâ tesbihatıyla meşguldüler. Efendimiz SAS Hazretleri buyurdular ki:

"--Hâlâ sen bıraktığım hal üzere misin?"

"--Evet!" cevabını alması üzerine Efendimiz SAS:

"--Ben sana dört kelime öğreteyim ki, bunları üç kere tekrarlarsan, senin bugün sabahtan beri yapmış olduğun tesbihlerinle tartılsalar, onlardan ağır gelirler. O kelimeler şunlardır:

(Sübhànallàhi ve bihamdihî adede halkıhî,ve rıdà nesihî, ve zinete arşihî, ve midâde kelimâtihî.) (1)

(1) [Yarattıklarının sayısınca, kendisinin razı olacağı kadar, arşının ağırlığınca ve kelimelerindeki mürekkep sayısınca Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih eder, ona hamd ederim.] (Et-Tergîb, 2/438)

Sa'd ibn-i Ebî Vakkas RA'ın kızı Aişe, babasından nakil ve rivayet eder ki:

Bir gün Rasûlüllah SAS le beraber, önünde 400 kadar çakıl taşı veya çekirdek bulunan bir kadına uğramıştık. Kadın bunlarla zikir yapıyordu. Efendimiz SAS Hazretleri kadına:

"--Sana bundan daha kolay ve efdal olanı haber vereyim mi?" dediler ve:

(Sübhànallàhi adede mâ haleka fis-semâ', ve sübhànallàhi adede mâ haleka fil-ard, ve sübhànallàhi adede mâ haleka beyne zâlik, ve sübhànallàhi adede mâ hüve hàlik, vallàhu ekber misle zâlik, vel-hamdü lillâhi misle zâlik, velâ ilâhe illallàhu misle zâlik, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi misle zâlik.) tesbihini beyan buyurdular. (2)

(2) [Göklerde yarattığı yaratıkları sayısınca Allah'ı tesbih ederim. Yerde yarattığı yaratıkları sayısınca Allah'ı tesbih ederim. Yerle gök arasında yarattığı yaratıkları sayısınca Allah'ı tesbih ederim. Allah'ın yarattığı mahlûkat sayısınca Allah'ı tesbih ederim. Allàhu ekber'i de bu kadar, Elhamdü lillâh'ı da bu kadar, Lâ ilâhe illallah'ı da bu kadar, Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh'ı da bu kadar söylerim.] (Et-Tergîb, 2/439-441)

Müslim'in bir rivayetinde, Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in Cüveyriye RA'ya tavsiyesi;

(Sübhànallàhi adede halkıhî, ve sübhànallàhi rıdà nefsihî, ve sübhànallàhi zinete arşihî, ve sübhànallàhi midâde kelimâtihî.) olarak kayd edilmiştir. (3)

(3) [Yaratıklarının sayısınca Allah'ı tesbih ve tenzih ederim. Allah'ı razı olacağı kadar tesbih ederim. Arşının ağırlığınca Allah'ı tesbih ederim. Kelimelerindeki mürekkep kadar Allah'ı tesbih ederim.]

İmam-ı Neseî'de ise, âhirine (Vel-hamdü lillâhi kezâlik) ziyadesi vardır.

Müslim'in diğer bir rivayetinde de:

(Sübhànallàhi ve bihamdihî velâ ilâhe illallàhu vallàhu ekber, adede halkıhî, ve rıdà nefsihî, ve zinete arşihî, ve midâde kelimâtihî.) olarak varid olmuştur. (4)

(4) [Yarattıklarının sayısınca, kendisinin razı olacağı kadar, arşının ağırlığınca ve kelimelerindeki mürekkep sayısınca Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih eder, ona hamd ederim; Lâ ilâhe illallah ve Allahu ekber derim.]

Tirmizi'nin rivayetinde ise, Efendimiz SAS Hazretleri Cüveyriye RA validemize mescidde iken uğramışlar, sonra dışarı çıkmışlar. Öğleye yakın bir zamanda yine mescide geldiklerinde, bakmışlar ki yine mesciddeler,

"--Sabahtan beri hep bu hal üzere misin?" diye sormuşlar.

O da "Evet." deyince, Efendimiz SAS Hazretleri:

"--Ben sana bazı kelimeler öğreteyim ki, onları üçer kere okumaklığın senin için daha a'lâ ve efdaldır." buyurmuşlardır.

Bu konuda, Müslim her cümleyi üçer kere okumayı, Neseî ise bütün cümleyi ayrı ayrı üçer kere okumayı tavsiye etmişlerdir. Bu rivayetlerin muhtelif oluşu, her halde müteaddid zamanlardaki hadiselere göre olsa gerektir. Allàhu a'lem.

CEVÂMİUL-HAMD VE ZİKRE AİT RİVAYETLER

Her kim Hazret-i İbn-i Ömer RA'dan rivayet olunan:

(Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîne hamden kesîran, tayyiben, mübâreken fîhi alâ külli hàl, elhamdü lillâhi hamden yüvâfî niamehû ve yükâfî mezîdeh.) (1) duasını üç kere okursa, hafaza melekleri onun ecir ve sevabını ne kadar yazacaklarında aciz kalırlar da, kendilerine gelen vahiyde: "Kulumun söylediği gibi yazın!" diye emir buyurulur.

(1) [Her hâlükârda nimetlerine lâyık ve onların artmasına vesile olacak en güzel şekilde, hamd ü senâlar alemlerin Rabbi olan Allah'a olsun.] (Et-Tergîb, 2/441)

Ebû Saîd el-Hudrî RA'ın rivayetinde, bir kişinin namazda okuyabileceği hayırlı bir dua öğretmesini taleb etmişler; Efendimiz SAS Hazretleri de:

"--Cebrail Aleyhis-salâtü ves-selâm Hazretleri geldi, buyurdu ki: Muhakkak namazda en hayırlı dua:

(Allàhümme lekel-hamdü küllüh, ve lekel-mülkü küllüh, ve lekel-halku küllüh, ve ileyke yerciul-emru küllüh, es'elüke minel-hayri küllih, ve ezü bike mineş-şerri küllih.) duasıdır." buyurdu. (2)

(2) [Allahım, her türlü hamd sana mahsustur. Bütün mülk senindir. Halkın tamamı senindir. Bütün işler sana döner. Hayrın hepsinden taleb ediyorum ve şerrin tamamından sana sığınıyorum.] (Et-Tergîb, 2/441)

İmam-ı Beyhakî'ye göre, Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri, Muaz ibn-i Cebel RA Hazretleri'ne buyurmuşlar ki:

"--Her gün ne kadar zikr edersin? On bin kere zikr eder misin? Şimdi ben sana öyle kelimelere delalet edeyim ki, onlar sana gayet ehven ve kolay olmakla beraber, onbin kere zikirden daha efdaldir. Şöyle de:

(Lâ ilâhe illallàhu adede kelimâtih, lâ ilâhe illallàhu adede halkıh, lâ ilâhe illallàhu zinete arşih, lâ ilâhe illallàhu mil'e semâvâtih, lâ ilâhe illallàhu misle zâlike meah, vel-hamdü lillâhi misle zâlike meah.) (3)

(3) [Allah'ın kelimeleri adedince Lâ ilâhe illallah, Allah'ın yarattıkları adedince Lâ ilâhe illallah, Arş-ı A'zamının ağırlığı kadar Lâ ilâhe illallah, semâlarının dolusunca Lâ ilâhe illallah, ve bunlar kadar da yine Lâ ilâhe illallah... Bunlar kadar da yine Allàhu ekber... Bunlar kadar da yine Elhamdü lillâh...] (Râmûz, 501/7)

Bunların sevabını yazmağa melek de, başkası da kàdir olamaz.

