ÖMER ZİYÂÜDDÎN-İ DAĞISTÂNÎ KS Hülya YILMAZ (*) Ömer Ziyâüddîn Efendi, Dağıstan'da Çerkay'a bağlı Miatlı Köyü'nda 1266 hicrî, 1849 milâdî senesinde doğmuştur. Babası, zamanın ulemâsından müderris Abdullah Efendi, Avar Türklerindendir. Ömer Ziyâüddîn Efendi, uzunca boylu, beyaz yüzlü, ak sakallı, vakur ve son derece cömert idiler. Arapça, Farsça ve Rusça'dan başka, Türk lehçeleri uzmanı idiler. İlk tahsiline babasından ders görerek başlar. Gençlik yıllarına geldiğinde Ruslarla Şeyh Şamil arasında 1825'lerden beri devam eden mücadelelere iştirak eder. Şeyh Şamil'in oğlu Gazi Mehmed Paşa'nın maiyetinde Kafkas Cephesi'nde Ruslar'a karşı yıllarca at üstünde savaşır. O sıralar yirmi yaşlarındadır. Mücadele sona erince Dağıstan grubu Osmanlı Devleti'ne hicret eder. Böylece Ömer Ziyâüddîn Efendi de İstanbul'a yerleşir, burada Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî KS'ye intisab eder. Aynı yıl şeyhülislamlığa takdim ettiği "Tecvîd-i Umûmî" isimli eseriyle, taşra ruûsuna nail olur. Ömer Ziyâüddîn Efendi'nin asıl adı Ömer'dir. Gümüşhânevî Hazretleri kendisini, "Sana Ziyâüddîn adını veriyorum, isminle muammer ol!" diyerek taltif etmiştir. Yine şeyhinin kendisine "Hâfız Ömer!" diye hitab etmesi üzerine, gece-gündüz demeden kendi kendine çalışarak altı ayda hıfzını tamamlamıştır. Kur'ân'ı hıfzettiği gibi, ikiyüzbin hadisi de râvî zinciriyle beraber ezberlemiştir. Daha çocukken, hadis hıfzının isbatı için kendini hâfızlar cemiyetine mümeyyiz seçtirmiştir. Bunlara devam ederken bir ara, "Ben başka tarikata geçsem..." diye düşünür. Galata Mevlevîhânesi'ne gider. Ayinleri seyrederken bir ara kendinden geçer. Birisi cübbesinin ensesinden tutar, kubbeye doğru çıkartır, oradan aşağı bırakır. O arada Ömer Ziyâüddîn Efendi Allah diye haykırır. Ter içindedir. Tekkeye gelip şeyhinin elini öpmek ister, şeyhi Gümüşhânevî Hazretleri ise gülerek: "--O kadar yüksekten düşersen tabi bağırırsın!" der. Kendisini kaldıranın kim olduğunu anlayan Ömer Ziyâüddîn Efendi KS şeyhinin ellerine kapanmış, dört elle tekkeye sarılmıştır. Gerek çalışması, gerekse hafızasının kuvvetiyle kısa zamanda terakki ederek icâzet almıştır. Tahsilini tamamlayıp icâzet aldıktan sonra Aralık 1878'de Edirne ikinci Ordu Alay Müftülüğü'ne tayin edilir. Eylül 1892 tarihine kadar ondört sene bu vazifeyi îfâ eder. Haziran 1893 - Mayıs 1901 seneleri arasında Malkara kadılığı vazifesinde bulunur. 1903'de Kudüs mevleviyetine, ertesi yıl Malkara kadılığına tayin olunur. "Şeriatte, icrâ-ı adâlet eden kişi devletten para almaz." diyerek kadılık maaşını cebine koymadan talebelerine dağıtırlarmış. Ömer Ziyâeddin Efendi KS Malkara'da iken son eşi Hafize Hanım'la evlenmiş ve kendisinden sekiz çocuğu olmuştur. Soyu hayatta olan beş çocuğu ile devam etmektedir. İlk üç hanımından doğan çocukları yaşamamıştır. Malkara'da bulunduğu süre içinde her sene hatimle teravih namazı kıldırmıştır. Altı saatte tam bir hatimle teravihi bitirirler ve eve geldiklerinde sahur olurmuş. Ömrünün son demlerinde bile Kur'ân-ı Kerîm'i baştan sona Fatiha gibi okuyabildikleri bildirilmektedir. Malkara kadılığı vazifesinde iki yıl kaldıktan sonra, 1906 senesinde İstanbul'a yerleşir. 1908'de saltanat ve hilafeti savunan "Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki's-Selâtîn" adlı eserini neşreder. 