MEHMED ZÂHİD KOTKU (RH. A) VE TASAVVUF
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN Rh.A
Bismillâhir rahmânir rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultànih... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaîn...
Konumuz, "Es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Zâhid Kotku el-Bürûsevî ve İslâm'da Tasavvuf" diye tesbit edilmiş. Bu şunu gösteriyor: Gerçek bir sòfî olarak yaşamış, bizler tarafından görülmüş bir kimse olarak, --etrafında bulunduk, hayatını müşahade etme imkânını bulduk-- bir nümûne insan anlatılmış oluyor. Böylece tasavvuf sadece nazarî bir bilgi olmaktan çıkmış oluyor. Pratik uygulaması olan, elle tutulur, somut bir örnekle anlatılmış oluyor.
Örnekle anlatım, pedagojik bakımdan uygundur, güzeldir, anlaşılması da daha kolaydır. O bakımdan uygun olmuş.
Konferansı tertib eden kardeşlerime teşekkür ediyorum. Uzaktan yatkından bu konferansa gelen kardeşlerime teşekkür ediyorum.
Mehmed Zâhid Kotku Hocamız, Türkiye'de ve Almanya'da gerçekten çok geniş bir şekilde tanınmış bir insandır. Hakkında konferans verilebilecek bir kimsedir. Türkiye'nin dinî hayatında ve siyasî hayatında çok büyük etkileri olan bir kimsedir. Çok enterasan bir şahsiyeti vardır.
Kendisi birinci planda Nakşî Tarikatı'nın Hâlid-i Bağdâdî ile Hindistan'dan Ortadoğu'ya gelmiş Hâlidiyye kolunun İstanbul'da devam eden Gümüşhânevî şûbesinden... Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'nin halifelerinden, Trablusşam müftüsü olan Ahmed ibn-i Süleyman el-Arvâdî Hazretleri, tek bir şahıs için, Gümüşhânevî Ahmed Ziyâeddin Efendimiz için İstanbul'a gelmiş, kendisini bulmuş ve "Sırf seni irşad etmek için buraya vazifeli olarak gelmiş bulunuyorum!" diye onu halvete alıp, tasavvufun âdâbını, erkânını, ahlâkını, esrârını öğretmiş.
Böylece Hindistan'dan bizzat Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'nin gidip, Nakşî Tarikatı'nı kaynağından, Müceddidiye şûbesinden, yâni Ahmed el-Fârûkî es-Serhindî'nin mensub olduğu Müceddiye şûbesinden çok mükemmel bir tarzda, hocası Abdullah-i Dehlevî Hazretleri'nin tam rızasını alarak Bağdad'a getirdikten ve yerleştirdikten sonra ve bütün Ortadoğu'ya yaydıktan sonra, böylece Gümüşhâneli Hazretleri'yle İstanbul'a geçmiş oluyor Nakşî Tarikatı...
Bendeniz dört sene önce Güneydoğu Anadolu'da gezdim. Urfa, Mardin, Diyarbakır, Batman, Bitlis, Siirt, Tatvan gibi yerleri gezdim. Çok net olarak hatırıma geldi ve söyledim, hâlâ çok kesin olarak, net olarak aynı kanaatteyim: Güneydoğu Anadolu'nun ismi bence Nakşibendistan olsa, Nakşibendiler diyarı olsa revâ... Çünkü, her tepede bana bir Nakşî şeyhinin türbesini gösterdiler. Her yerde Nakşî-Hâlidî şubesinin mensublarını gördüm.
Allah makàmını âlâ eylesin, Hâlid-i Bağdâdî Efendimiz bizzat kendisi Urfa'ya da gelmiş. Hattâ torunu Urfa Ulu Camisi'nin kabristanında, hazîresinde medfundur. Torunu orda vefat etmiş. O diyarları bizzat gezmiş. Halifeleri vasıtasıyla tarikatı oralara yaymış ve mükemmel bir şekilde yerleştirdikten sonra, İstanbul'a böylece aşılanmış oluyor Nakşî Tarikatı...
Nakşî Tarikatı'na Anadolu 15. Yüzyıl'dan, Molla İlâhî'den beri bilir. Fakat bu yeni bir şevk getirmiştir.
Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendi Hazretleri, 1311 hicrî [1893 milâdî] yılında vefat eden bir büyük muhaddistir. Terceme-i hal kitaplarına, biyografi kitaplarına büyük bir fakih ve muhaddis olarak geçmiştir. Ulûm-u şer'iyyede çok sağlam bilgilere sahip bir kimse... Tabii, tarikatın, tasavvufun şeriata tam, sağlam bir şekilde bağlı insanlar tarafından öğrenilmesi ve öğretilmesi son derece önemli bir olaydır.
İşte o koldan Gümüşhânevî Hazretleri çalışmasına devam etmiştir ve 114 kadar halife yetiştirmiştir kendisi... Üç sene de Mısır'da kalmıştır. Halifelerini Anadolu'nun her yerine, Kafkasya'ya, Mısır'a ve Ortadoğu'ya yaymıştır. Böylece onun çalışmalarıyla, Nakşî Tarikatı son derece büyük bir gelişme göstermiştir. Harblerde Devlet-i Aliyye'nin korunmasında, bu sòfî alimlerin cihada da iştirakleriyle çok büyük hizmetler meydana gelmiştir.
Ahmed Ziyâeddin Efendi Hazretleri'nden sonra Gümüşhânevî kolu devam etmiştir. Hocamız onlardan Ömer Ziyâeddin ed-Dağistânî Hazretleri'nden, İstanbul'da asker iken tarikata girip el almıştır. Sanıyorum Ömer Ziyâeddin Hazretleri'ni de bu konularla ilgilenen herkes tanıyabilir. Çünkü, kendisi hem Kur'an-ı Kerim hafızı, hem de Buhârî-yi Şerif hafızı idi. Buhârî-yi Şerif'i ezbere bilen müstesnâ insanlardandır. Altı saatte Kur'an-ı Kerim'i başından sonuna hatmettiği rivayet edilir.
Çok kıymetli eserler bırakmıştır. Buhârî'nin hulâsasını, Zübdetül Buhârî isimli eseri bırakmıştır. Bir de kıymetli evlât bırakmıştır --tabii, başka evlatları da vardır-- Profesör Yusuf Ziyâ Binatlı... Onu da Bursa İlâhiyat Fakültesi'nde dekanlık yaptığı için tanırsınız.
İşte Hocamız'ın asıl şeyhi Ömer Ziyâeddin Dağistânî Hazretleri'dir. Hocamız da zâten Dağistan'dan gelme bir seyyid ailesindendir. Dağistan'ın Nuhâ, bugünkü Şeki isimli şehrindendir. Bugün Azerbaycan'da bulunuyor bu şehir... Ama Dağistan'ın muhteşem dağlarının yamacında, Bursa gibi yeşillik, ipekçilik yapılan bir şehir imiş. Ben kendim gidip göremedim Şeki'yi... Dedesi oradan gelmiştir ve Bursa'ya yerleşmişlerdir. Onun için, Hocamız da Muhammed Zâhid-i Bursevî diye tanınıyor.
Hocamız'ın hayatıyla ilgili kendisinin eserlerinin önünde, biyografik mâlumat vardır. Ben onları kısa geçmek istiyorum. Hocamız'ın vefatı sene-i devriyelerinde de, biz çeşitli konuşmaları tesbit edip kitap halinde neşrettik. Bunların iki tanesi neşredilmiştir. Birisi, "Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf" isimli kitaptır. Birisi de geçen sene Eskişehir'de yapılan bir sempozyumun basılmış şeklidir [Mehmed Zâhid Kotku KS ve Tasavvuf].
Hocamız 1315 hicrî kamerî yılında (yâni 1897 yılında) doğmuştur. Bursa'da tahsilini tamamlamış, rüşdiyeye gitmiş. Bir ara teknik bir eğitim görecekken, harpler çıkması dolayısıyla muhtelif yerlerde askerlik yapmıştır. Kudüs'te, Çanakkale'de bulunmuştur. Ağabeyi de aynı şekilde asker imiş. Ağabeyini çok severdi; ben hatırlıyorum, ondan bahsederken çok duygulanırdı.
Hocamız tarikatteki eğitimini, tasavvufî eğitimini Abdül'aziz Efendi ve Hasib Efendi ile beraber Tekirdağlı Mustafa Feyzî Efendi Hazretleri'nde tamamlamış ve icazeti ondan almıştır.
Abdül'aziz Hocaefendi Râmûzül Ehâdîs'in mütercimidir, ordan tanıyabilirsiniz. Müridânı tarafından hakkında bir de kitap yazılmıştır. Hasib Efendi ondan önce, Abdül'aziz Efendi onun arkasından postnişin olmuştur. Onların arkasından da Hocamız 1952 Yılı Aralığında makàma geçmiştir, postnişin olmuştur.
İlkönce bulvar üzerinde bir camide vazife gördü. Bendeniz de o zaman bir ortaokul talebesi olarak konuşmalarını dinlemeğe giderdim. O cami Ümmügülsüm Camii idi. Sonradan 1958 tarihinde İskenderpaşa Camii'ne vazifesi nakloldu. Çünkü, bulvarın genişlemesi dolayısıyla Ümmügülsüm Camii yıkılacak gibi sözler, rivayetler vardı. Nakloldu, fakat o cami de yıkılmadı. O cami öyle kaldı, fakat Hocamız'ın dervişânı ve tekkesi İskenderpaşa Tekkesi olarak tanındı. O şekilde şöhret buldu.
Hocamızın yetiştirdiği, halvet çıkartıp icâzet verdiği pek çok halifesi vardır. Bunları bir deftere işlemiştir kendisi... O defterler bendenizde mevcut bulunuyor.
Bizim geleneksel Nakşî an'anesine uygun olarak, müslümanların her şeyiyle ilgilenmiştir. Meselâ, Türkiye'nin en büyük motor fabrikası olan Gümüş Motor Fabrikası'nı kuran, kurduran odur. Konuşmalarında bendeniz de bulundum. Nasıl kurulsun, nereden kurulsun tarzındaki müzakereler hep onun huzurunda olmuştur. Yâni bir şeyh efendi için, Türkiye için son derece gerekli böyle bir fabrikayı kurdurmak, önemli bir olaydır. Enteresan yönlerinden birisidir.