Bu ve bunun emsâli hadis-i şeriflerle bildirilen ibareler, lafzan çok kısa velâkin mânâ îtibarıyla had ve hududu bulunmasına imkân olmayan enginliktedir ve beşer kudretinin bunları kavramaya kâfî gelmediği cümlece ma'lûmdur. Binaen aleyh, bunların üzerinde durmayıp, emrolunduğumuz vechile zikirle meşgul olmak daha iyi ve daha güzeldir. Çünkü bunlar atom misalidir, atomun cüssesi ufak fakat tahribatı nasıl büyükse, bunların da lafızları, kelimeleri az, mânâları ise ölçü ve hudud tanımaz.

Meselâ, adede kelimâtih'in ihàta ettiği anlamda görüldüğü gibi, Allah-u Teàlâ'nın kelimelerinin ve mahlûklarının aded ve sayısını bilmek hiç mümkün müdür? Onbin diye vaki olan aded kesretten kinâyedir, yoksa tahdid değildir.

Amma bir insanın durmadan gönlünü ve dilini zikrullah ile meşgul etmesi ve gönlüne Hak'tan gayri şeyleri sokmamak üzere onu murakabesi altında bulundurması; bununla beraber nefsini bil'umum şehevâni yaramaz şeylerden, arzu ve heveslerden koruması ve her türlü, gerek kebâir ve gerekse sagàir günahlardan, hatta mekruhlardan uzak kalması; farz, vacib, sünnet ve müstehablara da son derece riayetkâr olarak kimseyi incitmemesi, hak ve hukuka ziyadesiyle dikkat edip, mümkün oldukça beş vakit namazın cemaatle kılınmasına önem vererek devam etmesi; ve bahusus sabah namazından sonra işrak vaktine kadar bulunduğu mescidde, mümkün değilse evinde oturup bir Yâsin-i Şerif okuduktan, evrad ve zikrini îfâdan sonra işrak namazını kılıp işine gitmesi ne kadar güzeldir. Bunu yapanın bir de nafile hac ve umre sevabına nâil olacağı hakkında müteaddid hadis-i şerifler vardır.

İlâhî nurun gönle dahil olabilmesi için, o kalbin gayet saf, yumuşak ve ince olması gerektir. Bu da ancak maddî ve mânevî bil-umum iç ve dış günahlarından àrî ve uzak olması ve rikkat-i kalb denilen yumuşaklık --ki bu haslet, sertliğin, gılzatın zıddı olan merhamet, acımak demektir-- sıfatına sahib olmasıyla kàbildir.

Maddî günahlar herkesin ma'lûmu olan içki, zinâ, kumar, sirkat, zulüm, yalan, katl, israf ve emsâli günahlardır. Para ve malın israfı ne kadar mezmum ise şüphesiz ki, emsali olmayan ve bir daha ele geçmesi mümkün olmayan ömr-ü azîzini, hevâ-yı nefs ve şehvânî arzular peşinde zâyî etmek de israfın en büyüğü ve en kötüsü olduğu cümleye ma'lûmdur.

Şüphesiz ki, hakîkî müslümanların bunların hepsinden ve bâhusus kibir, gurur, azamet, hased, ücub, hırs, riyâ, kin, gıybet, fahr, gazab, nemîme ve merhametsizlik gibi mânevî günahlardan da âzâde ve uzak olması; bunların yerlerini ahlâk-ı hamîde ve hasene ile tezyin eylemesi, başlıca ve mühim vazifelerinden olduğunu söylemek zâid ve fazla olsa gerektir. Bu iyi hasletler; şecâat, sehàvet, hikmet, adalet, merhamet, muàvenet, sadâkat, sabır, emanete riayet, sözünde durmak, hayâ, ahdine vefa ve benzerleridir ki, bunlar hep şeàir-i İslâmiyyenin ve kemâlât-ı insâniyyenin başlıca alâmetlerindendir. Bunlarsız ruhun terakkîsi mümkün değildir.

Nezâfet ve hüsn-ü ahlâk, kemâlât-ı insâniyye ve imanın en yüksek mertebelerindendir. Nezâfet, iç ve dış temizliğiyle olur. Hüsn-ü ahlâk ise, ancak salih kulların arasına girerek hem din ilmini, hem de tasavvuf ilmini öğrenip amel etmekle mümkündür. Meselâ; soğuk bir demiri harlı bir ateşin içine soktuğumuz vakit, soğuk olan o demirin, bir müddet sonra ateşden aldığı ateşlik sıfatıyla ateş gibi yakmağa başladığı, herkesçe bilinen bir şeydir.

Bunun gibi kabiliyeti olan bir insan da, iyi bir insanın hizmetinde bulunduğu zaman, hiç farkına varmadan onun gibi iyi ve güzel sıfatların sahibi olur. Bunun misâli pek çoktur. Bilhassa ashàb-ı kirâmın hali, ma'lûm olanların başında gelir.

Enes ibn-i Mâlik RA rivayetinde der ki:

"Bir gün Übey ibn-i Kâ'b RA, mescid-i şerife giderek Allah-u Teàlâ'nın rızâ-yı şerifi için namaz kılıp, hiç kimsenin yapmadığı bir hamdle Allah-u Teàlâ'ya hamd edeceğini beyan etmiş. Namazını kılıp hamd ü senâ edeceği sırada, arkasından yüksek bir sesle:

(Allàhümme lekel-hamdü küllüh, ve lekel-mülkü küllüh, ve biyedikel-hayru küllüh, ve ileyke yerciul-emru küllüh, alâniyetehû ve sirruh, lekel-hamdü inneke alâ külli şey'in kadîr. İğgirlî mâ medà min zünûbî, va'sımnî fîmâ bakıye min umrî, verzuknî a'mâlen zâkiyeten terdà bihâ annî, ve tüb aleyye.) (4) sedâsını işitir ve gelip Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'ne kıssayı anlatır. Efendimiz SAS Hazretleri, o duayı okuyanın Cebrâil AS olduğunu bildirmişlerdir.

(4) [Allahım, her türlü hamd sana mahsustur. Bütün mülk senindir. Her türlü hayır senin kudret elindedir. Gizlisi ve açığı ile işlerin hepsi sana döner. Hamd sana mahsustur. Şüphesiz ki, sen her şeye kàdirsin! Geçmiş günahlarımı bağışla, ömrümün kalan kısmında beni koru, razı olacağın güzel ameller yapmamı nasîb eyle ve tevbemi kabul eyle...]

Hazret-i Ali'nin (Kerremallàhu vecheh) beyanında ise; Cebrâil AS, Peygamber-i zişan SAS Hazretleri'ne gelerek:

"--Bir gün veya bir gece Cenâb-ı Hak Hazretleri'ne layıkı vechile ibadet etmek ister ve böylece mesrur olmağı kasd edersen:

(Allàhümme lekel-hamdü hamden kesîran hàliden mea hulûdik, ve lekel-hamdü hamden lâ müntehâ lehû dûne ilmik, ve lekel-hamdü hamden lâ müntehâ lehû dûne meşîetik, ve lekel-hamdü hamden lâ âhira likàilihî illâ rıdàk.) hamdine devam et diye tavsiye buyurdukları, mervidir. (5) Onun için bunlara devam edilmesi şâyân-ı tavsiyedir.