1909 senesinde 31 Mart Vak'asına karıştığı, İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti ve Derviş Vahdetî ile ilgisi olduğu iddiasıyla Dîvân-ı Harb-ı Örfî tarafından müebbet kalenbetliğe mahkum edilir. Cezası bir süre sonra sürgüne çevrilerek Medine'ye gönderilir ve orada yedi ay kalır. Bu arada Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa rüyasında Peygamber SAS Efendimiz'i görür. Kendisine "Medîne-i Münevvere'de bulunan Hâfız Ömer'i himayene al, getir!" diye ismiyle belirterek söyler. Üç gece üstüste aynı rüyayı görür. Nihayet maiyetiyle yola çıkar. Medîne-i Münevvere'ye vasıl olur. Ömer Ziyâüddîn Efendi'yi yanına alır. Mısır'a gelirler. Abbas Hilmi Paşa kendisine "Peygamber'in emaneti" der, büyük hürmet gösterir. Ömer Ziyâüddîn Efendi KS, böylece Müntezeh sarayına yerleşir. Abbas Hilmi Paşa'nın saray hocalığını ve imamlığını yapar. Burada yaklaşık on yıl kalırlar. Bu sırada Birinci Dünya Savaşı devam etmektedir. Bir ara Mısır'da İngilizler tarafından hapse atılır. 14 Nisan 1912'de çıkan umûmî af üzerine, şeyhülislamlığa müracaat ederek devrin şeyhülislamından vazife taleb etmiştir. Hilâfeti savunan kırk hadîs-i şerifin yer aldığı "Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki's-Salâtîn" isimli eseri yüzünden bu isteği geri çevrilmiştir. Uzun süren mücadeleleri sonunda nihayet hakkı teslim edilerek, önce 5 Ağustos 1919'da Dârü'l-Hilâfeti'l-Aliyye Medresesi hilâfiyat (tartışma ve münakaşa yoluyla, karşı fikri çürütme) sonra da yine aynı medresenin Hadis dersi müderrisliğine tayin edilmiştir. (27 Ekim 1920). Ömer Ziyâüddîn Efendi Hazretleri, 1919 senesinde Gümüşhâneli Dergâhı şeyhlerinden İsmail Necati Efendi KS'nin vefatı üzerine Gümüşhânevî'nin üçüncü halifesi olarak postnişin olmuş, irşad görevini üstlenmiştir. Bu arada Râmûzül-Ehàdîs adlı hadis kitabını da okutmaya devam etmiştir. Sultan Vahidüddin'in bizzat gelip yaptıkları şeyhülislamlık teklifini "işgal altında bulunan bir memlekette fetvâ makâmı işgal edilmezî diyerek kabul etmemişlerdir. Şeyh Hazretleri, 30 Kasım 1920 senesinde 18 Rebiülevvel Perşembe günü yetmişüç yaşlarında iken Gümüşhâneli Dergâhı'nda vefat etmişlerdir. Kabirleri Süleymaniye Camii Hazîresi'ndedir.
Ömer Ziyâüddîn Efendi KS'nin Türkçe, Arapça ve Dağıstan dillerinde pek çok eseri bulunmaktadır. Lezgi dili ile yazılmış (Çerkezce) Mevlîd-i Şerîf'i bin beyitliktir. Dağıstan yöresinde Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i gibi meşhur olmuştur. Şâirlik tarafı baskın olan Ömer Ziyâüddîn Efendi'nin Şeyh Şamil'in kabilesinin dili ile yazılmış Kısâs-ı Enbiya adlı manzum eseri, Dağıstın'da, Mevlid, Mi'rac ve Mu'cizat isimli eserleri de Edirne'de basılmıştır. "Fetevâ-yı Ömeriyye bi-Tarikatil-Aliyye" adlı eseri Seha Neşriyat tarafından neşredilmiştir. Diğer eserleri şunlardır: 01. Sünen-i Akvâli'n-Nebeviyye mine'l-Ehâdîsi'l-Buhâriyye Hadis, Siyer, Fıkıh, Tecvid ve Kıraat gibi ilimlerde eser vermiş, fıkhî ve tasavvufî eserleri ile tanınan Ömer Ziyâüddîn Dağıstani KS, son devrin ilim ile tarikatı, tasavvuf ile fıkhı bir arada yürüten muhaddis ve mutasavvıflarından, aynı zamanda hadis hâfızlarından biridir. Şöhret ve nüfûzunun, geniş bölgelerde