Sonra, politika konusunda da çalışmaları olmuştur, irşadı olmuştur. Herhangi bir şahsa doğrudan doğruya bend olmadan bütün politikacılarla ilgilenmiştir. Aşağı yukarı hepsinin kendisini ziyaret ettiğini biliyoruz. İsim söylemek istemiyorum, muhtelif partilerden, meşreblerden pek çok kimseler var... Tabii, onların hepsine hakkı söylemek istemiştir. İstanbul'da pek çok meşrebden insanı etrafında toplamıştır.
Enterasan olan şey şudur: Meselâ, Hocamız'ın yanından hiç ayrılmayan, Hocamız'ı her zaman evine davet eden, evinde günlerce misafir etmekten zevk duyan bazı insanlar vardı. Ben onları bizim ihvandan sanıyordum. Halbuki beşka bir şeyhin mensublarıymış. Sonradan hasta olduğunda, ziyaretine gidince sorup öğrendiğimde hayret etmişimdir. Ama Hocamız'ın böyle bir özelliği vardı. Yâni, her meşrebden, her cinsten insanı kendisine bağlayan bir güzel, geniş dairesi vardı. Herkesi kucaklayan bir sevgi anlayışı vardı. Herhangi bir ayırımcı durumu yoktu.
Kendisi çok yakışıklı, çok güzel bir hocaefendi idi. Bunu ben söylemiyorum, benim Ankara'daki evsahibim söylemiştir. Hocamız bizi Ankara'da ziyarete geldi. Ben Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde asistandım. Evsahibi de Çubuklu bir hacıamca... Ümmi, yâni tahsilli bir insan değil... Hanımı da Anadolu hanımı... Bahçede beni gördü, "Kim o sizin eve gelen güzel adam?" diye sordu. Yâni Hocamız'ın sıradan bir kimse üzerindeki ilk etkisi bu idi.
Yakışıklı, çok güzel, çok sevimli, çok sempatik bir insandı. Ayrıca Anadolu'da muhtelif yerlere seyahatlerimiz olurdu. O seyahatlerimizde de, gören dururdu, yanıma gelirdi benim, "Bu zât-ı muhterem kim?" diye sorardı. Yâni böyle herkesi kendisine cezb eden, ilgi çeken, çok hoş, güzel bir hali vardı.
Uzunca boylu, şişmanca bir kimse idi. Şişmanlığını kendisi şöyle anlatırdı: "Ben öksüz büyüdüğüm için yemek filân olmazdı evde, kümese girerdim, bir kaç tane yumurtayı kırıp içerdim. Onlar beni böyle şişmanlattı." diye söylerdi. Yoksa, dervişliğinin başında son derece zayıf bir kimse imiş.
Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi'nin o profesör olan oğlu anlatıyor: "Tekkenin aşçısı, bu Bursalı Mehmed'e çok acırdı. Dal gibi böyle zayıf olduğundan çok acırdı. Pilav tepsisinin bir köşesine etleri saklardı. Tepsiyi getirip o zayıf, nahif Bursalı Mehmed'in önüne o et kısmı gelecek şekilde koyardı." diyor. Fakat Hocamız bir iki kaşıkta meseleyi anlayınca, çevirirmiş, başkalarına ikram edermiş. Aşçı da ona kızarmış uzaktan, "Kime niyet, kime kısmet... Verdiğim şeyler yine başkası tarafından yeniliyor." diye...
Zayıfmış ilk başta... Hattâ halvetten çıktığı zaman, o sarı benziyle ölecek diye tahmin etmişler.
Çok sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Hafızası müthiş kuvvetli idi. Kendisi hafızdı zaten... Hafızasının kuvvetine ben hayret ederdim. Meselâ bizim Ankara'ya geldiği zamanki hatıralardan... Cuma namazına gittik, Etlik'te bir camide cuma namazı kıldık. Akşamleyin Tandoğan Meydanı'nda, bir arkadaşın evinde yatsıdan sonra oturduk. Hocamız sordu:
"--Cuma hutbesinde hoca ne söyledi?"
Hepimiz Hocamız'la beraber cuma namazı kılmağa gitmiştik o camiye... Hiçbirimiz hatırlayamadık. Hoca bir şeyler söylemişti cumada ama, hatırımızda kalmamış. O bir cümle söyledi, ötekisi yarım cümle söyledi. Yâni, cuma hutbesini anlatamadık orda... Hocamız bir başladı, başından sonuna kadar teyp gibi, gayet güzel anlattı.
Hutbeleri son derece celâlli olurdu, ben hayret ederdim: "Bu kadar halim selim, bu kadar sevimli, bu kadar sempatik, bu kadar tatlı bir insan minberde niye böyle aslan gibi, kaplan gibi kükrüyor, niye bu kadar sert oluyor?" diye... Sonradan öğrendim, hadis-i şerifleri okuyunca: Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri de minberde öyle celâlli imiş.
Çok nefis hutbeleri olurdu ve kâğıt kullanmazdı. Ayetleri ve hadisleri, vaaz vereceği şeyleri kendisi ezberinde tutup söylerdi. Kâğıt kullanarak, okuyarak hutbe irad etmezdi. Son derece muhteşem hutbeleri olurdu.
Biliyorsunuz Ali Rıza Sağman diye meşhur bir hoca var... İmam-hatipte hocalık yapmış, tecvid filân yazmış, herkes bilir. Birisine Hocamız'ı anlatırken diyor ki: "Bilhassa hutbeleri tüyler ürpertici idi."
Kendisi çok mütevâzi bir insandı, fevkalâde mütevâzi bir insandı. Hiç kendisine bir tavır, edâ, bir poz, bir makam vermezdi. Çok yumuşak bir tarzda, "Ben âciz kardeşiniz..." diye hitab ederdi.
Arkadaşların birisine hitabı neyse, aynen onu kullanırdı. Meselâ arkadaşlar bir üniversite hocasına "Osman Abi!" diyorsa, o da "Osman Abi!" derdi. Halbuki Osman, onun çocuğu yaşında ama, "Osman Abi!" derdi. Yâni, halkın verdiği unvanı kullanırdı. Fakat şurası çok kesin: Her günü, her sözü keramet idi. Kerametleri zâhir ve bâhir, şeksiz süphesiz bir hakîkî velî idi.
Birisini ele almak istedi mi, taktı mı, onu mutlaka adam ederdi. Ben hatırlıyorum, bir zengin amcayı... Çok negatif bir amca idi. bana kalsa, ben selâm bile vermezdim. Bizim sağcı kesim nelere inanıyorsa, o da tamâmen zıddı ola şeylere inanıyordu. Biz ne söylesek, bizim karşımıza çıkıyor, bizimle münakaşa ediyordu. Hürriyet gazetesini savunuyor, kravatlı... Yâni, değer hükümleri, her şeyi bize göre farklı bir insan... Hocamız onu ele aldı, öyle bir mükemmel mü'min haline getirdi ki, ben hayret ederim. Sırf ona ders verdi. Bir kişiye oturdu, ders verdi. Çok faydalı bir insan eyledi onu...
Böyleydi, birisini ele aldı mı bırakmazdı. Ankara'da bir şahıs vardı, Hocamızın aleyhinde... Ama, eski hukukumuz olan bir kimse, ihvânımızın hukuku olan bir kimse... Ankara'ya geldi, dedi ki:
"--Ona gidelim!"
Ben de yanına yanaştım:
"--Babacığım, bu şahıs sizin aleyhinizde ileri geri konuşuyor..." dedim.
Hassaten onun yanına gitti. "O benim aleyhimde konuşuyormuş." demedi, özellikle onun evine gitti ve onun üzerinde çalıştı. Sonunda o şahsın nasıl dönüp, değişip, Hocamız'a nasıl bağlandığını ben biliyorum.
Son derece vefâlı bir kimse idi. İhvânı ve ihvânın özel meselelerini çok iyi takib ederdi. Meselâ, Maraş'ta bir olay olmuşsa, bana İstanbul'dan telefon ederdi:
"--Es'ad git Maraş'a!.. Filânca kimse vefat etmiş, başsağlığı dileyiver." derdi.
Müslümanların kardeşliğinin icabı neyse, onu çok güzel yapardı. O takibine, o vefâsına çok hayret ederdim.
Evde latîfeci bir insandı. Hadis-i şeriflerden Peygaber SAS'in de evde hanımlarıyla, çoluk çocuğu ile latîfeci olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla o hali de tam sünnet-i seniyyeye uygundu.
Çok cömert bir insandı. Verdiği zaman verdiği miktarlara, "Bu kadar da bol verilir mi?" diye ben içimden itiraz ederdim; öyle bol verirdi. Verdiği zaman çok fazla verirdi. Verdi mi, ihyâ ederdi. Peygamber SAS Efendimiz'in de öyle olduğunu biliyoruz.
Sofrasında ekseriyetle misafir olurdu. Misafirsiz yemek yemezdi. Camide gelen kimselere bakar, sonra arkadaşlara işaret ederdi: "Filâncayı, filâncayı içeri çağır!" diye... Yemek yedirirdi. Biz de daha kendisiyle bir damatlık alâkamız yokken, çok defalar sofrasında yemek yemişizdir. Ben utanırdım, gitmek istemezdim; ama, hasseten beni içeriye çağırttırırdı.
Böyle sofrası misafirliydi. Bu da İbrâhim AS'ın adetidir. İbrâhim AS, hiç misafirsiz yemek yemezmiş; onun adetini devam ettirirdi.
Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet ederdi. Geceleyin seher vaktinde mutlaka uyanıktı. Ayrıca, sabah namazından sonra işrak vaktine kadar camide bulunma sünnetini de, ben Hocam'dan öğrendim. O zamana kadar başkasında görmemiştim.
Biliyorsunuz Peygamber SAS Efendimiz'in adetiydi, severdi. Kendisi sabah namazından sonra camide otururdu. Eğer cihad gibi, cenaze gibi, hasta ziyareti gibi mühim bir şey yoksa, camide oturmayı severdi Peygamber Efendimiz... Güneş doğup, kerahat vakti çıkacak kadar zaman ilerledikten sonra, işrak namazı kılardı. bunun çok sevap olduğunu hadis-i şeriflerden biliyoruz.
Bu sünneti ben Hocamız'da gördüm. Başka hiç bir camide görmemiştim. Sonra, Anadolu seyahatlerimde bir de Urfa Dergâh Camii'nde gördüm. Aynen bizim okuduğumuz evradı okuyorlar. Tahmin ediyorum o da Halidiye kolunun adeti olarak, ordan geliyor.
Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Şöyle bir olayla anlatayım... Çünkü, buna bazıları itiraz ediyorlar. Tabii, evliyânın halini bilmeyen bir insan için ben tabii karşılıyorum. Anlayamıyorlar meseleleri... Tabii görseydi, müşâhade etseydi, anlayacaktı. Bilmediğine, cahilliğine veriyorum.
Celâl Hoca vardı, meşhur Celâl Hoca... İstanbul'da çok kıymetli bir hoca... Oğlu da şimdi profesördür, Saadettin Öktem Bey; iyi bir mimardır. Celâl Hoca ilm-i kelâm mütehassısı idi. Osmanlı alimi idi, çok alim bir kimse idi. Hocamız'a ziyarete gelmiş. Hocamız'dan da yaşlı olduğunu biliyoruz. Ziyaret ettiği bir zaman, ben de elini öpmüştüm.
Ziyarete gelmiş ve şikâyet etmiş, demiş ki:
"--Efendim, hacca gitmek istiyorum. Resmî dairelere müracaat ettim, aylar geçtiği halde pasaportu bir türlü vermiyorlar. Çıkmıyor müsaade, hacca gidemiyorum." demiş.
O zaman hacca gitmek yasak Türkiye'de... İşte hudutlardan Suriye'ye gidenlere Suriye hükümeti muvakkat bir kâğıt veriyor, kaçak gidebiliyorlar. Resmen gidilemiyor o sıralarda... Tabii kendisinin tanıdığı tanınmış kimseler, otoriteler olduğu için, o onların nüfuzunu kullanarak pasaport alacak ama, ona rağmen yine gecikmiş. Hocamız'a bunu şikâyet etmiş. "Bu kadar zaman geçti, Ankara'dan hâlâ pasaport gelmedi." demiş.
"--Gelir inşaallah!" demiş Hocamız...
Hocamız'ın bir minderi vardı, salonun bir ucundan öbür ucuna uzanırdı. Kendisi dipte otururdu. Üstünde de kocaman, Hattat Abdülkàdir Efendi'nin yazdığı "Edeb yâ hû" levhası vardı.
Edeb bir tâc imiş nûr-u hüdâdan,
Giy ol tâcı, emin ol her
belâdan!
diye yazılı bir güzel levha... Orda otururdu. Celâl Hoca da orda diz çökmüş, oturuyormuş. Uyku basmış Celâl Hoca'yı... Uyumuş. Hocamız'ın huzurunda, minderinde, karşılıklı sohbet ederken uyumuş Celâl Hoca...
Rüyada Ankara pasaport dairesini görmüş. Pasaport dairesinden kendisine, "Buyurun hocam, pasaportunuz!" diye pasaportu vermişler. O da sevinmiş tabii, "Nihayet işte pasaportum geldi. Pasaportum gelmiyor derken, nihâyet verdiler." diye... O sevinçle uyanmış ama, bakmış ki sedirde uyuyor, Hocaefendi'nin huzurunda uyuyor. "Böyle bir alimin huzurunda ihtiyarlığımdan işte böyle uyuklarım, hay Allah!.." filân diye mahcub olurken; Hocamız mütebessim:
"--Nasıl, pasaportu aldın mı?.." demiş.
Rüyasını biliyor!.. Bir gün sonra da pasaport gelmiş. Belki o sırada verildi Ankara'dan... Pasaportu öyle gelmiş.
Celâl Hoca büyük din alimi, ilm-i kelâmcı; anlıyor bu işi... Müsaade istemiş, ayrılırken dervişi olmuş Hocamız'ın... Celâl Hoca Hocamız'ın müridi idi yâni...
Başka bir gün, bizim arkadaşlar, ağabeyler arabalarına alıp onu Beyazıt Soğanağa'daki evine götürdükleri zaman, kapıda:
"--Durun çocuklar, size bir şey söyleyeceğim!" demiş. Çocuklar dediği Teknik Üniversite'de doçent, profesör... "Siz bu hocanızın kıymetini bilin! Bu hocanızın mânevî makamı çok büyük, bu hocanızını rüyalara bile tasarrufu var... Bak ben böyle uyukladım, rüyamı bildi. Belki o rüyayı bana keramet yoluyla gösterten o... Belki rüyamı bilmesi keramet... Neyse... Hocanızın kıymetini bilin! Ama bu bir sırdır, aramızda kalsın; ben ölünceye kadar kimseye söylemeyin!" demiş.
"--Peki efendim!" demişler.
İki kişi var bunu bilen...
Aradan aylar geçiyor. Hocamız'ın huzurunda birkaç kişi var... Meşhur kimseler, isimlerini söylemiyorum, hepinizin tanıyacağı kimseler... Hocamız köşesinde oturuyor, onlar diz çökmüşler. İşte meseleleri soruyorlar. "Ne oldu, ne kaldı Hocam... Şöyle yapalım mı, böyle yapmayalım mı?" gibilerden politik meseleleri soruyorlar.
Postacı gelmiş, birtakım mektuplar getirmiş. Bir de büyük bir zarf... Yüksek İslâm Enstitüsü'nün Üsküdar'daki binasının temel atma merasimine Hocamız'ı çağırıyorlar. Oraya diz çökmüş bir şahsa demiş ki:
"--Ben oraya gidemem. --Üsküdar tarafı, şimdiki İlâhiyat Fakültesi'nin olduğu yer...-- Beni temsilen, bana vekâleten al bakalım, sen git!" demiş. Davetiyeyi o mühendisin eline vermiş.
O mühendis de tanıdığımız bir kimse... Sonra;
"--Hem de orda bir konuşma yaparsın!" demiş.
Mühendis de cesaretlenmiş, demiş ki:
"--Efendim! Oraya İstanbul'un bütün hocaları gelir. Müftüsü gelir, hocaefendiler gelir, mübarek meşhur insanlar gelir. Ben bir aciz mühendis, onlara ne anlatayım?" demiş.
Hocamız gülmüş, demiş ki:
"--Celâl Hoca kapıda size ne söylediyse, onları anlatırsınız!" demiş.
Celâl Hoca kapıda ne söylemişti: "Hocanızın kıymetini bilin! Bu iş zahirî ilimlerle olmuyor. Bak ben bu kadar dinî ilimleri maddî yönden, zâhirî yönden öğrendim ama, bu başka bir şey... Bu mânevî ilimlerin kıymeti çok yüksek, Hocanızın kıymetini bilin!" demişti.
Hocamız'ın Yüksek İslâm Enstitüsü'nün temel atma merasiminde böyle söyleyin demesi de güzel... Çünkü, dinî ilimleri öğrenir de insan takvâyı öğrenmezse, din tamam olmaz. Dinî bilgileri bilmek hüner değil... Orientalistler de biliyor... İnceleyenler biliyor. Avrupa'da, Japonya'da inceleyen herkes biliyor. Mühim olan takvâya sahip olmak, ilimle beraber takvâyı beraber götürmek, onu da öğrenmek... Onu söylemiş oluyor ama, Celâl Hoca'nın şahitliğiyle söylemiş oluyor.
Çünkü Celâl Hoca imam-hatipte bir ilm-i kelâm hocası, Yüksek İslâm Enstitüsü'nde de hoca... Onun o sözleri çok mühim... Yâni şu mesajı vermiş oluyor Hocamız aslında: "Ey yüksek İslâm Enstitülü gençler, hocalar! Bu zahir ilmiyle olmaz. İlm-i bâtını, ilm-i tasavvufu da öğrenmeniz lâzım!" demiş olacak o kerameti, o hikâyeyi anlatırsa o mühendis...
"Celâl Hoca'nın orda size söylediğini söylersiniz!" deyince, afallamış. Hemen kalkmış gitmiş, öteki profesör arkadaşa... Demiş ki:
"--Celâl Hoca bize kapı başında bir sır söylemişti. 'Ben ölünceye kadar bunu kimseye söylemeyin!' demişti. Sen kimseye söyledin mi?.."
"--Hayır! Unuttum ben, şimdi hatırlıyorum."
"--Hocamız'a söyledin mi?.."
"--Hayır!.."
"--Ben de söylemedim..."
O profesör de söylemedi, bu mühendis de söylemedi. Celâl Hoca'nın bunlara söylediği şeyi Hocamız nerden biliyor da, onu orda söyleyin diyor.
Hocamız'ın böyle bir hali vardı. Yâni, kendinden uzaktaki insanların hallerini, konuşmalarını takib gücü vardı. Kerametlerinden birisi bu tarzda idi.
Bunları anlatırken arada şunu söylemek istiyorum: Biliyorsunuz, İslâm'da da tasavvuf var, İslâm'dan önceki dinlerde de tasavvuf var... Daha eski dinlerde mistisizm deniliyor. Hristiyan mistisizmi var, mistikleri var... Belki brahmanlar, hindular var; yâni Hindistan'daki mistikler var...
Bu çeşit mânevî hayatı yaşayan insanlar, eski ümmetlerin arasında da olmuş. Olabilir, onlar bizi ilgilendirmiyor. Daha önceki dinlerin itikadları, ahkâmı ve o dinlere mensub insanların yaşamları; tamam, olabilir, ayrıca dinler tarihi onu incelesin. Ama, bizim İslâm'daki tasavvuf asıl Peygamber SAS Efendimiz'in hayatından çıkmıştır. Ahvâlinden alınmıştır. Sözlerinin uygulanmasından ortaya çıkmıştır.
Yâni, Kur'an'ı tam yaşamak isteyenlerin, Peygamber Efendimiz'in sünnetine tam uymak isteyen insanların, Rasûlüllah'ın hali gibi hallenmesi çalışmaları İslâm tasavvufunu meydana getirmiştir. Buna sünnî tasavvuf diyoruz. Yâni ehl-i sünnete, Kur'an-ı Kerim'e, hadis-i şerife uygun tasavvuf...
Bunun dışında 1400 yıl devam etmiş bir zaman içinde, beş kıtaya yayılmış bir dinin mensupları, mutlaka başka kültürlerle de karşı karşıya geldiler. Orta Asya'ya gelince Çinlilerle karşı karşıya geldiler, Çinlilerin dinlerini gördüler. Hindistan'ı fethederken Hindistan'ın hindularını, brahmanlarını gördüler. Afrika'ya geldiler, Afrika'yı gördüler, Mısır'ın hristiyan mistiklerini gördüler. Anadolu'ya geldiler, Anadolu'nun hristiyan mistiklerini gördüler. Yahudi mistiklerini biliyorlar. İran'a geldiler, zerdüştîleri ve onların inançlarını biliyorlar. Belki onlardan etkilenmeler de olmuştur.