(5) [Allahım, senin gibi sonsuz hamd ve senâlar sana olsun! Senden başka kimsenin bilemeyeceği sonsuz hamd sana olsun! Dilediğin kadar sonsuz hamd sana olsun! Söyleyenin sonunda seni razı edeceği kadar hamd sana olsun!] (Et-Tergîb, 2/443)

LÂ HAVLE VE LÂ KUVVETE İLLÂ BİLLÂH'IN FAZİLETLERİ

Ebû Mûsâ RA'ın rivayet ettiğine göre, Rasûl-i Ekrem SAS Hazretleri buyurmuşlar ki:

"(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh)'ı çok şöyle! Çünkü bu cennet hazinelerinden bir hazinedir." (1)

(1) [Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.]

Ebû Hûreyre RA Hazretleri ise:

"Bana Rasûlüllah SAS Hazretleri buyurdular ki:

(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm)'i çok söyle, çünkü bu cennet hazinelerindendir." diye rivayet etmişlerdir. (2)

(2) [Güç ve kuvvet ancak şânı yüce Allah'tandır.]

Ve yine mümâileyh tarafından, bu (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh)' okumanın 99 derde deva olacağı ve en azından hüzün ve kederi gidereceği bildirilmiştir.

Mu'az ibni Cebel RA'ın rivayetinde, Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri;

"--Sana cennet kapılarından bir kapıya delâlet edeyim mi?" buyurmuşlar.

O da:

"--Evet yâ Rasûlallah, nedir o?.." demişler.

Efendimiz SAS de:

"--(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh)'tır." buyurmuşlardır.

Ebu Zer RA Hazretlerinin rivayetlerinde, Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri:

"--Allah-u Teàlâ Hazretleri bir kuluna nîmet verir, o kul da o nîmetlerin elinde kalmasını isterse, (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh)'ı çok söylesin!" buyurmuşlardır.

Binâen aleyh, günde yüzden aşağı yapmamak evlâdır. Çünkü her gün yüz defa okuyan kimsenin, kat'iyyen fakirlik yüzü görmeyeceği beyan buyrulmuştur.

Mâlik el-Eşcaî RA Hazretleri, bir gün Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'ne gelip, oğlu Avf'ın esir olduğunu haber vermişler. Efendimiz SAS Hazretleri de:

"--Ona haber gönderin, (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh)'ı çok söylesin!" diye emretmişler.

Halbuki, o anda Avf zincirlerle ayaklarından bağlı bulunuyormuş. Allah-u Teàlâ'nın hikmetine bakın ki, bu duaya devamıyla bir gün ayağındaki zincirler kendiliğinden çözülmüş, o da fırsattan istifade ederek, hemen orada bulduğu bir deveye atlayıp kaçmaya başlamış. Yolda rastladığı deve çobanlarına bir nâra atarak onları korkutup kaçırmış, bütün develeri önüne katıp babasının evine gelmiş.

Ev halkı son derece sevinmişler ve develer hakkında Rasûl-ü Ekrem'den ne yapacaklarını sormuşlar. Efendimiz SAS Hazretleri de "İstediğiniz gibi hareket edin!" buyurmuşlardır. Bunun üzerine derhal,

ayet-i celilesi sadır olmuş ve bir kimse Allah'tan korkup emirlerine imtisâl ederek ve yasaklarından kaçarak ittikà üzerinde olursa, Cenâb-ı Hakk'ın, onu bütün sıkıntılardan kurtarıp, ummadığı yerlerden rızıklandıracağı beyan buyrulmuştur. (Et-Tergîb, 2/446)

GECE VE GÜNDÜZ OKUNACAK ZİKİRLER

Her kim Sûre-i Bakara'nın sonunda olan iki ayeti (Âmener-rasûlü...) her gece okursa, ona kâfidir. Yâni, ona gerek fazilet cihetinden ve gerekse o gece gelecek afetlere karşı, hattâ zuafâ için gece kılacağı teheccüd namazına da yeter.

Her kim gece yatmadan evvel veya gece vaktinde Yâsin Sûresi'ni Hak rızası için okursa, mağfiret olunur. Çünkü bu sûreye Kur'an'ın kalbi denilmiştir. Zira, kudret-i ilâhiyyeye delâlet eden, ibretle dolu ve insanları intibâha davet eden ayetleri muhtevîdir. Sabah akşam okumayı unutmamalıdır.

Efendimiz SAS Hazretleri bir gün ashàb-ı kirama:

"--Sizlerden biriniz bir gecede Kur'an'ın üçte birini okumadan aciz olur musunuz?" deyince, bu soru ashàb-ı kirama ağır geldi de:

"--Buna kim kàdir olur yâ Rasûlallah?" dediler.

O zaman Efendimiz SAS Hazretleri, İhlâs Sûresi'nin (Kul hüvallàhü ehad) Kur'an'ın üçte birine muadil olduğunu beyan buyurdular.

Her kim her gün ikiyüz defa İhlâs Sûresi'ni okursa, onun kul borcundan gayri elli senelik günahları af ve mahvolur.

Her gece Sûre-i Mülk'ü (Tebârakellezî biyedihil-mülk...) okuyanları Allah-u Azze ve Celle azâb-ı kabirden men eder, yâni korur.

Geceleri Duhan Sûresi'ni okuyanlar için, yetmişbin melek sabaha kadar istiğfar ederler.

Her gece Vâkıa Sûresi'ni (İzâ vakaatil-vâkıah) okuyana katiyyen fakirlik isabet etmez. Belki Cenâb-ı Hak onun rızkını genişletir.

Geceleri Yâsin Sûresi'ni okuyan kimse, mağfur olarak sabaha dahil olur. Duhan Sûresi'ni cuma geceleri okuyan kimse de, mağfur olarak sabaha dahil olur.

Ebül-Münzir el-Cühenî RA, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz SAS Hazretlerine:

"--Yâ Rasûlallah, efdal kelâmı bana tâlim buyursanız!" diye rica etmişler.

Efendimiz SAS Hazretleri de:

"--Günde yüz kere,

(Lâ ilâhe illallàhu vahdehû lâ şerîke leh, lehül-mülkü ve lehül-hamdü yuhyî ve yümîtü biyedikel-hayru ve hüve alâ külli şey'in kadîr.) (1) de, bu takdirde amel cihetinden insanların efdali olursun; ancak senin gibi günde yüz kere veya fazla söyleyenler müstesna..." buyurmuştur.

(1) [Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur; o tektir, ortağı yoktur. Mülk ve hamd ona mahsustur. O diriltir, o öldürür. Her türlü iyilik onun kudret elindedir. O her şeye kàdirdir, gücünün yetmediği hiçbir şey yoktur.]

Diğer bir rivayette ise, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh'ı günde yüz kere kim derse, o kimseye kat'iyyen fakirlik isabet etmeyeceği bildirilmiştir. (Et-Tergîb, 2/446)

Ebû Hüreyre RA Hazretleri'nin rivayetinde ise şöyledir: "Her kim günde yüz defa, "Lâ ilâhe illallàhu vahdehû lâ şerike leh, lehül-mülkü ve lehül-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr." derse, on köle azad etmiş gibi olmakla beraber yüz de hasene yazılır, yüz seyyiesi de mahvolunur. Ve o gün için o zat şeytanın şerrinden mahfuz olur, ta akşama kadar; ve ondan efdal hiç kimse gelmez, ondan daha fazla diyenler müstesnâ..."

