Tezkire, Sayi:
18, Aralik-Ocak, 2000-01
GÜNEYDOĞU'DA
İNTİHAR:
KALAN SAĞLAR
KİMİNDİR?
Yasin AKTAY
İntihar eylemini
sosyolojik analizlerinin merkezine yerleştiren Émile Durkheim'ın
çığır açan kitabının giriş bölümleri,
intiharın bir akıl hastalığı olup olmadığı
sorusuyla cedelleşir. Bu soruyla cedelleşmesini gerektiren şey,
modern psikiyatri ve psikolojinin paylaşılan yaygın bir
kanaatidir. Örneğin Esquirol'a göre "intihar akıl
hastalıklarının bütün özelliklerini taşır" veya
"insan ancak delirdiğinde yaşamına kıyar; intihar
edenler delidirler (Durkheim, 1986: 18). İntiharın kendine dönük
bile olsa bir çeşit cinayet olmasına rağmen cezalandırıl(a)maması
da onun delilikle özdeş veya deliliğin bir sonucu olarak görülmesinden
ileri gelmiştir.
Eğer
intiharın bir delilik olduğu sonucu doğruysa, intiharın
nedenlerinden önce deliliğin nedenleri üzerinde durmak gerekiyor. Gerçi
her türlü deliliğin intihara yol açmaması yüzünden bu akıl
yürütme akim kalacaktır. O zaman intiharı delilikle
irtibatlandıran bir soruşturma, hangi tür deliliğin intihara yol
açtığını sorarak veya en azından intihara yol açan
deliliğin çok özel bir delilik türü olduğunu ileri sürerek ilerlemek
durumundadır.
Bu
yaklaşımda, insanın kendi bedenine karşı bu özel
ilişkinin, bir toplumun akıl düzeni içerisinde "normal"
addedilen sınırlara sığmadığı kabul edilir.
Foucault'cu iktidar/direniş
duyarlılıkları çerçevesinde düşünecek olursak, delilerin
"normal" akıl sınırlarını belirlemek üzere
işlevsel kılınan büyük kapatılışlarının,
intihar olayında çaresiz kaldığını söyleyebiliriz. Bir
bakıma intihar eden kişi, iktidarın nihaî hedefi olan bedeni
imha etmek sûretiyle, iktidara karşı her şeyden önce bir suç
işlemektedir. Çünkü delilik söyleminin de zımnen ifade ettiği
gibi, bireysel bedenler aslında tamamen iktidar tarafından temellük
edilmiştir. Kişi kendi bedenine kıymakla aslında
iktidarın iştahını kabartan bir iktidar alanını
kendince ortadan kaldırmış oluyor. Belki bu yüzden, iktidar
söylemleri intihar olayına karşı nihaî hamlelerini yaparak onu
da delilik kapsamına alırlar; bedenin somut imhasının
üzerinden bile kesintisiz bir iktidar olasılığı üretirler.
İntihara
delilik olarak bakan bir yaklaşımın, bunu, aslında bir
cezanın ikamesi olarak düşündüğü de anlaşılıyor.
Dolayısıyla intihar eyleminin cezadan muafiyeti, ona karşı
basitçe şefkatli bir toleransın sonucu olmakla kalmaz; zaten delilik
yaftası altında büyük kapatılmaya tâbi kılınarak
karşılanmış olmanın rahatlığından
ileri gelir. Muhtemelen hedefi somut bedenler üzerindeki nüfûz olan iktidara
karşı en etkili eylem biçimi intihardır. Çünkü somut
oluşumu esnasında onu tesirsiz hale getirir. İktidarı can
evinden vurur. Bu yüzden iktidar ona karşı en etkili yayılma
(dissemination) biçimi olan akıl söylemlerini devreye sokarak en güçlü
kozlarını kullanır.
İktidar
diyorsak, hepimizin oluşumuna yaklaşık eşit derecede
katkıda bulunduğu, söylemsel iktidardan bahsediyoruz. Kuşkusuz
daha konvansiyonel anlamıyla siyasal iktidar düzeyinde de,
vatandaşının bedenini kendisine ait görerek, bütün
reflekslerini bu bedenin nevrotik uzanımlarına bağlayan süreç de
söylemsel olarak kurulur. İnsanlara kendi çocuklarını
istedikleri gibi eğitemeyeceklerini sekiz yıllık eğitim
reformuyla hatırlatan iktidar anlayışı, bu tavrıyla
aynı zamanda vatandaşın bedeninin de münhasıran kendisine
ait olduğunu da kabaca hatırlatmış oluyordu. İyice
traji-komik bir hâl alan af tartışmalarında, "devlete
karşı işlenen suçlar"ın affın geçerli
olamayacağı bir alt sınır olarak belirlenmesi, buna
mukabil vatandaşın birbirine karşı işlediği
suçların cömertçe affedilmesi ve bundan tevellüd eden hakların
hoyratça harcanması, ilk anda insan aklını zorlayacak kadar
tuhaf geliyor. Oysa bu da, yine aynı temel nedene, vatandaşın
kendi bedenine sahip görülmemesine dayanıyor. Vatandaşın
birbirine karşı işlediği suçlar ve bundan kaynaklanan
hakların hepsinin tek sahibi mutlak beden olarak devlettir. O yüzden,
devlete karşı işlenen suçlar kategorik olarak diğerlerinden
çok daha vahim görülür. Af dolayısıyla tedavüle sokulan söylemler,
devletin bu hakkının ilanihaye kutsanmasına yarayan bir
çeşit ritüel işlevi görür. Hatta denilebilir ki, siyasal beden
kendine has periyotlarıyla bu tür kurban törenlerinin kutsamasınden
beslenir.
İntihar,
insanın kendi bedenine karşı bir tasarrufu değil, en iyi
ihtimalle başkasına ait bir mülkün hoyratça kullanılmasına
karşı gelişebilecek bir refleksi harekete geçirir. Muhtemelen
kendi intiharını veya kendi bedenini insanlara karşı bir
şantaj ve tehdit unsuru olarak kullanma imkânı, bu istencin herkese
yayılmış/bulaşmış bir şey olduğunun
itirafından başka bir şey değildir. Yüksek bir damın
üstüne çıkarak, bağırıp çağıran ve
şartları yerine getirilmediği takdirde atlayacağını
ileri sürenlerin durumu, bu konuda tipik bir örnektir. Genellikle seyredenlerin,
hayatın rutinini bozan ilginçliğinden dolayı sadistçe bir
beklentiyle gerçekleşmesini istedikleri intihar eylemi, aslında hep
bir "numara" olarak karşılanır; paylaşılan,
ayartıcı bir "suç ortaklığı" olarak hayattan
vazgeçmenin imkansızlığı varsayımıyla önü
açılır. Bu tür durumlarda da intihar gerçekleşirse, bu da yine
bir çeşit sanrı, akıl hastalığı veya
deliliğin ürünü bir patoloji olarak karşılanır. Bu konuda
kurumsal bir hüviyet taşıyan yetkililerin iknâ çabaları ise,
insan bedeninin etkisiz hâle getirilmesine karşı işleyen
kurumsallaşmış bir temellük
duyarlılığını temsil eder, ancak genellikle pek
ısrarlı da olmaz, çünkü nihayetinde iknâ gerçekleşmiyorsa bir
tür delilik olarak işleyen bedende bir patolojinin giderimi olarak
metanetle karşılanır. Kalan sağlara dönük hesaplar
yapılır.
