Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!
undefined
undefined

 

SINIF SAVAŞIMLARI

 

 

Günümüzde kapitalizm'i ve ekonomik rejimleri eleştirirken, insanlık tarihinin en önemli dönemeçlerinden biri olan eski yunan dan başlayan sınıf savaşımlarını bilmenin zorunluluğunu görüyoruz... aşağıda eski yunan toplumundaki sınıf savaşım tarihine MArksist bir bakış getirmekte...

Toplumsal Sınıflar

 

 

Solon vatandaşları (soyluluklarına göre değil) zenginliklerine göre dört sınıfa ayırdı. 500 kile buğday ya da bunun değerine eşit şarap veya zeytinyağı üreten, ya da başka yollardan bunun değerinde yıllık gelirleri olanlar, “500 kilelikler” birinci sınıfa giriyordu. İkinci sınıfa “300 kilelikler”, üçüncü sınıfa “150 kilelikler” giriyordu. Yıllık geliri bunun altında olanlar dördüncü sınıfı oluşturuyorlardı.

İlk üç sınıfa zorunlu askerlik görevi yüklenmişti. Aslında bu yük değildi, bir ödül idi. Çünkü Eski Yunan’da, askerlik görevi ile siyasal haklar birbirlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Dolayısıyla dördüncü sınıf, askerlik-ten (ve vergiden) bağışlanırken, kendilerine seçme hakkı tanımakla birlikte, memur, yönetici seçilebilme hakları tanınmamış oluyordu.

Siyasal haklar, dört gelir dilimine ayrılan “vatandaşlar”a tanınan haklardı. Atina nüfusunun öteki kesimlerine, özgür, yerleşmiş yabancılar olan (ama bir Atina vatandaşının oğlu olarak doğmuş olmayan, dolayısıyla Atina vatandaşı sayılmayan) “metoikos”lara, kölelere ve kadınlara siyasal haklar tanınmamıştı.

Solon’un reformları, ne aristokratlan ne de aşağı tabakaları tam olarak hoşnut edebilmişti. Onun borç köleliğinden kurtardığı kimseler (umdukları verilmeyip kendilerine toprak dağıtılmadığı için) işsiz, huzursuz devrimci bir sınıf oluşturdular. Halkın davasını benimsemiş zengin bir aristokrat olan Peisistratos, bu durumdan yararlanarak, demokratik partinin önderi oldu. (Yunan’da “parti” sözünü, bugünkü anlamıyla formel siyasal kuruluşları değil, halkın, aristokratların ya da zenginlerin (oligarkların) resmi olmayan örgütlenişlerini belirtmek için kullandığımızı unutmamalısınız). Peisistratos; İ.Ö. 560’da bir darbe ile iktidarı ele geçirdi.

Solon anayasasına dokunmayan Peisistratos, önemli memurluklara kendi adamlarını geçirdi. Kendine karşı çıkan şamatacı aristokratları sürerek, topraklarını halka dağıttı. Kente göçen köylülere iş bulmak için para bastırıp büyük kamu yapıları yapımına girişti. Tarımdan çok zanaatlara ve ticarete önem vererek, Atina ekonomisini geliştirdi. Dış ticareti güvenlik altına almak için kurduğu askeri filo ile, Atina emperyalizmine varacak yolda ilk adımı atmış oldu. Peisistratos ölünce başa geçen büyük oğlu Hipparkhos iki aristokrat tarafından öldürüldü; yerine geçen kardeşi ve onunla birlikte tiran ailesi Atina’dan sürüldü.

Tarih aristokratlarca yazıldığı için, Peisistratos bir tiran (zorba) yönetimi tiranlık yönetimi olarak nitelendirildi. Tiran, iktidarı yasa dışı yollarla ele geçiren, halkı yasalara göre değil keyfi yöneten “halk düşmanı” olarak tanımlandı. Tiran ailesini süren aristokratlardan birisi de, yönetimi ele geçirince, birdenbire tutumunu değiştirerek, aristokratları karşısına alıp iktidarını halka dayandıracak olan Kleisthenes idi.

Kleisthenes, Solon’un reformlarına karşın, Atina siyasal yaşamın-da aristokratların ağır basmasının nedenini aristokratik kabile örgütlerinin (genos örgütlenmesinin) varlığını sürdürmesinde gördü. Kan bağına dayanan bu örgütlenmeyi yıkarak, yer bağına dayanan mahalle (deme) örgütlerini kurdu; ki “demokrasi” sözcüğümüz buradan gelmektedir. Klekthenes’in bu siyasal reformuyla seçim çevrelerini genoslar değil, mahalleler o1uşturdu.Ayrıca Kleisthenes, Atina’yı on seçim bölgesine (mahalleye, deme’ye) ayırırken, mahallelerin sınırlarını her bölgede aristocratların azınlıkta kalacakları biçimde çizmişti.

Sınıf Çatışmaları

Yukarıda anlatılan gelişmelerin bir sonucu olarak, İ.Ö. 7. yüzyılın ortalarına doğru, topraklar az sayıda zengin aristokratın ellerinde toplanırken, karşılarında kalabalık bir mülksüzler sınıfı belirdi; sınıf çatışmaları başladı.

