MUHAMMED MA'SÛM SERHENDÎ RH.A HAZRETLERİ
Hicrî ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ı
Rabbânî Hazretleri'nin üçüncü oğludur.
Mecdüddîn ve Urvet'ül-Vüskâ lakaplarıdır. Urvet'ül-vüskâ; sağlam ip,
kendisine uyulan büyük âlim demektir. 1599 (H. 1007) senesinde
Hindistan'ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar
mevkiinde doğdu.
Muhammed Ma'sûm Hazretleri doğduğu zaman babası;
"Muhammed Ma'sûm'un dünyâya gelişi, bizim için
çok bereketli ve pek mübârek oldu. Onun doğmasından bir kaç ay sonra
yüksek hocamın (Muhammed Bâkî-Billah'ın) huzûruna kavuştum, ona
talebe oldum. Gördüklerimi orada gördüm." buyurmuştur. Daha üç
yaşında iken, tevhîd kelimesini söylerdi. Kur'ân-ı kerîmi kısa
sürede ezberledi. İlim tahsîl ettiği sırada, on bir yaşında iken,
zikr ve murâkabe yolunu babasından aldı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri
onun hakkında; "Muhammed Ma'sûm'un günden güne ân-be-ân bizim
nisbetimizi elde etme hâli; dedesinin yazdığı Vikâye
kitabını, o yazdıkça arkasından ezberleyen Şerh-i Mevâkıf
sâhibinin hâline benzer." buyurdu. Babası İmâm-ı Rabbânî
Hazretleri yine onun için; "Bu oğlum, sâbikûndan (bu ümmetin
büyüklerinden) dir." buyurdu.
O daha küçük iken, babası
onda tam bir olgunluk ve irşâd eserleri gördü. İstidâdının
yüksekliğini anlayınca teveccüh ve nazarları ile ona yönelip,
istidâdının altında gizli kemâlâtın açığa çıkmasını bekledi. Buyurdu
ki: "Hâl, ilimden sonra olduğu için, ilim okumaktan başka çâre
yoktur." Bu sebeple oğluna aklî ve naklî ilimleri okutmağa
başladı. En zor ve en derin kitapları satır satır, yaprak yaprak
okumasını emretti. Böylece Muhammed Ma'sûm Hazretleri, ilim
tahsîline başladı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ona; "İlim tahsîlini
çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz vardır." buyururdu. Daha on
dört yaşında iken babasına; "Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki,
bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse
dünyâ karanlık, zulmetli olur." diye arzedince, babası; "Sen
zamânının kutbu olursun." buyurarak müjde verdi. Nitekim daha sonra
bunu kendisi şöyle belirtmiştir: "Allah-u Teàlâ'ya hamdü senâlar
olsun. Vâd edilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine
kavuştum."
Muhammed Ma'sûm, ilminin
çoğunu babasının huzûrunda öğrendi. Bu tahsîli sırasında İmâm-ı
Rabbânî Hazretleri bir mektubunda onun hakkında şöyle yazmıştır: "Bu
günlerde oğlum Muhammed Ma'sûm, Şerh-i Mevâkıf'ı bitirdi. Bu
aradaYunan felsefecilerinin kusur ve hatâlarını iyi anladı. Nice
faydalara kavuştu. Allah-u Teàlâ'ya bu ihsânından dolayı hamd ve
senâlar olsun." İlminin bir kısmını da büyük ağabeyi Muhammed
Sâdık'tan ve babasının halîfelerinden olan büyük âlim
Muhammed Tâhir-i Lâhorî'den öğrendi. Ayrıca başka âlimlerden de ilim
öğrendi. Hadîs ilminde babasından icâzet, diploma
aldı.
On altı yaşında iken, bütün
ilimlerin tahsîlini bitirdi. Bundan sonra tamâmen tasavvufa yönelip,
babasının feyzlerine, üstün makamlara, büyük derecelere ve yüksek
kemâlâta kavuştu. Kendinden önce yaşayan büyük velîlerin bir ömür
harcayarak elde ettiklerini, o daha çocukluğunda elde etti. Bu
durumu kendisi şöyle ifâde etmiştir: "Bu fakîr, (yâni Muhammed
Ma'sûm) o esrar denizlerinin dalgıcı oldum. O yüksek efendim (İmâm-ı
Rabbânî), dâimâ bu fakîrin hâlini kontrol ve teftiş ederdi.
İlerlememi yakından incelerdi. Çok teveccüh buyururdu. Gizli
hakîkatleri beyân eyledikleri zaman bu fakîrden başkası, şerefli
huzurlarında yoktu. Kavuştuğum şeyleri sorduktan sonra çok iltifât
eylediler. Yüksek hâllere kavuştuğumun müjdesini verdiler. Allah-u Teàlâ'ya bunun ve verdiği nîmetler için hamd ü senâlar
olsun."
Muhammed Ma'sûm, mübârek
babasının feyzleri ve teveccühleriyle çok çabuk kemâl derecelerine
ulaştı. Kavuşma yolu pek kısa oldu. Bir ömür boyunca elde edilenler,
günler ve aylara sığdırıldı. Öyle yetişti ve yükseldi ki, onun
bereketi ve feyzleri bütün âleme yayıldı.
Muhammed Ma'sûm Hazretleri; uzun boylu, buğday benizli, güler yüzlüydü.
Gözünde biraz kırmızılık vardı. İmâm-ı Rabbânî KS Hazretleri'nin hem halîfesi hem ortanca oğludur. Babasına çok
benzerdi. Havf ve haşyeti gâlibdi. Dâimî bir huzûra mâlikti.
On altı yaşında ilim tahsilini ikmâl etmişti. Riyâziyede
üstâddı. Pederleri hayatta iken mürîdlerin terbiyesini ona
havâle etmişti. Yüz binden fazla velî yetiştirmiştir. Müntesibleri
Hind, Arab, Acem olarak hesapsızdı.
