İslâmî Araştırmalar, Cilt 9, Sayı 1-4,
1996
ANLAMIN
TERMODİNAMİĞİNE DOĞRU ?
Dücane Cündioğlu'nun
Çabası
YASİN AKTAY
Çağımızda
Kur'an'ın en doğru bir şekilde anlaşılmasını
kendine gerçek anlamda bir dert etmiş olan Dücane Cündioğlu bu dert
ile düştüğü sonu gelmez yolda yürümüşlüğünün izlerini
bırakmaya başladı. Bilgi için hiç bir yere
koşuşturmaktan üşenmeyen, kendisine bir ışık
çakacak her bilgi kıvılcımına büyük bir heyacanla yönelen,
belki de bu yüzden elle tutulur, kavranabilir bir çerçeveye sığmayan
veya bir türlü istediği çerçeveyi bulamamış, mevcut çerçevelere
razı görünmeyen Cündioğlu'nun çabası, son eserine koyduğu
başlıkla adı konulabilir bir çerçeveye yakalanmış oldu
da rahatladık.
Cündioğlu,
kendisine Kur'an'ın anlamının buharlaşmasına yol açan
her türlü zemini hedef seçmiş görünüyor. O halde kendisi, Kur'an
ayetlerinin muhtevasındaki anlamın
katılığını
(buharlaşmazlığını), esnemezliğini,
sabitliğini, değişmezliğini, nesnelliğini savunuyor
diyebilir miyiz? Eğer öyle diyebiliyorsak, insanların hayatla
bağlarını Kur'an dolayımına sokma girişimleri bir
çeşit sözmerkezciliğin
kısıtlayıcılığına maruz kalıp,
insanın dünyadaki-zamansallığının hakkı
ödenmemiş olmaz mı? Her şeyin hızla değişip,
yerini bıraktığı yeni şeylerin bile daha
miadını doldurmadan eriyip gittiği bu dünyada, Kur'an'ın
anlamının buharlaşmadan korunması biraz da onu hayatın
normalleşen hız sınırının altında
bırakmaz mı? Hem bu koruma nasıl sağlanacak? Kur'an'la
muhatap olan insanlar yaşadıkları çağın atmosferini
etkisi altına alan bir sıcaklığa karşı
kendilerini koruyacak klimalı ortamlar mı oluşturacaklar, yoksa
kendileri bu klimalı ortama girmeksizin, Kur'an'ın,
varsayılabilecek bir kendinde-serinliğini mi anıtlaştıracaklar?
Eğer böyle yaparlarsa ve diyelim ki, bir soğutma dolabının
içerisinde tutulan bir hayatın, bir kitabın mutad olarak
ısısının bilimi yapılırsa, bu, o hayatın
tecrübesini iktisab etmeye, o hayatın içindeki hakikatin
açılımını hissetmeye yetecek mi? Yoksa şu derecede
yaşamanın nasıl bir şey olduğu konusunda varolan
teorik bilgiler bize o ısıda yaşamanın ne demek
olduğunu fazlasıyla öğretir mi?
Bunlar,
herhangi bir 'anlamın buharlaşması' tartışmasında
ilk elde sıralanabilecek, hermenötik bir soruşturmanın ilk
soruları sayılabilir. Cündioğlu'nun, ilk elde, anlamın buharlaşmasına
karşı direnişinde bu soruların ne kadarına
karşılık vermiş olduğu sorulabilir. Yakınlarda
yayınlanmış iki çalışması (Kur'an'ı Anlamanın Anlamı: Hermenötik Bir Deneyim I,
1995a ile Anlamın
Buharlaşması ve Kur'an: Hermenötik Bir Deneyim II, 1995b) bu
sorulara cevap arayışını değerlendirmek için vaktin
henüz gelmemiş olduğu izlenimini veriyor. Çünkü Cündioğlu, bu
çalışmaları Kur'an ve Kur'an yorumları üzerine on risalelik
daha büyük bir çalışmanın ilk iki adımı olarak
görüyor. Bu yolun sonunun nereye çıkacağını beklemeden
Cündioğlu'nun çalışmasının bir değerlendirmesine
girişmek, acelecilik töhmetine yakalanabilir. Ben bu yolun,
Cündioğlu'nun iki risalesiyle uğradığı iki duraktan
kestirebildiğim sonu hakkında bazı öngörülerde bulunmak
istiyorum.