Onun için, tasavvuf yolunda çeşitli tasavvufî meşrebler, renkler ve tarikatler meydana gelmiştir. Bunları genel olarak ikiye ayırıyoruz:
1. Sünnî tarikatlar; ehl-i sünnete bağlı, Kur'an yolunda yürüyen tarikatlar.
2. Heterodoks tarikatlar; bu çizginin dışına çıkmış, başka dinlerin, inançların izlerini taşıyan, onlardan etkilenmiş tarikatlar.
Hocamız sünnî tarikatın, tasavvufun mümessili... Yâni harfiyyen Kur'an'a, harfiyyen sünnet-i seniyye-i nebeviyyeye uymak isteyen ve o yolda yürüyen bir kimse... Başka şu tarikatlar var, bu tarikatlar var; isimlerini zikretmek istemiyorum. Hocamız'ın meşrebi Nakşibendî Tarikatı, Kàdirî Tarikatı, Sühreverdî Tarikatı, Çeştî Tarikatı, Kübrevî Tarikatı ve bunların kollarıyla bağlantılı olarak sünnî tarikat... Kur'an'a, ulûm-u dîniyyeye sımsıkı bağlı, dînî ilimleri iyi bilen ve sünnet yolunda giden, bid'atlara sapmamış bir yol... Hocamız bunu temsil ediyor.
Biliyorsunuz Cüneyd-i Bağdâdî hadis dersi almağa gidiyormuş. Hocası demiş ki:
"--Nereye gidiyorsun?"
Demiş ki:
"--Hadis dersi var, onu öğrenmeğe gidiyorum."
"--Tamam, güzel!.. Önce hadisçi olup, sonra tasavvufa girmek bence, önce sòfî olup sonra ulûm-u dîniyyeyi öğrenmekten daha iyidir." demiş.
Çünkü işin aslını, temelinden öğrenmiş oluyor. Ondan sonra karşısına gelen hallerde ve problemlerde, şeriata uygun kararı verme imkânına sahip oluyor. Ama önce tasavvufa girerse, fıkıh bilmezse, ulûm-u dîniyyeyi bilmezse, o zaman şeriata aykırı işler yapabiliyor.
Onun için, büyüklerimiz demişler ki:
(Men tasavvefe bigayri fıkhın fezendeka) "Fıkıh bilgisi olmadan tasavvuf yoluna girerse, ayağı kayar bir insanın, zındıklaşır. Ya namazı inkâr eder, ya itikadında bir sapıklık olur. Daha başka birtakım hatalar işler." diye bildiriliyor.
Hocamız'ın meşrebi o idi. Tâ İmâm-ı Rabbânî'den beri gelen o çizgi, sapasağlam, sünnet-i seniyyeye bağlı olan yol... Giyimde, kuşamda, yemede, içmede, yaşamda tamâmen hadis-i şerifleri hazmetmiş, ona uyan bir insanın yoludur.
Bizim bu meşrebimize göre, tarikatta fenâ fiş şeyh makamı vardır. Mürid şeyhine ittibâ ede ede, böyle bir hale ulaşır. Şeyhinde fâni olma hali kendisine gelir. Ondan sonra fenâ fir rasul makamı gelir. Fenâ fir rasul makamı nedir?.. Sünnet-i seniyyeye uymadan, sünnet çizgisinde gitmeden fenâ fir rasul olur mu?.. Olmaz! Onun için, her şeyinin sünnete uygun olması lâzım!..
Ben, elime esans sürecekleri zaman sağ elimi uzatırdım; sağcıyız ya... Medine-i Münevvere'de yaşlı bir zâtı ziyaret ettik. Kendisi Suud ordusunda generalmiş, ama müslüman, mütedeyyin bir kimse... Ben böyle sağ elimi uzattıkça, "Sol elini aç!" diyor bana... Ben de sağ elimi uzatıyorum, ihtiyarı da kırmak istemiyorum, yaşlı, eli ayağı titriyor adamın... Yine sağ elimi uzatıyorum, "Sol elini aç!" diyor. Neyse, hatırı kırılmasın diye sol elimi açtım. Kokuyu oraya sürdü, dedi ki:
"--Peygamber SAS Efendimiz kokuyu sol avucuna alırdı. Sonra ordan sağ elin işaret parmağı ile, sürmesi gereken yerlere sürerdi. Sünnet bu tarzdadır." dedi.
Sonradan baktım, Hocamız'ın kitaplarında da var... Baktım ki, Hocamız onu biliyor ve onu tatbik ediyor.
Tabii, Hocamız'ın feyz aldığı Gümüşhâneli Dergâhı'ndan başladık söze... Gümüşhânevî Hazretleri'nin en büyük eseri nedir?.. Bir hadis kitabıdır. İmam Süyûtî'nin El-Câmiüs Sağîr'i gibi olan Râmûzül Ehâdîs kitabıdır. Ve Gümüşhânevî Hocamız çok enterasan bir ifade kullanmıştır:
"--Bu Râmûzül Ehâdîs kitabını tekrar tekrar okuyun! Umarım ki bunu okursanız, kısa zamanda hakîkatli bir alim olursunuz." buyurmuştur.
Bu ifade çok mühim!.. Yâni müridlerini hadis-i şerifle terbiye eden bir tekke... Sünnet-i seniyyeye bağlılığın sağlam olması için uygulanan metod bu...
Hocamız böyle bir yolun mümessili idi. Sakallıydı, cübbeli gezerdi. Uzun bir kıyafet giyerdi, şalvar giyerdi. Ve belirsiz bir insan olmayı, nişansız bir insan olmayı, çok göze çarpmayan bir insan olmayı severdi. Bir şey bilmiyormuş gibi davranırdı. Ümmî gibi davranırdı ama, öyle değildi.
Çok yakından bildiği meseleleri, birisi gelir kendisine hevesle anlatırdı meselâ: "Hocam şöyle olmuş, böyle olmuş..." Ben biliyorum ki, Hocamız onu biliyor. Çünkü daha önce geçmiş, ben yanındayım Hocamız'ın, biliyorum. Hocamız onu, "Yaa, öyle mi?.." diye hiç üzmeden, kırmadan sonuna kadar dinlerdi, keyfine zarar vermezdi. Karşı taraf da Hocamız'ı bilmiyor zannederdi. Onun âlâsını bilirdi Hocamız...
Hocamız'ın teknik tarafı vardı. Belki o sanat okuluna gitmesinden... Nerede bir bozuk saat görse, "Verin bakayım onu bana!" derdi, mutlaka çalıştırırdı bozuk saati... Evi böyle saat doluydu. Kimbilir hangi yıldan kalma, üstü eski rakamlarla dolu antika saatler vardı. Hepsini çalıştırırdı. Yâni evinde çalışmaz olan başkasının saatlerini alırdı, çalıştırırdı, verirdi. Veya kalsın derse, kalırdı.
Şimdi o saatlerle ilgili bir kerametini nakletmek istiyorum. Hocamız'ın salonu bahçe ile aynı seviyede idi ve camlarının demiri yoktu. Birisi camı kesse, elini uzatsa, açar içeri girebilirdi. Bazı arkadaşlar:
"--Efendim, parmaklık yaptıralım!" demişler.
Hocamız bir şey dememiş. Yapmışlar o parmaklığı... O gün Hocamız'ın o salonuna hırsız girmiş. --Ben Ankara'dayım, sonradan duyuyorum bunları...-- Hırsız girmiş ve bütün o antika saatleri toplamış. Saatler çalınmış.
Hırsız Horhor Caddesi'nden aşağı iniyormuş. İskenderpaşa'dan bir iki sokak ilerde, bulvara paralel, Aksaray'a inen bir caddedir Horhor Caddesi... Hırsız da fötörlü, kravatlı, grand tuvalet giyimli bir hırsız... Yâni, hırsız deyince insan, hep böyle hırpani bir insan hatırına getiriyor ama, öyle bir hırsız... Aşağıdan da bir polis geliyormuş, elinde cobuyla... Bir ara polislerin elinde lastik coplar vardı. Elinde copla gelirken başını kaldırmış, "Gelen bu beyefendi kim?" diye... Aaa, bakmış sabıkalı bir hırsız...
"--Ulan bilmem ne, sen beyefendi mi oldun?" diye başındaki fötör şapkaya şöyle bir vurmuş, hırsız şapkayı zor tutmuş. Meğer bütün antika saatleri fötörün içine doldurmuş, başına ters giymiş. Yâni adamın üstünü arasan bulamayacaksın, saatleri sakladığı yere bak!..
Tabii böyle başından fötör çıkınca, bir sürü antika saat ortaya çıkıyor. Polis yakalamış, "Gel bakalım, bunları nerden aldın?" demiş. Dosdoğru Hocamız'ın evine gitmişler, "Burdan aldım." demiş. Saatler geri gelmiş.
Öyle evliyânın saati çalınır mı?..
Şimdi ben evliyâ diye, keramet diye bazı şeyler anlatınca, düşündüm ki Almanya'da üniversitede okuyan genç kardeşlerimiz var... Bu kerametle ilgili birkaç söz söylemek istedim, bunun için de Kur'an-ı Kerim'i yanıma aldım.
Biliyorsunuz İslâm'da evliyânın kerameti haktır. Ehl-i sünnet mezheblerinin hepsi ittifak etmişlerdir, evliyânın kerameti haktır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de var, çünkü hadis-i şerifte var...
Hadis-i şeriftekini biliyorsunuz: Hani Hazret-i Ömer hutbede iken, "Yâ Sâriye, dağa dikkat et!" demiş, İran'daki komutanına seslenmiş, meşhur... Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz'in kerameti var, Hazret-i Osman Efendimiz'in kerameti var, Hazret-i Ali Efendimiz'in kerametleri var...
Kur'an-ı Kerim'deki kerametlerden iki tanesi söyleyivereyim. Çünkü bazıları bu kerametleri bilmiyorlar ve itiraz ediyorlar. O bakımdan delil olsun, yanlış bir kanaate saplanmasınlar.