Zamanın kutbu, devrinin mürşidiydi. Meşreb-i
Muhammedî üzere idi. Pederleri irtihâlinden evvel ona, câhillerden
sakınmasını tavsiye ebuyurmuşlardı. O da bu tavsiyeye
tamamen riâyet etmiştir.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ömrünün son günlerinde onu husûsî odasına çağırıp buyurdu ki: "Benim
bu dünyâya bağlılığım yalnız bu kayyumluk vazifesi ve muâmelesi
sebebiyle idi. Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi. Bütün
mahlûkât tam bir şevk ile yüzünü sana dönüyor. Şimdi bu fânî dünyâda
kalmak için sebep bulamıyorum. Bu denî, aşağı ve hakîr dünyâdan göç
etmem yaklaştı." Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî buyurdu ki: "Bu fakîr, bu
gizli müjdeyi duyduğum hâlde kalbim parçalandı. Gözlerim yaşla
doldu. Büyük bir elem ve üzüntü ile kendimden geçtim. Ne dilimde
konuşacak kuvvet, ne kulağımda dinleyecek kudret kaldı. Bendeki bu
değişmeyi görünce, şefkât ve merhametinin çokluğundan bir müddet
daha yaşayacağını işâret edip; "Allah-u Teàlâ'nın âdeti şöyledir ki;
birini kendine çağırır, diğerini onun yerine oturtur."
buyurdu.
Muhammed Ma'sûm, babası
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin vefâtından sonra, vâz ve irşâd makâmına
geçip talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyz saçarak
insanları doğru yola dâvet etti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti
onunki kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüz
bin kişi ona talebe olup elinde tövbe etmiş, talebelerinden yüz kırk
bini evliyâlık mertebelerine kavuşmuş, yedi bini de mürşid-i kâmil,
tam ve olgun bir âlim olarak yetişip, irşâd ile emrolunmuştur.
Talebeleri onun huzûrunda bâzan bir ayda, bâzan bir haftada
evliyâlık kemâlâtına ererler di. Bâzılarını bir teveccühde,
makamların hepsine ulaştırırdı.
Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin yetiştirdiği mürşid-i kâmillerden
her biri, bulunduğu
yerlerde insanlara feyz vererek, onları irşâd ettiler, hak olan
doğru yolu anlattılar. Böylece onun feyz ve mârifeti her tarafa
yayıldı. Yapılan bu mükemmel hizmetler, îzâh edilemeyecek kadar
umûmileşti, yaygınlaştı ve asırlar sonrasına aksetti. Talebelerinin
meşhûrlarından olan Murâd-ı Münzevî Hazretleri'nin kabri
İstanbul'dadır. İstanbul'da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan
biridir.
Muhammed Ma'sûm Hazretleri 1657 (H.1068) senesinde hacca gitti. Bu sefere çıkıp mukaddes
beldelere varınca buyurdu ki: "Bu yerlerin her tarafını Peygamber
Efendimiz'in nûrları ile dolmuş buluyorum." Mekke ve Medîne'de
bulundukları müddetçe, beyâna sığmaz hâller müşâhede eyleyip, bir
kısmını yakınlarına anlatmıştı. Buyurdu ki: "Mekke-i Mükerreme'ye
geldiğim zaman tavâf-ı kudûm yaptım. Melekler ve hûrilerin Kâbe'yi
tavaf ettiklerini, böyle şevk ve kavuşma hasretinin insanlarda
olamayacağını gördüm. Her defâsında Kâbe'yi üç defâ medhederlerdi.
Kâbe'nin etrâfından göğe kadar her yeri
kaplamışlardı."
Yine şöyle buyurdu:
"Mekke'den Arafat'a gitmek için yola çıktım. Mina'ya varınca, namaz
kılmak için Mescid-i Hîf'e girdim. Peygamber Efendimiz o mescidin
yakınında çadır kurmuş, konaklamışlardı. Aynı zamanda orada
Mûsâ ve
Hârûn AS'ın makamları vardı. Bu mescidde oturduk.
Allah'ın Peygamberi tam bir heybet ve celâl ile geldi. O'nun o
mübârek latîf vücûdu sebebiyle yer gök nûr ile doldu. Her şey o
nûrun içine gömüldü."
Mekke-i Muazzama'da bulunduğu
sıralarda, büyük kardeşi Hâce Muhammed Saîd hastalanmıştı. Hastalığı
da ağırdı. Kurtulması için duâ etti.Teveccüh buyurdu. Ağlayarak
Allah-u Teàlâ'ya sığındı. Ellerini kaldırarak, içli duâ eyledi. Sonra
buyurdu ki: "Duâ esnâsında müşâhede eyledim ki; huşû ile ellerimi
kaldırıp, Allah-u Teàlâ'ya duâ ettiğim sırada, mahlûkattan
milyonlarcası, bana uyarak ellerini kaldırdılar. Murâdımın hâsıl
olması için, duâma iştirak ettiler. Böylece duâm kabûl oldu.
Ağabeyimin rahatsızlığı geçip tam sıhhate
kavuştu."
Yine buyurdu ki: "Kâbe'de
idim. Hazret-i İbrâhim'i, makâm-ı İbrâhim'de gördüm. Onun yakınında
inanılmıyacak zuhûrlar ve garîb hâller buldum."
Peygamber Efendimiz'in
dünyâyı şereflendirdikleri Rebî'ul-evvel ayının on ikinci gecesi,
Kabe'de Mültezem'in yanında iken, irşâd ile meşgûl olayım mı, yoksa
bu işi bırakıp uzlette, kendi başıma mı ibâdetle meşgûl olayım diye
Resûlullah Efendimiz'e tazarrû, yalvarma ve ilticâda bulundum. Çok
kıymetli olan irşâd ile meşgûl olmam için emrolundum. Allah-u Teàlâ'nın rızâsının tamâmen bu işte olduğunu ve bu işe gayret etmemi
bildirdi. Hattâ bunu terk etmemin hiçbir şekilde rızâsına uygun
olmadığı anlaşıldı.
Urvet-ül-vüskâ Muhammed
Ma'sûm Hazretleri Mekke-i Mükerreme'den ayrılıp, Cidde'ye geldiği
zaman buyurdu ki: "Nûrlar ve esrâr, Harem-i şerîfin dışında,
içindekilerden daha çok görünmeğe başladı. Zîrâ, huzurda iken,
nûrların ziyâsının çokluğu, onlara bakmamıza mâni oluyordu. Bu
yüzden hiçbir tarafa bakamıyordum ve her şeyi iyice anlayamıyordum.
Nûrların azalması, bakmayı kolaylaştırdığı için, anlamak da mümkün
oluyor." Sonra Medîne'ye gitmek üzere yola çıktı.
Medîne-i Münevvere yoluna
büyük bir sevgi ile koyuldu. Mescid-i Nebî'nin nûrlarının
eserlerinin, dalgalarının görünmesi, duyulmağa başlaması, bir an
evvel bu kıymetli yerlere kavuşmağı hızlandırıyordu. Bunun gibi
Sahâbe-i Kirâm'ın mübârek mezârlarına ulaşmak için tam gayret
ediyordu. Bedir vâdisine gelince, Sugra'da yatan Bedir muhârebesi
şehîdlerinden hazret-i Abdülhâris'in mezârını ziyârete gitti.