İ.Ö.632’de, yoksul kitleleri yürüyüşe geçiren Kylon’un düzeni yıkma girişimi güçlükle önlenebildi. Atina aristokratları tehlikeyi önce sert önlemlere başvurarak önlemeye çalıştılar. İ.Ö. 624’de Drakon’a çok ağır bir ceza yasası hazırlattılar. Drakon yasaları, aristokratların, zenginlerin mallarını ve canlarını çoğu kere ölüm cezalarıyla korumaya çalışıyordu. (Siyasal Düşünceler Tarihi s.113-119)

Klasik eskiçağda sınıf savaşımı sorununa ayırdığı inceleme-sinde Charles Param, Homeros öncesi Yunan’dan İmparatorluk dönemi Roma’ya kadar, zaman içinde önemli değişikliklere uğrayan, uzamda da çok çeşitlilik gösteren toplumsal yaşam biçimlerini belirgin çizgilerle nitelemek istemiştir. Tarihsel somutlukların bu çeşitliliğini bizim gibi C.Parain de bilmektedir. Ancak incelemesinin başlıca konusu, çok ileri bir soyutlama düzeyinde bulunmaktadır. C. Parain, Batı Akdeniz’de insanlık tarihinin bu döneminin bütününe kendine has bir görünüm kazandıran, bunların özel bir üretim biçimine dönüşmesine yol açan temel özellikleri tanımlamaya çalışmaktadır.

Aslında Marxçılara göre eski dünya, köleci üretim biçimi gibi ayırt edici özelliğiyle tanımlanabilecek sınıflı bit toplum oluşturmaktadır. Peki bundan bütün klasik eskiçağ tarihinin iki uzlaşmaz sınıfın, yani köleler ile köle sahiplerinin çarpıştığı bir alan olarak değerlendirilmesi gerektiği sonucuna sakıntısızca varabilir miyiz? Eğer Marxçı kuram bu kadar yalınç, bu kadar basmakalıp, bu kadar diyalektik dışı bir anlatıma indirgenmek zorunda olsaydı bu kuram, tarihçilerin çalışmalarını aydınlatmak için hiç de yeterli olmazdı. -

Çünkü öncelikle köleliğin de bir tarihi vardır; toprağa sahip çıkmanın bazı özel biçimleri temelinde doğmak, gelişmek zorunda olan, bu nedenle yayılması, önem kazanması çeşitlenmesi (ailede, tarımda, el sanatlarında, devlet yönetiminde) yere, zamana göre değişen bir tarihtir bu. Yani bütün eski klasik toplumlar hiç ayrım gözetmeden köleci olarak adlandırılamaz.

 

 

Marx bile birçok metninde, eski uygarlıklarda köleciliğin yayıl-masının, eskil ülke-kentin kendine özgü mülkiyet biçimlerini başlatmış ama sonunda bunları yıkmış olduğunu vurguluyor. Yine Marx Kapitalde şöyle der: “Küçük ölçekli tarım ile el sanatlannın bağımsızca yapılması... doğu kökenli ortak mülkiye-ün kayboluşundan sonra, köleciliğin üretimi, ele geçirmesinden önce doruğuna ulaşmış olan klasik çağ toplumunun ekonomik temelini oluşturur”. Bu yüzden Marxçılar köleliği, “eskiçağın toplumsal ilişkilerine belli bir yerden sonra özgül niteliklerini kazandıran ama aynı zamanda gelişmesiyle birlikte bu toplumsal ilişkilerin ülke-kent çerçevesinde büründüğü ilk biçimleri bile yıkan bir oluşum olarak diyalektik açıdan ele almalıdırlar. Yani Yunan tarihçisi ile Roma tarihçisi için bakış açısı ille de aynı olmayacaktır. Bu bakış açısı eski Yunanla ilgili olarak, henüz az gelişmiş durumda bulunan kölelik, ataerkil niteliğini korurken ülke-kentin kendine özgü yapısı içinde kurulduğu arkaik dönem konusunda başka, ekonomik yaşamın değişik alanlarındaki işçi kölelerin çoğalmasıyla ortaya çıkan yükseliş, sonra çözülme dönemi konusunda da daha başka olacaktır.

Bu ilk açıklamalara Parrain’nin gözlemlerini eklememiz gerek: Bu gözlemler, benzersiz yönleriyle ele alınan bir üretim biçiminin özgül niteliğine karşılık gelen temel çelişmeyle tarihin belli bir anında, özel bir tarihsel durumun somut bağlamında hangi toplumsal öbeklerin çatıştığını belirten baş ya da baskın çelişme arasındaki farkı vurgulamaktadır. Ancak bu söz dağarı sorununun arkasında önemli bir sorunun, temel bir sorunun bulunduğunu sanıyoruz. Konuyla ilgili bir kaç söz söyleme izin verilsin, soruna bir yanıt bulmaktan çok onu daha iyi tanımlamaya, türlü sonuçlarını ayırt etmeye çalışacağız.