yayılmasından dolayı eserleri çeşitli yörelerde neşredilmiş, dağıtımı yapılmıştır. İstanbul, Dağıstan, Mısır, Trabzon ve Edirne'nin çeşitli matbaalarında basılıp dağıtılan eserleri, Mısır'dan Dağıstan'a, Edirne'den Trabzon'a kadar, geniş bir kesime feyz kaynağı olmuştur. Prof. Dr. İrfan Gündüz ve Prof. Dr. Yakup Çiçek tarafında Türkçeye tercüme edilen Fetevâ-yı Ömeriyye adlı eserde Ömer Ziyâüddîn Dağıstanî Hazretleri tarikat, tarikat âdâbı ve tarikatta gelenek haline gelen bazı hususların dinde yeri olup olmadığı gibi bugün bile halen güncelliğini muhafaza eden meselelere açıklık getirmiştir. Bu tür sorular ve cevaben verilen fetvaların bazılarını sunuyoruz: Soru: Tarikat nedir? Tarikat ile şeri'at arasında bir ayrılık var mıdır? Şeriatsız tarikat düşünülebilir mi? Cevap: Ehl-i sünnet ve'l-cemaat akidesine göre, İslam Fıkhının dört asıl kaynağına --kitap, sünnet, icmâ-ı ümmet, kıyâs-ı fukaha-- sımsıkı sarıldıktan, farz, vacip ve sünnetleri eksiksiz îfâ ve icrâdan sonra, kötü ahlâk ve alışkanlıklardan kaçınıp, güzel ahlaklarla donanmaya, zikrullah, fikrullah, nafile ibadet ve tâ'at ile meşgul olmaktan ibaret olan tarikat ile, tarikatın aslı durumunda bulunan şerî'at arasında bir ayrılık ve aykırılık yoktur. Şeri'atsız tarikat küfrün ve inkarın ta kendisidir. Soru: Nakşıbendiyye Tarîkatı'nda "Râbıta-i Şerîfe" adıyla meşhur olan uygulamaya, tarikattan nasibi olmayan, mutaassıb bazı âlimlerin, fıkıhda bilgisiz olan bazı taklidçi ilim adamlarının karşı çıkmalarının sebebi nedir? Cevap: Râbıta, Allah'a O'nun yüce Rasûlüne ve Cenâb-ı Hakk'ın velî kullarına duyulan bir sevgiden ibarettir. Râbıta ile sevgi arasındaki alaka "zikr-i lazım ile irâde-i melzumî (birinin bulunması halinde diğerinin de zarurî olarak bulunması) kabilindendir. Nasıl sevgi; sevgilinin hayalini, güzelliğini, şahsını, sıfatlarını, hal ve hareketlerini, yüz hatlarını düşünerek kalbi sevgiliye bağlamaktan ibaret ise râbıta da öyledir. O da: Sevginin fazlalığından kaynaklanan kalbî bir alakadan ibarettir. Bu, şahsına, hal ve durumuna göre her mü'minin kalbinde az veya çok bulunur. Zira, her mü'minin kalbinde az ya da çok Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Dört büyük halifesine yönelik bir sevgi ve bir alâka vardır. Râbıta, lügatta, artırmak, kuvvetlendirmek, güçlendirmek ve bağlamak ma'nalarına gelir... Kendisini sevdiğine, şeyhine, Hz. Peygamber'e veya Cenâb-ı Hakk'a gerçek ma'nada bağlayan, onlarla kalbî ve ma'nevî bir irtibat kuran salikin, rabıtası gerçekleştiği zaman, râbıta edenle edilen arasında bir sevgi ve dostluk meydana gelir. Onu düşünmek müride zevk vermeğe başlar. Böyle bir sâlikin, irtibat te'min ettiklerinden yardım dilemesi, onların tavır ve davranışlarından kendi problemlerine çareler bulması, feyz ve bereket dolu hayatlarından istifade ve istifâza etmesi mümkündür. Cenâb-ı Hakk'a vuslat konusunda, onlardan şefaat, himmet ve yardım dileyerek, delalet temenni eder. Onların gıyabında da sanki onların huzurundaymış gibi edebli ve terbiyeli hareket etmeye bakarak feyz kazanmağa calışır Böylelikle ma'siyet ve kötülüklerden uzaklaşmaya gayret eder. Bize göre gerçek râbıta budur. Allah'ı, Rasûlünü ve Allah'ın velî kullarını seven mü'minlerin --kadın olsun erkek olsun-- kalblerinden