Müslim ve Tirmizî rivayetlerinde ise; "Her kim günde yüz kere 'Sübhanallàhi ve bihamdihî' derse, denizlerin köpükleri kadar çok hataları olsa dahi, dökülür. Yâni günahları kalmaz, af ve mağfirete mazhar olur." buyrulmuştur.

Hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah RA'ın rivayetinde de; her kim günde iki yüz kere, "Lâ ilâhe illallàhu vahdehû lâ şerike leh, lehül-mülkü ve lehül-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr." derse, ne evvelki ne de sonraki kimselerden hiç birinin, sevab cihetinden ona yetişemeyeceği ve onu geçemeyeceği, bildirilmiştir. Ancak ondan daha efdal amel işleyenler müstesnâ...

Ebüd-Derdâ RA Hazretleri'nin rivayetinde ise; "Bir kul günde yüz kere 'Lâ ilâhe illallah' derse, kıyamet gününde yüzü ayın ondördüncü bedir gecesi gibi parlak olduğu halde ba's olunur ve onun amelinden efdal hiç bir amel dergâh-ı izzete ref' olunmaz; ancak onun gibi veya daha ziyade söyleyenler müstesnâ..." buyrulmuştur.

Görülüyor ki, Et-Tergîb vet-Terhîb adlı dört ciltten ibaret hadis-i şerif kitabını mütâlâa etmekte iken rast geldiğimiz bu gibi fezailleri, elimizden geldiği kadar bazan Türkçesini, bazan da aynını yazmak sûretiyle kardeşlerime beyan etmeye çalıştım. Râvîlerin müteaddid oluşu sebebiyle, kelimeler arasında ufak tefek farklar varsa da, gaye ve netice hep birdir. Maksad, zikr olunan evradı, zikri ve tesbihi, bildirilen aded kadar okumağa gayret etmek ve va'dolunan mükâfâta nâil olmaktır. Bu, elbette büyük bir bahtiyarlık alâmetidir.

Zâten bu sonu olmayan fânî dünyada, ömr-ü azîzini beyhude şeylerle zâyi etmek kadar da kötü bir şey yoktur. İnsan kaybettiği küçük bir dünya metaına bazan ne kadar acınır. Hele bu biraz da kıymetli bir şey olursa, artık onu ömrü boyunca unutamaz. Halbuki, ömrün bir saniyesini ve bir nefesini bile telâfi etmeğe imkân var mıdır?..

Yine herkesin ma'lûmudur ki, bu evradların fezâili ayrı; kemâlat-ı insâniyenin tahsîli ve imanın kemâli, o da ayrı...

Evrad ve zikirden gönüle nurlar iner. İnsan bunlardan çok büyük fayda ve zevklere nâil olur ve va'dedilen çok büyük sevaplara ve mağfiretlere müstehak olur. Lâkin, ahlâken tekemmül etmemiş kimselerin, yalnız evrad ve zikir yoluyla olgunlaşması pek de kolay olmaz. Bu zikir ve evradlara devamla beraber, bir de nefsi ile mücâdele ve mücâhedeye azmi, kararı, sabır ve sebatıyla beraber, ölünceye kadar çalışması da şarttır. Zira nefs ve hevâsı ile mücâhede, cihâd-ı ekberdir.

[Ben ahlâkın asil ve güzel olanlarını tamamlamak için gönderildim.] (Râmûz, 245/7) buyrulduğu gibi;

[O gün ne mal fayda verir, ne de evlât... Ancak Allah'a kalb-i selîm ile gelenler o günde fayda bulur.] ayet-i celîlesinde beyan buyrulan kalb-i selîm ise, derin ve geniş mücâhedelerdeki muvaffakıyetlere ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmet, tevfik ve inâyetine vâbestedir. İnsanın ahlâken tekemmülü nisbetinde ve kalb-i selîmi derecesinde Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne ve Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'ne kurbiyyet hasıl edebileceği âşikârdır.

Şiir

Ne devlettir ki, dildârım sen oldun;
Enîs ü munîs ü yârim sen oldun.

Dil-i pür-derdimin dermânı sensin;
Şifâ-yı cân-ı bîmârım sen oldun.

Bana hasm olsa àlem halkı, gam yok...
Ne korku, çün nigehdârım sen oldun.

Safâlar ger cefâlar bulsa cânım,
Refîk-ı cümle etvârım sen oldun.

Sana dil vermişem ey cân-ı àlem,
Ezelden çünkü dildârım sen oldun.

Disem ismi-şerîfin yâdımız bes,
Dilimde cümle güftârım sen oldun.

Sana ta'zim eder dillerde Hakkı...
Der inkârım yok, ikrârım sen oldun.

İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin yukarıdaki manzumeleri, cidden büyük bir teslimiyet, kavî bir iman, derin bir tevekkülün beliğ bir ifadesidir ki, hayran olmamak kàbil değildir. Cenâb-ı Hak cümlemize böyle iman, tevekkül ve teslimiyet nasib buyursun...

DEVAMLI ZİKRULLAHIN ÂDÂBI

Ey aziz! Ehlullah demişler ki, zâkir zikrullah ederken, ol halde nice âdâb ile müteeddeb olmalıdır:

1. Evvelâ kalıp ve kalbini, bilcümle meşguliyetten fâriğ ve hâlî kılmalıdır.

2. Tevbe için gusl etmeli veya abdest almalıdır.

3. İki rekat namaz kılıp, dua etmelidir.

4. Hoş kokulu, tenha bir yerde oturmalıdır.

5. Ol mekânın, karanlık bir köşesinde, i'tikâf niyetiyle bir seccâde kadar yer ayırıp, hasır veya kilim üzerine bir seccâde sermelidir.

6. Ol seccâde üzerinde kıbleye karşı aks-i teverrük şeklinde veya bağdaş kurarak, elleri dizleri üzerine koyup, gizlice zikrullaha devam etmelidir.

7. Gözlerini yumup, iç gözlerinin açılmasına gayret etmelidir.

8. Şeyhinin hayalini muhafaza ile, himmet talebiyle ve ona muhabbetle ruhaniyetine yönelmelidir.

9. Gece kàim, gündüzleri sàim olmalıdır.

10. Fazla açlık ve tokluktan sakınmalıdır. Hayvanî yağ olmayan yağlı taamları hadd-i vasat, orta derecede yemelidir.

Nefsin hazlarını, isteklerini, cismin rahatını bil-külliye tamâmen terk etmelidir. Gece ve gündüz yatmayıp, kemend ile uyumalıdır. Tâ kim bedende bulunan eczâ-yı anâsır-ı habîse mahvolup, ol perdelerden gönül halâs bulup, alem-i melekûte basiretle nazar kılarak, huzr-u ünse yetmelidir.

Zikrullahtan sâkit olunca, huzr-u kalb ile susmalıdır. Gönülde zikrullahın vâridâtını gözleyip, teveccühle bir saat kadar kalmalıdır. Ta kim otuz senede riyâzetle bulunmayan cezbe devletini, bir lâhzada bulmalıdır.

Zikrullahın arkasında, su içmekten son derece sakınmalıdır. Zira zikrullahta hareket, heyecan, harâret ve yakınlık vardır. Bunlar da zevk ve şevk-ı mevt iras eder bir halettir. Zikrullahın arkasından içilen su, bu nurları söndürür ve kendisine bir durgunluk verir. Bir takım hastalıklara sebeb olur.