Herşeyden
önce şunu ifade etmek istiyorum ki, eğer Cündioğlu veya
böylesine uzun bir projeyi bu tarzda götüren birisi, yolun sonunu şimdiden
belirlemişse; uğrayacağı tüm duraklara son durağa
kadar karar vermişse böyle bir çalışma tarzının benim
şahsen umabileceğim yararını elinin tersiyle itmiş
olur. Ki, anlayabildiğim kadarıyla Cündioğlu'nun böylle bir
tarzı benimsemesinin arkasında, tamamen belirleyici değilse
bile, okuyucuyla diyalojik bir tutum içinde olmanın faydasına,
insanın bir seyir olduğuna olan inancı var olsa gerek. Bu
durumda, Cündioğlu'na yönelecek eleştirilerin acelecilik töhmeti
altında olmasının yanısıra, kendi
çalışmasının henüz tamamlanmamış olmasından
dolayı -özellikle eksiklik eleştirisine karşı- hazır
bir savunma hakkı da bulunuyor: elinizdeki eser Kur'an'la ilgili anlama
(veya hermenötik) deneyiminin on risale olması düşünülen
külliyatının ilk (veya ikinci) cildi.
fiimdi
tecrübemiz hermenötik bir tecrübe olacaksa ki bana göre esaslı bir
hermenötik tecrübedir bu on cilt sonrasının bütün mevzuları
şimdiden nasıl kestirilebilir ki? Kur'an'ın seslenişine
kulak vermenin adı dersek,
hermenötik bir tecrübe on risale (bir ömür içinde ne kadar zamana
sığar, ne kadar zamanda sadır olur bilinemez)
sonrasının planını şimdiden yapabilecek bir teorik
akletme potansiyelini tolere edebilir mi? Ya dördüncü risalenin tam
ortasındayken insan birden bire susmanın daha hayırlı
olacağına karar verirse? Veya şimdiye kadar bütün
yazdıklarının hiçkimseye izahı yapılamayacak
kişisel bir takıntının ürünü olduğu keşfedilerek
yakılmasına karar verilecek bir aura'ya
yakalanılırsa?.. O zaman bu kararı hangi ayetin hangi objektif göstergesine bağlayarak
insanların da susması gerektiğini; bütün
yazdıklarını silbaştan etmeleri gerektiğini;
insanların da tüm yapıp ettiklerinin işte bu
takıntıyla alakalı olduğunu gösterebileceksiniz? Sizin
Kur'an'ın herhangi bir ayetinin size kesin bir dille hitap ettiğini
hissettiğiniz bir ayetin başka hiç bir insana hiç bir şey
söylemediğini hiç hissetmediniz mi? Veya tersini? Kur'an üzerine,
Kur'an'ın anlam örüntüleri üzerine on tane risale yazmak ve bunları
kamunun yararına sunmak, kamuyu Kur'an'a ne kadar
yakınlaştırır? Yazarı bundan ne kazanır? Kur'an
üzerine yazılar yazan biri, Kur'an'ı daha iyi anlama konusunda geri
döndürülemez bir mesafe mi katetmiş olur? Aman Allah'ım, bir
yazıyı yazarken, o yazının nasıl
sonuçlanacağını bilmek o yazıyı ne kadar da
sıkıcı yapıyor! Oysa, hangi birimiz yazmak üzere oturduğumuz
bir yazıyı sonuna kadar, önceden hayal ettiğimiz bir rayın
üstünde tutabilme maharetini gösterebiliyor? fiimdi Kur'an üzerine on
tane risaleyi kaleme almak üzere uzun bir yola çıkacağını
duyuran Cündioğlu'nun zengin bir yol azığına sahip
olduğuna inanıyorum. Ama bu yol, eğer adı hermenötik
tecrübe olarak konulmuşsa, bir çok evresinde o yol
azığının tamamını gereksiz veya geçersiz
kılabileceği gibi, insana derin vahaların başında çöl
susuzluğu tecrübesini de yaşatabilir?