Açlık
grevleri iktidarın bu temellük arzusunun şifrelerini en iyi
çözmüş eylemler olarak görünmekle birlikte, pazarlığa açık
nitelikleriyle mülkün sahibini tanıyan bir söylemin içinde hareket
ederler. Sonuçta intihar eylemiyle ortaya çıkan insanın tercih
ettiği iletişim dili, akıl söylemleri
aracılığıyla işleyen iktidarın
dışlayıcı tekniklerine mağlup olur: İntihar, son
kertede bir akıl hastalığının ürünüdür.
Daha
alt düzeylerde ise intihara, ama öncelikle bir akıl
hastalığının bir semptomu olarak intihara yol açan nedenler
bu iletişim eylemini tam bir kalabalığa getirmek üzere
işler. Mesajı gürültüye getirmek, kuşkusuz çoğu kez
kasıtsız olarak, kendiliğinden bir tavrın, içine
saplanılmış bir yaşamın dayattığı bir
yorumsamanın sonucudur. Sonuçta, intihar etmiş olanın ortaya
bıraktığı pasif bir metnin, İsmet Özel'in
deyişiyle "başkasının ölümü"
dolayısıyla önümüze açılan metnin, herkesin kendi konumuna göre
yeniden yazılması sözkonusudur. Esasen, belli bir toplumsal
ilişkiler ağının içinden türemekle birlikte bireysel bir
eser olan intihar metni, hiç bir zorlayıcı etkisi olmayan bir yorum
faaliyetini varoluş tarzı itibariyle bizzat kendisi teşvik
eder. Arkasında bir mektup veya başka türlü bir açık mesaj
bırakarak eyleminin yorumunu belirleyen intiharların dışındakiler,
intihar olayı üzerine yorumcunun bütün
yaratıcılığının sergilenebildiği
empresyonist bir imkânlar alanı oluştursa da, eylemin
"kendiliğinden" bir felsefesi vardır. Bu da genellikle sapkın
bir felsefe olarak görülür.
Yine
de anlamlı eylemin gerçekleştiği alana ulaşmak yöntemsel
olarak zorlaştıkça, bu alanın bilinemezliği arttıkça,
bu eylemin bıraktığı metnin yorumu her çeşit diyalojik
esintiden mahrum kalır. Sonuçta eylemi anlama adına onu
gerçekleştiği karanlık alandan daha görünür bir alana
taşımak marifet addedilmeye başlanır. Tıpkı
Nasreddin Hoca'ya atfedilen fıkradaki gibi; Hoca da, bodrumda
kaybetmiş olduğunu çok iyi bildiği yüzüğünü, bodrumun
karanlık olduğu gerekçesiyle dışarıda
aramıştır. Kuşkusuz bu fıkrada, insanın
yüzüğünü kaybettiği yerin dışında aramasının
basit ironisinin yanında terfî edilen şey, bizatihî insanın
dünyayı anlama biçimi hakkındaki bir irfandır. Hiç kimse asla
bulamayacağı beklentisiyle bir şey aramaz. Bununla birlikte
aranan şey, bizzat insan tarafından icad edilebilir bir şey
olmalıdır. Bunun sosyolojik ilginin tabiatını yansıttığını
söylemek işi abartmak mı olur?
Émile
Durkeim, aslında bireysel bir eylem olan, dolayısıyla kendi
içinde psikolojik ve psikiyatrik bir çözümleme gerektiren intiharın
toplumbilimsel açıklamasının yapılabileceğini
varsayar. Ortaya çıkan intihar vakâlarının etrafında,
gözlemlenebilir olguların yoğunlaşmasına göre bir sonuca
gidilebileceğini yöntemsel olarak kabullenir. İntihar
olaylarının yaş, cinsiyet, din, mezhep, eğitim durumu,
meslek, ülke v.s. genel dağılımlarıyla birlikte, yoksulluk
ve maddi kayıp, aile üzüntüleri, kıskançlık, fuhuş, bozuk
davranış, değişik üzüntüler, akıl
hastalıkları, vicdan acısı, suç işlemişlik nedeniyle
mahkûm olma korkusu, bedensel acılar, şansın ters dönmesi ve
yoksulluk, kumar, vicdan
acısı, koğuşturma korkusu, mutsuz aşk, akıl
bozuklukları, dinsel delilik, kızgınlık, yaşamadan
bıkkınlık gibi başka bir çok biyografik ânlara tekâbül
edişine göre tasnif edilmesine dayalı bir yaklaşımda
bulunur. Bütün bu olayların olduğu yerlerde intihar olayına
rastlanabilmektedir. Bazı olaylarla intihar eyleminin buluşmasına
daha sık rastlandığında, bu ikisi arasında nedensel
bir ilişki kurulabiliyor. İntiharın sosyolojik
açıklaması da en basit düzeyde bu ilişkinin kurulabilmesine
dayanır.
Oysa
intiharla ilgili yine Durkheim'ın çok farkında olduğu ve
kitabı boyunca dile getirdiği başka yöntemsel sorunlar
vardır. Birincisi, yukarıda da değindiğimiz gibi, intihar
eyleminin bireysel mahiyeti ve intihar etmiş olanın artık
iletişime kapanmış olmasıdır. Psikiyatrik
prosedürlerle, intihara girişmiş olup başaramamış
olanlarla kurulan diyalogların, başarmış olanların ruh
dünyasını ne kadar yansıtabildiği
tartışılır. Psikiyatristlere göre, intihar olayına
girişenlerin büyük bir çoğunluğu, son âna kadar ölmeyeceklerine
dair bir güvenle hareket ederler. Ya son anda kurtulabileceklerini veya
giriştikleri eylemin kendilerini ölüm noktasına kadar
götürmeyeceğini sanırlar. Çoğu da intihar işlemini
başlattıkları anda pişman olmakta ve geri dönüş
imkânı varsa değerlendirmeye çalışır. Yani,
Schoupenhauer'in de dediği gibi, intihar eyleminin kendisi,
ağırlıklı olarak ölüme dönük değil; yaşama
dönük, varoluşsal (ex-istential) bir istence sahiptir. Bu yanıyla,
doğrudan kendi bedeni hakkındaki toplumsal ihtimamı mesajının
taşıyıcısı veya aracısı kılmaya
çalışan bir eylem biçimi olarak başvurulur intihara. Ancak,
başarabilenlerle başaramayanlar arasındaki farkı gerçekten
de ortaya koyabileceğini kim iddia edebilir? Bu konuda açık bir
bilinemezciliğin karanlığında ilerlemek zorunda olan
sosyolojinin, yola devam edebilmek için görünür alana çıkmasından
başka çaresi var mıdır?
İkinci
bir zorluk, intihar konusunda ortaya konulan istatistiklerin, kesinlikle
intihar olayları hakkında ağırlıklı bir
ilişki kurmayı mümkün kılabilecek kadar güvenilir
olmadığının yeterince bilinmesidir. Üstelik bu konu, tümevarımla
ilgili bilim felsefesinde artık iyice kabul görmüş bir kuşkuyu
çokça aşan bir zorluk alanıdır. İstenilen sayıda
örneklemi rastgele seçebilme imkânından yoksun olmaktan kaynaklanan
zorluk başka bir şeydir, sayısız vakâ arasında
serbestçe bu tercihi yapabilmekle birlikte bunun tümevarıma imkân
tanıyıp tanıyamayacağıyla ilgili zorluk başka
bir şeydir. Örneğin intihar olaylarının önemli bir
kısmı, başka sebeplere dayalı ölümler olarak kayda
geçmektedir. İntihara teşebbüs edip de başarısız
olanlar, intihar ânına kadarki süreci büyük bir ihtimalle aynı
şekilde yaşadıkları halde, başaramamış
oldukları için çoğunlukla hiç bir kayda geçmemektedirler.