Zâkir halvette her an zikrullah ile olmalıdır. Aldığı derslere muvâzebet etmelidir.

"Allah" ism-i şerifini, ism-i zât ve cemî sıfatları câmi'dir, diye bilmelidir. Gerçi, Mevlâ'ya vuslat yolları çoktur; lâkin, zikrullah en sahih ve en açık ve güzel bir yoldur. Gerek "Allah" ve gerekse;

"Lâ ilâhe illallah" kelimelerinde tecvide riayetle "Lâ"yı uzatıp, "ilâhe" kelimesinde hemzeyi göstermelidir ve ol kelimeyi, doğru dürüst söylemelidir. "Lâ ilâhe" dedikte, mâsivâyı nefy ve yok edip "illallah" dedikte, Hakk'ın varlığını ve birliğini isbat etmelidir. Bu kelimeyi hafif bir sesle, kuvvet-i nefesiye ve huzur-u kalble, gece gündüz tekrar edip, her kere de mânâsına yetmelidir.

Mâdem ki zâkirin beşeriyeti gàlib ve şehvetine râgıbdır ve benliğine mülâzimdir; ol kimse lisânıyla "Lâ ilâhe illallah" dedikçe, kalbiyle;

"Lâ ma'bûde illallah" demesi lâzımdır. Vaktâ ki, beşeriyeti zayıf, şevk ve zevki ziyâde olur; o zaman lisânıyla "Lâ ilâhe illallah" dedikçe,

"Lâ matlûbe illallah" demelidir. Vaktâ ki, anın kalbinden efkâr ve havâtır fânî olur, vahdet-i vücud anın bâtınından zuhura gelir. Ol zaman lisânıyla "Lâ ilâhe illallah" dedikçe, kalbiyle de,

"Lâ mevcûde illallah" demesi caiz olur. Bu zâkir "Lâ ilâhe" ile mâsivâyı nefy ettikçe "İllallah"ın tesiri kalbinde yerleşir ve andan a'zâlara sirâyet ettikçe baştan aşağı bütün vücudun eczaları harekete gelir ve kalbinden kapılar açılıp, nice hâlât ile âlî makamlar bulur ve tecelliyât-ı mezkûre ile zikirden gàib olur ve ol gaybet, müşâhede sayılır. Velhasıl, mâsivâdan pâk olan gönüle ma'rifetullah emaneti konulur.

Onun için denilmiştir ki; kim ki gaflet uykusundan uyanır, ol kimseye àrif-i âgâh, uyanık, arif kişi derler. Bu zâkir zinhar, sakın himmeti çok aşağı olan ve birtakım keşif ve kerametlere aldananlardan olmasın. Zira bu keşif, keramet insanı, zâkiri yolundan alıkoyduğu için, hayz-ı ricâldir demişlerdir.

Halvethanesinde dersi olan zikrullahtan maada hiç bir evrad, kıraat ve dualarla meşgul olmaya... Sabah ve ikindiden sonra birer cüz Kur'an-ı Kerim tilâvet olunur ve arkasından ma'lûm olan hatm-i hàcegan yapılır ve duası edilip, sabahleyin iki rekat da işrak namazı kıldıktan sonra zikrine devam eder. Yüzleri de bir örtü ile kapar ve etrafla hiç bir şekilde kimse ile de meşgul olmayıp, hemen zikrini lâyıkıyla îfâya çalışır.

Ol kadar çok zikretmelidir ki, eseri dilinden kalbine, andan ruhuna geçmeli ve andan sırrında zàhir olmalıdır. Tâ kim, anın kalbi mâsivâdan sâde ve ruhu âzâde ve sırrı da mukaddes olub mezkûre yetmelidir.

Nitekim, Cüneyd-i Bağdadi KS Hazretleri'ne, irşad olunmak için dış memleketlerden on altı kişi gelmiş. O da gelenleri ayrı ayrı halvetlere koymuş ve "Lâ ilahe illallah"a devamlarını tenbih etmiş. Bir hafta sonra yanlarına gidip sormuş:

"--Kalbinizde ne buluyorsunuz?"

Onlar da demişler ki:

"--Ancak muhabbet-i dünyayı buluyoruz."

İmdi tenbih etmiş ki:

"--Muhabbet-i dünyayı ve onda olanları, yâni dünyaya tealluk eden her şeyi içinizden çıkarıp, izzet ve lezzetlerini kat'iyyen unutmak gerekir. Bir hafta sonra yine onların yanlarına gidip:

"--Kalbinize ne gelmiştir?" diye sormuş.

Cevaben:

"--Pes, ancak muhabbet-i ahiret gelmiştir." demişler.

Yine onlara tenbih edip demiş ki:

"--Anı dahi terk ediniz!"

Bir hafta sonra yine yanlarına varıp:

"--Kalbinize ne dolmuştur?" diye sormuş; onlar da haber vermişler ki:

"--Ancak muhabbet-i enâniyet, yâni kendilerini sevme muhabbeti dolmuştur."

Pes, anlara tenbih etmiştir ki:

"--Kendi varlığınızı da terk edesiniz!" demiş.

Bir hafta sonra tekrar sormuş ki:

"--Kalbinizi ne almıştır?"

Haber vermişler ki:

"--Ancak muhabbetullah almıştır."

Pes imdi anlara ism-i celâl'i telkin edip, on gün kadar tâyin eylemiş. Vakta ki, kırk gün tamam olmuş. Hazret-i Cüneyd KS anlara gelerek demiş ki:

"--Kalbinizde ne kalmıştır?"

Anların cümlesi demişlerdir ki:

"--Kalbimizde mâsivâ mahv olmuştur, ancak Allah-u azîmüşşan kalmıştır."

İmdi Cüneyd KS anlara dua edip demiş ki:

"--Ona devam ediniz. Çünkü murad aldınız, kande dilerseniz gidiniz ve felah bulunuz. Size tâbî olanı bu huzura yediniz. Yani, kalb-i selim sahibi olup size teslim olanları, böylece irşad ediniz!" buyurmuşlardır.

Beyit

Hest tâc-i àrifân ender cihan ez çâr terk;

Terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.

İmdi bu makama vasıl olan zâkir, halvet-i mânevîyede, el-ünsü billâh olur. Ne halvetle olur, ne de halk ile olur; kesrette ve mânâda Hak ile olur. Vahdette ve kesrette halk ile olsa dahi, Hak'tan zerre miktarı gàfil olmaz ve Hak ile halktan mahcub kalmaz. Vahdet, kesret, halvet, sohbet müsâvî olur. Zira ki, anın her halinde, el-ünsü billâh olur.

Beyit

Kesreti vahdette bulmak, vahdeti kesrette hem;
Bir ilimdir ol ki, cümle ilm ü irfan andadır.