Temel çelişme ile baş çelişmeden söz etmemizin nedeni, Marxçı çözümlemenin her toplumsal oluşumu bir bütünlük olarak görerek burada her birinin kendine özgü yapısı ile etkinliği olan birçok düzey belirlemesidir. Toplumsal bir dizgedeki çelişmeler aynı düzey içinde ya da farklı düzeyler arasında bulunabilir. İşte herkesçe bilinen ünlü Marxçı kalıp buna karşılık gelir: Üretici güçler, ekonomik üretim ilişkileri, siyasal-ekonomik düzen, düşünme biçimi ile düşünyapı. Marx’ın incelediği kapitalist toplumda, toplumsal-siyasal alanda proleteryayı kapitalistlerle karşı karşıya getiren sınıfsal çelişkiler, toplumun derinliklerinde üretim süreçlerinin (üretim güçlerinin) git gide ortaklaşan niteliğiyle özel kesimde oluşu arasındaki çeliş-ki ile üretim araçlarının mülkiyetinin gitgide belli ellerde toplanması (üretim ilişkileri) arasındaki karşıtlığa denk gelmektedir. Tarihin somut varlığını oluşturan toplumsal, siyasal çatışmaların ortaya koyduğu sınıf savaşımları ekonomi siyasetinin soyut biçimde incelenmesiyle, kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisi gibi görünmesiyle aynı olmaktadır. Bu nedenle sınıflar ile sınıf savaşımı tanımı, bu insan öbekleri ile etkinliklerinin bütün olarak ele alındığında birbirini kapsayan çelişkiler içinde,nasıl baştan başa bütün toplumsal gerçeklik düzeylerine köksaldığını göstermek zorunda. Farklı düzeylerdeki karşıt güçlerin birbiriyle tutarlılığı işçi sınıfının kendi içinde yeni bir toplumu barındırmasını açıklar. Marx’a göre bu sınıfın savaşı, siyasal düzeyde kazandığı utku, devleti eline geçirmesi toplumsal ilişkiler düzeyinde köklü dönüşümlere, dolayısıyla da üretim güçleri düzeyinde bir atılıma yol açar. Eskiçağ dünyasında durumun farklı olduğunu, yalınlığı içinde bu kuramsal taslağın eski toplumlara bu haliyle uygulanmadığını göstermek için köle sınıfının, içinde hiçbir yeni toplumu barındırmadığını belirtmek yeterlidir. Eğer bu sav hiçbir anlam taşımıyor olsaydı, kölelerin siyasal utkusu ne üretim ilişkilerini ne de mülkiyet biçimlerini tartışma konusu yapmazdı. Bütün tarihçiler, köle ayaklanmalarının örgütlü bir siyasi ya da askeri savaş niteliğine (bu savaş ülke-kent dönemi Yunanistan’ında yaşanmamıştır) büründüğünde bile, gelecek tasarımından yoksun olduğu, toplumsal üretim biçiminin değişmesine yol açmadığı konularında birleşmektedir. Ancak bunların toplumsal bir değişimi sağlayamamalarının nedeni, gün geçtikçe derinleşerek üretim güçleriyle üretim ilişkilerini karşı karşıya getiren, bunlar arasındaki zorunlu uygunluğu işe katan çelişmelerin, köleler ile sahiplerinin toplumsal, siyasal alandaki çatışmalarında adamakıllı dile getirilmemesidir.

Eskiçağda toplumsal öbekler arasındaki çatışmaların karmaşık payını anlayabilmek için, Marxçı olsun ya da olmasın, her tarihçinin yapacağı şey, eskiçağ ekonomisindeki çeşitli çelişkileri tam olarak tanımlamak; bunları toplumun bütünü içinde bir yerlere koymak, elden geldiğince basamaklanmalarını, eski-çağ tarihinin değişik dönemlerinde kazandıkları göreli önemi belirlemek olmalıdır. Marx Polis’in kurulduğu en eski dönemde, temel olarak gördüğü çelişkilerle ilgili birkaç belirlemede bulunmuştu: Ona göre yan yana Yunan-Roma ülke-kent düzeninin özgüllüğünü oluşturan iki ayrı toprak mülkiyeti biçimi arasındaki çekişme söz konusudur: Ortaklık ilkesi üzerine kurulu toprağın devlet mülkiyeti ile kaynağını bu mülkiyetten alan özel toprak mülkiyeti. Toprak sahibini yurttaş haline getiren, eskiden toprağı işleyen köylüyü de kentli yapan şey işte toprak mülkiyetinin bu ikili konumudur. Toprağa sahip çıkmanın bu iki biçimi arasındaki dengenin ikincinin yararına bozulması — yani özel toprak mülkiyetinin ülke-kent kurumlan çerçevesinde azar azar pekişmesi — köleliğin, para ekonomisinin gelişmesi için önkoşul olarak belirtmektedir. Marx’ın çözümlemesi esas olarak Niebuhr’un Roma tarihi üzerine yaptığı çalışmalara dayanıyordu. Eski Yunandaki eskil ekonomiyi araştıran günümüz tarihçilerinin, Marxçılıktan her zaman etkilenmemiş olsalar da, kendilerine bunlara benzer sorular sorduklarını da belirtmek gerekir. En son çalışmalarda eski Yunan dünyasında toprak mülkiyetinin iki ayrı biçimde varolupolmadığını sorgulamaktadır: bir yanda bireylere değil haneye (Oikos) ait aile malı, bireylerin kendi başlarına bir alıcıya satarak bu ata malını (patröa) ailenin elinden çıkaracak keyfi tasarruf haklan yoktu. Atina gibi ülke-kentlerde bile toprakların büyük bölümünün (bunlar kuşkusuz kentsel yerleşimin çevresinde bulunan, tam anlamıyla ülke-kent topraklarını oluşturan topraklardır), özel kişilere değil devleti oluşturan ocaklardan birine bağlı kleros niteliği, devredilemez aile malı V. yüzyılın sonlarına kadar korunmuş görünmektedir. En azından ilkece el değiştirmeyen bu toprakların yanısıra, (kimileyin aynı ülke-kent içinde ama daha kıyı kenar yerlerde bulunan) daha ileri düzeyde bir mülkiyet konusu olan, alım satımı daha kolay yapılan topraklar bulunmaktadır.