Evet,
başta da belirttiğimiz gibi Cündioğlu, anlamın
buharlaşmasına sebebiyet veren her türlü zemine karşı kendi
hermenötik tecrübesini konuşlandırıyor. fiimdiye kadarki
tüm çabasında derin arayışlarına şahit olduğumuz
Cündioğlu'nun, son eserine koyduğu başlıkla bizi rahatlatan
yanının sadece onun çabasına bir isim koyma
kolaylığını sağlaması olduğunu belirtmeliyim.
Bunu yaparken anlamın buharlaşması deyiminin yol
açtığı bir ikili mücadelenin şartlarını
kabullenmiş görünüyor. Nedir bu şartlar? Kendisinden önce
kurulmuş, relativist ve objektivist konum veya tarafları olan bir
mücadelenin içinde objektivist (kendisi olmasa bile) bir tarafın
sağladığı argümanlara sarılıyor.
Cündioğlu'nun
çalışmasını değerlendirirken, öncelikle bu
"anlamın buharlaşması" tâbirini kullandıran vasat
üzerine konuşmak gerekiyor. Postmodern bir çağda
yaşadığmız iddia ediliyor. Postmodernlik ise,
meta-anlatıların çöküşüyle nitelendiriliyor. Modernlik
bilindiği gibi anlatısal bilginin yerini bilimsel-nesnelci bilgi
idealinin aldiği, bizzat bu bilginin anlatı değeri
kazandığı bir vasatla karakterize edilir. Bu bilginin
anlatı değeri kazanmasının işlevsel bir anlamı
vardı. Hayatı anlatılardan soyutladığınız
zaman onu nasıl meşrulaştıracaksınız? Zira
anlatıların bir meşrulaştırıcı işlevi
vardır. Postmodern durumda ise bu büyük nesnelci anlatı da dahil
olmak üzere tüm büyük anlatıların son bulduğundan zözediliyor.
Yani, insanlar için hayatı genel anlamda anlamlı kılan,
yaşanılabilir kılan ve gündelik veya ömürlük varoluşa bir
meşruiyet sağlayan ideallerin artık hiç bir anlamının
kalmamış olmasından. Yaşadığımız
herhangi bir olaya, okuduğumuz herhangi bir metne ne anlam verirsinez
"gider". Bunu denetleyebilecek ve
yanlışlığını gösterecek, sizin de paylaşmak
zorunda olduğunuz, veya herkesi bağlayan hiç bir birleştirici
temel, kurucu ilke kalmamıştır artık. Bir çeşit
(postomdernizm analizcilerinin büyük indirgemesiyle) relativizmin zaferi yani.
Aslında
inançların, değerlerin, oturmuş yaşam biçimlerinin,
kültürün bu tür sosyolojik zeminler üzerinde hızlı bir
değişim-tüketim düzenine tâbî olmasının adını
"buharlaşma" olarak ilk koyan bizzat Marx'ın kendisidir.
Onun Komünist Manifesto'da (1955: 13)
geçen meşhur "katı olan her şey buharlaşır"
ifadesi, çok sonraları, modernliğin veya postmodernliğin bu
düzenini tahlil etmenin başlangıç noktalarından
sayılmış, o ifadesi bu konuda son zamanlarda
yazılmış en iyi kitaplardan birinin adı olmuştur
(Berman, 1982. Yani olgu bir çeşit sosyolojik bir olgu; kavram sosyal bir
durumun sonuçlarını tasvir etmek üzere kullanılmış;
dolayısıyla bu olgunun anlam üzerindeki tesiri, anlamı etkisi
altına alan ısısının tesbiti, bir miktar sosyolojik
ilgiyi haketmenin ötesinde, bu ilgiyi gerekli kılıyor.
Cündioğlu'nun çabasında bu vurguyu bundan sonraki risalelerde görecek
miyiz acaba?