Biliyorsunuz, Meryem Vâlidemiz Hazret-i İsâ AS'ın annesi... Daha annesi onu doğurmadan, dünyaya getirmeden evvel, annesi dedi ki:
"--Ben doğacak çocuğumu dine adıyorum, ibadethaneye vakfedeceğim."
Meryem Vâlidemiz doğdu, ama o kız doğdu. Kız da olsa o adağını yerine getirdi. Meryem Vâlidemiz ibadethaneye vakfedilmiş bir kız oldu. Onun işlerini kim görecek diye kura çektiler. Zekeriyya AS onun bakımıyla meşgul oldu. Bir ibadet yeri tahsis edildi Meryem Validemiz'e...
Meryem Vâlidemiz cennetlik, Allah'ın sevgili kullarından bir kul... Çocuklarımıza Meryem adını veriyoruz, müslüman olduğumuz halde... İsâ adını veriyoruz, müslüman olduğumuz halde... Mûsâ adını veriyoruz. Çünkü hepsi bizim başımızın tacı, kıymetli insanlar...
Bir oda tahsis ettiler, ama kapısı kilitli... Kimsenin girmediği bir yer, sadece Zekeriyya AS girebiliyor.
(Küllemâ dehale aleyhâ zekeriyyel mihrâb, vecede indehâ rizkà.) "Zekeriyya AS ne zaman onun ibadethanesine, onun yanına girse, orada rızıklar, meyvalar, yiyecekler görürdü."
(Kàle: Yâ meryemü ennâ leki hâzâ?) Şaşırırdı. Zekeriyya AS da peygamberlerden bir peygamber; yâni o da Allah'ın vahyine mazhar olan bir kimse... Sıradan bir insan değil, mübarek insanlardan bir peygamber... "Allah Allah!.. Yâ Meryem, nerden geliyor bu erzak sana?" diye sorardı.
(Kàlet: Hüve min indillâh,) "Allah tarafından geliyor. (İnnallàhe yerzuku men yeşâü bigayri hisâb) Allah dileği kullarını böyle hesaba sığmaz şekilde, hesapsız olarak rızıklandırır." diye Meryem Vâlidemiz de cevap verirdi.
Kur'an-ı Kerim'de bu bir keramet olayıdır. Meryem Vâlidemiz bir mübarek hatundur ve Meryem Vâlidemiz'in kerametidir bu...
Mihrab kelimesini izah edelim: Biz mihrab deyince, imamın namaz kıldığı oyuk yeri anlıyoruz bugün... Caminin mihrabı deyince, sanat tarihinde niş denilen, kör pencere, kör kapı gibi bir girinti anlıyoruz. Halbuki mihrab, mif'al vezninde ism-i âlettir. Miftah nasıl feteha kelimesinden açma aleti ise, mihrab da harb kelimesinden geliyor, harb aleti demektir. İnsanın bir şeyle harbi var... Harb edilen yer, harb etme aleti, mekânı, vasatı, yeri; insanın nefsiyle harb ettiği yer...
Biz bunu tasavvuftan biliyoruz. İslâm tasavvufunda bunun adı, nefisle cihad etmek... Nefisle cihad etmek, cihad-ı ekberdir. Demek ki, Meryem Vâlidemiz'in yeri de, nefisle cihad etme yeri mânâsına mihrab adını almış. Yâni harb kelimesinde geliyor mihrab kelimesi... Kimle harbediyor oraya giren insan?.. Kendi nefsiyle, şeytanla, içindeki negatif duygularla... Onları yok etmek için, kötülükleri def etmek için bir mücadele veriyor.
Buna halvet diyoruz, biliyorsunuz. Kırk gün olunca halvet adını alıyor, çile adını alıyor. Çil veya çihil, Farsçada kırk demek... Çile, bir insanın kırk gün bir yerde durup ibadet etmesi demek... Araplar erbaîn der. Erbaîn çıkartmak, çile çıkartmak, çile görmek demektir.
Demek ki, Meryem Vâlidemiz de böyle bir yerde, nefisle, şeytanla, negatif şeylerle ibadet yoluyla cihad etmek için, zikir yoluyla cihad etmek için oraya kapanmış. Mihrabın mânâsı bu...
İşte bu, Kur'an-ı Kerim'den bir keramettir. Meryem Vâlidemiz'e olağanüstü bir şeyler geliyor. Gelir mi?.. Gelir.
Bir başka misali Neml Sûresi'nin 40. ayeti... Biliyorsunuz, bu ayetler Süleyman AS ile Sabâ melikesi Belkıs hadisesini anlatan ayetlerdir. Onu ben kısaca özetleyeyim:
Sabâ ülkesi Güney Yemen'de bir ülkedir. Bu ülkenin başında Belkıs isminde bir kraliçe vardır. Bunlar Güneş'e tapıyorlar. Bunların Güneş'e taptığı Süleyman AS'a bildirilince, --bunu da Hüdhüd isimli bir kuş bildirmiş-- oraya bir mektup yazıyor. Bu mektup,
(İnnehû min süleymâne ve innehû bismillâhir rahmânir rahîm) diye başlayan bir mektup... Demek ki "Bismillâhir rahmânir rahîm" sözünü Süleyman AS da kullanıyordu. Diyor ki:
(Ellâ ta'lû aleyye ve'tûnî müslimîn) "Bana karşı çıkmayın! Bana teslim olmuş bir şekilde gelin! Güneşe tapmayı bırakın, yanlış inancı bırakın, Allah'a güzel kulluk edin! Doğru, hak olan dine gelin!" diyor.
Bu mektup gelince, kraliçe vezirlerini topluyor, diyor ki: "Filistin'den, Süleyman isimli hükümdardan böyle bir mektup geldi. Ne yapalım?"
Adamlar kabadayılık yapmak istiyorlar, diyorlar ki:
(Nahnü ülû kuvvetin ve ülû be'sin şedîdin) "Biz kuvvetliyiz, iktidarımız var, imkânımız var... Ne istersen öyle yapalım! çarpışalım isterseniz?.."
Sabâ melikesi dirayetli bir kadın, tecrübeli bir insan... Diyor ki:
(İnnel mülûke izâ dehalû karyeten efsedûhâ) "Hükümdarlar bir yere girdi mi, harb oldu mu; o ülkenin altı üstüne gelir, insanlar esir olur, perişan olur. Öyle yapmayalım, hediye götürelim!" filân diyor. Bir heyetle hediyeler gönderiyor.
Süleyman AS hediyeleri reddediyor. "Ben böyle şeylerle uğraşıyor değilim! Mühim olan imana gelmenizdir. Bana ancak müslüman olmanız önemlidir." deyince, Sabâ melikesi bu sefer müzakereleri yapmak üzere, Yemen'den bizzat kendisi gelmeye karar veriyor ve heyetle Yemen'den, Sabâ ülkesinden yola çıkıyorlar.
O yola çıkmış olsun, aylarca sürecek olan yolculuğa başlamış olsun. Bu tarafta Süleyman AS diyor ki:
"--Bakın bu kadın ülkesinden kalkıp buraya gelecek. O gelmeden evvel Belkıs'ın tahtını içinizden kim getirebilir buraya?.."
Birisi çıkıyor diyor ki:
"--Ben getiririm!"
Kendisine ilim verilmiş birisi diye söyleniyor, isim zikredilmiyor ama, rivayete göre veziri Asaf, bir anda tahtı oraya getiriyor. Nasıl bir yolla getiriyor?.. Tabii, keramet yoluyla getiriyor.
(Felemmâ raâhü müstakırran indehû) Süleyman AS bakıyor ki, orda... Kendisi yapmıyor, nihayet ashabından, vezirlerinden birisi getirebiliyor. Demek ki, ermiş bir kimse o vezir... O taht orda duruyor. İllüzyon değil, reel olarak, elle tutulur bir şekilde, somut olarak taht oraya geliyor.
Sabâ melikesi günlar geçtikten sonra oraya geliyor. Süleyman AS tahtı gösteriyor, "Senin tahtın böyle miydi?" diye soruyor. Şaşırıyor Sabâ melikesi... "Aaa, sanki ta kendisi!" diyor. Bakıyor, kendi tahtı...
Ondan sonra, kendi yolunun yanlış olduğunu, Süleyman AS'ın dininin hak din olduğunu anlayıp, Süleyman AS'a iman ediyor. Bu da bir keramet olarak Kur'an-ı Kerim'den misal...
Hadis-i şeriften bir misal okumak istiyorum... Kur'an-ı Kerim'de başka misaller de var ama, önemli bir hadis-i şerifi size okumak istiyorum: Hazret-i Aişe Vâlidemiz'den (RA) Ahmed ibn-i Hanbel'in, İbn-i Abdülber'in, Tayâlisî'nin, İbn-i Asâkir'in, Beyhakî'nin ve Hakîm-i Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şeriftir bu... Hadis-i kudsîdir:
(Kàlallàhu azze ve celle:) "Aziz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ Hazretleri buyurdu ki:" diyor Peygamber Efendimiz... Peygamber Efendimiz Allah'ın bize ne buyurduğunu hadis-i şerifi ile bildiriyorsa, bu hadis-i şeriflere hadis-i kudsî denir. Ne buyurmuş Allah-u Teâlâ Hazretleri:
(Men ezâlî veliyyen fekad istehalle muhârebetî) "Kim benim bir velimi ezâlandırır, üzerse, canını sıkarsa, eziyet ederse velîme; benimle harb etmeyi meşrûlaştırmış olur. Allah'la harbetmeyi kabul etmiş olur." Çünkü, Allah'ın sevgili kuluna sataşıyor, onu üzüyor. Haa, demek ki, Allah'la harb etmeyi helâl hale getirmiş. Yâni, Allah onunla harbedecek, onu kabul etmiş oluyor. Bu kadar önemli...
Demek ki, Allah'ın evliyâsını üzmemek lâzım; o dersi alıyoruz.
(Ve mâ tekarraba ileyye abdî bimisli edâil ferâiz) "Kulum bana farz olan ibadetleri yapmaktan başka bir şeyle, o kadar güzel bir şekilde yaklaşamaz." Burdan anlıyoruz ki, farz ibadetlerin sevabı çoktur. Namazlar kılıyoruz elhamdü lillâh, oruçlar tutuyoruz... Paramız varsa hacca gidiyoruz, zekât veriyoruz... vs. Bunların sevabı çoktur.