Ekonominin çoğunlukla tarıma dayalı olduğu, sınıf çatışmalarının toprak mülkiyetiyle ilgili sorunlara kök saldığı bütün eski çağ boyunca toprak mülkiyetinin konumunu türlü biçimlerini, tarihsel değişimlerini aydınlatacak bir incelemenin gerekli olduğtunu ortaya çıkıyor. Başlangıçta kent (astu) siyasal görevler ile askeri işlevleri ellerinde toplayarak yönetimi tekelinde bulunduran belli bir tür toprak sahibinin yaşadığı (Atina’da Eupatridgiller) yer olan kırsal kesimin (demoi) karşıtıdır. Kentsel yerleşim biriminin, tarımdan bütünüyle ayrı, özerk olarak, sanayi ile ticaret etkinliklerine sahne olması daha sonraya (Atina’da, VI. yüzyıl) rastlamaktadır. Bu konuda Marx: “Klasik eskiçağ tarihi ülke-kentin tarihidir, ama toprak mülkiyeti ile tarıma dayalı kentlerin tarihidir” diye yazacaktır. Aynı metinde ülke-kentin başlangıcındaki ekonomik yaşamı tanımlayacaktır. “Kırsal kesim ülke-kentlerin toprağı sayıldığından ülke-kente toplanma, doğrudan tüketim için çalışan küçük çaplı tarım; kadınların, kızların yaptığı ev işi niteliğindeki (eğirme ile dokuma) el sanatlarını, ya da yalnızca birkaç alanda (demircilik,...) özerklik kazanmış el sanatları. Böylece ülke-kent belirli bir kara parçasında toprak mülkiyetini elde etme hakkını ayrıcalıklı bir azınlığa (yurttaşlara) veren kurumlar dizgesi olarak tanımlanabilir. Bu anlamda Polis’in ekonomik temeli, toprağın işlenmesinin özel bir biçimine dayanmaktadır. Köleliğin sonraki gelişmeleri, ev ekonomisinden ayrılan el sanatlan üretiminin ortaya çıkması, bu tür tanmsal toplumlar-da, Marx’ın deyimiyle söylemek gerekirse, bu toplumlann boş-luklarında beliren her zaman sımrlı ticaret kesiminin gelişmesi, paranın dolaşımı, bu yeni çelişkilerin belirip öne çıkmasını gösterir. Bu çelişkiler ancak kente özgü koşullar içinde doğabi-lirdi. Ancak bunlann gelişmesi, ortaya çıktıklan çerçevenin de sorgulanmasına yol açmıştır aynı zamanda. MarKın gözünde

köleliğin yaygınlaşması, iç ticaretin, deniz ticaretinin genişle- ~‘ mesi, ticaret üretiminin oluşumu, toprak mülkiyetinin belli el-lerde toplanması, toprak mülkiyeti biçimleri ülke-kenti ülke-kent yapan toplumsal, siyasal yapılan darmadağın eder.

Gelişme döneminde topluluk, artıdeğeri pazar üretimi için değil, onlan birbirine şıkı sıkıya bağlı (askeri, siyasal, dinsel et!-kinliklerA yurttaşlar, toprak sahipleri kılan topluluğun (gerçek ya da kuruntu) ortak çıkarlan için kullanmakta; topluluk aslın-da “kendi kendine yeten, özgür köylüler arasındaki eşitliği konıma”ya dayanmaktadır.

Böylece eski Yunanla ilgili olarak şu saptamayı yapabiliriz:

Kölelik yayılıp para dolaşımı bütün Akdeniz yöresini birleştirdiğinde, pazar genişlediğinde — ne var, bütün eskiçağda mal üre-timi yalnızca bazı kesimlerle sınırlıydı, bütünü bakımından tarıma dayalıydı — o çağda yani Hellenleşme çağında siyasi, ekonomik yaşam artık ülke-kentlerin geleneksel çerçevesi dışına çıkmaya başladı

Ekonomik yaşamda önemi gittikçe artan sanayi ile ticaretin her zaman az çok ülke-kentin kıyısında, bir anlamda yurttaş topluluğunu ilgilendirmeyen etkinlikler olarak gelişmesi böylelikle kolayca anlaşılır. Kendini bütünüyle bu etkinliklere veren, deniz ticaretinin, bankacılığın, mal üretiminin büyük kısmını elinde tutan kişiler esas olarak yurttaş olmayanlar, yerleşik yabancılardır. “Eskilerde, diye yazar Marx, yapımevi bir bozul-muşluk olarak görülür (bu azatlıların, yanaşmaların, yabancıların işidir). Emeğin üretkenliğinin gelişimi (tarımın, savaşın boyundunuğundan kurtulmuş evlerin, sokakların, tapınakların yapılması gibi toplumun, tanrısalın hizmetinde) —yani üretim faz-lasını yabancılarla, kölelerle değiş tokuş etme isteğinden doğma emeğin üretkenliğinin gelişimi üretici çalışma — topluluğun dayandığı, dolayısıyla nesnel bireyin yani Romalı, Yunanlı v.b. olarak bilinen bireyin dayandığı üretim biçimini çözer.”

Marx’ın ülke-kentteki üretim biçimleri arasındaki çatışmalarla ilgili bu kısa açıklamaları, eskiçağ ekonomisi konusunda yapılan en yeni araştırma sonuçlarını önceden görür, bunları aydınlatır. F. Dentel ile R. Laquer’den sonra Erb de, Yunanlıların oikonomia (sınırlı gereksemelere yeten el sanatları üretimine karşılık göçleri, siyasal bir öz-yeterlilik ülküsüne uygun, kentin üstüne kurulduğu aile temelli tarım ekonomisi) dediği ile kbrematistike (özellikle savaşın dayatmaları sonucu parasal kaynak yaratma ile kentin besin gereksemelerini karşılama gereğiyle birlikte ülke-kentin de büyümesini gerekli kılan ekonomi) dediği arasındaki karşıtlığın eski Yunan için itici güç olduğunu vurgulamıştır. Deniz ticaretinin, kredi bankacılığının, tüccara anapara ile sigorta sağlamanın gelişmesi khrematistike’yi açığa vurur.

İmdi bit kutupta, pek uzağa açılamayan, kendi kendine yeten, içe dönük, üretimden çok tüketime yönelik zanaat etkinliklerine bağlı, ya da siyasal topluluğun gereksinimlerini (savaş, kentleşme gibi) karşılamak için çalışan bir tarım ekonomisi; öteki kutuptaysa, evrimleşmiş, etken bir ticaret, deniz yoluyla alış-veriş sayesinde dışa dönük, temelde kişisel kazanca dayalı bir ekonomi bulunmaktadır M. I. Finley’in de belirttiği gibi, Yunan ekonomisinin en çarpıcı özelliklerinden biri de toprak ile paranın geniş ölçüde birbirinden ayrı iki alan olarak kalması-din Bu temel bölünme eski dünyadaki ekonominin gelişmesine özgüdür.