Katı
olan her şeyin buharlaştığının iddia
edildiği kültürel vasatta relativist bir irade büyük bir basınç
uygulayarak, bütün çabaların relativist bir merkez etrafında
dönmesini sağlar. Bunun anlambilim veya dilbilimindeki
karşılığı da herhangi bir ifadenin hiç bir
sabitlenebilirliğinin olmamasıdır. Özellikle bu kültürel
vasatın en radikal düşünürü olan Derrida'nın yapıçözümcülük
ve sözmerkezcilik-karşıtlığına göre anlamı burada
ve şimdi (present) bağlanmasını gerektiren hiç bir neden yoktur. Herhangi bir ifadeyi
alın, onun göndergesi (yansıttığı veya temsil
ettiği söylenen "şey"in kendisine değil, mutlaka o
mevhum şey hakkındaki) yine başka bir ifadeyedir;
gönderdiği ifade başkasına, o da başkasına gönderir.
Böylece anlam sonuna kadar yayılır (disseminate) gider. O zaman
metinden yola çıkarak insanlara bir doktrin aşılamasına
gitmek ancak bu yolla bir iktidar tesis etme istek ve iradesiyle metindeki
anlam yayılmasının kendiliğindenliğine bir ket vurmak,
metnin anlam ağını istediğiniz gibi hiyerarşize
etmekle mümkün olur. Zira bir metnin sizin anlamanızı şu veya bu
şekilde yönlendirme imkanı yoktur (Derrida, 1978).
Ayrıntılarına bu sayının başka bir makalesinde
girdiğimiz Derrida'nın bu yapıçözümcü analizleri tam da
Cündioğlu'nun bahsettiği türden bir anlamın
buharlaşmasına en elverişli ısıyı veriyor.
Cündioğlu ise, Aristo'dan okumadan önce kendisinin de düşündüğü
ve eserlerinin tamamına hakim bir ifadeye başvuruyor "eğer
bir söz, bir ifade her anlama gelebiliyorsa, aslında o hiç bir anlama
gelmiyordur." Oysa Allah'ın bize seslenmiş olduğuna ve
mutlaka bir şeyler söylemekte olduğuna "inanan" biri olarak
Cündioğlu'nun, veya herhangi birinin, "her şeyi söyleme"
konumuna indirilen bir metinde hiç bir kutsallık, hiç bir anlam, hiç bir
keramet bulamayacağı açıktır. Ancak, devir relativizm
devridir ve o meş'um bunaltıcı,
buharlaştırıcı hava her yanı sarmıştır.
Bu arada Kur'an'la ilgili, Allah'ın sözleriyle ilgili yorumları da
etki altına almaya başlamıştır. İlahiyat
kürsüleri Allah'ın sözünden muradın "acaba ne?"
olduğunu soran insanlarla dolmuştur. İslâmî çevrelerde
Allah'ın sözlerinin "her anlama" gelebileceği yönünde
isteğe kadar varan tuhaf bir beklenti hakim olmuştur. Kur'an'ın
veya insanın tarihselliği tartışması almış
başını gitmiş her dem insanı baştan
çıkarıcı bir role soyunmuş. Bu havada yapılabilecek en
zor olanı yapıyor Cündioğlu. Bir büyük uylaşımı
(convention) bozuyor (aslında, bu nasıl bir relativizmdir ki bir
büyük uylaşımla ayakta duruyor?). Relativizme ve relativizmin
ürettiği lâkayt tutuma karşı bir cephe açıyor. (Bu söz
güzel oldu, belki de Cündioğlu'na ve bu durumdaki her "inanan"a
yapmayı yakıştırdığım şey "bir
cephe açmak", ama korkarım biz çoğu kez
"açılmış cepheler"de elimize tutuşturulan
silahlarla savaşıyoruz.) Allah'ın sözlerinin relativizmin buğulu,
rutubetli sıcaklığı içerisinde kaybolup gitmesine,
buharlaşmasına
karşı koymaya karar veriyor. Bu savaşında
gazasını tebrik etmek düşer bana. Ancak burada relativizmin
oluşturduğu manyetik basıncın bir karşıtına
indirgenme; objektivist bir tuzağa yakalanma tehlikesine karşı
Cündioğlu'nun (henüz) hazırlıklı
olmadığını düşünüyorum. İyice emin olduğum
bir şeyi söylüyorum, ne relativizm objektivizmin üstesinden gelmenin bir
yoludur, ne de objektivizm anlamı buharlaşmaya karşı
koruyacak bir hava yaratabilir. Bu ikisi birbirini gerektirir. Objektivist bir
konumu tahkim ettikçe relativizme beslenme kapısı açmış
olursunuz, veya tersi.
