VI. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi'ne sunulmuş
tebliğ, ODTÜ, 18 Kasım, 1999.
TÜRKİYE DIASPORALARI
VE GÜNEYDOGU'DA GÖÇ*
YASİN AKTAY
Dr.
Selçuk Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
Diaspora, Yahudi tarihiyle
ilgili bir kavramdır. Yahudilerin tarihte Filistin'den
çıkarılışlarına işaret eder. Şinasi
Gündüz'ün Din ve İnanç Sözlüğü'nde
Diaspora maddesiyle ilgili şu satırları okuyoruz: "MÖ 721
yılında İsrail Krallığnın ve Samarya'nın
Asurlularca yerle bir edilmesiyle başlarsa da, asıl diaspora MÖ
586'da, Babil Kralı II. Nabukadnezzar'ın Yahuda'yı ve Kudüs'ü
yakıp yıkmasıyla oluşur. Pek çok Yahudi, Babil
egemenliğindeki bölgelerde zorunlu ikamete tabi tutulur. Buna Birinci
Diaspora adı verilir. MS 70'de Kudüs ve civarındaki bölgelerin
Romalı Titus tarafından yerle bir edilmesiyle ise İkinci ya da
Büyük Diaspora başlar. Bu dönem ve sonrasında bir çok Yahudi Roma,
Mısır ve diğer ülkelere göç ederler. Yahudi diasporası
dışında herhangi bir yerde azınlık olarak yaşayan
diğer din mensupları da diaspora oluştururlar" (Gündüz, 1998:
95). Dolayısıyla Diaspora Yahudilerin tarihte yaşamış
oldukları, öyle ki, yaşamaya iyice alışmış
oldukları bir sürgün durumuna işaret ediyor. Gerçi bu sürgün kimin
başına gelirse o bir çeşit diaspora yaşamış
sayılabiliyor ama, sadece yurdundan çıkarılmış olmak
değil, aynı zamanda bir Yahudi gibi çıkarılmış
olmak çok önemlidir. Bunun önemi de sosyolojik literatürde, son zamanlarda,
toplumsal hareketliliğin bir çeşidini karakterize etme
başarısında yatar. Bir Yahudi gibi
çıkarılmış olmayı Yahudiler açısından karakterize
eden şey, savrulmuş olmaktır. Yahudi olmayanlar açısındansa
onu karakterize eden başka şeyler de vardır.
Ayrıntılarına burada fazla giremeyeceğimiz en önemli
özelliklerinden birisi, Diaspora şartlarının Yahudileri güçlü
bir "dayanışma" ve hırslı bir "tutunma"
çabasına yöneltiyor görünmesidir. Öyle ki, bu durum kendi çapında
başka diaspora şartları yaşayan pek çok insan nezdinde bir
"Yahudi Olmamayı", üzerinde esefle durulacak bir durum
kılabiliyor (Of Not Being a Jew,
İsmet Özel). Diaspora'nın Yahudilere özgü şeklinin dikkat çekici
bir özelliği ise, sürgün olarak bulunulan yere uyum konusunda
geliştirilen ideolojilerdir. Mircea Eliade'ın Yahudi halkların
tarihinde önemli bir rol oynamış olan Babilonyan Talmud'unun bir
işlevine işaret ettiği değinisi, bu ideolojiyi çok iyi
örnekler: "O (Babilonyan Talmud Y.A.) Yahudilerin Diaspora içerisindeki
farklı sosyopolitik çevrelere kendilerini nasıl adapte
edebileceklerini gösterir. Üçüncü yüzyılda bir Babilonyan üstadı, bu
temel ilkeyi şöyle formüle etmişti: düzenli hükümetin yasaması
tek meşrû yasayı oluşturur ve Yahudilerin ona saygı
duyması gerekir. Böylece yerel hükümet otoritelerinin meşruiyeti,
dinî bir düzenin onayını almış olur" (Eliade, 1985:
155).
Diaspora'nın
özellikle bu son özelliği, farklı sosyal grupların diaspora
tecrübelerinin muhtemel bir sosyolojsi için ilk çıkış
noktalarından birini ortaya koymaktadır: Bütün muhalif söylemlerine
rağmen diaspora tecrübelerinin, nihâî anlamda çatışmacı bir
karakterden ziyade "uyumcu" bir karaktere sahip olmaları. Tabiî
ki bu çıkarımdan önce Diaspora kavramının sosyolojik bir
çalışmada ne işi olduğu sorulacaktır. Son zamanlarda
yaygın bir literatür, Diaspora kavramını modern dünyadaki
bazı toplumsal hareketlilik biçimlerini isimlendirmek üzere istihdam
etmeye başlamıştır. Sözkonusu hareketlilik biçimlerinin
diaspora kavramı eşliğinde düşünülmesi, gerek savaş
dolayısıyla, gerekse değişik nedenlerden kaynaklanan göçler
dolayısıyla insanların yerlerinden yurtlarından koparak
kurdukları yeni dünyalardaki ruh hallerine dikkat çeker. Bu arada, sadece
coğrafî bir hareketliliğin değil, siyasî veya kültürel anlamda
idealize edilen bir dünyadan olumsal uzaklığın da ele
alınabilmesine elverişli bir
kullanılışlılığı sözkonusudur kavramın.
Bu boyutuyla, özellikle muhayyel cemaat veya altın çağlara
atıfla radikal siyasî talepleri olan siyasal hareketler, sözkonusu cemaat
veya çağlardan uzaklıkları nispetinden kendilerini bir
çeşit diaspora şartlarında görmektedirler.
Aşağıda kısaca örnekleyeceğimiz şeklide bu
görüşler, dünyada olduğu gibi Türkiye'de de son yüzyıl içinde
diaspora kavramı altında düşünülebilecek tecrübeler ortaya
koymuşlardır. Kavramın bu genişlikte düşünülmesinin,
kuşkusuz yaşadığımız modernliğin genel
tabiatıyla da alakası vardır.
Modern
dünya basitçe "insanların kendilerini evlerinden uzakta"
hissetmelerine yol açan yoğun bir hareketlilikle tanımlanabilir.