Marxçılar eğer eskiçağın her döneminde sınıf çatışmalarının nasıl somutlaştığını, toplumsal kavgaların hangi ekonomik yapılardan doğduğunu incelemek istiyorlarsa, ekonomi tarihiyle ilgili bu verilen akıllarından çıkarmamalıdır. Kapital’in bir dipnotunda Marx, Ekonomi politiğin eleştirisi’ne kaşı dile getirilen bir karşı çıkmayı yanıtlamaktadır. Maddi çıkarların yönettiği çağcıl toplumda, toplumsal, siyasi, düşünsel yaşamın gelişmesinin maddi yaşamın üretim biçiminin yönetimi altında olduğu; bunların sonuçta ekonomik yapılardan kaynaklandığının doğru olduğu yazılmıştır. Ancak “katolikliğin egemenlik sürdüğü ortaçağda, siyasetin egemenlik sürdüğü” Atina ya da Roma’da durum aynı değildi. Marx’ın yanıtı konumuz açısın-dan iki bakımdan ilginç görünmektedir. Bir yandan Marx siyasetin eskiçağın toplumsal varoluşu üstünde egemenlik sürdüğüne itiraz etmeye yeltenmez. Diğer yandan Marx, eskiçağda temel karşıtlıkların hangi ekonomik gerçeklikler üstüne kurulu olduğunu bir kez daha en açık biçimde belirtmektedir. Ortaçağın katoliklik yüzünden artık yaşayamaması gibi eskiçağın da siyasetle yaşayamayacağını gösterdikten sonra Marx şunları yazar: “0 zamanın ekonomik koşullan tam tersine, bir çağda katolikliğin diğerinde siyasetin temel rol oynadığını açıklamakta-dır. Örneğin Roma cumhuriyetiyle ilgili bir parça tarih bilgisi bu tarihin gizinin toprak mülkiyeti’nin tarihinde yattığını gösterir.”

Arkaik, klasik Yunanistan’la ilgili olarak — maceraya atılmak istemediğim Hellenleşme ile Roma dönemlerini bir yana bırakırsam — Marx’ın dile getirişi, temel çelişmenin belirip geliştiği alanı çok iyi belirler gibidir. Marx gibi ben de toprak mülki-yeti yapılarının söz konusu olduğunu sanıyorum. Parain’in terimlerini kullanırsak, baş çelişme, kentin kurtuluşundan önce Eupatridai türünde, kentte yaşayan, devleti denetleyen, askeri görevleri üstlenen toprak sahipleri sınıfıyla kırsal demos’u oluşturan rençber köylüleri karşı karşıya getirir. Bunun ardından, sözünü ettiğimiz toplumsal evrimin sonucu olarak baş çelişme yer değiştirir; çünkü ki sırada işbölümündeki ilerlemeler saye-sinde yeni karşıtlıklar ortaya çıkmıştır.

Bu bakımdan, Atina gibi bir devlet için V. yüzyılın ikinci yarısındaki dönüm noktasını vurgulamak gerekmektedir. Polis düzeninin dayandığı ekonomik, toplumsal denge, aşağı yukarı bit dönemde tehlikeye düşer. Kaba çizgileriyle eskiçağ ülke-kentinin toplumsal yaşamına kendine özgü görünümü verdiğini söyleyebileceğimiz üç özellik de aynı şekilde etkilenmiştir: İlk olarak kır ile kentin birleşmesi (kentsel yerleşim birimi özel çıkarlar ile ailelerin özel konutlarıyla karşıtlık içinde, yalnızca topluluğun ortak yaşamının yer aldığı bütün kamu yapılarının aynı yerde toplanmasıyla kırsal alana kendi bütünlüğünü kazandıran özekten başka bir şey değildir); ikinci olarak yurttaş ile askerin birleşmesi (bütün yurttaşlara paylaştırılan, özellikle siyasal görevler ile karışıp bütünleşmiş sayılan kişiler için uygun görülen askeri görev); son olarak yurttaşlık ile toprak mülkiyeti arasındaki sıkı bağ. Oysa V. yüzyılın sonlarına doğru ö-nemli sonuçlara yol açacak bir dizi değişim de işin içine girmektedir. Köyler savaşlar sırasında yakılıp yıkılmış, kırsal alandaki tarla ile mülkler terkedilmiştir; bu sırada kentte tam anlamıyla bir kent çevresi oluşmuş, hemen ardından da yaşam biçimi, meslekle ilgili etkinlikler, düşünme kalıbı olarak kentsel varoluş eski kırsal geleneklerle çelişmeye başlamıştır. Aynı zamanda savaşın gereklerini karşılamak üzere paralı askerin, meslekten komutanın gereği yeniden belirir. Sonunda da toprak, eskisi gibi devredilmez olmaktan çıkar. Toprak bir zamanlar dışlanmış olduğu para ekonomisi alanına girer. Böylece yurttaş olmayan birine, yaptığı hizmetler karşılığı toprak bağışlanabilmiştir. Anlamlı bir eşanlılık da şu: Aynı dönemde ticaret hukuku gelişmiş, bu hukuk deniz ticaretinin ihtiyaçlarını karşılamak için görece bir yenilik olarak diğer bütün Yunan hukuk alışkılarının tersine yazılı uygulamayı gerektiren bir sözleşme düşüncesini yerleştirmiştir. Louis Gernet’nin o çok çarpıcı deyişini kullanacak olursak, ekonomi — bu sözcüğe bugün verdiğimiz anlamla — yapacağını yapmıştır diyebiliriz. IV. yüz-yıldan başlayarak her şey artık parayla ölçülecektir. Ancak ülke-kentin kurulup sağlamlaştığı dönem olan VIII. ya da VI. yüzyıl değil ülke-kentin dağıldığı dönem olan IV. yüzyıl söz konusudur. Üstelik Yunanistan’ın tamamı değil, denizcilik ile ticaret kenti olan Atina söz konusudur. Son olarak da eğer Aristoteles “değeri parayla ölçülen her şeye mal (kbremata) adını veriyoruz” diye yazabiliyorsa da ekonomiyle ilgili düşüncelerin-de bile tüccarca düşünme biçimine karşı direndiği de aynı ölçü-de doğrudur. Bu taraflı bir tutum mudur yoksa gününün ekonomik gerçekliklerini yanlış kavrama mıdır? Marx’la birlikte, bunun tam aksi olduğuna, o zamanın toplumsal durumuyla ilgili sadık bir tanıklığın söz konusu olduğuna inanıyoruz. Aristoteles’in zamanında ekonomik yaşamın en geniş kesimi — ücretlilik olmaması yüzünden özellikle üretici güç olarak insan emeğinin her alanı — pazar ekonomisinin dışında kalmaktadır.

