BÖLÜM
2
Bugün
ortodoks dini çevreler (hem hıristiyan hem de yahudiler) bu yorumlara şiddetli
tepki gösteriyorlar. Ama araştırmacılar da, açılan yeni yoldan yürümekte
kararlılar. Bundan dört yıla yakın bir süre önce yayımlanan “Hiram Key”
adlı kitabın yazarları Christopher Knight ve Robert Lomas da bu araştırıcıların
en sansasyonellerinden. Her ikisi de Mason olan bu iki İngiliz, bütün tepkilere
rağmen 6 yıl boyunca Masonluğun bilinmeyen tarihini incelediler, sorguladılar
ve sonunda kendilerinin bile ummadıkları noktalara vardılar: Hıristiyanlığın
tarihi, belki de yeniden yazılmalıydı!
İki genç adamın araştırmasının en
sürpriz yanı, İsa ile ilgili ilk kez “elle tutulur” açıklamalar ortaya
koyması ama bunların yine ortodoks dinin iddialarıyla 180 derece çelişik
olmasıydı. İsa’nın “memleketi” olarak bilinen Nasıra’ya ilişkin bir bilmeceye
takıldı ilkin Knight ve Lomas. İncil, “Ona herkes Nasıralı İsa diyecek”
diyordu ama, bütün tarihi bulgular sözü edilen tarihlerde Nasıra kentinin
varolmadığını gösteriyordu. İki araştırmacı, İsrail’de uzun süre dolaştılar,
belgeleri incelediler ve sonunda aradıklarını hem Nag Hammadi yazıtlarında
hem de orijinal metinlerde buldular. Nasıra (Nazareth) İsa zamanında ortada
yoktu ama, “Nasıralı” nitelemesi de bir dil ve çeviri hatasından ileri
geliyordu: Doğru sözcük, “Masorean”, yani “Nasorili”ydi. Sina dolaylarında
yerel dilde Nasori “balık sürüleri” anlamına geliyordu ve şaşırtıcı biçimde
aynı sözcük aynı lehçede “İsa’ya inananlar”ı da niteliyordu! Araştırmalarını
ilerleten iki yazar, Nag Hammadi yazıtları ve bölgede rastlanan esk kabartmalar
dahil, hıristiyanların kullandığı “birbirini kesen iki yay” biçimindeki
amblemin net bir biçimde “balık” şeklini simgelediğini farkettiler. Bu,
hıristiyan kültüründeki “balıkçılık” mitine de uygun düşüyor ve Aziz Peter’ın
balıkçı olmasını, İsa’nın ağları balıklarla doldurması mitlerini de açıklıyordu.
Son noktada “Nasıralı İsa” nitelemesi, bir başka okunuşla beliriverdi:
“Balıkçılar grubunun İsa’sı” !
Nasorilere ilişkin bu yorumları, söz
konusu grubun Esseneler ile de iç içe yaşadığını, dahası, belki de bu ikisinin
aynı insanlardan söz ettiğini ortaya çıkaran bulgular izledi. Roma imparatorluğu
bütün Yakındoğu’ya egemen olurken, dinlerinin ve binlerce yıldır saklanan
eski bilgilerinin elden gideceğini düşünen bir grup yahudi şehirlerden
uzakta inzivaya çekilmiş ve mağaralarda derviş hayatı yaşamaya başlamıştı.
Bunlar, insanın doğumdan itibaren “kirliliğe” yatkın olduğunu düşünüyorlar
ve sürekli su ile yıkanmayı gerekli görüyorlardı: “Vaftiz”in izleriydi
bunlar! İçlerinden bazıları Kudüs ve dolaylarında insanların arasında dolaşıp
onları “doğru yola çağırma” işlevini üstlendikleri anlaşılıyordu ki, bunlardan
biri “Nasorilerin İsa”sı, diğeri de “Vaftizci Yahya” olmalıydı.
Sonra Knight ve Lomas, İsa’nın adı
üzerinde durdular: İncil yunanca yazılmıştı ve bu nedenle “Jesus” adı Yunan
dilindeydi. Bu ismin Yahudi dilindeki karşılığı çok büyük bir olasılıkla
“Joshua” olmalıydı aslında. “Joshua”, Tevrat’taki kurtarıcı “Mesih” imgesine
yakın kişiliklerden biriydi. Diğer yandan İsa’nın “soyadı” haline gelen
“Mesih” yani “Christ” sözcüğünün de bir özel isim olmayıp, Yahudi dinindeki
“beklentiyle” ilişkili olduğunu vurguladılar Knight ve Lomas. Yahudiler,
Tevrat’ta yazılı olan, kendilerini bağımsızlığa götürecek bir Mesih’i bekliyorlardı
ama bekledikleri kişi “Tanrı’nın Oğlu” ya da bizzat “Tanrı” nitelemesiyle
gelecek ve “dünyayı kurtaracak” biri değil, etten kemikten biriydi: Yahudilerin
Kralı unvanıyla, Davut’un mirasını üstlenecek ve Yahudileri Roma zulmünden
kurtarıp bağımsızlığını sağlayacak güçlü, savaşçı bir Mesih bekliyordu
onlar. Bu durumda, isimde bir gariplik vardı sanki.