Gerçekten de sanayileşmeyle birlikte hızla artan toplumsal
hareketlilik, bir yanıyla yerlerinden yurtlarından kopan
insanların daha yüksek bir yaşam kalitesi peşinde, toplumsal tabakalaşmalarda
yükseliş peşindeyken, diğer yandan görece daha zorunlu ekonomik
veya siyasi motifli göç dalgalarına sahne olmaktadır. O kadar ki,
küresel çapta bir toplumsal hareketliliği bir çeşit diaspora
kavramıyla karakterize etmek, batıdaki sosyolojik çevrelerde
yaygın bir tema haline gelmiştir. Kuşkusuz sadece göç olgusunu
değil, aynı zamanda Benedict Anderson'un kullandığı ve
kitabına başlık yaptığı anlamda "Muhayyel Topluluklar"
(Anderson, 1983) veya yine, "muhayyel altın çağlar"
edebiyatının arasında, bu çağlardan uzak bir hayatın
kaçınılmaz yoğunluğu oranında, sözkonusu diaspora
algısında ciddi bir artış gözlemlenmektedir. Basit bir
ifadeyle artık kimse kendini "öz vatanında"
hissetmemektedir ve bu durum giderek modern bilinçliliğimizin yaygın
bir halet-i rûhiyesi, değişmez doğası haline gelmektedir.
Modernliği
genel olarak niteleyen bu durumun Türkiye için uyarlaması
yapıldığında, Türkiye'de de bir çeşit diaspora
algısı veya tecrübesinin değişik toplumsal kesimler için
ciddi bir biçimde sözkonusu olduğu görülebilir. Son elli yılında
köyden kente, üstelik büyük oranda köyün "itici" güçleri yüzünden
hızlı bir göç sürecine sahne olmuş olan Türkiye'de, paralel
olarak oluşmuş ve türkü ve filmlere konu olmuş olan
"sıla" edebiyatını "diaspora"
edebiyatının diline çevirmek başlıbaşına ilginç
bir konudur.
Bu
tebliğde, Türkiye'de diaspora edebiyatının diline çevrilebilecek
bu tecrübelerden birini, Güneydoğu'da son onbeş yıldır
yaşanmakta olan ve silahlı terör şartlarının
zorladığı, kamuoyunda artık "zorunlu göç" veya
"zorlama ile göç" (Gündüz ve Yetim, 1996: 110) olarak bilinen bir
gerçeğin yarattığı tecrübeyi konu edineceğiz.
Güneydoğu'da bu süre zarfında, toplumsal yapıyı derinden
etkileyen bu olgunun kültürel düzeyde, gerek modernleşmeyle olan etkileşim,
gerekse insanların kimlik algılarında meydana gelen
dalgalanmaların kısa bir tahlilini deneyeceğiz. (Esasen her
çeşit diaspora zorunlu olarak bir kimlik siyasetini gerektirmektedir.
Nereye ait olduğu konusunda bir fikri olmayan kimse kendini gurbette
hissetmez çünkü). Ancak bundan önce, artık küresel bir
yaygınlığından bahsettiğimiz "diaspora
algısı"nın Türkiye'deki özel birkaç örneğine
değnmekte fayda vardır. Türkiye'de insanlara kendilerini gurbette
hissetmelerini sağlayan bir kaç faktör, bir kaç çeşit diaspora
algısı yaratmaktadır. Bu algılar, son yüzyıldır
Türkiye'deki siyasî yelpazenin salınışını da
etkilemiş algılardır.
Alevî Diasporası
Başta
Türkiye'nin Osmanlı'da başlayan, Cumhuriyet'le de devam eden Sünnî
merkezli dinî tercihleri karşısında özellikle Alevîliğin
verdiği tepkinin, böylesi bir ruh hali olmuş olduğunu
söyleyebiliriz. Alevîlerin özellikle Cumhuriyet döneminde geliştirdikleri
edebiyatta, Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasına
Türkmen atalarının katkılarına sıkça yapılan
referanslarla bu yurdun gerçek sahipliği rolüne talip oldukları
görülür. Buna karşılık gerek Osmanlı gerekse de Cumhuriyet
döneminde kendilerine revâ görülen ikincillik vasfının kendilerinde
yoğun bir mağduriyet ve mazlumluk söylemi ürettiği
görülmüştür. Bugün Alevîliğin günden güne artan
siyasallaşmasında önplana çıkan, hep bu mağduriyetin
karşılığını alma, "asıl
sahiplik"ten veya bu yurdun asıl vatandaşlığından
ikinci sınıf vatandaşlığa "sürülmüş"
olmanın bir hesaplaşmasını yapma arzusudur. Kendilerine
asırlarca siyasal iktidarlara karşı hep muhalefet rolünü yakıştırmış
olan Alevîler, bu söylem yoluyla kendi diasporik bilinçlerini ve
davranışlarını üretmektedirler. Halen Türkiye'de en etkili
depremin dilimize doladığı tabirle söylersek diasporik
faylardan birinin bu yüzden Alevî-Sünni fayı olduğu söylenebilir (bkz.
Aktay, 1999a). Alevîlik tarihindeki meşhur şehitler, Ehl-i Beyt'in,
gerçek anlmada hakeden olduğu halde iktidardan zalim sultanlar
tarafından sürülmüş olması, Alevîlerin Türkiye'deki
"merkezden sürülmüşlük" duygularına zengin bir lügatçe
sunmaktadır. Bu lügatçeyle Alevîler, aslında hiç bir zaman
giderilemeyecek bir diaspora'yı kendi dinsel tecrübelerinin kopmaz bir
parçası kılmış oluyorlar. O yüzden iktidara geldiklerinde
bile diaspora'nın giderilebileceğini düşünmemek gerekiyor. Çünkü
bu örnekte Diaspora'nin bir çeşit süreklileşmesi veya Weber"in
diliyle söylersek, "rutinleşmesi" sözkonusudur.
Diaspora'sık Yahudilik nasıl düşünülemiyorsa, adeta
mazlumluğu giderilmiş bir Alevîlik düşünülemiyordur.