Yanındakilerle berâber, bir müddet mezârın başında murâkabe eyledi.
Sonra; "Onun mezârının başında teveccüh ettim. Kendisini bulamadım.
Bir müddet sonra görünüp, bize doğru geldi. Büyük bir neşe ile beni
karşıladı." buyurdu.Sonra Medîne'ye girdiler. Medîne'de Peygamber
Efendimiz'in kabrini ziyâret ederek, uzun müddet murâkabe ile meşgûl
oldu ve; "Peygamberlerin sonuncusu, kereminin çokluğundan ve
merhametlerinin fazlalığından gözüküp yanıma geldi. Lütf ve inâyet
buyurup beni kucakladı. O kadar nîmete kavuştum ki, bunun gibisine
bu zamâna kadar kavuşmamıştım." buyurdu. Orada bulunduğu müddetçe
Peygamber Efendimiz'i bu şekilde defâlarca
görmüştür.
Muhammed Ma'sûm Hazretleri Medîne-i Münevvere'de bulunan
Ashâb-ı Kirâm'dan birçok zâtın ve diğer
büyük zâtların medfûn bulunduğu Bakî' kabristanını da ziyârete
gitti. Bu ziyâreti sırasında da, Ashâb-ı kirâm'ın büyüklerinin
rûhâniyeti ile görüştü. Bakî' kabristanında vedâ ziyâreti yaparken,
Hazret-i Osman'ın nûr saçan mezârı başında oturdu. Diğer mezârları
da ziyâret için oradan ayrılırken, Hazret-i Osman'ın rûhâniyeti
gözüküp onu uğurladı ve üç defâ öptü. Ayrıca Hazret-i Abbâs'ın,
Hazret-i Âişe'nin, Hazret-i Fâtıma'nın, Peygamber Efendimiz'in küçük
yaşta vefât eden mübârek evlâdı İbrâhim'in ve diğer büyüklerin
rûhâniyetini görmüştür. Onların da feyz ve bereketlerine
kavuştuğunu, her birinden ayrı ayrı hâller gördüğünü
bildirmiştir.
Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî Hazretleri'nin
yüksek talebelerinden olan Muhammed Hanîf-i Kâbilî,
gençlik yıllarında Kâbil şehrinde bulunurken, rüyâsında iki büyük
zâtı görür. Kim olduklarını merak edince biri gelip; "Her ikisi de
Müceddid-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin oğludur. Biri
rahmetler hazînesi Muhammed Saîd, diğeri Urvet-ül-vüskâ Muhammed
Ma'sûm'dur." dedi. O da beni Muhammed Ma'sûm'un huzûruna götür
deyince, o şahıs da; "Ben senin yanına onun işâreti ile seni
götürmek için geldim." dedi. Onu alıp Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin
huzûruna götürdü. Muhammed Hanîf, büyük müjdelerle dolu olan bu
rüyâsından uyanınca, gördüklerini yakınlarına anlattı. Büyük bir
şevk ve cezbeye kapılmıştı. Bunun üzerine Kâbil'den Serhend'e
gitti. Serhend'e varınca Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin huzûruna
girip, aynen rüyâsındaki gibi gördü. Ona talebe olup bir müddet
derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Hocasının büyüklüğü, ihsânı
ve himmeti ile aklından, hayâlinden geçmeyen derecelere, kulakların
duymadığı, gözlerin görmediği mârifetlere kavuştu. Hocasından icâzet
ve hilâfet alarak memleketi olan Kâbil'e döndü. İnsanları irşâda ve
yetiştirmeye başladı. Orada bulunan bir takım kimseler, hocasının ve
onun üstünlüğünü anlayamayıp karşı çıktılar. Nihâyet bir grup insan
aralarında anlaşıp, Hâce Muhammed Hanîf'e geldiler: "Biz bir
kerâmet, bir hârika görmeyince, sizin büyüklüğünüze inanmayız."
dediler. Ve; "Biz bir ziyâfet hazırlayacağız. Üstâdınızı dâvet
ediyoruz. Bugün yemek vaktinde onun Serhend'den Kâbil'e gelmesini
bekliyoruz. Eğer gelirse, hepimiz senin taleben oluruz." diye ilâve
ettiler. Hâlbuki, hocası ile arasındaki mesâfe değil bir günlük, bir
aylıktan daha uzak ve yüzlerce kilometre idi. Hâce Muhammed Hanîf
Hazretleri, hocasına olan bağlılığının çokluğundan ve Allah-u Teàlâ'nın kullarına şefkatinden, bunu kabûl eyledi ve; "Hocam
Muhammed Ma'sûm Hazretleri yemeği ekseriyetle yatsı namazından sonra
yer. Siz yemekleri hazırlayın, geleceğini ümid ederim."
dedi.
Oradakiler gülüp oynamaya,
alaylı bir şekilde yemekleri ve misâfir odasını hazırlamaya
başladılar. Vakit gelince Hanîf'e; "Yatsı vakti oldu. Artık yemek
yiyelim." dediler. Hâce Muhammed Hanîf Hazretleri de; "Yemeği
getirin, üstâdımın yemek yeme zamânı bu zamandır." buyurdu.
Oradakilerin bir kısmı yemeğin getirilmesi ile meşgûl oldular. Bir
de ne görsünler! Muhammed Ma'sûm Hazretleri altı oğlu ile birlikte
evin kapısından girip kendileri için ayrılmış olan minder üzerine
oturdu. Yüksek oğulları da babalarının etrâfında halka şeklinde
oturdular. Oradakiler bu hâli görünce, hayretler içinde kaldılar. Ne
yapacaklarını şaşırdılar. Özür ve af dilediler.
Muhammed Ma'sûm Hazretleri buyurdu ki: "Yalnız
Muhammed Hanîf'in hatırı için geldim. Onu çok
sevdiğim ve o da bana bağlı olduğu için onu kırmadım. Yoksa
maksadım, niyetim kerâmet göstermek değil. Sakın bundan sonra
evliyâdan kerâmet istemeyiniz. Büyük zarar ve ziyanlara düşersiniz."
Hep berâber yemeğe başladılar. Hem yediler, hem de konuştular.
Konuşulanlar, yenenlerden tatlıydı. Orada bulunanlar, Muhammed
Ma'sûm Hazretleri'nin sohbetini dinleyerek kalplerindeki zulmetten
kurtuldular. Onu sevenler arasına girip, saâdete erdiler. Her ne
kadar Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin orada biraz kalmasını istediler
ve bu bizim için en büyük saâdettir dedilerse de, Muhammed Ma'sûm
Hazretleri; "Hiç kimseye haber veremedim, bundan kimsenin haberi
yok, belki bize bağlı olanlarda bir merak ve üzüntü hâsıl olur."
buyurup, ayrıldılar.
Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî
anlatır: "Muhammed Ma'sûm Hazretleri bana icâzet verdikten sonra,
memleketime gidip, insanları irşâd etmemi emretti. Bunun üzerine;
"Efendim, irşâd makâmında bulunmak, masraf ister. Gelen giden çok
olur. Benim ise sarfedecek bir şeyim yoktur." dedim. Bu sözler
üzerine bana; "Ey Sofi! Bir parça kırmızı ve bir parça da siyah
kâğıt getir." buyurdu. Hemen gidip getirdim. Mübârek elleri ile o
kâğıtları, para şeklinde kesti. Sonra ıslatıp bana verdi. Bu
kâğıtlar o anda altın ve gümüş para oldu. Hayretler içerisinde
kaldım. Kendi kendime; "Bu tasarrufu bana ihsan etselerdi, ne iyi
olurdu" dedim. Kalbimden geçeni anlayıp, bana tekrar buyurdu ki:
"Peki bu tasarrufu Hak Teàlâ'nın izniyle sana verdim. Ama ihtiyâcın
olduğu zaman, kullanırsın. Kırmızı kâğıdı yuvarlak yapar, ıslatırsan
altın olur. Siyah kağıdı ıslatırsan gümüş olur."Sonra izin alarak,
memleketime gittim. Evimize her gün misâfir geliyordu. Buyurdukları
gibi yapıyordum. Kâğıtlar, altın veya gümüş para oluyordu. Hocamın
bu tasarrufu ile gereken her masrafı karşılayıp irşâd vazifesine
devâm ettim. Halk tarafından çok sevildim ve böylece onlara hizmet
ettim." Bu talebesinin ismi, altın yapan Kâbilli Sofi mânâsında;
"Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî" diye meşhûr olmuştur.
Hüdâperest Hân adında bir
vâli, vâliliği bırakıp, Muhammed Ma'sûm Hazretlerine talebe olmuştu.
Bir gün evine altı misâfir gelmişti. Onlara yedirecek ve ikrâm
edecek bir şeyi yoktu. Sohbet ve hatmi kaçırmamak için hocası
Muhammed Ma'sûm'un huzûruna gitti. Hocası Muhammed Ma'sûm Hazretleri
sıkıntısını kerâmetiyle anlayıp, sohbetten sonra, kendisine ve altı
misâfirine onar tâne olmak üzere yetmiş tâne, "Enbe" denilen yemiş
verdi. Ayrıca altı misâfiri için, "Eşrefî" denilen altı altın para
verdi ve; "Sen bizim oğlumuz yerindesin, burada bulunduğun müddetçe,
sana misâfir gelirse hiç çekinmeden bize haber ver."
buyurdu.
Muhammed Ma'sûm Hazretlerinin, Sofî Pâyende Kerbâs adında bir talebesi, huzûrunda
yetişip halîfelerinden oldu. Yanından ayrılıp memleketine giderken,
ona biraz kumaş vermişti. Verirken de; "Bu kumaşta bereket vardır."
buyurmuştu. Sofî Pâyende uzun zaman o kumaştan bir parça keserek
satıp ihtiyaçlarını temin etti. Kumaş hiç eksilmiyordu. Hayâtının
sonuna kadar böyle devâm etti. Vefâtından sonra da vasiyeti üzerine
o kumaş kendisine kefen yapıldı. Bunun için, kumaş yapan Sofî
mânâsında "Sofî Pâyende Kerbâs" ismi ile meşhûr olup
anıldı.
Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin talebelerinin meşhûrlarından ve halîfelerinden olan
Hâce Muhammed Sıddîk'a, Peşâver'de irşad, talebe yetiştirme vazifesi
verilmişti. Bu talebesi şöyle anlatmıştır: "Hocam Muhammed Ma'sûm
Hazretleri'ni çok özlemiştim. Mübârek yüzünü görüp, sohbetinde
bulunmak için Peşâver'den, Serhend'e gitmek üzere yola çıktım. Bir
katıra binip yola devâm ediyordum. Yolda katır birden bire ürküp
kaçmaya başladı. Sonra da beni düşürdü. Ayağım üzengiye takıldı, bir
türlü kurtaramadım. Katır, beni sürüklemeye başladı. Yanımda ve
çevremde beni bu hâlden kurtaracak hiçbir kimse de yoktu. Tam bir
çâresizlik içinde iken hocam Muhammed Ma'sûm Hazretlerini
hatırladım. Allah-u Teàlâ'nın izni ile hocamın imdâdıma yetişmesini
istedim. Daha böyle düşünür düşünmez hocam âniden gözüküverdi.
Katırı tutup durdurdu. Ben ayağımı üzengiden kurtarıp, yerden
kalkıncaya kadar bekledi. Ayağa kalkınca hocamın ayaklarına kapanıp,
bu yardımından dolayı memnûniyetimi ve muhabbetimi arzetmek istedim.
Fakat ben ayağa kalkar kalkmaz hocam gözden kayboldu, onu orada
göremedim."
Yine, talebelerinin
büyüklerinden Hâce Muhammed Sıddîk şöyle anlatmıştır: "Hocam
Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin sohbetine ve derslerine devâm ettiğim
sırada, memleketime gidip gelmek üzere izin almıştım. Yola çıkıp bir
müddet gittikten sonra, yolda derin bir su kenarında durdum.
Gömleğimi yıkamak istedim. Fakat bu sırada ayağım kaydı. Birden bire
suya düşüp batmaya başladım. Su beni boyluyordu. Yüzme de
bilmiyordum. Bir batıyor bir çıkıyordum. Ölmek üzereydim. Tam bu
sırada hocam Muhammed Ma'sûm Hazretleri gözüküp elimden tuttu ve
beni boğulmaktan kurtardı. Sonra da gözden
kayboldu."
Yine bu talebesi şöyle
anlatmıştır: "Bir gün kendimden geçip muhabbet ateşiyle yanarak
sahralara düşmüştüm. O kadar gitmişim ki sahraya dalıp şehirden çok
uzaklaşmışım. Sahrada öyle susamıştım ki, neredeyse susuzluktan
ölecektim. Ben bu hâlde çâresiz iken, hocam Muhammed Mâ'sûm Hazretleri
uzaktan gözüküverdi. Hemen şevk ile sevinerek hocamın
yanına koştum. Tam huzûruna varınca hocam gözden kayboldu. Fakat
hocamın bana gözüküp, sonra da gözden kaybolduğu yerde bir pınar
buldum ve suyundan içtim. Böylece şiddetli susuzluktan ve helak
olmaktan kurtuldum."
Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin sohbetinde bulunmakla şereflenen ve talebesi Hâce
Muhammed Sıddîk'ın talebesi olan bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir
defâsında hayvanıma odun yükleyip getirirken yük devrilip yıkıldı.
Yalnızdım ve tekrar yüklemek için yardım edecek kimsem yoktu.
Çâresiz kalakaldım. Tam bu sırada Muhammed Ma'sûm Hazretleri birden
bire karşıma çıkıverdi. Yıkılan yükü hayvanın üzerine koydu ve
gözden kayboldu."
Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin talebelerinin büyüklerinden olan Hâce Mûsâ şöyle
anlatmıştır: "Hocam Muhammed Ma'sûm Hazretleri bana, icâzet-i
mutlaka ve hilâfet verip; "Size itâat ederler, sözünüzü dinlerler."
buyurup, memleketime dönmemi söylediği zaman kendisine; "Bizim
memleketimizdeki halk, sert tabiatlıdır, böyle şeyleri bilmezler,
zâhirî bir kerâmet ve tasarruf görmezlerse bu yola girmezler. Hattâ
böyle olunca alay ederler. Oradaki insanlar, sert tabiatlı ve
sıkıntı vericidirler. Onlar hakkında öyle bir teveccüh buyurunuz ki,
itâat etsinler. Böyle olunca elbette oradakiler de sevenlerden ve
muhlislerden olurlar." diye bildirdim. Bunun üzerine hocam; "Senin
isminin anıldığı yerde, sana itâat ederler. Bir de, senin duân her
hastalığa şifâdır. Onunla hastaları iyi edersin. Oradaki bütün
insanlar sizi severler." dedi. Gerçekten hocamın buyurduğu gibi
oldu."
Sa'dullah Hân, Şâh Cihân'ın
yanındayken, Muhammed Ma' sûm Hazretleri'nin büyük bir mürşid-i kâmil
olduğunu inkâr ederek, dil uzatıp hâllerini yalanlamıştı. O anda
kulunç hastalığına tutuldu. Bu hastalığa birdenbire
yakalanıvermesinin, Muhammed Ma'sûm Hazretleri hakkında söylediği
kötü sözlerden olduğunun farkına vardı. Pişmân oldu ve
Muhammed Ma'sûm Hazretleri'ne beş yüz rupye (o zamânın parası) ve bâzı
hediyeler gönderdi. "Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin." diye
haber yolladı. Bir bardak içerisinde de su gönderip şifâ olması için
suya okumasını da istemişti. Fakat Muhammed Ma'sûm Hazretleri bunları aslâ kabûl etmedi. Oğulları o kimseyi kurtarmak için çok
yalvarınca, buyurdu ki: "Yalan söyleyenlerin nefesinde bereket ve
şifâ olmaz. Bize yalancı dedi." O Hânın adamlarına; "Çabuk gidiniz.
Onun rûhu, bu cevâbı bekliyor." buyurdu. Sa'dullah'ın adamları,
utanarak geri döndüler ve duyduklarını söylediler. Sa'dullah Hân bu
sözleri işitince o anda öldü.
Berekât-ı Ma'sûmî
kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Evrengzîb'in
oğlu, zamânın pâdişâhı Muhammed Muazzam Şâh'ın meclisindeydim.
Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin tasarruflarından bahsediliyordu.
Muhammed Muazzam Şâh dedi ki: "Sultan Evrengzîb, Keşmîr'e giderken,
irşâd diyârı olan Serhend'den geçiyordu. Urvet'ül-Vüskâ Muhammed
Ma'sûm Hazretleri'ni ziyâret ile şereflendi. O sene, pâdişâh
olmasının beşinci senesiydi. Ben de babamın yanındaydım. Muhammed
Ma'sûm Hazretleri; "Baban vefât ettikten sonra, pâdişâhlık sana
geçecektir." buyurdu. Kırk beş sene sonra bu müjdesi doğru çıktı.
Evrengzîb'in pâdişâhlık müddeti elli sene idi."
Muhammed Ma'sûm Hazretlerinin, vefât ettiği sene, Şa'bân ayının on beşinci gecesi,
yâni duâların kabûl olduğu, ecellerin takdir edildiği Berât
gecesinde, talebelerinden bâzı hâdiseleri sorup cevap aldı. Sonra
da; "Bir kutbun ismini yaşayanlar defterinden sildiler." buyurarak,
vefât edeceğine işâret etti. Yine vefâtına yakın bir zamanda bir
yerde durup; "Pek yakında kemâl sâhiplerinden birinin mezârı burası
olur." buyurdu. Vefât edince kabrinin orası olduğunu görenler bu
sözdeki işâreti anladılar. Yine o günlerde babası İmâm-ı Rabbânî
Hazretleri'nin kabrini ziyâret ettiği sırada ondan âhiretin hâllerini
sorduğunu ve babasının cevâbında; "Burada her şey rahmet iledir"
buyurduğunu bildirdi ve ertesi gün vefât etti.
Vefâtları 1668
(H.1079) senesi Ağustos ayının on yedinci günü öğle vakti idi.
Cenâzesini, Ahund Sücâdil yıkadı. Mübârek ağzını yıkamaya sıra
gelince, yıkayıcı; "Bu mübârek ağzı açmaya tâkat getiremiyorum."
dedi. Bunun üzerine Muhammed Ma'sûm Hazretleri kendisi, hayatta
olanlar gibi ağzını açtı, suyu ağzına aldı ve ağzını çalkaladı.
Orada bulunanlar bu hâli görünce şaşırdılar. Namazını en küçük
kardeşi, Şeyh Yahyâ kıldırdı. Mezârı, hayatta iken; "Burada kemâl
mertebelerine kavuşan bir fakîrin mezârı bulunur" buyurduğu yer
oldu. Bâbür sultânı ve talebesi olan Evrengzîb Âlemgir, kabri
üzerine yüksek kubbeli bir türbe yaptırdı. Türbesi, babası İmâm-ı
Rabbânî Hazretleri'nin türbesinin birkaç yüz metre kuzeyindedir.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin Mektûbât'ında, bu oğluna yazdığı
mektuplar vardır.
Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin kıymetli neslinden pek
çok veli yetişmiş ve
zamanlarının kutbu olmuşlardır. Bütün İslâm memleketlerine feyzleri
yayılıp nûrlandırmıştır. Ecdâdlarının vârisleri ve yeryüzünün
meşhûrları olmuşlardır. Hidâyet ve irşâdda yüksek derece
kazanmışlardır.
Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin üç ciltlik;
Mektûbât-ı Ma'sûmiyye adlı bir
eseri vardır. Bu üç cildde toplam altı yüz elli iki mektup vardır.
Son olarak 1976 (H.1396) senesinde Pakistan'ın Karaçi şehrinde
bastırılmıştır. Fârisî olan bu mektuplar arasından yüz kırk bir
adedi seçilerek; Müntehâbât-ı Ma'sûmiyye adı ile İhlâs
Holding A.Ş. tarafından bastırılmıştır. Muhammed Ma'sûm Fârûkî
Hazretleri Mektûbât-ı Ma'sûmiyye'sinin 1. cild 4. mektubunda
şöyle buyurmaktadır:
"Bu bir köşede unutulmuşu
hatırlıyarak, kardeşim Mevlânâ Muhammed Hanîf ile gönderdiğiniz
mektup geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Ortağı, benzeri olmayan
Cenâb-ı Hakk'a bağlılığınızı ve O'nun muhabbetinin ateşi ile
yandığınızı okuyunca, sevincimiz kat kat arttı. Bu âhir zaman fitne
ve zulmeti içinde, Allah-u Teàlâ, bir kulunun kalbine, kendi
sevgisini yerleştirir ve kendi hicrânı, ayrılığı ile onu yakarsa ne
büyük nîmettir! Bu nîmetin kıymetini bilip, şükrünü yapmak lâzımdır.
Durmayıp, bunun artmasına çalışarak, aşk-ı ilâhînin, en son
derecesine yükselmesini beklemelidir. Hakîkî matlûbdan başka hiçbir
şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle uğraşmamalıdır.
Muhabbet ateşi, nefs-i emmârenin azgınlığından, yükselmesinden
meydana gelen, izzet-i nefs perdesini tamâmen yakarak, ezelî ve
ebedî kemâlâtın nûrları, kalbi aydınlatmalıdır. "Nîmetlerime
şükrederseniz, onları arttırırım." (İbrâhim sûresi: 7)
buyrulmuştur.
Ey mes'ud ve bahtiyâr
kardeşim! Allah-u Teàlâ'nın sevdiği kullarının yolunda yürümek
arzusunda isen, bu yolun şartlarını ve edeblerini gözetmelisin! En
önce, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden sakınmak lâzımdır.
Çünkü Allah-u Teàlâ'nın sevgisine ulaştıran yolun esâsı bu ikisidir.
İşlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr
âlimlerin sözlerine ve kitaplarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi
olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekte
aşırı gitmeyip, orta derecede olmalısınız. Seher vakti (yâni
gecelerin sonunda) kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde
istigfâr etmeyi, ağlamayı, Allah-u Teàlâ'ya yalvarmayı ganîmet
bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayı aramalısınız. "İnsanın
dîni, arkadaşının dîni gibidir." hadîs-i şerîfini unutmayınız!
Şunu, iyi biliniz ki, âhireti, seâdet-i ebediyyeyi isteyenlerin,
dünyâ lezzetlerine düşkün olmaması lâzımdır.
Mübâh olan lezzetleri
bırakamazsanız, hiç olmazsa, haramlardan ve şüphelilerden kaçınınız.
Böylece âhirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altın ve gümüş
eşyânın ve çayırda otlayan hayvanların ve ticâret eşyâsının
zekâtını, topraktan, tarladan, ağaçtan alınan mahsüllerin öşrünü de
her hâlükârda vermek lâzımdır. Bunların verilecek miktarları, fıkıh
kitaplarında bildirilmiştir.
Zekâtı ve fıtraları, İslâmiyet'in
emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı
ziyâret etmeli, mektupla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını
gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir.
Malı, parayı, İslâmiyet'in izin vermediği yerlere harcetmemeli, izin
verilen yere de, isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal
zarardan kurtulur ve dünyâlıklar, âhiretlik hâlini alır. Belki de
bunlara dünyâ denmez.
İyi biliniz ki, namaz dînin
direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz
kılmayanın dîni yıkılır. Namazları, müstehap zamanlarda, şartlarına
ve edeblerine uygun kılmalıdır. Bunlar fıkıh kitablarında
bildirilmiştir. Namazları cemâatle kılmalı, birinci tekbîri imâm ile
birlikte almağa çalışmalıdır ve birinci safta yer bulmalıdır.
(Câmiye geç gelip, birinci safa geçmek için, safları yarmak, cemâate
eziyet vermek haramdır.) Bunlardan biri yapılmazsa mâtem tutmalıdır.
Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhirete
girer. Çünkü dünyâda Allah-u Teàlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur.
Eğer nasîb olursa o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Âhiret
ise, asla yakınlık yeridir. İşte namazda, âhirete girerek, burada
nasîb olan devletten hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firâk ateşi
ile yanan susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip
rahat bulur. Büyüklük ve mâbûdluk sahrâsında şaşırmış kalmış
olanlar, namaz gelininin çadır etekleri altında vuslatın (matlûba
kavuşmanın) kokusunu duyarak hayrân olurlar. Allah-u Teàlâ'nın sevgili
Peygamberi buyurdu ki: "Bir mümin namaz kılmağa başlayınca,
Cennet kapıları onun için açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan
perdeler kalkar. Cennet'te olan hûriler onu karşılar. Bu hâl, namaz
bitinceye kadar devâm eder."
Bu yolun büyüklerinden
birini buluncaya kadar; Kur'ân-ı Kerîm okuyarak, ibâdetleri yaparak,
kıymetli kitaplarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen duâları,
tesbihleri okuyarak vakitlerinizi mâmûr ediniz! Bu duâ, tesbîh ve
ibâdetlerden bir kısmını bu fakîr, toplamıştım. Mevlânâ
Muhammed Hanîf almıştı. Zamânınızın çoğunu; Lâ ilâhe
illallah
kelimesini söylemekle geçiriniz. Kalbi temizlemekte çok
tesirlidir. Her gün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve
abdestsiz söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmeyi saâdetin
sermâyesi biliniz! Bu yolda ilerleten en kuvvetli vâsıtanın, bu
muhabbet olduğunu biliniz
Allah-u Teàlâ size ve doğru
yolda gidenlerin hepsine selâmet ve rahatlıklar versin!" (Birinci
cild, on dördüncü mektup.)
Muhammed Ma'sûm Fârûkî Hazretleri buyurdu ki: "Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de,
Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip, sevâblarını
meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet
olur."