Dolayısıyla intihar olaylarının toplamı, kendi içinde
rastgele bir örneklem seçmeyi anlamlı kılacak bir
dağılıma ve açıklığa sahip değildir. Bu
durum, intihar dolayısıyla ortaya konulan metni iyice
yaratıcı yoruma bağımlı hâle getirir.
Batman İntiharları
Son
dört aydır, Batman'da yaşanmış olan intiharlar üzerine
söylenenler gözönünde bulundurulduğunda, bu yöntemsel zorlukların ve
momentlerin ne kadar belirleyici olduğu görülebilir. Bu süre içinde ölümle
sonuçlanmış 30 ile 40 arasında intihar vakâsı tespit
edilmiştir. Bununla birlikte, ölümle neticelenmemiş ve bundan
dolayı da kayda geçmemiş bundan epey daha fazla olduğu söylenen
intihar vakâsı var. Ölümle neticelendiği halde başka bir sebebe
bağlanarak aile içinde bir sır olarak bırakılan,
dolayısıyla istatistik kayıtlara geçmeyen vakâlar var.
Aslında bütün bu vakâların hepsini toplam intihar olgusuna dahil
etsek bile, ancak doğrudan intiharı hedefleyen ve başarıya
ulaşmış, dolayısıyla istatistik kayıtlara
geçmiş vakâları değerlendirebiliriz. İntihar
çalışmalarıyla ilgili evrensel bir soruna sahip olduğumuzu
bilerek başlayabiliriz yani.
Kuşkusuz,
Batman'daki intihar vakâlarında ortak olan ve başka bir yerde
gözlemlenmeyen bir yan vardır: Bunların yüzde sekseni 14 ile 24
yaş arasındaki kadınlar arasında yaşanmaktadır ve
hepsi de Batman ve çevresinde yaşanmaktadır.
Başlıbaşına bu durum, tabii ki Batman'da özel bir durumun
varolduğunu ve bu durumun insanları intihara sürüklediğini kabul
etmemizi sağlıyor. Gerçekten de intihar
çalışmalarının ortak kabulüne göre kadınlar cinayet
işlemeye de intihar etmeye de daha az yatkındırlar. Bu durum
istatistik kayıtlara, kadınların intihar oranlarını
her beş intihar vakâsında bir paya sahip olduğu şeklinde
geçer. Nitekim Émile Durkheim, kadınların cinayet işleme
konusunda eşit şartlar verildiğinde erkeklerden
aşağı kalmadıklarını tespit etse bile,[1] intihar konusunda
kadınların daha bağışık olduğuna,
uylaşımsal bir gerçek olarak gönderme yapar (Durkheim, 1996: 330).
Gerçekten de Türkiye'de Devlet İstatistik Enstitüsünün
kayıtlarına geçen intiharlarda da, erkeklerin intihar
oranlarının her zaman kadınlarınkine oranla çok daha
yüksek olduğu gözlemlenebilir (DİE, 1997). Dolayısıyla bu
durum Batman'daki intiharları kendine özgü kılmakta, sosyolojik ilgiyi
de doğal olarak harekete geçirebilecek bir
sıradışılık görüntüsü vermektedir.
Ancak,
bu durum sosyolojik ilgi ve merakı harekete geçirdiği kadar,
bazı yerleşik gündelik hayat ideolojilerinin de fütursuzca dolaşıma
girmesine zemin oluşturmaktadır. İlk olarak Batman'ın yerel
gazetelerinde dikkat çekilen intiharlar, ulusal medyanın da dikkatini
çektiği andan itibaren devreye giren hazır ideolojik
açıklamalar, bölge hakkında beslenen bütün mitolojilerin su yüzüne
çıkmasını da sağladı. Başlıbaşına
bu açıklamalar üzerinde düşünmek bile, sadece toplumun kendini
intihar söylemleri üzerinden ifade biçimleri açısından değil,
aynı zamanda Güneydoğu, kadın, terör, devlet, Kürtlük-Türklük ve
sair konularda insanların yedeklerindeki bütün dertleri döktürebilmek
için nasıl bir vesileye muhtaç oldukları açısından
düşünmeye değer. Yıldırım Türker'in "Hakkari,
Batman, Yad Eller!" başlıklı yazısı (Radikal, 29
Ekim, 2000) intiharları konu edinerek Doğu hakkında birden bire
açığa çıkarılan bütün bu dertlerin, oryantalizmin
Doğu'yu konu edinen, konu edindikçe bir sorunlar alanı olarak
Doğu'yu var eden söylemini yeniden ürettiğine dikkat çekiyordu:
"Doğu, bilinmeyen, küçük görülen, kafalarda ve gönülde durmadan
uzağa, daha uzağa itilen dünyayı adlandırır. Boylamla
ilgisi yoktur. Kafalardaki bir coğrafyanın adıdır. Orada
olup bitenler hep masal ürpertisiyle dinlenecek, en fazla buradaki, Batı
olduğunda hemfikir olduğumuz uzaydaki hayatın
sağlaması olacaktır. Doğu hakkında söz üretmenin
altın kuralı şudur: Bir yandan orada olup bitenleri asla
kavrayamayacağımızı, oranın töresinin töremize
benzemediği ve yoğun antropolojik çalışmalar
gerektirdiğini hissettirmek" (Türker, 2000: 3)
Türkiye'de
ulusal düzeyde yayınlanan hemen hemen bütün günlük gazeteler ve ulusal
televizyon kanalları Batman'daki intiharlar üzerine özel yayınlar
yaptılar. Kuşkusuz, bu yayınların çoğunun üslûbunda
ve haberlerin kotarılış biçiminde, kendiliğinden bir
merakı gidermekten ziyade, habere gerekçe oluşturacak
abartıların ciddi payları vardı. Bir haber sanayiinin
üretim-tüketim sürecinin bütün şartlarına uyan verimli bir kaynak
sözkonusuydu. Tek tek her haberin üretilip sunulma biçiminde ne tür
malzemelerin nasıl bir terkiple servise sokulduğunu analiz etmek
değil niyetimiz. Ancak bütün bu haberlerde yaygın olarak
kullanılan bazı mitolojik malzemelerin Batman'daki intiharların
ortaya koyduğu metni yazarlarının niyetinden, bu niyeti
herkesten daha iyi bizim ortaya koyabileceğimiz gibi bir iddiaya
girişmeden, çok fazla koparmış, temellük etmiş ve yaşayanların
tabaklarına servise sokmuş olduğuna dikkat çekmek istiyoruz.
İntiharlar, Çözülmekte Olan
Aşiretin Son Kötülüğü mü?
Örneğin,
Batman'daki intiharlar için sıkça başvurulan bir tipleme
"aşiret kurallarının baskısı ile şehir
hayatının cazibesi arasında sıkışıp
kalmış genç kadın" tiplemesiydi. Bu tiplemenin medyadaki
yer alışı ne tür göndergelere sahip olursa olsun, geleneksel bir
dünyaya ait olan ve sürekli negatif içerimler yüklenen aşiret kurumunun
çözülüp giderken yaptığı son kötülükleri, bir
anlatının heyecan uyandırıcı tonuyla veriliyor.