İslâmcı Diasporası
İkinci
bir diasporik söylem veya fay da, genel olarak İslâm'ın
siyasallaşması oranında hareketlenen bir faydır. Esasen,
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasının arefesinde, yani Osmanlı
İmparatorluğunun son demlerinde Türkiye'nin siyasal-entellektüel
gündeminin en hakim eğilimlerinden birini temsil eden
İslâmcılık, İslâm'ın bu ülkenin bir "vatan"
haline gelişinde, bin yıldır oynadığı rolün
kendisini bu ülkenin en aslî kimlik unsuru kıldığı
gerçeğine dayanmıştır. Bu gerçeğe rağmen,
Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren Türk halkına uygun görülen kimlik
tanımının, İslâm'ı gündelik hayattan ve siyasettin
uzaklaştıran bir politikaya dayandırılmasının,
zamanla kendi kimlik tanımının merkezinden İslâm'ı
çıkarmamakta direten veya kendi kimliğini bu esasta
tanımlayanlar düzeyinde tecrübe edilen bir mağduriyet ve mazlumiyet
söylemine yol açmış olduğu bir gerçektir. Bu söylem de son
zamanlarda laik-antilaik fayını da üretmiş olan ve hâlen
Türkiye'nin en önemli diasporik söylemlerinden birini teşkil eden bir
söylemdir. Önemli edebiyat örnekleri Necip Fazıl Kısakürek'in
meşhur Sakarya Türküsü'nde geçen "Öz yrudnuda garipsin, öz
vatanında parya" dizesinde ifadesini bulan bir çizgide ortaya
konulmuştur. Alevîlik veya Yahudilik gibi,
İslâmcılığın da diaspora unsurunu, bir kimlik ögesi
olarak özümsemiş olup olmadığı ve şayet iktidara
gelirse bu söylemden vazgeçip vazgeçemeyeceğini sormak ilginç olabilir.
Gerçekten de Diaspora, Nietzsche'nin meşhur ifadesinde "mazlumluk
söylemi güç istencidir"" dediği yerde, bir iktidar istenci
stratejisi olarak kolayca vazgeçilebilir bir şey midir? Aslında
Türkiye'de demokratikleşme ölçüsünde İslâmcı diaspora söyleminin
azalmaya yüz tuttuğu, buna mukabil demokratikleşmeden
uzaklaşıldığı ölçüde bir güç veya savunma refleksi
olarak tekrar nüksettiği, son beş yılın siyasî
değerlenldirmesiyle kolaylıkla gösterilebilir.
Solun Diasporası
Üçüncü
bir diasporik söylemin, sosyalist hareket yoluyla ortaya konulduğu ne
kadar söylenebilir bilinmez. Aslında altmışlı ve
yetmişli yıllarda yoğun olarak taraftar bulan sosyalist
hareketin enternasyonalist tabiatı, diasporik bir söyleme
kapılmasına engel olabilecek niteliktedir. Sosyalist hareketin en çok
eleştiriye maruz kaldığı noktalardan birinin kendi
"yerliliği" konusundaki performansı olduğu gözönünde
bulundurulduğunda, belli bir 'yer'den kopma anlamındaki bir diaspora
söylemi eşliğinde kendini ifadesi pek yerinde bir hareket
olamazdı. Gerçi, dünya dinlerinin ümmetçilik dolayısıyla
enternasyonalist doğaları gözönünde bulundurulduğunda,
onların da bütün dünyayı kendilerine aynı nitelikte görüp kabil
etmeleri gerektiği varsayılabilir. Nitekim, İslâm'ın
Mekke'de doğmuş olmasına rağmen kendisine vatan olarak
orayı değil de Medine'yi seçmiş olduğunu, üstelik bunu da
kalıcı bir vatan olarak değil, insanın hiç bir şekilde
vazgeçemeyeceği bir yer'in olmaması anlamında hicret emriyle
teşvik ettiğini biliyoruz. Bu
durumda, Türkiye'de bir diaspora söyleminin dindar bir dünyayla
buluşması da çibr çelişki gibi durabiliyor. Ancak burada ,
dediğimiz gibi, söylemlerin net ve katışıksız bir
vaziyette ortaya hiç bir zaman çıkamadığı gerçeğini,
sosyolojinin temel bir dersi olarak hatırlamak gerekiyor kanaatindeyiz.
Solun da bütün enternasyonalist vurgusuna rağmen, bir 'yer'i özlediği
ve bütün edebiyat ürünlerine, sanatına bu özlemin yön verdiğini
biliyoruz. Diğer yandan,
aşağıda anacağımız sebeplerle, yani modern
dünyanın muhayyel ideal dünyasından uzaklığın
hisedildiği nispette, bütün 'yersiz'liğine rağmen, sosyalist
söylemin de bir diaspora kültürü çerçevesinde mütalaa edilebileceği
düşünülebilir.
Modernlik Diasporası
Son
olarak, ister Türkiye özelinde yaşantılanan şekliyle, isterse
bütün dünyadaki haliyle modernliğin kendisinin genel olarak bir çeşit
diaspora olarak algılandığı da ayrı bir gerçektir.