İyi
de, Cündioğlu'nu relativizme karşı konumlandırınca,
dolayısıyla, ona objektivist bir yakıştırmada bulunma
zorunluluğu nereden, salt bu kavramsal ikicilliğin gerektirmesinden
mi ileri geliyor? Eminim, Cündioğlu böyle bir yaftalamayı
kabullenmeyecektir. Çünkü istediği bir şey değildir. Ancak,
benim Cündioğlu'nun genel çabasında gördüğüm, ve takdir
ettiğim (kesinlikle aynı kaygıları
taşıdığım) Allah'ın "işitip itaat
edilecek" sözlerinin "acaba ne murad ettiği" nin laubali
yaklaşımına terkedilmesine karşı duyduğu soylu
hassasiyetin, ona, anlamı koruyacak araçlara (hermenötik bir çabanın
ortasına şu meş'um ifade de nereden girdi: 'araç'?)
başvurmasını sağlamaya yetmemiş olmasıdır.
Onun bir araç olarak dile veya dilbilime, semantiğe müracaatı, dili
bir kodlama sistemine indirgemiş klasik temsilci dil
anlayışına dayanıyor. Cündioğlu'nun, zengin
örneklemeleri, örnekleme teknikleri, bu yöndeki argümanlarının her
biri hakkında tek tek bir şey söylemiyorum. Bu konuda
Cündioğlu'nun titiz araştırma ve muhakeme kabiliyeti bu konuda
bana laf düşürmez. Ayrıca daha uzun bir değerlendirme bu konuda
da değinmeyi gerektiren bir kaç şey bulabilirdi belki, ama şimdi
yapmakla yetineceğim şey, Cündioğlu'nun dilbilim veya
semantiğe müracaatının onu kendisinin istediği yere
götürmeyeceğini vurgulamak (garip bir içgüdüyle 'göstermek' demeyi çok
isterdim).
Temsilci
(representative) bir dilbilimi anlayışıyla Kur'an'ın
ifadelerine yaklaşıldığında, bir ifadenin bire-bir
tekâbül edeceği anlamlar, mantıksal formülasyonlar içerisinde
gösterilebilir. Temsilci dil anlayışına karşı
yöneltilen en önemli eleştiri (sözmerkezcilik logosentrizm
eleştirisi) olan anlamın dilden önce kurulmuş olduğu;
okunacak metnin kendinde bir anlamının olduğu; bize düşenin
o anlamı nesnel bir biçimde bulup ortaya çıkarmak olduğu
varsayımına dayanıyor olması eleştirisini bir kenara
bıraksak bile (ki, bunu biz bıraksak bile Cündioğlu'nun bununla
hesaplaşması gerekiyor), böyle bir temsilci anlayışın
anlam termostatiğinin, Kur'an'ın o vecîz, belîğ, büyüleyici,
etkileyici tesirlerini hangi kodlamalarla göstermiş olduğunu, veya
gösterip gösteremeyeceğini sormak gerekiyor. Belki de bu soruyu sormak
için vakit henüz erken, belki de Cündioğlu on risalenin birini, sözgelimi
edebî metinlerin tabiatı üzerine bir düşünüme ayırarak,
Kur'an'ın da dilin temsil sınırlarını aşan edebî
yönüne bir vurgu yapmayı düşünüyordur. Ama kendi başına ele
alınacaklarsa bu iki risalede bu vurgunun eksik olduğunu, hem de
kendi önünü kapatırcasına eksik olduğunu söylemek
zorundayız. Edebî metinler veya tüm metinlerin edebî veya sanatsal boyutu
hermenötik ilginin en yoğun dikkatini celbetmiş unsurlardır.