İçerdiği bütün kültürel motifleriyle birlikte bir toplumsal
geleneğin çözülüp gitmesine duyulabilecek her çeşit nostaljik hüznü
bile engelleyecek bir anlatımdır bu. Güneydoğu'da
insanların geleneksel olarak taşıyageldikleri aşiret
ilişkilerinin ne mevcut hâliyle ne de yozlaşmamış veya bundan
daha eski[2] hâliyle, belki de savunulabilecek
hiç bir tarafları yoktur. Ancak, bugün Güneydoğu'da yaşanmakta
olan hızlı toplumsal dönüşüm içinde aşiret
ilişkilerinin, modern toplumsallık biçimlerinin
karşısında ne rekabet edebilecek gücü kalmıştır
ne de zaten alaşağı edilmişken
bıraktığı boşluğu henüz dolduramamış
hızlı modernleşmenin günahlarından sorumlu tutulabilir.
Açıkçası, aşiret ilişkilerinin veya geleneksel
ilişkilerin Batman'da, modern hayat özlemlerine karşı bir
direniş oluşturabilecek kadar güçlü olduğu düşüncesi,
sadece bir galat-ı meşhurdur. Tamamen, göçle kurulmuş bir
şehir olan Batman'da aşiret ilişkileri hiç kalmamış
değilse bile, kozmopolit bir şehir hayatı içinde en fazla
üstüste binmiş bir kaç kimlik katmanı arasında gevşek bir
mensubiyet duygusuna kadar azalmış bulunmaktadır. Belki de
seçimlerde etkili olabilir, ama hiç bir zorlayıcı yanı yoktur.
35-40
yıl içinde 5000'den 400 000'e hatta daha fazla bir miktara ulaşan
nüfusun travmatik etkiler barındıran artışı, katı
olan her şeyi buharlaştıracak bir hararetle geleneğe ait ne
varsa buharlaştıracak boyuttadır. Esasen Batman'da kaldığı
kadarıyla aşiret bağları bile modern dünyanın kimlik
düzenleriyle kıyaslanabilir özellikler sergilemektedir. Bu şehirde
radikal ideolojilerin hitap ettiği kitleler, bu kitlelerin bu
ideolojilerden beklentileri, en sağından en soluna kadar,
modernleşmenin kendine özgü bir görüntüsünü vermektedir.
Dolayısıyla kadınları intihara sürükleyen aşiret
bağları motifinin Batman'da bir
karşılığının bulunmaması bir yana, hitap
ettiği medya tüketicilerinin yaygın bir gündelik hayat ideolojisine
karşılık vermektedir. Aşiret ilişkileri, geleneğe
ait, hatta bir yanıyla irticaya ait bir motif olarak son kötülüğünü
yapmaktadır. Bunun revaçta olan militarist
çağrışımları gereği, kahraman askerlerimizin
önünden kaçıp giderken güçleri önlerinde ne bulurlarsa yakıp
yıkmaya, savunmasız insanları öldürmeye yeten korkak düşman
güruhu motifiyle mukayesesi mümkündür. Olayın doğası, erkeklerin
değil de kadınların intihar olaylarının
kurbanları olması, alttan alta gücü kadınlara yeten bir kötü
motif olarak aşireti göstermektedir.
Doğrusu,
aşiret ilişkileri bireye bir hayat enerjisi, sevinci, anlamı ve
anlatısı sağlar. Hayatında bir boşluk bırakmayan
bir ilişkiler ağı içinde bireyin modern dünyaya özgü
"kopukluğun", diasporik şartların, baş döndürücü
değişimin yarattığı bunalıma yakalanması
daha zordur. Durkheim'ın intihar analizlerinin önemli bir bulgusu,
modernleşmenin veya kentleşmenin yarattığı normsuzluğun,
başlıbaşına toplum içinde varolan intihar potansiyelini
açığa çıkarttığı yönündeydi.
Modernleşmenin, hele hızlı modernleşmenin doğal
sonucu, bireyin hayatını anlamlandırdığı simgesel
çerçeveleri silip süpürmesiydi. Diğer yandan intihar istatistikleri, her
zaman için aşiret veya aile ilişkilerinin çözülmesiyle olumlu bir
nedensel ilişkiyi yansıtırlar. Dolayısıyla,
modernleşme her şeyden önce geleneksel toplumsal ilişki
örüntülerini çözmek suretiyle intihar potansiyelini açığa
çıkartır.
Simgesel Çıkmaz ve
Aşırı Simgesellik Arasında fiiddet
Aslında,
Güneydoğu'daki intiharları, son yirmi yıldır bölgede genel
bir kültür haline gelmiş olan şiddetten ayrı düşünmemek
gerekiyor. Birikim'deki bir yazısında
Ömer Laçiner, PKK militanlarının intihar olaylarına, açlık
grevlerine ve kendini feda etmeye varan eylemlerine vurgu yaparak, kendi
bedenini bu kadar çok kolay fedâ etmenin hayatla ilgili hangi beklentiye dayandığını
çok anlamlı bir biçimde sormuştu (Laçiner, 1992: 5). Hayatın
daha iyi kurulmasına dönük hiç bir talebi kaldıramayacak kadar ileri
giden bu şiddetin başlıbaşına bir gündelik hayat
kültürü haline geldiği bu toplumda bugün
karşılaştığımız intiharların,
intiharın ancak konvansiyonel anlamına bir dönüş olarak
görülebileceği söylenebilir ilk etapta. Aslında Richard Rorty'nin
yaklaşımını Durkheimcı analize uyarlarsak bu
aşırı şiddet, büyük ölçüde bu toplumun kendisi
hakkında kendine anlattığı öykünün artık bir
anlamı olmamasının da bir sonucudur. Zaten Zizek'in de
belirttiği gibi "Gerçek şiddetin patlak vermesi simgesel bir
çıkmaz tarafından koşullanır. 'Gerçek' şiddet bir
toplumun yaşamını garantileyen simgesel kurgu tehlikeye
düştüğü zaman ortaya çıkan bir harekettir (Zizek, 1996: 66-67).
Genelde Güneydoğu'da, özelde ve daha yüksek oranda Batman'da,
insanların aşiret ilişkileri, sağ, sol veya resmî
ideolojilerin insanlara anlattığı hiç bir öykünün bir
anlamının kalmamasına yol açan ürkütücü bir güvensizlik
ortamı, aşırı şiddeti besliyor. Ancak bu anlam
kaybının temel sebebi de zaten yine bu aşırı
şiddetten başka bir şey değildir. İnsanların
kendileri hakkındaki öyküleri yittiğinde, insanı yaşamaya
tutkuyla bağlayan motivasyonlar azalıyor, hayatın olağan
akışı esnasında karşılaşılan maddî ve
manevî sıkıntıların karşısında hayattan
vazgeçmek, yani ölüm, diğerleri arasında tercih edilmesi gittikçe
kolay hâle gelen rutin bir seçenek olarak yerini alıyor.