Üstelik modernliğin bu boyutu, bizzat yukarıda Türkiye'ye özgü diaspora
koşullarını da yaratan veya onları anlamlı kılan
bir boyuttur. Esasen hangi nedenlerle olursa olsun, toplumsal veya coğrafî
hareketliliğin yüksekliği, modern dünyayı karakterize eden bir
durumdur. Bu yanıyla modernlik sosyologların da özel ilgisini
haketmiş, o oranda da bu konuda ortaya konulan sosyolojik
kavramsallaştırmaları teşvik etmiştir. Modernliği
bir çeşit "sürgün" olarak ele alan sosyologlar, örneğin,
modern dünyada herkesin kendini nisbet ettiği bir konuma; kendini
özdeşleştirdiği bir kimliğe referansla, kendini yurdundan
uzakta hissettiğine işaret etmişlerdir. Örneğin
Papastergiadis'in John Berger'in edebiyatı üzerine yaptığı
bir çalışmasının adı "Bir Sürgün Olarak Modernlik" tir. Burada sürgün, bilinen
anlamıyla bir resmî idare tarafından verilmiş bir cezaya işaret etmez. Aksine bizzat
modernleşmenin, sanayileşmesiyle, kentleşmesiyle ve
küreselleşmesiyle, son iki yüzyıldır bütün insanları
yerlerinden yurtlarından etmek suretiyle herkesi bir bakıma sürgün
etmiş olduğu teması işleniyor. Bu sürgün ortamında
yoğun bir "yabancılaşma" tecrübesi ve hissi
yaşayan insanların duyguları, heyecanları, endişeleri,
yalnızlıkları John Berger'in olduğu kadar aslında
başarılı sayılan tüm modern edebiyatçıların
yazılarındaki baskın temalardır. Hatta denilebilir ki,
modern edebiyatta başarılı olmanın şartlarından
biri, böylesi bir gerçekliği yansıtabilme Yeteneğini
gösterebilmekte yatar. Modern hayat, bu sürülmüşlük duygusuna yol
açtıkça, yanısıra bir başka duygunun daha gelişmesi de
mukadder olmaktadır. O da nostalji duygusudur. Nostalji, bir bakıma
bu sürgün duygusunun bir şekilde giderilme ihtiyacına
karşılık veren bir duygu, tabi aynı zamanda bir tüketim
sektörüne dönüştüğü ölçüde de (kuşkusuz, modern tüketim kültürü
herşeye yaptığını bu duyguya da yaparak, onu da
tüketimin konusu yapmakta, seri üretim ve metalaşma sürecine
sokmaktadır) hiç bir zaman bu duyguyu artırmaktan başka nihâî
bir sonuç vermez.
Esasen bu
"sürgün" duygusunu ilk anda veren nesnel gerçek, neredeyse hiç
kimsenin doğduğu yerde ölmemecesine yaygın bir
hareketliliğe tâbî olması gerçeğidir. Bu hareketliliklerin
sonucunda şekilleri de kendine özgü bir hal alan modern kentlerde
insanlar, alabildiğine kozmopolit toplumsal manzaraların tam
ortasına düşmekte veya bu tür manzaraların oluşumuna sürekli
olarak katkıda bulunmaktadırlar. Durkheim'in daha önce Anomie kavramıyla çok iyi tasvir
ettiği, modern kentlerdeki norm bunalımı, bizzat böylesi bir
"gurbet" tasavvurunun başka bir ifadesiydi. Freud'un, medeniyet
kavramını, bütün olumlu yanlarına rağmen yol
açtığı memnuniyetsizlikler temelinde almasına yol açan,
yine bu kent ortamının bütün değer ve normları allak bullak
eden doğası olmuştur. Aslında Aydınlanma'nın daha
ilk zamanlarında bile toplumsal sözleşme teorisyenlerinden
Rousseau'nun yazılarında bile, bizzat toplumsallaşma
olayının, hatta insanlığın "ilerilik"
adını verdikleri hemen herşeyin bir çeşit
"yabancılaşma", bir çeşit "bozulma"
olduğu düşüncesi telaffuz ediliyordu. Kendi çağındaki genel
uylaşımı bozan görüşüyle Rousseau, ilimlerde ve sanatlarda
ilerleme kaydetmenin, insanlığın genel seviyesindeki
düşüşe nasıl yol açtığını gösteriyordu
(Rousseau, 1997).
Bu arada,
modern ideolojilerin önemli bir kısmı da, kitleleri harekete
geçirdikleri belli bir mücadele sürecinin sonucunda
ulaşılacağını düşündürdükleri bir
"devrim", "kurtuluş" vs. menzillerden
uzaklığı da bir çeşit "sürgün" veya bir
çeşit "gurbet" olarak hissettirmeye katkıda bulunurlar.
Öngörülen devrimden uzaklık oranında insanlar kendilerini ya
"sürgün" veya en iyi ihtimalle "gurbet"te hissederler.
Çağımızda küresel çapta bu "gurbet" hissini
yaşatabilmiş en büyük ideolojilerden biri marksizm olmuştur.
Marksizm, insanlığın zaten komünal çağı geçer geçmez
aynı zamanda binlerce yıl süren bir gurbet sürecine girdiği
varsayımına dayanıyor. Bugün bu gurbetin aşılabilme
ihtimali, proleteryanın bilinçlenip zincirlerini kırabime ihtimaline
bağlanmıştır. Proleterya lümpenleştikçe, bu gurbetin
süresi daha da uzamış, giderek bu gurbetin aşılamayacağı
yönünde bir karamsarlık bizzat bu ideolojiye mensup olanlara bile galip
gelmeye başlamıştır. Tabii gurbetin birinci durumda radikal
bir muhalefet hareketini tahrik etmesine karşılık, ikinci
durumda yani sılanın uzaklığı hissedilmeye başlaması
oranında toplumsal sistemlere bir "uyum" ideolojisine
dönüşmesi de mukadder olmaktadır.
Dinler de
bu "gurbet" duygusunu, öteden beri hissetmeye zaten
doğaları gereği çok müsaittirler. Dinlerin doğası,
çünkü, büyük ölçüde bir çeşit "çöküş" temasına
dayanır. Yani dini insanlara tebliğ etmiş olan ilk nesil her
zaman insanların en hayırlısı olmuş, onların
ortaya koydukları pratik en ideal ve taklit edilmesi veya model
alınması gereken bir pratik, yaşadıkları zaman en
hayırlı zaman, yaşadıkları yerler de en
hayırlı yerler olmuştur. O nesillerden, o insanlardan, o mekanlar
ve o zamanlardan uzaklaşıldıkça, insanlar, zamanlar, mekanlar ve
nesiller kötüleşmektedir. Bizzat bu duygu, insanlara yaşanılan
herhangi bir zaman veya mekanı bir çeşit "gurbet" veya
"sürgün" olarak hissetirmeye yeter. Esasen Yahudiliğin en önemli
arketiplerinden birini, tarihte bir kaç kez yaşamış
oldukları büyük sürgünler, veya özel deyimiyle
"diaspora"ları olmuştur. Diaspora, tarihsel olarak
Yahudilere ait bir kültür olmakla birlikte yukarıda, özellikle belli
dinlerin veya ideolojilerin, öngördükleri gelecekteki veya geçmişteki
"altın çağ ve mekanlar"dan uzaklıklarını
ifade eden bir söylem ve ruh halinin kavramsal ifadesi olarak yeniden
tanımlanabilir.