Çünkü bu zâkirin kalbi, kelime-i tevhidin mülâzemetinde vaz'olunan envâr-ı vahdâniyetle münevver olur. Elbette ol envâr, aktâr-ı kalbinden, safahat-ı kâinat üzerine mün'akis olur. Pes ol zaman görür ki, vücud, mevcûdat, emr-i hakîkî değil îtibârîdir. Cümle kâinatın zulümatı, anın şühûdunda mahvolup, envâr-ı mükevvin kalır. Cemî ahvalde, husûsan mazâhir-i ef'alde, gayriden gönlünü pak edip, sırr-ı vahdâniyet-i faalle devâm-ı iştigal bulur. Her atâ ve men'i, fayda ve zararı andan bilir. Cemî ezâ ve belâyı, in'am ve ihsânı, bütün insanların hareketlerini ve sair ahval ve nizamı Hak'tan görüp, halk ile bir muamelesi kalmaz. Huzur-u Hak ile sürûr-u dâim bulup, kat'iyyen müteellim ve müteessir olmaz.

Nazım

Raeytü hayalez-zılli ekbera ibretin
Limen hüve fî ilmil-hakîkati râkî

Şühûsun ve eşhâbun temerru ve terkazi
Erel-külle yefnâ vel-muharriku bâkî

Ve, zikr-i bâkî müdâm ise, müntec-i fikr tamamdır ki, ol hàtime-i erkândır.

Nazım

Ger dilersen ki, kalmasın efkâr;
Hak'kı zikr et ki, dil dola envar.

Kim ki mest etmez anı zikrullah,
Aşkı münkerdir, etse de ikrâr.

Kıl anı bir bahâne ile birûn
Ta derûn ola menba-ı esrâr.

Der-kenar eyle ortadan kendin,
Sen sana hoş sarıl hemen ey yâr.

Zikr-i Hak'dan gelir dile hâlet;
Hakkı zikreyle Hakk'ı, leyl ü nehâr.

KELİME-İ TEVHİDİN FAZÎLET VE KERÂMETLERİ

Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Kelime-i tayyibe olan "Lâ ilâhe illallah" hısn-ı ekber ve a'lâdır ve ilm-i tevhîd-i Mevlâdır. Kim ki, ol hısn-ı hasîne girer; muhakkak ol kimse, naîm-i sermed ve seàdet-i ebed tahsil eder. Kim ki, anınla tehassundan tehallüf eder, tahkik ol kimse ebedi azabı ve şekàveti kesb eder. Bu kelime-i tayyibe, kalbin dairesine hısn olmadıkça ve saltanatla hevâ-yı nefsini ol nokta-i merkeze dühulden men etmedikçe, muhakkak sen ol hısnın haricindesin ki, ruhun ana dühul kılmamıştır ve mücerred telâffuzundan bir fayda hasıl olmamıştır.

İmdi düşün ki, bu kelime-i tayyibeden senin nasibin ne kılınmıştır?.. Eğer nasibin anın ruhu ve mânâsı ise, muhakkak iki cihan saadeti senin bilinmiştir ve ismin zümre-i ehl-i fazl içre ve evliyâ defterine yazılmıştır. Eğer nasibin andan mücerred laklaka-i lisân olmuştur, ol münafıklar hazzı bulunmuştur. Zira ki, zikr-i hısın, men etmez. Nitekim, kılıncın adını anmakla, kılınç hiç bir zaman kesmez.

İmdi, bu kelime-i tayyibe mânâsiyle, ruh ile cesed menzilesindedir. Mânâsız, cansız bir cesed gibidir. Nitekim, cansız cesedden bir fayda gelmez. Bunun gibi bu kelime, mânâsız kale olmaz. İmdi ol kimseler ki, alem-i fazldan olmuşlardır, onlar bu kelimeyi sûret ve mânâsıyla almışlardır. Ve sûretiyle zahirlerini, mânâsıyla da batınlarını tezyin ederek, kötü, yaramaz ve günah olan şeylerden ve her kötü huydan kendilerini pâk kılmışlardır. Bununla iki alem saadetini bulmuşlardır.

Madem ki "Lâ ilâhe illallah" diyorsun, ehil ve evlâd ile sükûn bulup, mal ve meskene niçin meyl edersin?.. Demek ki, anı sıdk ile söylemediğin muhakkaktır. Zîrâ ki lisân-ı hal, lisân-ı makalden daha iyi söyler; yâni insanın hali, dilinden daha güzel kendisini bildirir. Eğer "Lâ ilâhe illallah" dediğin zaman, mânâsının kalbinde bir semeresi varsa, niçin felânı inkâr, felana ittikà (dayanma) edersin ve felândan havf, felândan recâ edersin?..

Mâdem ki "Lâ ilâhe illallah" dersin, mâsivâ ile niçin ünsiyet edersin?.. Ne sen onun ve ne de ol senindir.

Zîrâ "Lâ ilâhe illallah" dersen, eğer anın meskeni senden mücerred lisan olup, kalbinde anın semeresi olmadıysa; korkulur ki, münafıklar zümresinden olursun. Eğer anın meskeni sende kalb ise, hakkà ki sen müminsin. Eğer anın meskeni ruh ise, tahkîkà sen àşık u sàdıksın. Eğer anın meskeni sende sır ise, şüphesiz sen àrif-i mükâşifsin.

"Lâ ilâhe illallah" kelimesinde, "Lâ" harfi bir temizleyicidir ki, anınla vücud-u esrârdan ağyar tozları tamamıyla giderilir. Ta kim arş, tecellî-yi illallah ve zât-ı pâke nazargâh olup, anın üns ve muhabbetine lâyık ve sezâvar olalar ve şarâb-ı aşk ile mest olup, ebeden huzurunda kalalar. Nitekim Hak Teàlâ:

"--Yâ Dâvud! Benim sakin olacağım evi temizle ki, ben anda sakin olayım!" buyurmuştur; irfanın şerhi, tasfiye-i kalb olduğunu duyurmuştur.

İmdi, mâdem ki mâsivâya nazarla muğbersin, "Lâ ilâhe" nefyine muhtaç ve muztarsın. Vaktâ ki şühûd-u sàhib-i külde külli şeyden gàibsin, o zaman "Lâ ilâhe" nefyinden rahat bulursun ve "illallah" isbatına vâsıl olursun ve tekrar tekrar söylemekle zevk ve lezzet alırsın. Andan, "Allah kâfî, odur bâkî!" olduğunu bilirsin.

Eğer sultân-ı Lâ ilâhe illallah, insâniyetin medînesine tasallut kıldıysa, anın diyarı dâiresinde enâniyetten eser olmaz ve anda ağyardan bir şey ikàmet kılmaz. Anınla senin dahi sabır ve kararın kalmaz. Melikler bir diyarı zabt edince, anın aziz ehlini nasıl zelil ediyorlarsa, tevhidin (Lâ ilâhe illallah) girdiği yerde de hiç bir melik ve varlık, kibir ve azamet kalmaz; hepsi yıkılıp gider. Mezmum sıfatlar ve huylar, iyi ve mahmuda tebdil olunur.

Her sultanın hükmü nihayet bulur. Sultân-ı tevhid, yani (Lâ ilâhe illallah) ol validir ki, anın hükmü, evvelîn ve âhirînin cümlesine şâmil olur. Bütün edâlar, kimi tav'an kimi de kerhen ana mahkûm olurlar. Yani, tevhidin hükmü altına girip, ba'demâ isyan, kabahat ve günah işleri işlemekten çok korkar ve uzak kalırlar. Her işleri hemen itaat ve ibadet olub, herkesle de gayet güzel geçinirler. Kimseyi kırmaz, incitmez ve darıltmazlar. Herkese karşı haklarını daima helâl edib, kimseden bir hak istemezler.