Bu
aşırı şiddetin neden erkeklerde değil de
ağırlıklı olarak kadınlarda intiharlara yol
açtığına gelince. Kuşkusuz, Güneydoğu özelinde
modernleşme sürecinin kadınlar üzerinde çok kendine özgü
sonuçları olmaktadır. Bu sonuçlarla ilgili değerlendirmeyi
aşağıda yapacağız. Ancak öncelikle şunu belirtmek
gerekir ki, şiddetin bir türü olarak intiharı geniş
anlamıyla aldığımızda, erkeklerin daha az intihar
etmediklerini saptayabiliriz. fiiddetin bir gündelik hayat kültürü olarak
yaşandığı 15-20 yıllık bir süre içerisinde
"yaşamaktan vazgeçme"nin tek yolunun kendini öldürmek
anlamında intihar olmadığını gördüğümüzde, erkeklerdeki
intihar oranının, kadınlara nispetle, intihar olaylarındaki
ortalama değerlerden daha düşük olmadığını
görebiliriz. Gerçi, Durkheim'ın şekillendirdiği intiharın
sosyolojik terminolojisinde, ucunda
ölümün kayda değer bir ihtimal olarak bulunduğu bir işe
girişmenin de bir çeşit intihar sayıldığını
biliyoruz. Bencil olarak nitelendirdiği, tamamen kişisel acılara
ve hayatın katlanılmazlığına karşı ortaya
çıkan türüne karşılık, kendini toplumsal bir değer
veya amaç için fedâ etme kültürü de bir çeşit intihardır (Elcil
intihar). Bu da Zizek'in bahsettiği "simgesel çıkmaz"
durumunda kalmış olmaktan dolayı değil, aksine "yoğun
bir simgeselleştirme" ortamından kaynaklanan bir intihar
biçimidir. Yoğun, hatta aşırı simgeselliğin, simgesel
çıkmazla aynı ölçüde hayatın şartlarını zorladığı
veya bu şartlardan koptuğu ânda, ölüm, şehitlik söylemleri
aracılığıyla estetik bir seçenek olarak hayatın en
normal seçenekleri arasındaki yerini alır. Güneydoğu'da her iki
durumda, ya simgesel yoğunluktan veya simgesel çıkmazdan beslenen
intihar kültürü, kadın ve erkekler arasında en fazla intiharın
gerçekleşme biçimi itibariyle bir fark gözetir.
Doğrusu,
bu intihar vakâlarında şaşırtıcı olan, bu
açıdan vakâların kendilerinden ziyade bunlara yönelik medyatik
düzeydeki ulusal ilgidir. Bölgede, bir kültür olarak insanların kendi
bedenlerini hoyratça ölümün kucağına atacak bir davranış
tarzını çok iyi beslemiş oldukları belli. Ancak bu yeni bir
durum değil ki. Bunun bir kültür hâline gelmesi için bile zaten yeterince
zaman geçmesi gerekiyor. Bu esnada, insanların güpegündüz sokak
ortasında çoluk çocuğun önünde öldürüldüğü; kardeşlerin
birinin diğerininkinden başka bir örgüte mensup olarak birbirleriyle
öldüresiye bir husumetin içine girdikleri, bir çok insanın garip bir
biçimde kaybolmasına alışılmış olduğu,
üstüne üstlük hızla yaşanan göçün zihinsel yaşam üzerindeki
şok metropol etkisinin (Simmel, 1991) işlediği bir ortamla,
Durkheim'ın tasvirini yaptığı ve intihar üretmeye
yatkın gördüğü sanayi toplumunun anomik koşulları rekabet
edebilir miydi acaba? Aslında şiddeti ve ölümü bir kültür olarak
kanıksamış bir toplumda kadınların intiharları,
her birinin içermesi muhtemel medyatik tüketime müsait unsurlarından
dolayı özel bir dikkati çekiyor olabilir. Bu yolla, Doğu üzerine
işleyen bütün oryantalistik güdülerin iştahları
kabartılır ve bu iştaha, karşılığı
fazlasıyla tahsil edilen bir servis yapılır. Bu arada
Doğu'da ölümün toplumun genelinde gündelik hayatın en sıradan,
en rutin olaylarından biri olduğu gerçeği, 30-40 kadın
intiharının -bizatihi bir delilik türü olarak intiharın-
marjinalliği mesabesine indirilebilir: Doğuyu kimse öldürmese de, o
zaten kendi kendine ölür!
Aslında
şiddetin uzun süren varlığı, hedefi bu olsa bile, her zaman
"simgesel bir dünyayı yıkıcı" bir etkiyi zorunlu
olarak yapmaz. Hatta tam bir simgesel direniş alanının
oluşumuna katkıda bulunması da mümkündür. Vietnam'da, Bosna'da
ve şimdi Filistin'de, şiddetin, bütün müstehcenliğine ve yıkıcılığına
karşılık, telafi edici yoğunlukta bir simgeselliği
sürekli beslediğine şahit olunmuştur. Kuşkusuz, bunda simgeselliğin çözülmesini engelleyen
daha köklü ve yerleşik bir özdeşlik duygusunun varlığı
kadar, öteki'nin açık karşıtlığının da
önemli bir payı vardır. Ne Filistin'de ne Bosna'da, hatta ne de
Vietnam'da çatışan tarafların birbirlerini, hoşgörü
stratejileriyle temellük etme arayışları yoktur. Aksine bütün
boyutlarıyla birbirlerine karşı işleyen bir imha veya
kıyım iradesi, iktidarın daha ince stratejilerine dikkat çekmeyi
gerektirecek hiç bir neden bırakmaz.
fiehir, Melankoli ve
İntihar
Ne
var ki, Güneydoğu'da intiharların aşırı
simgeselleştirmeden mi, simgesel çıkmazdan mı
kaynaklandığını söylemek, bu açıklamalardan sonra bile
daha bir kolaylaşmış sayılmaz. Çünkü bunlar, bir toplumda
bir kültür haline gelmiş şiddet ile simgesel dünya arasındaki
etkileşimle ilgili teori-merkezli açıklamalar. 1985
yılından bu yana PKK ve Hizbullah'ın kendilerine özgü tarzlarla
yüklendikleri şiddet, Batman'da gündelik hayatın bütün anlamlı
çerçevelerini yıkmıştır. Buna ilaveten, güvenlik
tekniklerinin uygulama biçimi bu yıkılan çerçeveleri tamir etmeyi
veya daha anlamlılarıyla ikâme etmeyi değil, muhtemel çerçeveleri
daha da sulandıran bir etkiyi gözettiğinden, bir şehirde zaten
doğal olarak varolan güven sorununu anormal boyutlarda büyütür.
fiehir hayatındaki güvensizlik vatandaşların kurumlara,
görevlilere, örgüt vaadlerine, siyasal ve toplumsal liderlere karşı
olduğu ölçüde, insanların en yakın akrabalarına
karşı bile duyulmaya başlanmıştır. Böyle bir
ortamda, aile baskısı ile intiharlar arasında kurulan
ilişkiler ilk anda akla çok yatkın bir nedensel ilişki gibi
görünse de, bu baskıların ailelerin son kozları olduğu da
bir o kadar anlaşılır bir durumdur. Üç kardeşin
farklı siyasal veya örgütsel kamplara angaje olmasının
sıradan bir tecrübe olduğu düşünüldüğünde, araya giren
şiddet raconları gereği, kardeşlerin bile birbirlerine
karşı bir güven aşınmasına uğramaları
beklenebilir. Bu durumda ailelerin son bir savunma refleksiyle mensupları
üzerinde görece bir denetim ve baskı ortamı oluşturmaya
çalışması bir gerçektir. Ancak bu baskının ne kadar
işlevsel olduğu, aile mensuplarını dışarıda
yaşanan hayata karşı ne kadar yalıtabildiği tartışılır.
fiehir hayatı, her zaman kaçıp gizlenebilmek, üzerindeki
baskılardan kaçamaklar yapabilmek için elverişli kuytu mekanlar ve
imkânlar barındırır. Ancak bu mekanlar insanın kendini
hayata canlı bir biçimde devam edebilecek şekilde
onarmasını sağlayabileceği gibi, melankoli ve keder
rejimine sadakatini daha da pekiştirebilir.