Bu ferâizin Allah indinde kıymeti çoktur. Kulu Allah'a yaklaştırıyor. Kulu Allah'a yaklaştıracak bunların emsâli gibi bir şey yoktur.
(Ve mâ yezâlül abdü yetekarrabü ileyye min nevâfil) Fakat, farzları yapmanın üstüne, bir de Peygamber Efendimiz'in hayatında gördüğümüz fazladan ibadetler var... Meselâ sabahın farzı iki; iki rekât önceden sünnet kılarmış Efendimiz... Öğlenin farzı dört; dört rekât önceden, dört rekât veya iki rekât arkadan kılarmış... İkindinin farzı dört ama, önden dört rekât kılarmış. İki kıldığına dair de rivayetler var... Yatsının farzı dört ama, biliyorsunuz başında sonunda sünnetler var...
Şimdi bu çeşit ibadetlere nafile ibadet diyoruz. Farz değil ama sevap; yapıldığı zaman sevap kazanıyor. Efendimiz bunları çok yapardı ve çok severdi. Biliyorsunuz, şu dünyada hepimizin sevdiği bir şeyler var... Meyvalardan bazısını severiz, çiçeklerden bazısını severiz. Bir çok şeylere gönlümüz bağlı... Peygamber Efendimiz diyor ki:
(Kurretü aynî fis salâh) "Gözümün şenliği namazda..." diyor, namazı çok seviyor.
Biz de kendimizi yoklayalım: Namazı seve seve mi yapıyoruz, vazife olduğu için zorlanarak mı yapıyoruz?.. Efendimiz severek yapardı. Fırsat buldu mu namaza dururdu. İsteyerek, canı çekerek yapardı. (Kurretü aynî fis salâh) "Namazda benim gözümün şenliği..." diyor, bu önemli...
Neden?.. Çünkü namaz mü'minin miracıdır. Allah'ın huzuruna çıktığından, onun lezzeti çok yüksek olduğundan, namazı çok seviyor.
--Peki, biz niye sevmiyoruz? Bizim çocuklarımız niye sevmiyor?..
Cahil de ondan... Namazın mahiyetini kavrayamadığından sevmiyor.
Onun için nafile namazlar kılardı Peygamber Efendimiz... "Kulum bana nafile ibadetlerle yakınlaşmağa devam eder." Mâ yezâlü demek, hiç durmadan demek... (Ve mâ yezâlül abdü yetekarrabü ileyye min nevâfil) "Nafile ibadetleri yapa yapa kulum bana yaklaşmağa devam eder." Buna, esseyrü ilallah, Allah'a doğru ilerleme diyoruz.
(Hattâ ühibbehû) "Nihayet ben kulumu sevinceye kadar bu böyle devam eder." veyahut (hattâ ühibbühû) "Ben o kulumu severim." demek...
(Feizâ ahbebtühû) Demek ki, farz ibadetleri Allah çok seviyor, kul onunla Allah'a yaklaşıyor ama, nafile ibadetlerle de yaklaşmağa devam ediyor. "Ben o kulumu sevdiğim zaman, (küntü aynetülletî yebsuru bihâ) o kulumun gören gözü olurum. (Ve üzünehülletî yesmeu bihâ) İşittiği kulağı olurum."
Kim diyor?.. Allah-u Teâlâ... "Ben o kulumun gören gözü olurum, işiten kulağı olurum. (Ve yedehülletî yebtışu bihâ) Tuttuğu eli olurum. (Ve riclehülletî yemşî bihâ) Yürüdüğü ayağı olurum. (Ve füâdehüllezî ya'kılü bihî) İdrak ettiği, anlayışa erdiği, kalbi, gönlü olurum. (Ve lisânehüllezî yetekellemü bihî) Konuştuğu dili olurum." diyor.
Şimdi bunların mânâsı nedir?.. Bu hadis-i şerifin bazı başka rivayetleri var, oralardan biliyoruz. "Ben onun gören gözü olurum." demek, "O kul artık olağanüstü görüş kabiliyetine kavuşur." demek... Çünkü, Allah her şeyi görüyor ya... Allah her şeyi gördüğü için, o kul her şeyi görebiliyor artık... Çünkü, Allah onun gören gözü oluyor. Allah her şeyi gördüğüne göre, o kul da her şeyi görüyor. Onun için, Celâl Hoca ile ikisinin kapı önünde konuştuğunu biliyor.
Her şeyi duyuyor, kulağı olduğu için... Sonra, "Tutan eli olurum." demek, Allah bir şeyi istedi mi yapar, evliyâ da bir şeyi istediğini zaman yapar. Yapıyor, Allah'ın lütfuyla yapıyor. "Yürüdüğü ayağı olurum." Çok uzak mesafeyi bir anda aşar. Bakarsın Mekke'de namaz kılar, gelir.
"Aklettiği gönlü olurum." O zaman çok derin şeyleri akledecek bir hale geliyor, irfanı muazzam genişliyor. "Söylediği dili olurum." O zaman dili de şâhâne tatlı bir dil oluyor. İşte Yunus Emre gibi, Mevlânâ gibi...
Mevlânâ Hazretleri'nin beyitlerinin sayısı korkunçtur. Divanındaki beyitler, Mesnevî'sindeki beyitler... Yâni mübarekler bu kadar vezinli, kafiyeli, sanatlı sözleri nasıl söylemişler?.. Tabii, Allah'ın verdiği bir kabiliyetle oluyor.
(İn deânî ecebtehû) "O kulum dua ederse, ben onun duasını kabul ederim." Duası makbul...
Geçen gün takvimde okudum. Hazret-i Ali'ye birisi söğüp sayıyormuş, atın üstünde... Hazret-i Ali'nin aleyhinde konuşuyor, etrafında da insanlar var... Sa'd ibn-i Ebî Vakkas koşmuş gelmiş. Münker görünce engellemek lâzım!.. Emr-i ma'ruf nehy-i münker... Ters bir iş yapıyor adam... Diyor ki:
"--Be adam! Hazret-i Ali ilk müslümanlardan değil mi?.. Şu meziyeti yok mu, bu meziyeti yok mu?.."
Bütün güzel şeylerini sayıyor. Ondan sonra da el açmış: "Yâ Rabbi! Bu edepsize bu yaptığı çirkin iftiraların cezasını gözümüzün önünde çektirt, biz de görelim!" diye dua etmiş.
Sa'd ibn-i Ebî Vakkas duası makbul bir kimseydi, Aşere-i Mübeşşere'dendi, cennetlikti. Raviler rivayet ediyorlar ki, o anda at bir ürküyor, üstündeki şahıs pat diye yere düşüyor, başı taşa çırpıyor, ölüyor. Bak duası kabul oluyor. Sevdi mi, duası kabul olduğunun alâmeti...
(Ve in seelenî a'taytühû) "Benden bir şey isterse, istediğini veririm. (Ve mâ tereddedtü an şey'in ene fâilühû tereddüdî an vefâtihî) Ben hiç bir şeyde, o sevgili kulumun vefatı kadar tereddüt etmem. (Ve zâke liennehû yekrahül mevt) Çünkü ölümden korkuyor ya insan; o ölümden korkuyor diye, ben de onun canını almağa tereddüt ederim. (Ve ene ekrahü mesâetehû) Sevmediği şeyi ben de yapmak istemem." diyor.
Allah'ın sevgili kullarıyla ilgili sahih bir hadistir.
Şimdi bu ayet ve hadislere dayanarak Hocamız'la ilgili bazı isbatlı, şahitli şeyleri anlatacağım. Bu netice itibariyle tasavvuf ilmiyle ilgili, bir laboratuar çalışması gibi olacak. Olaylar incelenir ya laboratuarda, deney gibi olacak. Enteresan bulduğum olaylardan bir tanesi şu:
Bursa'da bir üniversite doçenti kardeşimiz var... Sağdır, ismi bende, üniversitede doçent, çok kaliteli bir kardeşimiz... Bu kardeşimiz anlatıyor:
"--Ben ortaokuldan beri namaz kılardım. Öyle aşırı bir müslümanlığım yoktu da, namazımı kılardım. Bir gün nerden aklıma geldi bilmiyorum, içim sıkıldı. İçim sıkıldığı zaman dedim ki: 'Gözümü kapatayım, gözümün önüne böyle bir mübarek bir insan getireyim. Nasreddin Hoca gibi tatlı, sevimli, mübarek bir insan getireyim, onunla konuşayım.' dedim." diyor.
Kendisi bir hayal oyunu oynuyor. Gözünü kapatmış, gözünün önüne ak sakallı, pembe yanaklı, güzel bir insan tasavvur etmiş hayalinden, onunla dertleşmiş. "Bundan rahatladım ve bunu çok yapmağa başladım. Sıkıldıkça bunu yapıyordum, rahatlıyordum." diyor.
"--Sonra ortaokul bitti, lise bitti. Teknik Üniversite'yi kazandım, İstanbul'a geldim. İstanbul'da da arkadaşlar beni aldılar, götürdüler Mehmed Zâhid Hocaefendimiz'in yanına... Baktım ki, yıllardan beri hayalime getirdiğim şahıs karşımda!.." diyor.
Şimdi bu bir olay... Bu arkadaş ciddî bir arkadaştır. Ben de ciddî bir ilim adamı olarak bu meseleyi ortaya koyuyorum. Yıllar önceden bir insanın hayaline tesir etmek ve onunla böyle bir ilişki içinde olmak... Bu çeşit kerametleri ben okumadım kitaplarda... Değişik bir keramet bu, ernteresan bir keramet...
Adam yıllar yılı kendisi bir hayalle meşgul oluyorum sanıyor ama, hayalle meşgul olmuyormuş, demek ki, Hocamız'la meşgul oluyormuş. Enterasan bir şey... Demek ki Hocamız ona tesir etmiş. Onun düşüncesini bilmiş, onunla bir irtibat kurmuş. Bu böyle bir olay...
Sonra yine, bizim bir doktor kardeşimiz var, ondan bizzat dinledim. Başkalarına da anlattı o... Bu da ciddî bir doktordur, iyi bir doktordur. Palavracı bir insan değildir, realist bir insandır. Ben de öyleyim. Bazı şeyleri büyütüp, öyle allayıp pullayıp anlatma taraftarı olan bir insan değilim. Kılı kırka yaran bir insanım. Şüpheyi saygı ile karşılayan bir insanım. Çünkü, şüphe insanı hakîkate götüren bir anahtardır, onun da faydası var... Bilimsel şüphe gerekli, gereçekleri bulmak bakımından...