Nitekim,
böyle de tanımlanmıştır. Ahmed ve Donnan, (1994)
örneğin, Avrupa'daki değişik milletlere mensup bir çok
insanın mevcudiyetini; bunların kendi dinlerini yaşama
ortamını bulamamalarını; öğrencilerin
öğrenimlerini sürdürebilmek için kendi yurtlarından uzaktaki
yaşamlarını vs. bir çok durumu bu kavram, yani diaspora
kavramıyla anlamlı kılmaya çalışıyorlar. Schulze,
Stokes ve Campbell (1999) de, Ortadoğu'daki milliyetçi söylemleri,
azınlıkların azınlık söylemlerini yine diaspora
kavramıyla anlamlandırmaya çalışarak, kavramın
Yahudiliğe münhasırlığını gideriyorlar.
Diasporanın Güneydoğusu
Bu
durumda, modernleşme sürecini değişik safhalarıyla
yaşamakta olan Türkiye'de, bu safhalara denk düşecek şekilde
belli kesimlerin bu duyguya sıkça yakalandığı veya
yakalanabileceği vasayılabilir. Bu varsayımdan yola
çıkarak, bu kapsama alınabilecek bazı tecrübelerin
modernleşme süreciyle ilişkili gelişimini irdeleyen daha
geniş bir projenin bir parçası olarak, Güneydoğu'da zorunlu göç
durumunun yarattığı düzensiz şehirleşmenin
ortasındaki insanların zaman, mekan ve kendilik
algılarını tespit etmeye çalıştık (Aktay, 1999b).
Diaspora kavramının içerdiği anlamlar eşliğinde
Güneydoğu'da zorunlu göçe tâbî olmuş insanların
duygularını anlamak, onların kimliklenme süreçlerinin muhtemel
gelişimi ve bunun ülkenin geneliyle muhtemel eklemlenişlerini
kestirmeye çalışmanın faydalı olabileceğini
düşündük.
Bir
çeşit "Diaspora'nın Güneydoğu'su"
başlığı altında da mütalaa edilebilecek sözkonusu
çalışmada, son 15 yıldır, doğal olarak terör
dolayısıyla ânî ve hızlı bir göç olayına sahne olan
Güneydoğu, bu göç olayının yarattığı moral durum
ve bundan sonra oluşması muhtemel nüfus hareketleri veya
modernleşme örüntüleri temelinde incelenmeye
çalışıldı. Esasen, 15 yıldır yaşanmakta olan
göç, son bir kaç yıldır nisbî bir durulma sürecine girmiş
bulunuyor. Boşalacak köyler boşalacağı kadar
boşalmış, insanların şehirde tutunabilenleri
tutunmuş, tutunamayanları başka yerlere gitmiş durumda. Bu
anlamda, zamanlama olarak göçün vukû bulduğu esnâ değil de, tam
şimdi, oluşan yeni şehir tabloları, demografik yapı
veya süreç, kültürel ve sosyo-ekonomik ortam, üzerinde zengin sosyolojik
analizlerin yapılabileceği bir laboratuar görüntüsü vermektedir.
Hakikaten,
ânî göçün henüz vukû bulmuş olduğu bir dönemde, köylerinden
boşalarak belli bir yere gelmiş insanların geleceği için
bir kestirimde bulunmak çok kolay değildir. Bugün gelmişse geri dönme
eğilimi olup olmadığını tespit etmek de kolay
değildir. Zaten isteyerek gelmemiş olduğu için, fırsat
verildiğinde hemen gideceği farzedilebilir. Oysa
araştırmamız ortaya koydu ki, bir süre şehirde kalıp
şehrin cazibesine alışınca, şehrin önünde
açtığı yeni yaşam standartları ve girişim
ufuklarıyla tanışınca, köye dönmeme seçeneği daha
ağır basmaya başlıyor. Bu sonucun, daha önce
yapılmış ve başka nedenlere, örneğin köyün
"itici" ve şehrin "çekici" faktörlerine bağlı
olarak gerçekleşmiş olan göç hareketleri üzerine
yapılmış araştırmalarda ortaya konulan sonuçlarla
paralel bir sonuç olması başlıbaşına ilginç
olmuştur.
Oysa
Güneydoğu üzerine yapılan bir çok çalışmada, bu arada
politikacıların da bu konudaki genel kanaatleri, köylerinden zorla
göç ettirilen insanların, kendilerine fırsat verildiği takdirde
hemen geri dönebilecekleri, buna çok istekli oldukları yönündedir. Bu
amaçla 1996'nın Temmuz, Ağustos aylarında köye dönüş
imkanı tanınması, terörün sürüyor olması
dolayısıyla gerçekçi bulunmamış olsa da, bu durum,
zamanlama olarak hâlâ "köye dönüş"ün bütün göçmen köylüler için
baskın bir seçenek olduğunu ifade ediyordu. O dönem gerçekten de
nasıldı bilinmez ama, şimdilik en azından bu yaygın
kanaatin aksine, bütün nostaljik duyguların
baskınlığına rağmen, köye dönüş seçeneğinin
göçmenlere bile artık çok cazip gelmediği açıkça görülüyor.
Bütün nostaljik duygulara rağmen diyoruz, gerçekte bu duygular, tam da
şehirleşen insanların en azından belli bir süre
sürdürdükleri bir duyguya denk düşüyor bu. Geldikleri yerlere büyük bir
hasret hissi beslese bile, ok yaydan çıkmış, macun tüpünden
akmış geri döndürmek mümkün değildir artık. Nitekim,
1999'un Mart ayında yaptığımız anketlerde, genelllikle
köye dönük son derece nostaljik özlemler ifade edildiği halde, köye
dönüş seçeneğini tercih edebilenlerin sayısı bir hayli
düşük çıkıyordu (% 22). Bundan önce yapılmış
anketlerde bu sayının daha yüksek çıktığı tespit
edilmiştir (%39.1) (Türkyılmaz ve arkadaşları, 1997:
200-1).