Çünkü temsil düşüncesinin karşısına relativizm
korkuluğunu çıkarmaksızın, orada bir insanın
varoluş tecrübesinin hayatî bir yanı olarak
"anlamanın" tezâhürüne fırsat tanır:
"...
söylem ve kategorilerin, edebî metinlere gelince özel bir zorluk
oluşturduklarını..(görürüz) Bu zorluğun en önemli bir
boyutu, tüm metinlerde bulunan zamansallık boyutunun edebî metinlerde feshedilmiş
olmasıdır. Edebî metinlerle alakalı olarak bir şimdilikten
(bulunuştan = presence),[1] hatta şiirin
kendini-takdiminden (self-presence) bahsedilebilir. Ancak burada böylesi bir
şimdiliğin (bulunuşun) el-de-mevcut (present at hand = das Vorhandenen)[2] olarak
metafiziğin dili veya nesnelleştirilebilirlik kavramıyla
anlaşılabileceğini düşünmek yanlış olur.."
"Edebî
metin yalnızca söylediği veya söyleyebileceği herhangi bir
şey dolayısıyla "doğru" veya
"haklı" değildir, fakat onun kendisini bir sanat eseri
olarak ayırdettiren özgül bir haklılık tarzı vardır.
Her sözcük, bu sanat eserinin içinde hiç bir şekilde yerinden
oynatılamayacak ve yerine başkası ikame edilemeyecek gibi durur.
Metin tüm bütünlüğüyle karşımızda durur ve her an yeniden
okutur kendisini. Normatif bir baskı unsuru oluşturur. Üstelik bunu
kendi anlamının taşıyıcısı olarak yaparken
muhtemel "kelime oyunlarının" birlik ve bütünlüğünü
bozucu etkilerine karşı tedbirsiz değildir. Hermenötik bir ilke,
herhangi bir edebî sözcük hakkında bir ihtilaf vukû bulduğu zaman,
daha geniş olan bağlamı hakem kılar. Çünkü her çifte
yorumlama bir kabahattir eserde."
Gadamer'in
Derrida'yla olan tartışmasında [gerçekten de metinde
konuşanın, hitab edenin, kastettiği anlamı korumaya
çalışırken bir örnek olarak, (Gadamer, 1989: 45-47)]
başvurduğu ifadelerin bu geniş özeti (Göka, Topçuoğlu,
Aktay, 1996: 242) anlamın hakikatini korumanın başka bir
güzergâhına işaret ediyor. Bu güzergâhta dilin temsil edici ruhsuzluğuna
can verilir. Temsil makamı bir kelimenin en kolay alaşağı
edileceği makamdır. Oysa edebî metinler, hiç kimsenin yerinden
oynatamayacağı bir makamı kendileri için yaratırlar.
Üstelik bunun başka bir ifadeyle temsil edilebilir bir yanı da olmaz.
Yukarıdaki alıntıda sözkonusu edilen edebî metinlere özgü
anlamın huzurunun (kesinliği, şimdiliği,
zamansallığı, nesnelliğinin) önermesel bir işleme tâbî
olmadığına dikkat edilmelidir.
Cündioğlu'nun
çalışmalarının tamamına serpiştirilmiş olan
genel iddia, Kur'an'ın, filolojik ve semantik şifrelerinin çözülmesi
anlamında, tüm anlam içerikleri çözüldüğü taktirde hiç kimsenin
anlamazlık etmeyeceği yönündedir. İlk indiği dönemde
insanların Kur'an'la ilgili hiç bir anlam-iletişim sorunu
çekmemiş oldukları kesinlikle doğrudur. Hatta Kur'an'da
sözkonusu edilen müteşâbih olgusunun bile herhangi bir ayet için vâkî
olmuş olduğuna dair en ufak bir işaretin bulunmamış
olması, Kur'an'ın nüzûlü esnasında, belki de Derrida'nın
inanamıyacağı kadar, bir huzurla (peresence)
muhataplarını buluyor olduğunu gösteriyor. Ancak, aynı Kur'an'ın
bize veya çağımızın insanına hitap ederkenki, çokça
yakındığımız, anlama sorununun filolojik engellerden
kaynaklanıyor olduğuna çokça bel bağlanmaması
gerektiğine kâniyim. Zira orada sadece filolojik olmayan bir sorun
vardır ve tüm filolojik engeller kaldırıldığında
bile o sorun varolmaya devam eder gider. Kuşkusuz tüm kâfirler Kur'an'a
muhatap olduklarında (tabiî ki inatlarını bir an için bir kenara
bırakarak, ne diyor kastıyla yaklaştıklarında) anlam
içeriğini, içerdiği önermelerin ne anlama geldiğini çok iyi
biliyorlardı. Fakat ne demektir bu 'bilmek'? Önermesel içerik olarak
bilgiye indirgendiğinde, onların kendi dünyalarından neler
alıp neler götürüp neler getirdiğinin hesabını iyi
biliyorlardı. Anlama buysa eğer, bunun Kur'an açısından ne
değeri; ve/ya bunu insanlara ispatlamanın ne önemi vardır?