Güneydoğu'da
intiharların artışını, terörün
yıkılışıyla birlikte yaşanan bir çeşit
post-travmatik sürece bağlayanlar da oldu. Televizyon programlarında
bir çok uzmanca tekrarlanan bu görüşe göre, terör örgütlerinin
başarısızlığa ulaşmasıyla birlikte
insanlarda yıllardır birikmiş bazı duygular, umutlar,
gerilimler ve beklentiler birden bire insanları katlanılamayan bir
boşluğa sevkedecek kadar tükenince, insanlar intiharı kolay
düşünür hale geldiler. Kuşkusuz bu açıklamaya dayanarak bir
karç intiharı her zaman açıklamak mümkündür. Ancak bir kaç örnekten
yola çıkarak bütün intiharlar açıklanamayacağı gibi, böyle
bir nedenden dolayı neden erkeklerin değil de genç
kadınların intihar ettikleri açıklanamaz. Çünkü, kadınlar
terörün bitmesiyle birlikte yaşanması muhtemel travmadan, erkeklere
nazaran daha az etkilenirler. Böyle bir boşluk hissine kapılması
gerekenler kadınlar değil erkeklerdir. Doğrusu bu açıklama
da diğerleri gibi, intihar olaylarına
yakıştırılmış bir açıklama. Gerçekte, eldeki
intihar vakâları üzerinde tek tek inceleme yapılabildiği
kadarıyla, neredeyse çok azının birbirleriyle benzer özellikler
arzettiği görülmektedir. Belki de herkesin elinde kendi hikayesini
doğrulayabileceği kadar veri vardır. Ancak bu verilerin
toplamından tek bir hikaye değil, çok sayıda, belki de intihar
vakâsı kadar farklı hikaye çıkarılabilir. Oysa herkes
kendi örneklerinden yola çıkarak bütün intihar vakâlarını
açıklamaya kalkışıyor.
İşte
intihar vakâlarından bir kaç hikaye:
1.
Bir evde, dar etek giydiği için babası ve abisi tarafından
kıyasıya dövülen bir genç kız, canına tak ettiği için
intihar etmiş. Genç kız bıraktığı günlükte,
kendilerini döven anne, baba ve abisine karşı duygularını
şu sözlerle ifade etmiş: "Çok savaştım onlarla, ama
savaşı kazanan da ben olacağım, onları öyle
pişman ettireceğim ki, neye uğradıklarını
şaşıracaklar!" (Milliyet,
23 Ekim, 2000). Burada kız intiharı, bir öfke ve hınç
ânında hasımlarına karşı bir silah olarak kullanmaktadır.
Yaşamaktan vazgeçmekten ziyade yaşamaya tutkuyla
sarılışın bir ifadesi var. Kendi yokluğu
pahasına dünyada varolma tarzının bir keşfi.
2.
Bir kız bolca Kur'an okumuş ve kendini dine vermiş;
yaşadığı hayatın İslâm'dan çok uzak
olduğunu düşünerek bunalıma girmiş, içine
kapanmış ve sonunda intihar etmiş. Kanal D'nin olayı
veriş biçimi, diğer bütün nedenleri önemsiz kılacak bir vurguya
sahiptir: Genç kızlar, fazla dindarlıktan intihar ediyorlar!
3.
Bir kız, bir uzman çavuşa aşık olmuş; sonuna kadar
evleneceğini düşünerek sevgilisiyle ailesinden gizli gizli
buluşup ilişkiye girmiş. Sonuçta çavuş kızı
yüzüstü bırakıp gitmiş. Kız intihar etmiş. Burada
kızın terkedilmiş olmanın dayanılmaz acısı
yüzünden mi, yoksa girdiği yasak ilişkinin namus boyutlarından
dolayı başına geleceğinden duyduğu endişeden
dolayı mı ölümü seçtiğine kim karar verebilir?
4.
A. B'yi "nasıl olsa evlenip gidecek. Masraf etmeye ne gerek
var?" diye okutmadılar. Okumakta ısrar eden A. B. abileri
tarafından dövülünce intihara girişti Burada, A. B. 1. örnekteki
gibi, baskılara karşı çaresizliğinden dolayı mı,
yoksa abilerine karşı bir çeşit cezalandırma biçimi olarak
mı intiharı seçmiştir?
5.
Batman'ın Sason ilçesinde bir kız, belirlenemeyen bir nedenle evinde,
babasına ait tabancayla şakağına ateş ederek,
yaşamına son verdi. Aslında elimizdeki örneklerin büyük
çoğunluğuyla ilgili bütün bilgi notları bundan ibarettir.
6.
Ulaşılabilen olayların gözlemlerinden çıkan ilginç bir
sonuç: Terör bölge insanını paronay yaptı. İşsizlik çok
belirgin, gelir dağılımı dengesiz. aile içi şiddet çok
yaygın. Sosyal yapı, teknolojiye yetişemiyor. Bölgeden kurtulmak
amacıyla kamu görevlileriyle ilişkiye giren kızlar, namus
infazından kurtulmak için intihar ediyor (Milliyet 23 Ekim, 2000).
Örnekler,
daha da çoğaltılabilir, ancak bunların hepsi, bir şekilde
medyanın kendi hikayeleri açısından seçtiği ve
ulaşabildiği vakâlardır. Bu vakâların
dışında kalanların tek tek hikayeleri, belki bir
kısmı birbirine benzer, ama birbirinden ayrıdır. Bununla
birlikte hepsinde ortak olan, Batman'da gerçekleşiyor olmanın
yanısıra, genç kadınların oranının erkeklerinkine
oranla anormal ölçüde yüksek olması ve bunların arasında da
daha büyük bir kısmının şehre terörün doğrudan veya
dolaylı sonucu olarak göç etmiş insanların arasından
olması. Belki biraz ışık tutabilir diye tam da bu göçü
yaşamış kadınlar üzerine yaptığımız
bazı araştırmaların bulgularına bakmakta fayda var.
Batman'da Kadın ve Göç:
Bazı Ampirik Bulgular
Batman'da
şehre son 15 yılda göç etmiş insanların oturduğu 48
hanenin kadınlarıyla yapılan görüşmelerde[3] kadınların boş
vakitlerinde ağırlıklı olarak (% 54) boş vakitlerinde
televizyon seyrettikleri, gazete okudukları (% 29), buna
karşılık çok azının (% 12) Kur'an okumak veya dinî bir
eylemde bulunmak gibi bir faaliyet içinde oldukları tespit edilmiş.