Aynı
ankette, gençler, yaşadıkları şehirde en önemli gördükleri
sorunların ne zaman çözüleceğini bekledikleri yönündeki bir soruya,
sadece % 16.5'lik bir oran, 1-5 yılda çözülebilecği
cevabını verirken, gençlerin % 40.7'si sorunların hiç bir zaman
çözülemeyeceğine, % 6'sı da ancak 20-30 yılda
çözülebileceğine inanan bir karamsarlık örneği sergiliyor. Bu
şunu gösteriyor, özellikle gençler, köye yeniden dönme noktasında
eskisi kadar istekli davranmamakla birlikte, yaşadıkları
şehre karşı giderek daha büyük bir memnuniyetsizlik ve
karamsarlık da geliştirmektedirler. Anketimize cevap verenlerin
genelinden çıkardığımız bir sonuç da şehirde
kalma süresinin, köye dönüşte isteksizlik ve şehirden
memnuniyetsizliği orantılı bir şekilde ürettiğini
ortaya koyuyor. Yani şehirde ne kadar kalınıyorsa, köye dönme
konusunda o kadar isteksiz ve aynı zamanda da o kadar eleştirel ve
karamsar değerler geliştirmeyle paralel gidiyor. Bu durum, köyden
yeni gelmiş insanların, hangi nedenlerle gelmiş olurlarsa
olsunlar, kendi durumlarını köye kıyasla değerlendirdikleri
ve şehrin en kötü koşullarını bile geldikleri
koşullardan henüz daha iyi gördükleri yönündeki bir çok sosyolojik
araştırmaya (Vergin, 1986) paralel bir sonuçtur. Güneydoğu'da
göçün zorunlu olmasının bile bu durumu radikal anlamda
değiştirmemiş olduğu görülmüştür. Buna göre
şehirde daha fazla kalmış olanların, şehrin
imkânlarından daha fazla yararlandıkları için daha memnun ve
iyimser olmaları gerektiği yönündeki muhtemel bir varsayımı
yanlışlayan bir durum ortaya çıkmaktadır.
Buna
rağmen değişik vesilelerle işlenen nostaljik söylemler
aracılığıyla geliştirilen diaspora atmosferi
ayrıca irdelenmeye değer olacaktır. Çünkü bu atmosfer, hem
politik tavır ve tutumların gelişiminde belirleyici bir
faktördür, hem de insanların moral
ve motivasyon sosyolojilerinin yapılmasına imkan tanıyacak bir
atmosferdir. Esasen, hâlen terör olaylarının sürdüğü bu bölgede,
zoraki göçün bütün dramatik şekli veya sonuçlarına rağmen, bütün
bu, hatırlanması bile insanda bir gelecek ve varoluş
kaygısı uyandıran tecrübelere rağmen, hatta bunların
hafızalardaki bütün izlerine rağmen, insanların büyük bir
iyimserlik içinde bulunmaları şaşılacak şekilde
gözlemlenmiştir. İnsanların Arabesk dinliyorlarsa çok karamsar
olmaları gerektiğini varsayıyorsanız, örneğin, ya
karamsarlık ölçmek için başvurduğunuz ölçeği
sorgulamanız gerekecek (nitekim biz de sorgulamak zorunda kaldık)
veya insanların birbirine zıt iki tecrübeyi aynı anda
yaşayabiliyor olduklarını kabul etmek zorunda
kalacaksınızdır. Tıpkı şairin dediği gibi:
"bu ne yaman çizgidir bu / yaprak döker bir yanımız / bir
yanımız bahar bahçe". O yüzden Güneydoğu'da, başta
sadece bir göç araştırması olarak tasarladığmız
bu çalışma "umut" ve "kaygı" diye aynı
anda birarada yaşamakta olan iki baskın duygu üzerinde yoğunlaşmamızı
gerektirdi. Gerçekte ise, diaspora tecrübesinin zaten bu iki duygu
arasında bir şey olduğu ve bu yönüyle güçlü toplumsal
hareketleri motive ettiği gerçeği kendini hatırlattı. Bu
toplumsal hareketlerin mevcut toplumsal yapya muhalif olma ihtimali kadar hatta
daha büyük bir ihtimalle, onunla uzlaşması ve nihâî anlamda bir çesit
"sistem" yapısı altında onunla eklemlenebilme ihtimali
de ayrı bir gerçek olarak ortaya çıktı (Aktay, 1999b).
Diaspora
bir fikirden ziyade bir ruh hali olarak tanımlanabilir. Özellikle
tahakkuku gelecekteki bir "ideal devlet"te, bir, eskatolojide veya
bir "devrim"de mümkün görülen her çeşit ideal böylesi bir
tecrübeyi yaşatır. Ancak her çeşit diaspora'nın, somut
şiddet içerikli bir mücadeleye dönüşmesi şart değlidir. Esasen
hayatın hızla akan yapısı, uzun soluklu silahlı
mücadeleleri tolere edemeyecek kadar
buharlaştırıcıdır. Bu şu anlamdadır, ekmek,
aş, istikrar ve güven isteyen kitleler, bir çeşit diasporayı
gidermek için bile olsa, bütün bu isteklerinden uzun süre vazgeçmeye meyyal
değildirler. O yüzden hiç bir radikal toplumsal hareket, bırakın
bir kaç nesil aynı heyecan ve enerjiyle sürmesi, bir nesil içinde bile
aynı tempoyla kolay kolay süremez. O yüzden diaspora tasavvurunun, bir
şekilde mevcut olan toplumsal ve siyasal ortamla "kerhen" de
olsa bir barışın imkalarını arayıp zorlayan bir
ideolojiye eklemlenmesi hemen her zaman kaçınılmaz olmaktadır
(Aktay, 1999b).
Aslında
Diaspora tecrübeleri veya algılarının tam da bu nedenden
dolayı, Türkiye'nin toplumsal gelişmesi için son derece güçlü bir
dinamik bile oluşturduğu söylenebilir. O yüzden diaspora
algısı veya tecrübesi hemen bir gizli toplumsal muhalefet potansiyeli
olarak ve bu yönüyle algılanmamalı. Kuşkusuz bu yönü her zaman vardır.