Hermenötikler arasında bir ayırım
yapıldığında bu olsa olsa Betti'nin nesnelci, fakat
hermenötiği bir dil oyununa indirgeyen yaklaşımına
yakın bulunabilir. Buradansa anlamın ancak önermesel içeriğine vakıf
olunabilir. Peki nerede kaldı hayat? Kur'an bir hayat kitabıysa
eğer, onu anlamanın hayatla doğrudan bağını
kurmayı dışlayan hiç bir yolu yoktur. Kur'an bir hayatın
içinden anlaşılır, bir hayata konuşur, bir hayatı
hayat (ihya) eder. Kur'an bir kılavuzdur, yol gösterici, hidayettir. Ama
bizzat Kur'an'ın da dediği gibi, herkese değil, Allah'tan korkup
sakınan, gaybe iman eden, namazı kılıp zekatını
verenlere. Gerisine ne söyler? Kuşkusuz buna göre onlara yol göstermez.
Demek ki metnin kendisi her zaman herkese bir ve yanı şeyi
söylemiyor. Kılavuzluk özelliğini kabul etmeyenlerin kılavuzla
ilişkileri, kılavuza bakışları, ontolojik olarak
farklı bir varlık alanına ait olacaktır. Hermenötiğin
ontolojiyi dikkate alan ve Heidegger ve Gadamer çizgisinde gelişen
temayülü, bu farkı vurgular. Zannedildiğinin aksine böyle bir
farkı vurgulamanın relativizme götürücü, anlamı
buharlaştırıcı bir etkisi yoktur. Tam tersine, bu çizgi,
Hristiyan İlahiyatının, modern dünyanın
keşmekeşinde (çok fazla telaffuz edilmemiş bile olsa) dinî
iddialarıyla tutunmak için başvurduğu ve relativizm veya
objektivizm ikileminin dışında ifadesini bulmaya
çalıştığı bir yoldur.
fiimdi
tarihsel ve filolojik müracaatla Biblical hermenötiğin Bultman'la
gelişen dinsel metinleri mitolojilerden arındırma işleminin
genelde atbaşı gitmiş olduğu yönünde bir
hatırlatmayı nedense gerekli görüyorum. Ama bu hiç bir şekilde
Cündioğlu'nun çabasında da bu paralelliğin olmasını
gerektirdiğini söylemeye gelmez.
Cündioğlu'nun
hoşgörüsüne güvenerek yaptığım, aslında
yazıyı yazmaya başlarken hiç ummadığım bir
güzergâha sürüklenmiş olan, yazıdaki bazı mülahazaların
vurgusunun yitmemesi için tekrar olarak söylemek istiyorum. Bu yazı
Cündioğlu'nun kendi çizdiği semantik ve filolojik alanındaki
çabasını değerlendiren bir yazı değil. O konuda takdir
edilecek bir gayret ve yetkinlik içerisinde olduğunu düşünüyorum.