Hakk'ın rızasına tam mânâsıyla uygun bir şekilde hareket ederler. Ne kibir, gurur, ne ucüb, ne hırs, hased, kin, gazab ve şehevât, ne de riya ve emsali, hiç bir çirkin huy ve ahlâk onlarda bulunmaz. İman ve İslâmiyet, yalnız dillerinde değil, bil-fiil halleriyle de, iman ve İslâmiyetlerini izhar ve îlân etmekte, dosta-düşmana İslâmiyet'in ne demek olduğunu göstermektedirler.

İşte asıl Müslüman böyle olacaktır ve böyle de olmalıdır. Yoksa, diliyle "Lâ ilâhe illallah" der, sonra da İslâmiyet'in hiç de istemediği bütün çirkin ve günah işleri yapar; işte bu hal en kötü ve câhilâne bir harekettir. Cenâb-ı Mevlâ cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammed'i, kendisinin sevdiği ve razı olduğu amellerle müzeyyen eylesin, âmin...

Lâ ilâhe illallah, bir şecere-i mübârekedir ki, anın neticesi, ma'rifet ve vahdâniyettir; semeresi ikrardır. Cemî-i kâinatın vücûdundan maksad, ancak bu devlettir. Nitekim Hak Teàlâ Hazretleri buyurmuştur:

"Kulum ben seni ancak, benim tevhidim için halk eyledim ve bütün eşyayı da senin için halk ettim. Gökler, seni gölgelendirir, yerler de senin ikàmetin ve faydalanmaklığın içindir. Yüksekteki nurlar da seni aydınlatmak için, süflî olan bütün mevcûdat da sana hizmet için yaratılmıştır ve senin tasarrufuna verilmiştir. Bunların hepsinin senin için yaratılmış olduğunu ve senin de bana kulluk etmek için yaratıldığını fehm eyle ve bunun kadr ü kıymetini bil. Bütün varlıkların, ne görüyor ve ne biliyorsan bunların hepsinin senin için yaratılmış olması, senin ne kadar kıymetli ve sevgili olduğuna alâmet olmaz mı?

İmdi senin bunları unutup, nefs ü hevâna uyarak Hàlik-ı Zülcelâl'e, yâni bütün bunları sana bahş edene karşı isyan etmekliğin ne kadar hatalı ve kusurlu, câhilâne, hem de pek câhilâne bir şey olduğunu söylemek şüphesiz ki zâiddir. Her bir nimet ki seni benden alıkoyar, onlar nimet değil birer azabdır. Zira seni benim azabıma sevk etmektedir. Yine her bir ihsânım ki seni benden men eder ve zevk ü safâya götürür; o da senin için bir ihsan değil, belki bir belâdır."

Bu ders çok dikkat edilmesi lazım gelen bir dersdir.

Seyr-i Sülûkun Menzilleri

İrfan yolcularının menzilleri üçtür: Biri àlem-i fenâ, biri àlem-i cezbe, biri de àlem-i kabza'dır. Alem-i fenâda oldukça, "Lâ ilâhe illallah" demek ve devam etmek lâzımdır. Alem-i cezbede olanlara ise, "Allah, Allah, Allah..." diye devam etmek lâzımdır. Alem-i kabzada ise, zâkirin dersi, "Hû, Hû, Hû..." olmalıdır denilmiştir.

"Lâ ilâhe illallah" kalblere gıda, "Allah, Allah, Allah..." lafz-i celili ruhlara gıda, "Hû, Hû, Hû..." kelimesi de sırlara gıdadır buyurulmuştur. Belki, "Lâ ilâhe illallah" kalblerin mıknatısı, yani çekeni, "Allah" lafza-i celâli de ruhların mıknatısıdır. "Hu" kelimesi de sırların mıknatısıdır buyrulmuştur.

Kalb, ruh ve sırrın misalleri, bir hokka içinde sedef, sedef içinde inci mesabesindedir; veya bir ev içinde kafes, kafes içinde bir kuş... İmdi hokka veya ev, kalbe; sedef ve kafes, ruha; inci veya kuş da sırra misaldir. İmdi eve girmedikçe kafese erişilmez; kafese erişilmedikçe de kuşu görmek mümkün olmaz. Bunun gibi, kalbe vâsıl olmayan, ruhtan elbette haberdar olamaz. Ruha vâsıl olmayanın ise, ne sırra, ne de sırdan sonrakilere vâsıl olamayacağı âşikârdır. Binâen aleyh, alem-i kalbe ne zaman dahil olursan, bil ki alem-i ervaha ve andan alem-i sırra ve daha ilerisine de vâsıl olursun.

Kalbin kapısı "Lâ ilâhe illallah" ile açılır. Ruhun kapısı "Allah" ism-i şerefine devam ile acılır. Sırrın kapısı ise, "Hû" ism-i şerifiyle açılır. Fakat bu teşbihler mecâzîdir. Maksad kalb alemine vasıl olmadan, ruh alemine dühul olunmadığına ve alem-i ervahtan da geçmedikçe, alem-i esrâra vüsul mümkün olmadığını beyandır. Bunlar üç daireye benzerler ki, birbirinin içindedir. En üstte olan en büyüğü ki, "sır" tâbir olunur. Onun altındaki elbette andan küçüktür; buna da "ruh" tâbir olunur. En altta olan tabii en küçüğüdür ki, buna da "kalb" derler.

Meselâ; alem-i kalb, alem-i ruhtan ufak bilinmiştir. Zira alem-i kalb, ruh ve sır alemlerinden alem-i şehadete, yani dünya alemine daha yakındır. Bu alem ise, ruh, cesed, darlık ve tehlike, hüzün ve keder, korku ve recâ alemi bulunmuştur. Alem-i ervah ve alem-i sır ise, geniş ve rahat, huzur, sürur, keramet, emniyet ve selâmet alemleridir. İmdi sen bu nefis aleminden kalb alemine ve zulmet aleminden nur ve şühuda çıkmak ve yükselmek arzu ve gayretinde bulunursan, neticede gözlerin görmediğini ve kulakların işitmediğini görür ve işitirsin.

Nefis alemi, beşeriyet alemi, tabiat alemi diye üç alem zikr ederler. Bu üç alem bu dünyanın --ki adalet alemidir-- tehlikeli ve korkunç birer kademesidir. Kalb alemi, ruh alemi, sır alemi diye üç alem daha vardır ki, bunlar da alem-i fazlın mertebeleridir. Nefis alemi gafletten ibarettir.

Dünya alemi, alem-i beşeriyet, fasıkların yeridir. Tabiat alemi de, münafıkların yeridir ki, cehennemin en dibi onlara mahsusdur. Alem-i kalb, abidlerin mi'rac alemidir. Aşıkların mi'racı ruh, ariflerin mi'racı da sırdır. Zikrullaha devam edince tabiatın, beşeriyetin ve nefsin düştükleri yerlerden kurtulup kalb derecesine yükselmeye sebep bulur. Bu terakki ile ol zaman Hakk'ın tasarrufuna teslim olursun ve ona gidersin ve ol kalblerin sahibi ve mutasarrıfı olan Hazret-i Allah artık seni istediği gibi afiyetler ve bazan da darlıklar, sıkıntılar, fakirlikler, rahatsızlık ve bunlara benzer halllerle kullarını halden hale çevirir ve bunları görür. Eğer haline şükredebilir ve razı olursan, ne mutlu sana!