Yunanlılarda IV. yüzyıl boyunca sınıf savaşımı nasıl olmuştur? Yenilerde Claude Mossé bu konunun, IV. yüzyıl Atina’sındaki çeşitli yönlerini, nedenlerini araştırmıştır. Yazar böylesi bir incelemenin bütün güçlüklerini işe yarar bir biçimde ortaya koymuştur. Burada bizim yapabileceğimiz en iyi şey, yazarın sınıfsal ilişkiler bunların klasik Polisin dağılma dönemindeki evrimlerini çizdiği resme göndermede bulunmaktır.

Gerçi tarihin tarihin hiçbir döneminde sınıf savaşımları yalınç bir biçime bürünmemiştir. Ama Marx belki de haklı olarak, bu savaşımın eski çağlarda daha karmaşık bir yapıya sahip olduğunu düşünüyordu. Bu karmaşıklığın nedenleri çeşitlidir. Claude Mossé bunlardan bazılarını aydınlatmıştır. Çalışma varsayımı olarak dikkatlerinizi bu açıdan bana temel görünen bir olguya çekmek istiyorum. IV. yüzyıla doğru ülke-kent çerçeve-si içinde birçok toplumsal ulamı karşı karşıya getiren çatışmaları temelsiz ya da yalnızca düşün yapısal değildir; bunlar bu toplumların ekonomisine kök salar. İnsan öbekleri, birbirlerini karşı karşıya getiren maddi çıkarları için çatışmaya başlar. Ancak bu maddi çıkarlar doğrudan ne de sırf bireylerin üretim süreçlerindeki yerinden kaynaklanmaz. Bunlar her zaman, Polis dizgesi içinde, baş rolü oynayan siyaset yaşamında, bireylerin tuttuğu yerin işlevidir. Başka bir deyişle çeşidi bireylerin ekonomik işlevinin, maddi çıkarlan belirlemesi, toplumsal gereksin-melen biçimlendirmesi; şu ya da bu öbekle işbirliği içinde, şu ya da bu öbeğe karşı yürüttükleri toplumsal, siyasal eylemleri yönlendirmesi, siyasal konumun dolayımıyla olur.

Yalınkat birkaç örnek bunu anlamamıza yetecektir. Her iki-si de, onbeş yirmi kölenin çalıştığı bir yapımevinin başında bulunan ya da deniz ticaretiyle uğraşan ya da büyük paralarla tefecilik yapan bir yerleşik yabancı ile yurttaş arasında ekonomik konum, üretim sürecindeki yerleri açısından hiçbir ayrım yoktur. Ancak bu iki kişiyi aynı sınıfın üyeleri olarak göremeyiz. Aralarında düşmanlıklar,çıkar çatışmaları da içinde olmak üze-re uyuşmazlıklar bulunmaktadır. Aslında Polis’in kurumsal dizgesi, ayrımsız bütün yurttaşlara, yurttaş olmayanların göz dikemiyecekleri ayrıcalıklar tanımaktadır — bunların kimisi, toprak mülkiyeti hakkı gibi ekonomik ayrıcalıklardır. Her ülke-kentte yurttaş topluluğunu birbirine yaklaştıran, aralarındaki iç bölünmelere karşın yurttaş olmayanlarla karşıtlık içinde göreceli olarak birleşmiş bir öbek kılan dayanışma, kuşkusuz ortak çıkarlardan kaynaklanmaktadır; ancak aynı ülke-kentin yurttaşlar arasındaki bu çıkar birliği, yurttaşlarla yurttaş olmayanların çıkarları arasındaki bu ayrım, yönetim yapılarının oynadığı arabulucu rolün göz önüne alınmasıyla anlaşılabilir.

İkinci bir örnek bu saptamaları açıklamamızı sağlayacaktır.

Claude Mossé IV. yüzyılda bile (önceki dönemler için haydi haydi), toprak sahipleri sınıfıyla çatışan bir tüccar, sanayici yurttaş sınıfından söz etmenin hiç doğru olmayacağını göstermiştir. Atina’da tarım ya da zanaatla ilgili işlerinden elde ettikleri ürünlerin bir bölümünü doğrudan satan kişiler dışında, yalnızca aracı olan, tüccardan başka bir niteliği olmayan tüccarlar ulamı bulunmaktadır; ancak burada daha çok perakende ticaret söz konusudur, bunlar küçük dükkan sahibi ya da agora-da tezgah açan esnaftır. Buna karşılık, Parain’le birlikte köleci girişimciler diyebileceğimiz kişilerin büyük servetlere sahip olduğunu gösteren tanıklıklar, bunların hemen her zaman — işliklere, nakit paraya, alacaklara ek olarak — taşınmaz mal sahibi olduklarını da göstermektedir. Bir toprağa sahip olmanın, yurt-taşlık konumu açısından kazandığı önem göz önüne alınırsa, geniş parasal kaynaklan olan bir yurttaşın aynı zamanda toprak sahibi olabileceği düşünülemez bir şey değildir. Eğer böyle birinin toprağı yoksa, mutlaka satın alacaktır, çünkü toprakta ayrıcalık ile erdem vardır; yurttaşa nakit paranın sağlayamayacağı bir orun, bir saygınlık, bir ağırlık kazandıran topraktır.