Kadınların
% 73'ü en fazla dört çocuk sahibi olunabileceğini düşünüyor. Geriye
kalanlar, "Allah ne kadar verirse" gibi, nüfus planlaması
kavramına geleneksel bir değere referansla direnmeye devam edenlerle
"beş çocuk" sayısını ideal sayanlar arasında
eşit olarak bölüşülüyor. Bunların % 69'u çocuğu ileriki
hayatta sigorta olarak görüyor ve çok azı artık dinî referanslarla
çocuk sayısının çok olması gerektiğini düşünüyor
(% 12). Büyük bir çoğunluk da çocuk sayısının tamamen
ekonomik nednelerle azaltılması gerektiğini düşünüyor.
Zaten % 71'i de aile planlamasının uygulanması gerektiğini
düşünüyor.
Göç
edenlerin % 63'e yakını konut sorununu oturdukları eve sahip
olacak şekilde çözmüş geri kalanlar kirada oturmaktadırlar.
Hepsinin evinde televizyon ve buzdolabı var. Sadece birinin evinde müzik
seti ve sadece dördünün evinde telefon yok. Yine sadece ikisinin evinde
çamaşır ymakinası yok. Sadece ikisinin evinde bilgisayar var.
Bununla birlikte şehirli yaşam tarzının işaretleri
sayılabilecek koltuk takımı (% 67) ve yemek masası (% 35)
kayda değer sayılara ulşamış durumda.
Büyük
bir çoğunluğu şehirdeki yeni hayatlarında geçmiş
(köydeki) hayatlarına oranla bir iyileşme olduğunu
düşünüyor (yaklaşık % 70). Bu yüzden kadınların ancak
% 17'si bütün şartlar sağlandığı ve köy hayatı
cazip hâle getirildiği takdirde köye geri dönebilmeyi arzu ettiğini,
buna mukabil, diğerleri köye bir daha dönmeyi istemediklerini söylüyor.
Çünkü kadınların büyük bir çoğunluğu (% 75-80), şehir
hayatında köydekine oranla kendilerinin veya çocuklarının
evlilikleri, yetişme veya yetiştirilmesi ve bir mesleğe
hazırlanmasında ev içindeki sorumluluk ve etkinliklerinin
artmış olduğunu, köydeki kadınlara oranla daha yüksek bir
statüye ulaşmış olduklarını, ev içindeki her
çeşit karar alma sürecinde etkilerinin daha fazla artmış
olduğunu düşünüyorlar.
Kadınların sosyal
hayatlarında, evin dışına çıkmadıkları
yönünde yapılan tespitlerin büyük bir görüş eksikliğine
dayandığını gösteren şey, zaten bu toplumsal
katmanların en önemli sosyal ilişkilerinin komşu ve akraba
ilişkileri olduğunu görememeleri. Bu açıdan
bakıldığında, kadınların % 66.7'si
hayatlarını fazlasıyla dolduran yoğun işlerinden arta
kalan zamanlarını komşu ziyaretleriyle değerlendiriyorlar
ve bunlar hiç bir şey yapmadan çoğunlukla (% 81) sadece
"sohbet" ederler, paralı toplantı günlerinin gereklerini
yerine getirirler (% 31). Komşularının çoğu
akrabalarından oluşan ailelerin oranı % 38 iken tamamen
şehirde karşılaşılan komşuluk ilişkilerinin
oranı % 62'lik bir oran tutmaktadır. Kadınların evlilik
tercihlerinde çok azı dindar (% 6) veya akraba (% 2) koca isterken, geri
kalanlar, yakışıklılk, tahsil, zenginlik, köklü bir aile ve
iyi bir iş sahibi olmayı tercihlerinde belirleyici tutmaktadır.
Başlık parasını onaylayanların oranı % 13 iken
diğerleri onaylamayanlar arasında yer alıyor.
Kadınların % 45'i dışarıda örtülü veya bir akraba
eşliğinde gezmeyi doğru bulurken diğerleri başı
açık ve yanında hiç bir yakını bulunmaksızın da
gezebileceğini düşünüyor (% 55). Kadınların % 65'i
evlenecekleri kişiyle mümkün olduğu kadar çok görüşüp önceden
iyice tanışmayı gerekli görürken geri kalanları az
görüşmek gerektiğini savunuyor. % 16'sı akraba evliliğini
onaylıyor % 84'ü onaylamıyor. Kız çocuğunun gelecekteki
durumu için kadınların % 65'i iyi bir eğitimi daha önemli görürken,
35'i iyi bir evliliği daha önemli görüyor. Kadınların % 77'si
kız çocukların okuyabildikleri kadar okumaları gerektiğini
düşünüyor. Görüşülen evli kadınların % 57'si 12-16
yaşları arasında evlenmiş oldukları halde sadece %
4'lük bir oran, kızların en az 16-18 yaşları arasında
evlenmesi gerektiğini düşünüyor. Kadınların % 98'i
kadınların para kazanmak için çalışabileceği veya
duruma göre çalışabileceğini düşünüyor. Çoğu şimdikinden
daha iyi bir tahsile sahip olmayı arzu ediyor (% 90).
Görüşülen
kadınların % 58'i ne kocasına ne de başka kimseye sormadan
oyunu kullanıyor veya kullanılması gerektiğini
düşünüyor. % 35'i özel radyolara veya televizyondaki canlı
yayınlara veya yarışmalara katılmaya teşebbüs
etmiş ama katılamamış; % 4'ü ise teşebbüs edip
katılmış.
Her
şeyden önce bütün bu verilerin modernleşme veya şehirleşme
lehine değerlendirilebilecek göstergelerinin, Siirt'te düzenlediğimiz
anketlerde (Aktay, 1999a; 1999b) çok daha düşük
çıktığını belirtebiliriz. Bu da kuşkusuz her
şeyi açıklayamasa da, en azından şunu gösteriyor: Batman
şehirli değerlerin çok hızla benimsenip yayıldığı
bir şehir görünümünde. Zaten nüfus artış hızı ve
şehirleşme tarzı itibariyle bu, hemen farkedilebilir bir
durumdur. Siirt'teki araştırmalarımızda da tespit
ettiğimiz kadarıyla kadınlar, bu tür modern değerleri benimsemeye,
erkeklerden daha istekli ve yatkın görünüyorlar. Ancak bunun erkeklerle
kadınlar arasında, kadınları intihara sürüklemeye yetecek
kadar yüksek bir gerilim oluşturduğunu düşünmeyi gerektirecek
fazla bir şey yoktur. Aksine, zorunlu göçün sonucunda yaşanan
şehirleşmenin aile içinde kadının statüsünü eskiye oranla
daha da yükseltmiş olduğu rahatlıkla görülüyor. Bunu
kadınlar da onaylıyor. Bununla birlikte, bölgeler arasında bu
konuda bir fark var ve bu fark olayı travmatik bir niteliğe
büründürebilecek bir niteliğe sahiptir. Örneğin bütün göstergeleri
itibariyle, kadının şehirli değerleri benimseme
hızı Batman'da Siirt'tekine oranla çok daha yüksek. Siirt'te de süreç
aynı istikamette seyrediyor olsa da, yavaş olduğundan, geçişin sancıları daha hafif
oluyor. Ancak orada da kalan sağların ruhsal durumları,
kişilikleri, eğitim durumları, hayatla ilgili beklentileri ve
yaşama motivasyonları açısından çok iyimser sonuçlar
çıkmıyor.