İki yazar, araştırmayı İsa’nın yakalanıp
yargılanmasına ve çarmıha gerilmesine dek götürdüler. 4. yüzyıldan beri
yüzlerce inanmış insan Yahudi topraklarını karış karış aramış ama ne mahkeme
tutanaklarına ne de ünlü çarmıha gerilme işleminin yapıldığı meydana ya
da mezara ulaşabilmişti. Bir referans noktası arayan Knight ve Lomas, yargılama
ve çarmıha gerilme bölümüne ilişkin İncil’deki hikayede, kimsenin o güne
dek dikkat etmediği bir “anormalliği” farkettiler birden: Efsaneye göre
Vali Pilatus, İsa ile birlikte idama mahkum edilen Barrabas adında bir
suçluyu halkın önüne çıkarmış ve adet gereğini birinin affedileceğini söyleyip
halktan seçim yapmasını istemişti. Çoğunluğunu yahudilerin oluşturduğu
halk da söz birliği içinde “Barrabas’ı affet, İsa’yı as” yanıtını vermişti
valiye. İki yazar, bu Barrabas’ın bir ikinci isminin daha olduğunu fark
ettiler: Matta İncili’nin 27:16 ayetinde bu adamın adı, bir kez geçiyordu:
İsa Barrabas!
İşler bambaşka bir noktaya yönelmeye
başladı Knight ve Lomas için: Demek o gün, inanışa göre, idama mahkum edilen
iki İsa vardı! Bunlardan biri, “Yahudilerin Kralı” iddiasıyla ortaya çıkmış
ve bu unvan alaycı biçimde başının üzerine yazılarak çarmıha gerilmişti.
Diğeriyse, İsa Barrabas idi ve Vali Pilatus tarafından affedilmişti. İki
yazar, bir adım daha ileri gittiler ve o günün diline ilişkin verilerden
yararlanarak, bu kökeni hiç bilinmeyen Barrabas adını çözümlediler: “Bar”,
dönemin dilinde “Oğlu” anlamına geliyordu. “Abba” ise “Baba” demekti. İki
sözcük birleşip tamlama haline geldiğinde “Babasının Oğlu” çıkıyordu ortaya
ama bu tamlamanın özel anlamı, “Tanrı’nın Oğlu”ydu! Yani Barrabas bir isim
falan değil, bir unvandı ve İsa Barrabas harfi harfine “Tanrı’nın Oğlu
İsa” demekti! Demek ki, o gün Kudüs’te “Tanrı’nın Oğlu İsa” adıyla bilinen
biri, olasılıkla başını derde sokmuş bir din adamı ya da vaiz Vali Pilatus
tarafından affedilmiş, daha tehlikeli görülen, çünkü “Yahudilerin Kralı”
unvanına sahip olduğu söylenen, halk arasında “beklenen Mesih” olabileceği
inançları yayılan bir başka İsa da çarmıha gerilerek idam edilmişti! Şimdi,
bunların hangisi hıristiyanların İsa’sıydı sorusuna yanıt bulmak kalıyordu
ve Knight ile Lomas’a göre yanıt açıktı: Affedilen ve serbest kalan, “Tanrı’nın
Oğlu” unvanlı derviş!
İddia, hemen farkedeceğiniz gibi “sağlam”
bilimsel dayanaklara sahip değil ve yine dini belgelerden yararlanıyor.
Ama çözümleme ve varsayımın geçerli olma olasılığı hiç de düşük değil.
Bu varsayım, iki yazarı şöyle bir noktaya da yönlendiriyor: İsa, affedildi
ve bir Nasorili olarak, Essenelerin arasına geri döndü. Birinci yüzyılın
ortaları boyunca, diğer yoldaşlarıyla birlikte mezhep inanışlarını yaymaya
çalıştı, bunda bir ölçüde başarılı da oldu. Ne var ki Roma İmparatorluğu
ani bir strateji değişikliğiyle yeni dini alıp “resmi din” haline getirince
ve onu istediği gibi yoğurup muhalifleri de ezince, Essene ve Nasorilerin
sahip oldukları tek şey, inançları ve bilgileri de ellerinden alındı. Roma’nın
kurduğu Kilise de yüzyıllar boyunca yapay bir hıristiyanlığı Batı dünyasına
egemen kıldı, muhalifleri yok etti. İki yazar, “Hiram Key” kitabında İsa’nın
döneminde yazılan ve bilinmeyen geçmişe ışık tutacak belgelerin İsa ve
yoldaşlarınca Kudüs’te bir yerlere saklandığını; 1000 yıla yakın bir süre
sonra, Haçlı Seferleri sırasında bölgeye gelen Templar Şövalyeleri’nin
ısrarla bu belgeleri arayıp bulduklarını; ele geçen yazıtların şövalyelerce
İskoçya’daki bir şatonun içine gizlendiğini de iddia ediyorlar. Buna göre,
eğer İskoçya’daki Rosslyn Şatosu iyice aranırsa, bilmediğimiz daha pek
çok şeyi içeren büyük bir gizem ortaya çıkacak. Bu, Essenelere de atalarından
kalan, olasılıkla İ.Ö 3. binyıla, hatta daha gerilere giden bir gizem belki
de.
Birinci Bölüm için tıklayın
|