Ayrıca ülke-kent çerçevesi içinde köleci girişimcinin kazancının büyük bölümünün nereye gittiğine de bakmak gerekir.

Eskiçağda sanayi anamalı yoktur. Kazanç, işyeri içinde yeni yatırımlara dönüştürülmez. Üretim güçlerinin büyük bölümü kölelerin kol gücüne dayandığı için araç gereç ilkeldir. Bu koşullar içinde girişimcilerin elde ettiği artık değerin büyük bölümü, hazineyi besleyerek, devletin ortak harcamalarını karşılamaya yarayarak dinsel tören kılığında yurttaş topluluğuna geri dönmektedir; bunlar kentsel dinsel bayramlar, askerlik harcamaları, kamusal yapıların inşaatıdır. Marx, üretim güçlerinin az geliştiği, mal üretiminin henüz kısıtlı olduğu toplumlarda, paranın daha gelişmiş ekonomilerdekiyle aynı biçimlere, paya sahip olmadığım göstermiştir. Para dolaşımı yalnızca madene dayandığı sürece, yerel, siyasal özelliğini koruyan para henüz kredi parası ile evrensel para olarak değil, hesap parası ile sikke (dolaşım aracı) olarak kullanıldıkça zenginliğin birikmesi ancak yalınç dolaşım alanında bir de köşeye sikke yığma gibi çok özel bir biçim altında gerçekleşmektedir: “Bir köşeye yığılan satışlarla paranın dolaşımdan çekilmesinden, diğer yandan da basit anlamda saklanması ile biriktirilmesidir.”

Eğer eskiçağda herkes hazine yığıyorsa — servet, bugün olduğu gibi bankalarda toplanmayıp, ülke topraklarına dağıtılmış yayılmış olduğu için — paranın dolaşım çevriminden böyle sürekli, yaygın biçimde çıkarılıp alınması, Marx’ın alışkın olduğu biçimde, yani hem insanbilimci hem de iktisatçı olarak çözümlediği bir ters devinimle karşılanmaktadır. Marx’a göre iktisat olguları insanlar arasındaki ilişkilerden — sürekli değişme gösteren ilişkilerden — başka birşey olmadığı için bunların incelenmesi, ekonomik tutumlarla ilgili ayrımsal tipler dizgesi diye-bileceğimiz şeyle birlikte yapılmalıdır. Parasını gizleyerek, gömerek, sürekli olarak biriktirerek kurtarmak isteyen birikim sahibi kişi, aynı zamanda bunu başkalarına gösterip, herkesin önünde zenginliğini sergilemeye de zorlanan kişidir. Paranın büyük kısmının dolaşıma yeniden sokulması, işte bu gösteriş harcamaları ile, bireysel lüksün ilke olarak yasak edildiği ülke-kentte yurttaşlar topluluğu yararına eli açık bağışlarla para, dolaşım çevrimine yeniden sokulur. Kamu hazinesinden herkese açık hukuksal, siyasal işlere para ayrılması yapılmasına dahası yoksul olanlar için kimi para bağışlarının yapılmasıyla üretim fazlasının bir bölümü yurttaş kitleleri arasında paylaşılmaktadır.

Böylece Parain’in yazısında, Claude Mossé’nin de kitabında, yurttaşlar arasındaki sınıf savaşımını varsıllarla yoksulları karşı karşıya getiren bir çatışma olarak tanıtması anlaşılabilir. Bu deyiş ilk bakışta şaşkınlık yaratabilir: Marx’çı düşünceden pek esinlenmişe benzememektedir. Bir sınıfa ait olmak varsıllığa ya da gelir düzeyine değil, üretim ilişkilerindeki yere bağlıdır. Bir Marx’çı nasıl olup bir varsıllar sınıfından bir yoksullar sınıfından söz edebilir? Sonuç olarak bu deyiş çağdaş toplumlara uygulanamaz görünse de, yurttaşlar arasında çatışmanın temelde aynı sorun çevresinde yani üretim fazlasının, ülke-kent kurumları aracılığıyla kimin yararına paylaşılacağı sorununun çevresinde düğümlenmesi, Yunan ülke-kentinin çöküşü sırasında ortaya çıkan durumu tam olarak açıklayan tek formüldür. Bu sırada ekonomik konumları çeşitlenen yurttaşlar kitlesi iki düşman kampa ayrılmıştır; hiç bir şeye sahip olmadıklarından ya da çok az şeye sahip olduklarından, varsılları olabildiğince vergilendirmek için yönetim kurumlarını kullanmak isteyenler ile bu duruma — servetlerinin kaynağı ne olursa olsun — direnmekte kararlı olan varlıklılar.

Bu genel kalıp içinde, köleler ile onların özgür efendileri arasındaki karşıtlığı nereye yerleştirmek gerekir, kölelerin savaşı hangi biçimlere bürünmüştür, bu savaşın toplumsal evrim içinde ağırlığı ne olmuştur? Olgular düzleminde, Yunan tarihçisinin, en azından araştırmamı sınırlamak istediğim arkaik ile klasik dönem için, açık seçik bir saptama yapması gerekmektedir. Köleler ile efendileri arasındaki karşıtlık kesinlikle baş çelişme görünümünde değildir. O çağ insanlarının şiddetle çarpıştıkları toplumsal, siyasal kavgalarda köleler asla türdeş bir toplumsal öbek olarak ortaya çıkmaz, asla ülke-kentlerin tarihinin dokusunu oluşturan çatışmalar dizisinde kendine has rolü-nü oynayan bir sınıf gibi davranmaz. Buna şaşmamak gerekir, çünkü sınıf savaşımları, tanımı gereği kölelerin dışlandığı bir toplumsal-siyasal çerçeve içinde başlayıp sürmüştür. Bütün bu çağ boyunca kölelerin efendilerine karşı koymalarının doğrudan toplumsal, siyasal savaşımlar düzleminde asla dile getirilmediğini söyleyebiliriz.