Çünkü, diaspora duygusu her zaman bir miktar , "bizi
toprağımızdan süren zalimin", "bize ait olan iktidara
el koymuş gaspçının" veya "bizi hakettiğimiz bir
düzende yaşamaktan meneden despotun" veya genel olarak bir
"düşman"ın varlığını ve bu düşmana
karşı duyulan "öfke", "intikam" ve "rövanş"
duygusunu gerekli kılar, bu duyguları sürekli olarak kendine özgü
yollarla besler. Ancak buna bakarak, diaspora duygusuna eşlik eden bu
duyguların sürekli aynı tempo veya ağırlıkta
hissedildiği ve bunun her zaman yoğun bir şiddet üreteceği
varsayılmamalıdır. Hayatın sürekli hızla akan
yoğunluğu ve sıcaklığı, Marx'ın Komünist Manifesto'sundaki çok yerinde
ifadesiyle "katı olan her şeyi
buharlaştırır." Bu buharlaşma, diaspora duygusuna da
aynı muameleyi yapar, tamamen yok etmese bile dönüştürür. Bundan hizç
bir diaspora söyleminin bir "dönüş" idealini hiç bir zaman
gerçekleştirmediği veya gerçekleştiremediği sonucu
çıkmaz elbet. Devrimler büyük ölçüde bu "dönüş"ün
(Heidegger'in Kehre dediği
şey olmasın?) kendileri olmasa bile, en azından aktörleri
açısından birer provasıdırlar. Gerçi bütün devrimlerin
kısa sürede tam tersi bir olumsuzluk yarattıkları ve
başkaları için birer diaspora'ya dönüştükleri de ayrı bir
gerçektir.
Diğer
yandan, demokratik bir toplumda muhalefetin, şiddete
başvurmadığı sürece, son derece yaratıcı ve
zenginleştirici bir işlevi olacağını kimse inkar
edemez. Diaspora söylemleri, her ne kadar Türkiye'de radikal bir muhalefet
potansiyeli olan fay hatlarından türüyorsa da, bizzat diaspora kavramı
veya tecrübesinin tabiatı gereği, zamanla egemen sistemle veya o
sistemin unsurlarıyla organik bir uyum içerisine girmesi mukadder oluyor.
Çünkü, zaten diaspora söylemleri aynı zamanda umutsuz bir sıla
hasretini de yansıttığı için, zamanla, bir türlü ulaşılamayan
sılanın sadece nostaljik anılmasıyla yetinen sistem-içi
yumuşak bir muhalefete dönüşmesi mukadder oluyor. Aksi taktirde, yani
giderilmiş bir diaspora algısı, zaten
ulaşılmış bir sıla, dolayısıyla
diasporanın sonu anlamına geliyor.
Max
Weber'in önayak olduğu motivasyon sosyolojisinde, Kapitalist
teşebbüsü sevkeden esas âmillerden biri olarak
Protestanlığın geçtiğini biliyoruz (Turner, 1997). Ancak,
Weber'in Protestanlığı terfi eden bu tutumu bir çok sosyologca
benimsenmemiştir. Bunların arasında başta gelen Werner
Sombart'a göre, Yahudilik, kapitalist bir teşebbüs için gerekli ahlâkî ve
püriten servisi vermeye daha yatkındı (Sombart, 1962). Ayrıca
Yahudiliğin diasporik söylemi, iki önemli söylemsel destek daha
sağlıyordu Yahudi tüccarına. Birincisi, Yahudi kardeşlerle dinsel dayanışma güdüsünü
son derece güçlendiriyordu. Gerçekten de gurbet şartlarında
dindaş veya hemşehri dayanışmasının büyük bir
ivme aldığı malumdur. İkincisi ise, yukarıda Mircea
Eliade'dan naklen aktardığımız şekilde, dünyanın
her tarafına yayılmış Yahudilere, bulundukları ortama
rahatlıkla uyum sağlamalarının beraberinde
getirebileceği dinsel uzaklaşmayı giderici, başka bir
ifadeyle meşrulaştırıcı bir ideoloji servisi
veriyordu. Yahudi Talmud'u, Yahudilere, bulundukları ülkenin bütün
yasalarına uymalarının dinî açıdan hiç bir
sakıncası olmayacağını telkin ederek,
dolayısıyla bir bakıma, çok özel bir takım dinî ritüeller
dışında vazgeçilemeyecek hiç bir şeyin
bulunmadığı, geniş bir hareket esnekliği veya
kabiliyeti sağlıyordu. Gerçekten de başka dinlere mensup
olanların pek çoğunun kolayca razı olamayacağı bu
serbestliği Yahudiliğin tanıyor olması, Yahudilik
bağını, dinî bir bağ olmaktan çıkarıp etnik bir
bağa dönüştürmekte ve bu bağın diasporik şartlarda
"güç istenci"nin en rasyonel bir şekilde
değerlendirilebilmesini sağlamaktadır. Max Weber'in
Protestanlıkta bulduğu motivasyonunsa, bu çerçevede
düşünüldüğünde, yanlış bir adreste olmamakla birlikte
yanlış bir noktada bulunduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Weber
Protestanlığın son derece ahlâklı ve çile çekmeyi telkin
eden dindarlığının çok çalışmaya motive
ettiğini söylemişti. Oysa Protestanların kapitalizm veya
gelişme sürecine bir katkıları olduğu doğruysa bile
bunu bu yolla değil, onların da maruz kaldıkları diaspora
şartlarının kendilerine kazandırdığı güçlü
dinsel dayanışma bilinciyle yapmış oldukları
görülmelidir. Gerçekten de salt bir zenaatçı kanaatiyle ve çile/keffaret
motivasyonuyla biriktirilmiş bir paradan kapitalizmin bugün
ulaşmış olduğu devasa boyutlara götüren büyük sermayelerin
doğmuş olduğunu düşünmek çok zordur. Doğrusu,
Protestanlığın bu güce diasporik şartlardaki dinsel
dayanışma sayesinde ulaşmış olduğudur.