Şimdi bu, Sedat Bey isimli doktor kardeşimizin kendi hayat olayıdır. Ciddî bir insandır. Öyle kimseye eyvallah edecek, yağ çekecek, dalkavukluk edecek bir insan değildir kardeşimiz, ağabeyimiz...
Bu şahıs rüyasında üç defa bir kişiyi görüyor. Bu kişi diyor ki: "Evlâdım bana gel!" Rüyada üç defa birisi bunu çağırıyor ama, kim?.. Sakallı bir kimse, hoca ama kim?.. Bilmiyor. Adres yok, telefon yok... Rüyada "Bana gel!" deniliyor sadece...
Tabii, liseyi bitirmiş, tıbbiyeyi kazanmış, üniversiteye İstanbul'a gitmiş. İstanbul'da Kumkapı yakınında, Kadırga Yurdu diye bir yurt var; orda kalıyorlarmış. Yurdun mescidi var... Orda Teknik Üniversite'ye, Tıp Fakültesi'ne, Hukuk Fakültesi'ne, İktisat Fakültesi'ne giden arkadaşların müslüman olanlarıyla akşam namazlarını, yatsı namazlarını, sabah namazlarını kılıyorlar. Fakat bazı akşamlar, o arkadaşlar yok... Diyor ki:
"--Siz haftanın bazı akşamlarında topluca camide olmuyorsunuz. Nereye gidiyorsunuz?.."
Onlar da diyorlar ki:
"--Gizli bir şey değil... Bir hocaefendi var, seviyoruz, ona bağlıyız, ona gidiyoruz. İstersen sen de gel!" diyorlar.
O da kalkıp gidiyor. Bizim bu Zeyrek Ümmü Gülsüm Camisine, Hocamız'ın ilk camisine gidiyor. Yatsı namazını safın arkasına duruyor, kılıyor. Namaz bittikten sonra, mihrabda hocaefendi yönünü cemaate dönünce, bakıyor ki üç gece rüyasına giren hoca... "Gel!" diyen hoca... Tabii ter boşanıyor sırtından, şaşırıyor, hayretler içinde kalıyor. Oturup kalıyor.
Kalabalık biraz dağıldıktan sonra, Hocamız yanına geliyor. "Biraz beklettin beni evlâdım!" diyor. Önüne oturup, ders tarif ediyor, tarikata alıyor. Dervişlik öğretiyor.
Bu bir olay... İşte tasavvufu inceleyecek insanlar, hani "Eski kitaplardaki rivayetler ya doğrudur, ya yanlıştır!" diyebilir de; bir olay... Adreslerini verebilirim, iki şahsı inceleyebilirler.
Daha başka bir şey söyleyeceğim. Şu anda aramızda olan bir kardeşimiz anlattı, ismini vermiyorum. Hocamız ahirete irtihal ettiği zaman, bu arkadaşın hanımı üç gece rüyasında bir ihtiyar insan görmüş. Hocamız'ı tanımıyor. O kimse, "Benden sonra vekilim şudur!" diye siyah sakallı bir başka şahsı göstermiş; kim olduğunu bilmiyor. Fakat aradan zaman geçmiş. Neden sonra, Hocamız'ın bir vesikalık resmini görünce, "Aaa, rüyama giren yaşlı şahıs bu!" demiş. Ondan sonra da, bir gazetede benim resmimi görmüş; "İkinci şahıs da bu!" demiş.
Bu da Hocamız'ın vefatından sonraki bir tasarrufudur. Bunu şu bakımdan zikrettim burda: Hayaller, uzaktaki insanlar filân değil, burda da olan bir kimse...
Yine başka bir kimseden bahsettiler bana, o da burda oturuyor. Kendi evinde bizim kardeşlerimizin tekke faaliyeti yapmaları için müsaade etmiş. Ondan sonra arkadaşlara söylemiş: "O gece sabaha kadar Mehmed Zâhid Efendi Hocamız geldi, çok iltifat etti." demiş. Bu kardeşimiz de aramızda...
Bunun bir misâlini ben Düzce'de gördüm. Bunlar incelenmesi mümkün olan olaylar, tasavvuf nedir diye merak edenler için... Bolu'da bir Şeyh Muhiddin Efendi vardı, rahmetullahi aleyh... Hocamız onu severdi. Hocamız bazı kimselerle Anadolu'nun içinde, dışında, Suriye'de ve sâirede irtibat halindeydi. Enterasan bir ilişki halindeydi. Hani o üçlerin, yedilerin, kırkların ilişkisi gibi mi neyse, bilmiyorum. Tahmin tabii, kesin bir şey diyemem.
Bu Muhiddin Efendi'yi severdi, aralarında muhabbet vardı. Allah makamlarını yüce eylesin... Bu Muhiddin Efendi'nin iki dervişi Hocamız'ın vefatından sonra kabrini ziyarete gitmişler. Ben onları tanımıyordum da, Düzce'de yol kenarındaki bir camide namaz kıldım ben; o caminin imamıymış birisi... Benim kim olduğumu sordu, tanıştık. Bu hadiseyi orda anlattı:
Hocamız'ın kabrini ziyaret etmiş bir arkadaşıyla... Kendisi Düzce'de, öteki arkadaşı İzmir'de... Ben not aldım isimlerini filân... Hocamız'ın kabrini ziyaret ettikten sonra geceleyin rüyasında Hocamız'ı görmüş, Hocamız teşekkür etmiş ona... E normal, tabii insan birisini ziyaret ediyorsa, alt şuurunda onunla ilgili bilgiler vardır, sevgi vardır, görebilir. Buraya kadar normal, tamam, olabilir. Belki, Hocamız ruhaniyet bakımından memnun olmuş ona gelmiş.
Ama, ikinci enterasan bir şey: Ertesi gün arkadaşına demiş ki, "Hani gündüz ziyaret ettik ya Mehmed Zâhid Efendi Hazretleri'nin kabrini... Bu gece benim rüyama geldi, bana teşekkür etti." demiş. Öbür arkadaşı demiş ki: "Yâ benim de rüyama geldi, bana da teşekkür etti." demiş. Bu tesadüf değil, burda bir ruhânî bir güç var... Vefat etmiş olduğu halde, kendisini ziyaret etmiş olan kimselere teşekkür ediyor.
Bu da bir şiiri hatırlatıyor bana... Osmanlı Müellifleri isimli bir kitabın başında vardı bu şiir; ben ordan okudum. Diyor ki şair:
İki cihanda tasarruf ehlidir rûh-u velî,
Deme kim bu mürdedir, bundan
nice derman ola?..
Evliyânın ruhu iki cihanda da tasarrufatta bulunur, iş yapar. İki cihan dediği, hem bu dünya hayatında, hem de öldükten sonraki hayatta... Yâni canlı iken de, vefatından sonra da keramet gösterir. "Bu ölmüştür, bundan ne derman olacak?" deme, öldükten sonra da te'sir eder.
Ruh şemşîr-i hüdâdır, ten gılâf olmuş ona,
Daha âlâ kâr eder, bir tığ
ki uryan ola!..
Bir benzetme ile bu olayı anlatıyor: "Ruh, Allah'ın kılıcı gibidir, vücut da onun kını gibidir." Kılıç kına sokuluyor ya... "Bir kılıç kınından sıyrılıp uryan olduğu zaman, yalın kılıç olduğu zaman, daha çok keser."
Yâni, demek istiyor ki: Evliyâ hayatta belki keramet göstermeyebilir ama, öldükten sonra daha çok gösterir. Çünkü, artık riyâ ihtimali yoktur. Dünyada iken kendisini saklamak ister; şöhret olmasın diye, riyâ olmasın diye kerametini saklar ama, öldükten sonra öyle bir şey bahis konusu değil, yapabilir mânâsına...
Başka bir olmuş misal anlatacağım: Siirtli zengin bir dostumuz var... İbrâhim Hakkı Erzurûmî Hazretleri'nin şeyhi vardı Tillo'da, İsmâil Fakîrullah Hazretleri, meşhur bir kimse... Onun torunlarından bir kimse... Bu şahıs Hocamız'ı evine çağırdı. Ben de Ankara'dan gelmişim, ben de Hocamız'ın yanında bu Siirtli zenginin evine gittik. Boğaza hakim, çok manzaralı, çok güzel bir evi var...
Gittim ama, hiç hoşuma gitmedi, Allah'ın bildiğini kuldan ne saklayayım. Misafir odasının köşesinde bar Amerikan var, her çeşit içki var... Bayağı kocaman bir tezgâh var, içkiyle dolu... Hocamız buraya niye gider diye ben afalladım yâni... Misafir odasında bir büyük televizyon var, yanında bir küçük televizyon var... Bir renkli televizyon var... Mutfakta bir televizyon var, banyoda televizyon var... 8-9 tane televizyon saydım evinde... O zaman da televizyona karşılığım var benim... Hiç hoşuma gitmedi. "Hocamız bu adama niye geliyor, niye iltifat ediyor?" diye de şaşırıyorum.
Sonradan anladım: İsmâil Fakîrullah Hazretleri'nin torunlarındanmış, onun için ilgileniyormuş. Dedim ya, birisini ele aldı mı Hocamız, kurtarıncaya kadar uğraşırdı.
Neyse, işte böyle bir kimse Hocamız'dan ders almış, mürid olmuş. Hocamız ahirete intikal etti, mekânı cennet olsun... Bu zat bir camiye gitmiş. bakmış ki imam çok güzel okuyor Kur'an-ı Kerim'i... Zengin de kendisi... İmama demiş ki: "Benim bir hocam vardı, vefat etti. sen de çok güzel Kur'an okuyorsun, sevdim senin Kur'an okumanı... Her sabah geleceğim, sen Kur'an okuyacaksın, ben dinleyeceğim; tamam mı?" demiş. O da, "Peki efendim!" demiş.
Hakîkaten ona gitmiş her sabah... İşte bir cüz mü okudular, ne kadar okudularsa hatimi indirmişler. Hafız okumuş, bu mukabele dinlemiş; tamamlamışlar hatimi... "En son gün cami olağanüstü bir kalabalık oldu. Nerden geldiğini anlayamadığım hacı anneler, vs. Kalabalık oldu cami, ben şaşırdım. Hatim duası çok kalabalık oldu." diyor. Bir gariplik burda...