Dahası bu alana sarılmasını sağlayan, anlamın
buharlaşmasına, ve bunun sonucu Kur'an'ın anlamının
tam bir kalabalığa getirilmesine karşı duyduğu tüm
hassasiyete katılıyorum. Ben şahsen yine bu hassasiyetle sevk
edildiğmi hissediyorum. Ancak bir şeyi vurgulamak istedim
(Cündioğlu'nun on risalelik programında buna da belki bir yer
vardır) hermenötiğin dile olan vurgusuyla filolojinin veya
semantiğin dile olan vurgusu farklı farklıdır. Filolojinin
veya semantiğin dil analizleriyle yaklaşıldığı ve
anlamın bir şekilde sabitlenmesine karşı konulduğunda,
sonuçta anlamı koruyan bir şey yapmış olmazsınız.
O taktirde relativizmin, şu anlam düşmanının
(ateşinin), hepsi de kolay savuşturulamayacak olan tüm
saldırılarına cepheden maruz kalırsınız.
Kaldı ki metaforunu biraz daha ileri götürüp, bu kez daha canlı ve
daha taze bir biçimde tekrar, fakat bu kez hepimizin üstüne yağmak
suretiyle geri döneceğini umarak, anlamın buharlaşmasını
çok da kötü görmeyebiliriz.
REFERANSLAR
BERMAN,
M. (1982), All That is Solid Melts Into
Air, New York: Simon & Schuster. (Türkçesi, Bülent Peker, Ümit
Altuğ, Katı Olan Her fiey
Buharlaşıyor, İstanbul, iletişim)
CÜNDİOĞLU,
D. (1995a) Kur'an'ı Anlamanın
Anlamı: Hermenötik Bir Deneyim I, İstanbul: Tibyan.
CÜNDİOĞLU,
D. (1995b) Anlamın
Buharlaşması ve Kur'an: Hermenötik Bir Deneyim II, İstanbul:
Tibyan.
DERRIDA,
J. (1978) Writing and Diffference,
Alan Boss: University of Chicago Press.
GADAMER,
H. G. (1989) Text and Interpretation, Dialogue
and Deconstruction: The Gadamer-Derrida Encounter, D. P. Michelfelder &
R. E. Palmer (ed.) New York: State niversity of New York Press.
GÖKA,
E., TOÇUOĞLU, A., AKTAY, Y. (1996) Önce
Söz Vardı: Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme, Ankara: Vadi.
MARX,
K., ENGELS, F. (1955) The Communist
Manifesto, (Samuel, H. Beer ed) New York: Appleton-Century-Crofts
RICOEUR,
P. (1990) Anlamlı Eylemi bir Metin Gibi Görmek, Toplumbilimlerinde Yorumcu Yaklaşım (P. Rabinow & W.
Sullivan eds.) İstanbul: Hürriyet Vakfı.
[1]Presence, Derrida'nın meşhur kavramı
Différance'ı üretebilmek için geliştirdiği ve bütün bir
Batı geleneğine atfettiği metafiziğin adı.
Sözmerkezcilikle yaftalanan Batılı metafizik, 'söz'ün yönlendirilebilir
ve anlamının hemen ve burada (present) bağlanabildiği
varsayımıyla yüklüdür (bkz. Ricour, 1990). Derrida ise anlamın
hiç bir zaman bu mevcutlukta (presentness) olmadığını
göstermek için hem zaman olarak erteleme (şimdi değil) hem de mekan
olarak ötelemek (burada değil) anlamlarını present'teki yle
aynı biçimde içerdiği için anlamın özünde bir différance
olduğu üzerinde durur. Batılı metafiziğinse bu anlamı
durgunlaştırma çabasını bulunuş (presence)
metafiziği olarak nitelendirir. Biz bu kelimeyi Türkçe'de "huzur
metafiziği" olarak karşılamayı tercih etmiştik
(Göka, topçuoğlu, Aktay, 1996: 212-214).
[2]Bu kavramın teknolojik boyutuyla ilgili bu
sayıdaki yazımda Heidegger'le ilgili dipnotta bir değinide
bulunuyorum. Heidegger'in bu kavramı Derrida''nın huzur
metafiziği nitelemesine etimolojik bir kaynaklık etmiş
olduğuna dikkat edilmeli. Ayrıca dilde çokça eleştirilen
"temsil" kavramının İngilizce'sinin, bu huzurun
tekerrürünü veya sürekliliğini çağrıştıran bir
şey olduğuna da dikkat edilmelidir: re-present-a-tion.