onlara yönelik bir sevgi râbıtası vardır. Muhabbet, sevgi ve kâbiliyetlerine göre böyle bir alâkanın bulunması tabii ve zarûrîdir. Hz. Peygamber'in ve ashabının hayatında bunu görmek mümkündür. Her bir mü'minin kendi kalbiyle, Hz. Peygamber'in kalbi arasında telgraf hattı gibi uzun, nûrânî bir hattın varlığını düşünmesi ve bu hat vasıtasıyla, her an ve her durumda O'ndan feyz almaya çalışması gerekir. Namazlarda farz olan tahiyyata oturulduğunda, Hz. Peygamber'in şahsını tahayyül etmek de bir nevi böyle bir râbıtadır. Nitekim İmam Gazzâlî İhyâu Ulûmi'd-Dîn'inde bu konuya işaret ederek şöyle demektedir: "Tahıyyât'ta kalbine Hz. Peygamber'i ve onun mübarek şahsını getir, sonra, (Esselâmü aleyke eyyühen-nebiyyü ve rahmetullàhi ve berekâtühû) de. Bu düşüncenin doğru olması için, selâmının sanki Hz. Peygamber'e ulaştığını ve onun da selâmına: (Ve aleykümüs-selâm, ve rahmetullahi ve berekâtühû) diyerek karşılık verdiğini tahayyül et!" Sevgi ve muhabbetten kaynaklanan kalbî râbıta, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tabiîn Hazretleri'nde zorlanmaksızın kendiliğinden meydana geliyor, ayrıca onlara uyarıcı bir ikazda bulunulmuyordu. Araya uzun zamanın girmesi, kalblerin lekelenmesi ve sevginin azalması sebebiyle Meşâyih, râbıta konusunda müridlerini ikaz etme, nasıl yapılacağını açıklama mecburiyeti duydular. Halifeler, mürşidler sâliklerine kalblerini toparlama, lüzumsuz meşgalelerden sıyırarak ma'nevî değerlerle meşgul olmalarını sağlamak, mürşidleriyle istifâde ve istifâzayı te'min için aralarındaki dostluğu geliştirmek maksadıyla râbıta konusunda çalışmalarını istediler. Sevginin sürekliğini ifade eden bu alâkaya da râbıta adını verdiler. Çünkü aşk ve muhabbet sevenin kalbini sevgiliye bağlar. Böylece ikisinin arasında rûhânî bir irtibat meydana gelir. Soru: Bî'at etmek ve söz vermek erkekler için olduğu gibi kadınlar için de meşru ve sünnet midir? Cevap: Meşru ve oldukça da iyi karşılanan bir durumdur. Zira kadınlar, ilâhî emir ve yasaklar karşısında mükellefiyet bakımından erkeklerle aynı durumdadır. Mekke-i Mükerreme'nin fethi günü: "Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina yapmamaları, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri (başkasının doğurduğu veya başka erkekten gayr-ı meşru kazandığı bir çocuğu kocalarına aitmiş gibi göstermemeleri), iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana bî'at ederlerse, onların bî'atlarını al ve onlar için Allah'dan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve pek esirgeyendir." ma'nasına gelen âyet-i celile nâzil olmuştur. (El-Mümtahıne: 2) İctimâî hayatın idâmesi bakımından birbirlerinin tamamlayıcısı olan kadınlarla erkekler, Allah'ın erkeklere has kıldığı ictimâî ve idarî mevkiler, cihad, miras ve benzeri hususlar dışında şer'î emir ve yasaklar karşısında müşterek bulunmaktadır. İlâhî emirlere sımsıkı sarılan ve yasaklarından şiddetle sakınan kimsenin erkek olsun kadın olsun cennet ehlinden olacağı Cenâb-ı Hakk'ın va'd-i ilâhîsi olduğu gibi, bunlara karşı gelip mükellefiyetlerden yüz çeviren kimsenin de erkek olsun, kadın olsun cehenneme gireceği aynı şekilde ilâhî bir tehdiddir. KAYNAKLAR (*) Dünden Bugüne Gümüşhànevî Mektebi isimli eserden alınmıştır. |