Doğrusu,
modern değerlerin yayılmasının çok doğal bir yolu
televizyon ve diğer medya aracılığıyla
aşılanan bir hayat tarzı ve anlayışı ise,
diğer bir yolu da doğrudan siyasi müdahelelerle insanların geleneksel
hayatlarına karşı hızla, bazen şok derecesinde
soğutulmaya çalışılmaları olmaktadır. Siirt'te
Toplumsal Kalkınma Projesi çerçevesinde kadınlara yönelik
faaliyetlerde, kadınlarda her çeşit geleneksel hayat örüntüsüne
karşı bir antipati yaratmanın hedeflendiği görülmüştür.
Modernleşme bölge insanının kendi içsel değerlerinin ve
geleneksel yaşam örüntülerinin yeni zamanlara uygun bir biçimde
dönüştürülüp geliştirilmesi yoluyla değil, o değerler ve
örüntülerle bir dikotomi çerçevesine sokularak gerçekleştirilmeye
çalışılmaktadır. Genç kızlara bedava
dağıtılan el radyoları aracılığıyla,
hedeflenen Türkçe eğitimi ve modern değerlerin
taşıyıcısı pop kültürü olmaktadır. Buna ilaveten,
bölgeye getirtilen ve kapalı spor salonları, hatta yetmeyince
şehir stadlarında konser verdirtilen pop müzik
sanatçılarına karşı uyandırılan
idolleştirici sempatinin gözle görünür artışı, siyasî
programların kendi başarılarını ve zaferlerini
kanıtlayan göstergeler olarak ön plana çıktıkça, genç kızlardaki
ruhsal boşluğun hangi safhalara ulaştığı kimsenin
umurunda olmamaktadır. Siirt ve Batman'daki genç kızlar
arasında daha önce tespit ettiğimiz ilginç manzarada, bir
şekilde Kürt milliyetçiliğinin lügatçesiyle dünyasını
anlamlandırıp dolduran gençlerin birinci idolü olan fiiwan
Perver yıkıldığında yerine ikâme edilmeye hazır
bekleyen idol Banu Alkan'dır. Her ikisinin temsil ettikleri anlamlar bâkî
kalmak üzere, kuşkusuz isimleri değişebilir.
Bu
kızlara, kılık-kıyafet kampanyaları
aracılığıyla yine yardım kapsamında dağıtılan
kıyafetler aile erkeklerini rahatsız edecek şekilde,
şimdiye kadarki giyim kuşam stillerini zorlayacak özelliklere sahip
görülmüş. Bu konuda erkeklerden yana ciddi rahatsızlıkların
ifade edildiği gözlemlenmiştir. Zaten hızlı göç dolayısıyla
şimdiye kadar güçlü bir biçimde yaşadıkları değerlerin
ve yaşam örüntülerinin hızla çözülmesiyle tam bir boşluğa
ve şoka girmiş kızların bu durumu, aslında her
çeşit ideolojik akkültürasyona karşı savunmasız bir
konumdur. Bu durumda Toplumsal Kalkınma Projesi çerçevesinde sosyalize
edilmeye çalışılan kızlara, aşılanmaya
çalışılan ve hiç bir metafizik göndergesi olmayan kültürün yaratacağı
etkinin hiç bir sosyolojik ön değerlendirmesi
yapılmamıştır. Açıkçası aşılanan bu
kültür herhangi bir ahlâkî değerin bünyedeki tutunumunu imkânsız hâle
getiren bir etki yaratıyor. Kızların devam ettikleri kurslar,
etrafında yasak ilişki peşindeki erkeklerin cirit
attıkları mekânlara dönüşmekte, daha iyimser ihtimalle masum
çöpçatan işlevi çerçevesinde kızların melankoli üretip tükettikleri,
bu yolla giriştikleri ilişkileri sürdürebildikleri kaçamak alanlar
olarak işliyor. Bu tarz ilişki örnütülerinin bölgenin toplumsal
dokusu üzerinde bir apse yapmaması düşünülemezdi.
Güneydoğu'da
genç kızların İntiharları, parametrelerini bu gerçeklerin
oluşturduğu bir ortamda, insanların kendi bedenlerine
karşı gelşien algılarının yol
açtığı eylem örüntülerinden sadece birisidir. Orada şu veya
bu nedenle insanlar zaten çok kolay ölüyorlar. Bütün bu ölümlerin arasında
genç kızların intiharlarının gündeme bu kadar fazla
gelmesi, olayın medyatik kullanım değerinin yüksek
olmasından kaynaklansa da, gündeme geliş biçimi kalan sağlara
ilişkin hiç bir ihtimamı gözetmiyor.
REFERANSLAR
Adorno, T. W., 1973, The
Jargon of Authenticity, Almanca'dan çev. K. Tarnowski ve F. Will, London:
Routledge and Kegan Paul.
Aktay Yasin, 1999b, Güneydoğu'da
Hızlı Göç Yollarında Modernleşme ve Kadın, yayımlanmamış
araştırma raporu.
Aktay, Yasin, 1999a, Umut
ve Kaygı Arasında: Güneydoğu'da Lise Gençliğinin Yaşam
Dünyaları Üzerine, yayımlanmamış araştırma
raporu.
Durkheim, Émile, 1986, İntihar,
Fransızca'dan çev. Özer Ozankaya, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
İntihar
İstatistikleri,
1997, Ankara: DİE.
Laçiner, Ömer, 1992, fiiddet Kültürü Beynimizin Orta
Yerine Yerleşirken, Birikim,
Sayı: 88.
Tokgöz, Adnan, 2000, 1985-2000
Yılları Arasında Güneydoğu'da Göç Olgusu ve Kadının
Durumu, yayımlanmamış saha çalışması, Selçuk
Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.
Türker, Yıldırım, 2000, "Hakkari,
Batman, Yad Eller!", Radikal
İki, 29 Ekim, 2000.
Zimmel, George, 1991, "Metropol ve Zihinsel
Yaşam", Defter, Sayı:
16 (On ındividuality and Social
Forms adlı derlemeden).
Zizek, Slavoj, 1996, Müstehcen Efendi, çev. Mustafa
Yılmazer, Toplum ve Bilim, sayı:
70.
[1]. Durkheim sadece kadınlara özgü, çocuk
öldürmeler, düşükler ve zehirlemeler gibi cinayet türlerine bakarak
cinayet konusunda kadınlara yakıştırılan masumiyetin
kadınların fizyolojik zayıflığı ve
zarifliğinden kaynaklanan bir yanılsama olduğunu iddia ediyor,
bkz. Durkheim, 1986: 329.
[2]. Yozlaşmamış veya otantik ile eski
olmayı neden bir arada düşünmek zorunda kalıyoruz hep? Bir
toplumsal ilişki biçiminin otantik olması için ne kadar eski
olması gerekiyor? Aşiret ilişkileri eski hâliyle, bireyin
hayatının tamamını kuşattığında otantikti
de bugün aldığı biçimiyle bu otantikliğini kaybetmiş
sayılabilir mi? Aslında aşiret ilişkilerinin
dönüşmüş olduğundan sözetmek her zaman mümkün, ama belli bir
formun diğerniden daha otantik olduğundan sözetmemizi gerektirecek
hangi ölçüt vardır elimizde? Cevaplarını büyük ölçüde içinde
barındıran bu sorular üzerine daha derin bir düşünüm için bkz.
Adorno, 19.
[3]. Kendi seminer çalışması için bu
görüşmeleri yürüten ve bu konudaki gözlem ve bulgularını aktaran
sevgili Adnan Tokgöz'e (Tokgöz, 2000) ve beraber
çalıştığı arkadaşlarına teşekkür
ederim.