"Hakk'ın cezbelerinden bir cezbe, yer ve gök ehlinin amellerine denk olur." iktizasınca seni senden alır ve kalbin mutmain ve sakin olur. Pes imdi, kelime-i Lâ ilâhe illallah'tır ki, bidâyet ve nihayet odur; kelime-i tayyibe ve sevap odur; hısn-ı hasin, en metin kale odur ve dâvet-i Rabbil-àlemîn odur. Allàhümme edhılnî fî hısnikel-hasîn, âmîn, yâ muîn.

Beyit

Ne haddi var bu hâkin, nice tevhid-i Hudâ söyler;
Ne mümkündür ki şemsi, zerre medh eyler, senâ söyler.

İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Ma'rifetnâme'de fenn-i sâlisin, bab-ı sânîsinin, fasl-ı hâmisinin dokuzuncu nev'i olarak izaha çalıştığı, zikrin lüzum ve fezâili hakkındaki yazılarını hep beraber okumuş bulunuyoruz. Hepsi pek güzel, fakat onların üzerimizdeki te'sirini bulabilmek ne kadar müşküldür. Bugünün tasavvuf ehli, erbâb-ı tarikat ve dervişan diye anılan bizlerin hali gözlerimizin önündedir. Ne saklanacak ve ne de inkâr edecek halimiz var. Adlarımızın derviş olmasının şu veya bu tarikdan oluşumuzun, veya şeyhimizin şöyle kemâli ve kerâmetleri var diye övünmemizin bize ne faydası olabilir?

İşte İbrâhim Hakkı Hazretleri ne güzel bir şekilde açıklamaktadır ki, insanın kemâli, onun kalb alemine geçmesinden sonra mümkündür. Nefs, beşeriyet ve tabiat alemleri içerisinde bocalayan insanın kemâlden bahs etmesi, olgun insan diye tavsif olunması pek gülünç olur. Nefsâniyetin iktizâsı, kibir, gurur, hırs, hased, nefs ü hevâsına mağlup kimse demektir ki, bu gibi kimselerde kemâl değil, belki zevâl; yükselme ve terakkî değil, belki düşme ve tedennî vardır. Artık gerisini sen hesapla!

Beşeriyetin iktizası yiyip içmek, zevk ü sefadır; bunlardan geçmedikçe nasıl kemâl umulur? Tabiat icabı da böyle değil mi? İnsanlar yaşamak sevdasını taşıdıkça, elbette nefsin esiri ve kölesi olmaktan kurtulmanın mümkün olamayacağı herkesin bildiği bir şeydir.

Nefsin, beşeriyetin, tabiatin iktizaları hep gaflettir. Gaflet ise pek büyük günahtır. Hem de öyle bir günahtır ki ta'rifi de mümkün değildir desem câizdir. Çünkü insan, gafletin ne demek olduğunu bilmez ve ömrünü boşuna zayi eder. Bir de üstelik der ki:

"--Ben o kadar fena bir adam değilim. Çünkü şu bilinen günahların hiç birini işlemem!"

Fakat ömrün üç nefesten ibarettir. Bunu da boşuna geçirdiğimize göre halimiz elbette acınacak bir haldir. Nefsaniyet, beşeriyet, tabiat halleri kolay geçilecek gibi değildirler. Çünkü bir çok zaruretlerin bizi, gayr-i ihtiyari, istemeden nefsin arzularına doğru sürüklemekte olduğu görülmektedir. Bunlardan kurtulmak hassaten Allah-u Teàlâ'nın bir lütuf ve ihsânıdır. Yoksa insan kendiliğinden ne kadar çalışsa da, muvaffak olması yine Hak'kın lutfuna bağlıdır.

İnsan niçin tarikate girer ve neden derviş olur? Şöyle bir kendini tartacak olursa, kendi kendine der ki:

"--İşte şu kadar namaz kılıyorum, şu kadar da orucum var, bu kadar da nafile namaz kılıyorum ve nafile oruç tutuyorum. Üstelik bu kadar da zikrim, tesbihim, evradım, dualarım, kıraatlarım var..."

Şüphesiz bunlar hep medâr-ı iftiharımızdır ve çok güzel imrenilenecek şeylerdir. Herkes de, "Maşallah filan kişiye bakın ne kadar sofu oldu." diye medh ü sena ederler. Fakat bizim sofu, merasim meraklısı, Ma'rifetname'deki teraziye konacak olursa, sofuluk değil, müslümanlık bile yoktur. Bir işe yaramayan bir sürü bilgi edinmiştir ki, ne kıymeti, ne de faydası vardır. Hepsi dünyayı ele geçirebilmek için birer sebeptir.

Bir ilim ki, ahirette onun sahibine bir faydası yoktur; muhakkak ki, zayiattandır. İlim denince, matlub olan ilim, Hak Sübhànehû ve Teàlâ Hazretleri'nin, gönüllere indirdiği ilimdir ki, bunun mektep ve medresesi yoktur. Fakat hem dünyada hem de ahirette sahibine faydası tamdır; peygamberlerdeki ilim gibi.

Bizim bugünün dervişi, sofusu hatta hacısı, hocası ve hatta şeyhleri bile, ne sakal, ne bıyık, Hak getire... Halbuki, ne sakallı, bıyıklı kimseler vardır ki, o sakal ve bıyıkları hemen bir adet ve gösterişten ibarettir. Evet sakal sünnet-i seniyyedir, hem de sünnet-i Hüda'dır. Kur'an-ı Kerim'e de muvafıktır. Çünkü sakalsızlık Allah-u Teàlâ'nın hilkatini tağyir ve tebdil ve âdetâ beğenmezliktir; münkir ve müstehzîlerin haklarında çok şiddetli hükümler vardır.

Bununla beraber sakalın, bıyığın kıymetini bilmediğimiz gibi, hakkına da riayet edebildiğimiz yokdur. İnsanlıktaki kemâl ise, yalnız böyle sakal, bıyık, cübbe, şalvar, sarık gibi zahiri kalıp ve kıyafetle mümkün değildir. Vakıa sözümüz, bunların hiç birisi de olmasın demek değildir. Bunlar yani bu sıfatlar bizleri bir çok günah ve hatalardan da korurlar. Mesela, insan böyle sarığıyla, sakalıyla fena yerlere, günah yerlerine kolayca giremez ve gidemez. Bu sûretle de bir çok günahlardan mahfuz kalır.

Lâkin bunun da kâfî gelmediği görülmektedir ki, bunun için İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Ma'rifetnâme'sindeki esaslara çok riayet etmek lazımdır. Az yemek, az uyumak, az konuşmak ve uzletle beraber zikrullaha devam; bir de bunlarla beraber kâmil ve olgun, alim, fazıl kimselerin ve meşâyihin can ve başla hizmetlerinde kusur etmemek; ve onların hallerini kendisine örnek ittihaz ederek gece gündüz dâimâ Cenâb-ı Hak'tan tazarru ve niyaz ile, hıfz ü himayesini taleb etmek; "Bir göz açıp yumacak kadar da olsa beni bana bırakma yâ Rab!" diye yalvarmayı hiç bir zaman elden bırakmamak ve insanlardan daima kaçmak; bâhusus kadın taifesiyle akraba dahi olsa fazla ünsiyet yapmamak, insanın ahireti bakımından kendi menfaati iktizâsındandır.

Cenâb-ı Hak cümle ümmet-i Muhammed'i (SAS) ve bizleri de hıfz ü himâyesinde dâim kılsın; âmîn, bi-hürmeti seyyidil-mürselîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.