"İnsanlar arasına karışmak,
eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa zikr
olur."
"Belâların ve şiddetli
şeylerin kalkması için istigfâr, tövbe etmek çok
faydalıdır."
"Kulun ıslah olması,
kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesâdı da kalbin fesâdına
bağlıdır."
"Sâlih amellerin sevâbını
bütün müminlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür. Her birine
ayrı sevâb ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet edilip okunan ve
hediye edilen meyyitin sevâbı hiç eksilmez."
"İnsanın izzeti, îmân ve
mârifet iledir. Mal ve mevkî ile değildir."
"İnsan her neye kavuşursa,
başına ne gelirse bunların hepsi takdir-i ezeliyye
iledir."
"İnsandan bu fânî dünyâda
istenen, kulluk vazifesini yerine getirip, ibâdetleri
yapmasıdır."
"Allah-u Teàlâ insanı beyhûde
yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. İstediğini yapsın,
hevâ-yı nefse ve hoşuna giden şeye uysun! O, emirlere uymakla ve
yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu
yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine, arzu ve
hevesine uyanlar, âsi, inadcı olup, Allah-u Teàlâ'nın gazabına
uğrarlar ve çeşitli azablara müstehak olurlar."
"Vakitleri zikr ve tefekkür
ile mâmûr etmek lâzımdır. Vakti en mühim işler ile geçirmelidir.
Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku) üzere
olmalı ve ölüm ânını düşünüp, tefekkürü terk
etmemelidir."
"Allah-u Teàlâ'nın rızâsını
kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikr ve tefekkür
ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfâr ile
aydınlatmalı (geceleri çok tövbe etmeli) ve bu az vakitte (dünyâ
hayâtında) âhiret azığını hazırlamalıdır.
"Bid'atler yayılıp sünnetler
terkedildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin tahsîli ve neşri en
mühim işlerdendir. Ve Muhammed SAS'in sünnetini yaymak en
büyük maksattandır."
"Günahlardan hemen sonra
tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o
günah amel defterine yazılmaz."
"Tövbe kapısı açıktır. Allah-u Teàlâ
raûf ve rahîmdir. Kimse kusurdan hâli değildir. Ümidli
olmalıdır."
"Kur'ân-ı kerîm okumak, Allah-u Teàlâ
ile tekellüm (konuşmak) olur."
"Cennet'e girmek ancak
rahmet-i ilâhî iledir."
"Ömrün en kıymetli zamânı
gençlik zamânıdır. En kıymetli şey ise mârifetullahdır. Gençliğini
en kötü şey olan hevâ ve heves peşinde harcayıp, mârifetullahı,
ömrün en kötü zamânı olan ihtiyârlık zamânına bırakanlara yazıklar
olsun!"
"Kıymetli ömrünü bu fânî ve
denî, alçak olan dünyâ için sarf eden kâbiliyetli gençlere çok
yazık! Onlar gençliklerini dünyâ için harcamakla, aldatıcı bir
kahpeye âşık olmuşlar, kıymetli cevherleri saksı parçaları ile
değişmişlerdir!"
Müminin hesâbı kısa bir
zaman için olacaktır. Birinin hesâbı diğerinin hesâbını
geciktirmez."
"Dünyâ hayâtı çok kısadır.
Bu birkaç günlük kısa fırsat zamânında, kabri ve kıyâmeti unutmamak
(hazırlanmak) lâzımdır."
"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır.
Ebedî saâdete kavuşmak dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu
kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa
sebeb olacak işleri yapan ve âhiret azığını
hazırlayandır."
"Son nefes korkusu bir
nîmettir ki, Hakk'ın dostları bu derde tutulmuş, giriftâr
olmuşlardır."
"Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu
birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Allah-u Teàlâ'nın rızâsını
kazanmaya sarfetmek lâzımdır. Alçak dünyânın nîmetlerine dalmayıp,
âhireti istemek lâzımdır. Ebedî olan âhireti ve âhiret nîmetlerini
kazanmak için çalışmalıdır."
"Rızık mukadderdir. Ziyâde
ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veya ziyâde olması, Hak
Teàlâ'nın husûsî fazlı iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı
yoktur."
"Sadakanın sevâbını evvelâ
Resûlullah Efendimiz'in rûhuna, sonra da diğer meyyitin rûhuna hediye
etmelidir."
"Seher vakitlerinde ağlamayı
ve istigfâr etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş olarak
addetmelidir."
"Seher vaktinde uyanık
olmayı mümkün olduğu kadar elden bırakmamalı ve ağlayarak namaz
kılıp istigfâr etmeyi ganîmet bilmelidir."
"Attâr-ı Şiblî kırk sene
ağladı ve başını kaldırıp semâya bakmadı. Ağlamasının sebebi
sorulunca; "Kabrin korkusundan ve kıyâmet gününün heybetinden
ağlamaktayım" dedi. Semâya neden bakmıyorsun? diye sorulunca da;
"Meclislerde kahkaha atarak çok güldüm. Bu yüzden utanıp başımı
kaldırıp bakamıyorum." buyurdu."
"İslâmiyet'e uymadıkça,
hiçbir vakit mârifet-i ilâhî hâsıl olmaz."
BOL NÎMET VE
BEREKET
Muhammed Ma'sûm Hazretleri buyurdu ki:
"Peygamber Efendimiz'in mihrâbının yanında öğle namazını
kılıyordum. Bu mübârek yerlerden ayrılık düşüncesinin verdiği hüzün
ve elemin tesiriyle ağlamağa başladım. Bu üzüntü ve gam içerisinde
iken, kabr-i seâdetten, o temiz ve en güzel kokulu mezârdan etrâfa
nûr saçılmağa başladığını gördüm. Peygamber Efendimiz tam bir
heybetle o nûrlar arasından göründü. Mübârek kabrinden çıktı.
Yanımıza geldi. Kerem ve ihsânının çokluğundan, benzerini hiçbir
zaman göremediğim, sultanların tâcı ve hil'atı gibi, bir tac ve
hil'atı bana giydirdi. Bu tac çok süslü ve pek kıymetliydi. O anda
bana bildirdi ki: "Mübârek vücudlarına değen ve şimdi çıkarıp sana
verdikleri bu hil'at, diğerlerine benzemez." Görüyorum ki, Ravda-i
mutahharadan, gece gündüz devâm üzere, bütün mahlûkâta nîmetler ve
bereketler nehir gibi akıyor. Nitekim, onun hakkında Kur'ân-ı
kerîmde Allah-u Teàlâ meâlen; "Biz seni ancak, âlemlere rahmet
olarak gönderdik" buyuruyor.