Bu bakımdan, Marx’ın çok önem verdiği bir tanık olan Aristoteles’in deyişi gibi bir deyişin ne anlama geldiği konusunu düşünmemiz gerekmektedir. Aristoteles köleyi canlı bir araç olarak görür. Yunanlının gözünde insanın insanlığı onun toplumsal ırasından ayrılamaz; insan siyasal bir varlık olarak, yurt-taş olarak toplumsaldır. Köle, kentin dışında olduğu için toplumun, dolayısıyla insanlığın dışındadır. Kölenin yalınkat bir canlı araca indirgenmiş bu imgesiyle, gerçek tarih içinde toplumsal öbek olarak oynadığı küçük rol arasında diyalektik bir bağ bulunur. Klasik ülke-kent dizgesi, ekonomik yapılan, kurumlan ile düşünce biçimleri içinde yaşayıp gittiği sürece, köleler hiçbir yerde etkin, birleşik bir toplumsal güç; olayların gidişini çıkarlarına, isteklerine uygun olarak yönlendirmek amacıyla tarih sahnesine çıkan, dayanışma içinde bir insanlar öbeği oluşturamayacaktır. Üstelik kölelerden oluşan ülke-kentin, kimi kez tasarladığımız gibi türdeş bir öbek oluşturmadığını da biliyoruz. Birçok engeli beraberinde getiren budunsal kökenlerin farklılığı, dilsel çeşitlilik dışında, gerçek çalışma ile yaşam koşulları görünüşte hukuksal konumun özdeşliği ardında, önemli ayrımları ele vermektedir. Yeni komedyanın sahneye koyduğu ya da efendisinin yerine, efendisinin adına bir zanaat işletmesini yöneten bir köleyle, Laurion madenlerinde zincire vurulmuş, acı çeken köleler arasında ortak olan ne vardır? Bir rençber köleyle, zengin bir ailedeki lala ya da devlet yönetiminde çalışan bir görevli arasında ortak olan ne vardır?

Bu, köleler ile efendileri arasındaki karşıtlığın eskiçağ toplumlarının evriminde önemli bir payı olmaması mı demektir? Kesinlikle değil. Ancak bu karşıtlık, toplumsal-siyasal yapılar düzeyinde yapılan yoğun bir savaşım biçimine bürünmemiştir. Bireysel başkaldırı tutumlarıyla kendini gösterir bu karşıtlık; kimi kez de dış koşullar, savaşın kaypaklıkları izin verdiği zaman, toplu firar eylemleriyle; ancak bu durumda söz konusu olan, toplumsal durumu, üyesi olduklarını duydukları bir öbeğin yararına değiştirmek değil, kölelikten kurtulmaktır. Aslında karşıtlığın belirmesi ile can alıcı bir rol oynaması başka bit düzlemdedir kölelerin — toplumsal öbek olarak, bütün olarak —efendilerine karşı direnişe geçmesi, kölelerin, eski Yunan’ın teknik, ekonomik bağlamında tam olarak temelini oluşturdukları üretici güçler düzeyinde açığa çıkar. Bu düzlemde köleler ile efendilerinin karşıtlığı, köle işgücünün kullanılması yaygınlaşınca, köleci üretim dizgesinin temel çelişmesi niteliğine bürünecektir. Aslında teknik ilerlemenin genel olarak askıya alındığı ya da en azından adamakıllı engellendiği bu dizgede, üretim güçlerini geliştirmenin tek yolunun köleliğin yaygınlaştırılması olduğu görülüyor. Ancak öte yandan kölelerin efendileriyle çekişmeleri, direnişleri, belirli işlerin yapılması konusunda gösterdikleri kaçınılmaz isteksizlik bu ilerlemeyi engeller, verimlili-ğin gittikçe azalmasını gerektirir; oysa üretici güçlerin niteliği düzleminde, köle sayısının arttırılması toplumsal dengeyi tehlikeye düşürmeden, sonsuza dek sürüp gidemez. Bu nedenle, belli bir aşamadan sonra köleler ile onları kullanan kişiler arasındaki karşıtlık, Parain’in de dediği gibi baş çelişme olarak ortaya çıkmamış olsa da dizgenin temel çelişmesine dönüşmüştür diyebiliriz.

 

 

Bu giriş saptamaları hem uzun hem de yetersiz oldu. Amaç, çağdaş toplumu incelerken geliştirilmiş bir kavramsal aracın, olduğu gibi, sakıntısızca eski dünyaya uygulanamayacağını özellikle anımsatmaktı. Marx, bugün bizim bildiğimiz gelişmiş biçimlerini alan, çağcıl toplumu incelerken ortaya koyduğu iktisat ulamların, klasik iktisadın aksine, tarihsel ırasını açık açık kesinler. Marx bu ulamların, toplumsal gelişmenin bütünlüğü içinde anlaşılması için anahtar sağladığını düşünür. Ancak bu ulamların öncesiz sonrasız özler olmadığını da belirtir; bunlar her zaman varolmamıştır. Yani bunları salt, yalınkat biçimde kapitalist olmayan toplumlara yansıtmaktan kaçınmak gerekir: Bunlar bu toplumlarda bulunmayabilir ya da sanayi kapitalizmi çerçevesinde aldıkları biçimden farklı biçimler altında bulunabilir. Sınıf, sınıf savaşımı kavramlarını eski dünyaya uygulamak için kullandığımızda da çağdışılıktan kaçınmamız, Marxçılığın son derece tarihsel olan esin kaynağına sadık kalmamız gerekiyor.

kaynak: "eski yunanda toplum ve söylen"

 

GERİ