"Sonra hocayı aldım, lokantaya götürdüm, ömründe yemediği yemekleri yedirdim. Cebine de çok para koydum." filân diye böyle anlatıyor. Ben gülüyorum onun anlattıklarına...
Sonra gece bir rüya görmüş. Rüyasında böyle bir dağın yamacında, bir mağaranın önünde kuyruk olmuş insanlar... Uzun bir kuyruk... Bu da o kuyruğun en arkasına girmiş. Fakat bir de bakmış, kendisi en önde... Kuyruğun arkasına girmiş ama, fırt en öne geçmiş. İçeri girmiş. "İçeride baktım ki üç mübarek zat var... İki tanesinin kim olduğunu bilemiyorum, bir tanesi Hocamız... Bana öyle bir sarıldı ki rüyada, mest oldum." diyor. Yâni, gündüz hatim indirdi, gece bu rüyayı görüyor.
Çok memnun olduğu için, mest olduğu için, "Hocam, ben buraya her zaman geleceğim!" demiş. O zaman Hocamız: "Buraya her zaman bırakmazlar insanı... Her zaman gelemezsin." demiş.
Böyle bir şey... Bu da bir teşekkür... Yâni, Hocamız'ın kendisi ile ilgilenen kimselere teşekkürünün misali olarak bunu da tesbit ettim.
Bir mühim başka önemli olay: Hocamız vefat ettikten sonra tabii, zihinlerde "Tekke kime kalacak, dervişler nereye gidecek?" gibi sorular var... Örfî idare olduğu için, biz bunları ilân etmeyi uygun görmedik. Hocamız bana emretmişti, "Benden sonra evlâdım, bu vazifeyi sen yaparsın!" diye ama, bunu söyleyemedik.
Hattâ, askerler Hocamız'ı politikacılarla beraber tevkif etmeyi bile düşünmüşler de, hasta diye yapmamışlar. Böyle bir şeyler de olmuş. Biz de örfî idare dolayısıyla ilk günlerde ilân etmemiştik. Bizim Geyve Pamukova'da eski ihvânımız var köylülerden... Hocamız vefat etti demişler. Yerine de kimin kaldığını bilmedikleri için, başka bir yere bağlanmışlar. Fakat o gece Hocamız onlara görünmüş, "Dönün bakalım tekkemize!" diye azarlamış onları... Ondan sonra dönmüşler, aramışlar, bizi buldular. Biz de ziyaretlerine gittik.
Bir başka önemli olay... Bunu da şimdi sağ olan Vehbi Vakkasoğlu diye bir yazar var; kitap yazmış. O şahıs kendisi anlattı. Bu kitabı da basıldı. Türkiye'deki cumhuriyetten sonraki meşhur evliyâları bir kitapta yazayım, toplayayım diye karar vermiş. Bir liste yapmış; şunları şunları alacağım, onlara kitabımda yer ayıracağım diye... Hakîkaten bizim Hocamız'a da bir iki sayfa bir şey ayrılmış, basıldıktan sonra gördüm.
Bu kitabı böyle tasarlayınca, bir assubay arkadaşı da ona demiş ki, "Sen böyle güzel bir şey yapıyorsun mâdem; bu işi yaparsan, ben de sana daktilo etmekte yardımcı olacağım." O da, "İyi olur." demiş, kitap çabuk çıkar ortaya diye...
Fakat tam kararlaştırdıkları zaman yaklaşınca, assubay demiş ki: "Komutan bir şeye kızdı, bütün izinleri kaldırdı." demiş. "Ben gelemiyorum, yıllık iznimi alamıyorum. Sana daktilo etmekte yardım edemeyeceğim." demiş.
Sebep şu: Bu assubay Alemdağ'daki füze taburunda... O füzelerin de başlıkları atom başlığı, yâni Türkiye'nin savunmasında çok önemli bir üs orası... Düşmana atom başlıklı bombalar atabilir. Öyle bir yer... Teftiş yakınmış, fakat füzeler bozulmuş, çalışmıyor. Aramışlar, bulamamışlar. Uğraşmışlar, düzeltememişler, thamir edememişler. Çırpınmaları boşa gitmiş, Amerika'dan uzman çağırmaya karar vermişler. Amerika'dan uzman gelecek, mekanizme çalışacak ama, teftiş de her an gelebilir. Bir yüksek rütbeli asker gelebilir. Komutan, "Olağanüstü bir durum var, izinleri kaldırdım." demiş.
O günlerde, ben gelemiyorum dediği zamanda, assubay bir rüya görüyor. Rüyasında bir ak sakallı hocaefendi kendisine diyor ki:
"--Evlâdım, füzenin arızası cihazın falanca yerinin şurasındadır." diye bir yer söylüyor.
O da uyanmış, hayırdır inşaallah demiş. Ertesi gün kalkmış, komutana demiş ki:
"--Komutanım! Ben füzenin arızasını bulacağım, tamir edeceğim. Ama ben yıllık iznimi alacaktım, birisine yardım etmek için söz vermiştim. Arızayı yaparsam, yıllık iznimi isterim!" demiş.
Pazarlık yapmış komutanla... Komutan da demiş ki:
"--Sen arızayı tamir et, ben sana izni iki misli veririm, daha neler yaparım!"
O arkadaş gitmiş, cihazın neresinde ise o rüyada gördüğü kısmı gitmiş açmış, o arayıp arayıp bulamadıkları arızayı orada eliyle koymuş gibi bulmuş, düzeltmiş. Mekanizma çalışmış, izni almış.
Daha başka şeyler anlatıyor. Evden çıktığı zaman; assubay geceleyin çıkmış, karanlık, hiç kimse yok... Otomobil bulunmaz, taksi bulunmaz, minibüs geçmez, otobüs hattı bulunmayan bir yerde önüne bir taksi gelmiş, binmiş. İneceği yerde parasını vermek istemiş, parasını almamış. Öyle bir seri enterasan işler...
Neden sonra Hocamız'ın resmini görünce: "Rüyada bana füzenin arızasını gösteren bu hocaydı." diye resminden tanımış. Daha önceden tanıdığı bir kimse değil...
İşte muhterem kardeşlerim! Bunlar birer misaldir ama, bu misaller benim için çok önemlidir. Ben bir üniversite hocasıyım. Doktora, doçentlik, profesörlük çalışmaları yaptım. Bilimsel çalışmayı bilen bir insanım. Öyle abuk sabuk, ipe sapa gelmez palavra şeyleri sevmem, söylemem. Beni tanıyanlar tanırlar.
Bir müşahit gözüyle, Mehmed Zâhid Kotku Efendi Hazretleri'nin yanında, yakınında bulunan bir insan gözüyle ve şüpheci bir insan gözüyle; mühendislik okullarında, fakültelerinde vakti geçmiş bir hoca olarak... Benim Yükseliş Mimarlık Mühendislik'te dersim vardı, Adapazarı Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde dersim vardı. Etrafım teknik elemanlarla doluydu.
Kendi hayatım da öyle, lisenin fen bölümünden mezunum. Araştırıcı ruhlu bir kimse olarak, benim tesbit ettiğim olaylardan bazıları bunlardır. Bizim bir profesör arkadaş var, diyor ki: "Hocamız gerçek bir velî olduğundan, binlerce misal bulabiliriz."
Herkes tabii kendi hocasını sever, medheder ama, bu anlattığım şeyler bana çarpıcı gelen misaller olduğu için, sizinle dertleşme babında, yirminci yüzyılı yaşayan, modern hayatı bilen kimse olarak, bu misalleri size arzediyorum.
Buralardan göreceksiniz ki, şu bizim materyalist mantığımızın dışında bir başka mantık var, bir başka dünya var, bir başka alem var... İnsanların bir ruh alemi var ve insanların birtakım mânevî güçleri var... Bu isbat edilmiş bir olay... Bunlarla bence isbat edilmiş oluyor.
Tasavvufun bir gücü var... Bunun da kaynağını gösterdim, Kur'an-ı Kerim'de var bu... Tabii, bunları bilmeyen insan, Kur'an'a da inanmayabilir, Kur'an'ı da şüpheyle karşılayabilir. Ama bu işler oluyor muhterem kardeşlerim!.. Bunu size ben de, kendim de yaşamış bir insan olarak anlatıyorum.
Olayın özeti şu: Allah-u teâlâ Hazretleri sevdiği kuluna olağanüstü bir takım melekeler, kabiliyetler ihsan ediyor. O sizin bizim gibi bir insan olmaktan çıkıyor, başka türlü bir insan haline geliyor. Bunun sebebi de Allah'ın yolunda yürümesi, farzları tutması, nafile ibadetleri yapması sonunda olan bir durum...
Yâni, Allah'ın onu sevmesi; sevdiği zaman gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olması meselesi... Bunları ben kendim kendi yaşamımda gördüğüm için, eski anlatılan olayların da nasıl olduğunu anlayabiliyorum. Sâfiyâne bir iman olarak değil de, bilmsel bir inançla, onların da gerçekliğini kabul ediyorum.
Biliyoruz ki, Allah inancına, ma'rifetullaha ererseniz, Allah'ı hakkıyla tanırsanız; Allah-u Teâlâ Hazretleri her şeye kàdirdir, her yerde hàzır ve nâzırdır. Bir şeyi istediği zaman, ol der, olur; biliyorsunuz.
İşte insan Allah'ın yolunda yürüdüğü zaman, Allah-u Teâlâ Hazretleri yardım ediyor. Allah-u Teâlâ Hazretleri koruyor. Allah-u Teâlâ Hazretleri, ona eza cefâ eden kimseleri cizâlandırıyor. Sahabenin hayatında bu böyle... Peygamberlerin hayatını misal olarak vermek istemiyorum; çünkü, "Onlar peygamberdir." diye sıyrılıyorlar. Peygamber olmayan insanlardan misal veriyorum ki, bu işlerin olurluğunu insanlar bilsin diye...
Bir üniversite profesörü olarak, merak edilen bir konuda somut misallerle, yâni elle tutulan, gözle görülen misâllerle bu olay hakkında bilgilendirmek istedim kardeşlerimi... İşin aslı, esası budur.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlemizi kendisinin sevdiği kullardan eylesin... Sevdiği yolda yürümeyi nasib eylesin, sevdiği işleri yapmayı nasib eylesin... Hem dünyada hem ahirette aziz ve bahtiyar etsin...
25. 10. 1995 - Braunschweigh / ALMANYA