İBRİĞİN
SIRRI
Muhammed Ma'sûm, bir gün
abdest alırken abdest aldığı ibriği kuvvetle duvara fırlattı.
Hizmetinde bulunan talebesi gitti ve başka bir ibrik
getirdi.Talebesi, önce verdiği ibriğin böyle atılıp kırılmasına
üzüldü. "Acabâ ne kusur ettim." deyip, Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin
yakınlarından birine gidip durumu anlattı. O da, talebesinin bu
üzüntülü ve korkulu hâlini Muhammed Ma'sûm Hazretleri'ne
bildirdi. Muhammed Ma'sûm Hazretleri buyurdu ki: "Ona söyleyiniz
korkmasın. O ibriği attığım sırada, bizi sevenlerden birisi sahrada,
kana susamış bir arslana rastladı. Arslan o anda onu orada
öldürecek, parça parça edecekti. O talebem ise tam bir âcizlik
içinde bizden yardım istedi. O anda elimde ve yanımda ibrikten başka
bir şey yoktu. Bunun için ibriği arslana fırlattım ve o zavallıyı
kurtardım."
Bu hâdiseyi yaşayan talebesi
başından geçenleri sonra şöyle anlattı: "Sahrâda âniden bir arslan
gördüm. O anda Hocam, İmâm-ı Muhammed Ma'sûm Hazretlerini hatırladım.
Hemen baş gözüm ile gördüm ki, İmâm-ı Ma'sûm Hazretleri geldi,
elindeki ibriği arslana fırlattı. Arslanda hareket edecek kuvvet
kalmadı.Sonra hocam gözümden kayboldu. Böylece beni o arslandan
kurtardı. Sonra, o ibriğin kırılmış parçalarını yerden topladım.
Hâlâ yanımda saklıyorum."
KISA
ÖMÜR
Muhammed Ma'sûm Hazretleri buyurdu ki: "İnsanın ömrü çok azdır. Sonsuz olan âhiret hayâtında,
insanın karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı
başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, dünyâdaki kısa hayâtında,
âhirette iyi ve rahat yaşamağa sebeb olan şeyleri yapar. Âhiret
yolcusuna lâzım olan şeyleri hazırlar."
"Bir kimse âhirete
yönelirse, Allah-u Teàlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhiret
ihtiyaçlarını giderir."
BOŞ HAYALLERDEN
VAZGEÇ
Bir genç, Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin
sohbetine gelirdi. Bu genç, bir kıza âşık olup, dalgın
ve dağınık bir hâldeydi. Muhammed Ma'sûm Hazretleri bir gün o gencin
hâlini anlayıp buyurdu ki: "Bu bozuk düşünceden ve lüzumsuz hayâlden
vazgeç! Himmet ve arzu yüzünü hakîkat bahçesine çevir! Mârifet
bostanından meyveler topla! Elbette bu diğerinden daha iyi
olacaktır." Bu hâl içerisinde ezilen ve sıkıntı içinde olan genç,
Hâfız-ı Şirâzî'nin bir beytini okuyarak bu hâlden kurtulması için
duâ ve himmet etmesini istedi. Muhammed Ma'sûm Hazretleri, gencin bu
sözü üzerine, o hâlden kurtulması için duâ ve himmet etti ve; "Seni
bu hâlden kurtardılar!" buyurdu. Genç bu sözü duyar duymaz, kendini
toplayıp aklı başına geldi. Mecazî olan aşk ve sevgisi, hakîkî aşka
döndü. Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin sâdık talebelerinden oldu.
Hattâ onun feyz ve bereketlerinden o kadar faydalandı ki, sâlih,
velî ve kâmil bir zât oldu.
EHL-İ SÜNNETİN
ŞEREFİ
Bir gün İran
kumandanlarından râfızî îtikâdlı biri, Hindistan'ın başşehrine
gitmek üzere yola çıkmıştı. Serhend şehrinden geçerken, alay
edercesine, hizmetçilerinden birini Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin
huzûruna gönderip, ziyâretine gelmek istediğini bildirdi. Muhammed
Ma'sûm Hazretleri; "Misâfir kâfir de olsa ona ikrâmda bulununuz."
sözü gereğince, misâfir için hazırlık yaptırdı. İkindiye kadar
beklediler. Gelmedi. Sonunda o kumandanın gittiği haberi geldi.
Maksadı, Ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden ve koruyucularından
olan Muhammed Ma'sûm ile alay etmek, onu küçük görüp hafife
almakmış. O sırada, Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin en yüksek
halîfelerinden olan Hâce Muhammed Hanîf-i Kâbilî misâfir geldi.
Hazır olan yemekleri onun için getirdiler. Hâce Muhammed Hanîf,
hediye olarak birkaç tâne bıçak getirmişti.Başka hediyeler de vardı.
Muhammed Ma'sûm Hazretleri bıçaklardan birini alıp; "Bir salatalık
getirin." buyurdu. Salatalık getirdiler. O bıçakla salatalığı kesti
ve buyurdu ki; "Salatalığı keserken, bizimle alay etmeye kalkışan o
râfizînin de başının kesildiğini gördüm." Hakîkaten buyurduğu gibi
oldu.
ON İKİ SENE
SONRA
Ekberâbâd şehrinde
tasavvufta yetişmiş bir âlim vardı. Hastalanıp ölmek üzere iken,
talebesi olan kız kardeşinin oğlunu istedi. Sonra; "Senin hâllerin
tamamlanmadı. Ben de ölüyorum. Şimdi senin, Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin
huzûruna gidip, sülûk eylemen, tasavvufta yetişmen ve
böylece kemâl mertebelerine kavuşman gerekiyor. Zannedersem, bu
büyük nîmete ancak, on iki sene sonra kavuşabileceksin." buyurdu. Bu
zât söylenilen müddet içinde, her ne kadar birçok yere gittiyse de,
irşâd diyârı olan Serhend'e yolu düşmedi. Ancak on iki sene sonra,
Serhend şehrine geldi. Muhammed Ma'sûm Hazretleri'nin ziyâreti ile
şereflendi. Muhammed Ma'sûm Hazretleri onu görünce; "Üstâdının sana
söylediği on iki sene bugün doldu." buyurdu. Gelen talebe hesâb etti
aynen buyurdukları gibiydi. Sonra buyurdular ki: "Bu mânâyı,
üstâdının büyüklüğünü göstermek için izhâr eyledim. Burada
bulunanlar da, onun kemâlini böylece öğrensinler diye
söyledim."
|