Türkiye'nin
bugün aynı anda barındırdığı farklı diaspora
söylemleri, bir çeşit toplumsal faylara işaret ediyor olsa da,
sonuçta bunların, önemli ekonomik ve toplumsal işlevleri
olmaktadır. Zaman zaman sıcak hareketlenmelere kaynaklık
edebilseler de, diaspora kavramının tabiatı gereği, bunlar
aynı zamanda toplumsal kalkınmaya önemli dayanaklar da oluşturmaktadırlar.
Bugün gerek hemşehrilik bağları, gerekse belli dinî veya cemaat
bağlarıyla dayanışma örnekleri sergileyerek ekonomik
teşebbüslerde bulunanlar üzerinde yapılabilecek bir çalışma
şunu ortaya koyar ki, bu dayanışma, genellikle benzer bir diasporik
algının işlevi olarak ortaya çıkmaktadır. Bütün diasporaların
son derece dramatik sonuçları veya süreçleri olduğu kesindir. Son
olarak belirtmem gerekiyor ki, bütün bunların üzerine ülkemizdeki bütün
diaspora söylemlerinin eninde sonunda sistemle bütünleşmek zorunda
olduklarını söylemek, ne bu diaspora şarlarında
yapılanları onaylamak anlamına geliyor, ne de hafifsemek. Daha
önce de belirttiğim gibi, mağdurluk veya mazlumluk
duygularının, şiddetleri (âhları) oranında, yol
açabilecekleri sarsılmaların sonsuz ihtimalli sonuçları
olabilir. Ancak, bu genel olarak diasporaların bir ülkede, bütün muhalif
söylemlerine rağmen genel olarak aynı zamanda güçlü bir kalkınma
motivasyonu sağladıkları gerçeğini yok etmiyor. Dünyadaki
küresel çaptaki liberalleşmenin bir sosyolojisini yapan Leonard Binder da,
Batı'nın zaferi ve yayılması anlamına gelen bu
gidişata karşı muhtemel tehditleri sayarken (tıpkı
"tarihin sonu'nu ilan eden Francis Fukuyama gibi), bir çok radikal siyasal
hareketi değerlendirerek, tam da bizim "disapora" dediğimiz
söylemleri ve yaklaşımları dolayısıyla, bu
hareketlerin, son kertede liberal, Batılı çoğulcu toplum
değerleriyle uzlaşan bir pratik ortaya koymaya yöneleceklerini
öngörmüştü (Binder, 1988). Üstelik Binder'a göre bu pratik,
Batılı çoğulcu toplumu daha da zenginleştiren ve hatta
güçlü bir motivasyon desteği sağlayacak bir pratik olacaktı.
Türkiye'nin
de içerdiği tüm diaspora söylemlerini, Özellikle Güneydoğu
şartlarında, zorunlu göçü doğuran ve arkasından bu göç
dolayısıyla oluşan diaspora söylemini, özgürlükçü ve haklara
saygılı bir programla, bir anlamda sıla hasretini gidererek
karşılaması, kendisine hiç bir şey
kaybettirmeyecektir.
REFERANSLAR
Ahmed,
A, S. & Donnan, H., 1994, Islam in the Age of Postmoderniy, Ahmed, A., S.
& Donnan, H. (edts) Islam,
Globalisation and Postmodernity, London: Routledge.
Aktay,
Yasin, 1999a, Türk Dininin Sosyolojik
İmkânı: İslâm Protestanlığı ve Alevîlik, İstanbul:
İletişim Yayınları.
Aktay,
Yasin, 1999b, Umut ve Kaygı
Arasında: Güneydoğu'da Lise Gençliğinin Yaşam
Dünyaları Üzerine, Batman ve Siirt'teki Lise Öğrencileri Örneği,
Yaynlanmamış Araştırma Raporu.
Anderson,
Benedict, 1983, Imagined Communities, London:
Verso.
Binder,
Leonard, 1988, Islamic Liberalism,
Chicago: University of Chicago Press.
Eliade,
Mircea, 1985, A History of Religious
Ideas, volume 3, Fransızca'dan İngilizce'ye çev: Alf Hiltebeitel
ve Diane Apostolos-Cappadona, Chicago: The University of Chicago Press.
Gündüz,
Mustafa ve Yetim, Nalan, 1997, Terör ve Göç, II. Ulusal Sosyoloji Kongresi: Toplum ve Göç, Ankara:
Başbakanlık DİE ve Sosyoloji Derneği ortak
yayını.
Gündüz,
Şinasi, 1998, Din ve İnanç
Sözlüğü, Ankara: Vadi Yayınları.
Papastergiadis,
N., 1993, Modernity as Exile: The
Stranger in John Berger's Writing, Manchester: University Press.
Rousseau,
J. J., 1997, İlimler ve Sanatlar
Hakkında Nutuk, çev. Sabahatddin Eyüboğlu, Ankara: Milli
Eğitim Bakanlığı Yayınları.
Schulze,
Kirsten E., Stokes, Martin & Campbell, Colm, 1999, Ortadoğu'da Milliyetçilik, Azınlıklar ve Diasporalar, çev.
Ahmet Fethi, İstanbul: Sarmal Yayınevi.
Sombart,
Werner, 1962, The Jews and Modern
Capitalism, Almanca'dan çev. M. Epsetin, New York: Collier Books.
Turner,
Bryan S., 1997, Max Weber ve İslâm:
Eleştirel bir Yaklaşım, çev. Yasin Aktay, 2. Baskı,
Ankara: Vadi Yayınları.
Türkyılmaz,
Ahmet, Çay, Abdülhaluk, Avşar, Zakir, Aksoy, Mustafa, 1998, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan
Terör Nedeniyle Göçeden Ailelerin Sorunları, Ankara:
Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu
Başkanlıığ Yayınları.
Vergin,
Nur, 1986, Hızlı Şehirleşmenin Sosyolojik ve Siyasal
Sonuçları, Hızlı
Şehirleşmenin Yarattığı Ekonomik ve Sosyal Sorunlar
Sempozyumu, 10-11 Ocak 1986, İstanbul: Siyasi ve Sosyal
Araştırmalar Vakfı.