MODERNİST YORUMUN TEKNO-LOJİK
ÇIKARLARI*
YASİN AKTAY
İslam ve Modernizm
Sempozyumu,
1997, İstanbul,
Öncelikle
böyle bir başlık atmış olmanın doğurması
muhtemel yanlış anlamaları bertaraf edici bir kaç şey
söylemek gerekiyor sanırım. Öncelikle, teknoloji ile modernist
yorumun veya
modernist zihnin aynı varoluş
tutumundan kaynaklandıklarını belirtmek gerek. İkincisi bu
çıkar kelimesi batı dillerindeki interest
sözcüğünün karşılığı olarak seçilmiş olup,
bildiğimiz, menfaat anlamını karşılayan
sınırlılıkta tutulmamalıdır. Daha ziyade, ilgi,
alaka, istek, irade anlamlarını çağrıştırmak
üzere kullanılan yanına bir atıfta bulunmak istedim.
İlgilendiğimiz konu bizi bir yerlere çıkarır, ve biz o
çıkar için bir yola koyuluruz. Örneğin insanın bilgi
peşinde koşarken bazı çıkarlar peşinde olduğu
veya bazı çıkarlar tarafından sevkedildiği
vurgulanmıştır. Bilgi edinme etkinliği esnasında bizi sevkeden veya
ulaşmak istediğimiz çıkarlar, anlama, açıklama, kontrol
etme ve özgürleşme çıkarları olarak
tanımlanmıştır. Zihnimizin alt katmanlarında
işleyen derin bir mantık bizde mutlak bir doğruluk idealini
sürekli olarak beslemekte; bu yüzden doğruya, hakikate ulaşma diye
bir çıkar peşinde de koşarız. Kendini Müslüman olarak tanımlıyan
biri tüm etkinliğinin iyi bir kul olmaya çıkmasını ister,
yani bir kul olarak tanımlanmış bir insanın tüm
çıkarı Allah'ı razı etme akîbetinde sağlanır vs.
Burada
sözkonusu edilen çıkar, bizim insanca etkinliklerimizde her seferinde çok
bilinçli tercihler yaparken gözönünde tutulan bir hesaba sığmaz. Daha
ziyade bizim hareketlerimize yön veren, çoğu kez farkında
olmadığımız, kültürel
şartlanmışlığımızın veya içine
girdiğimiz, yaşamayı seçtiğimiz, yer almaya karar
verdiğimiz dünyanın veya tarafın bizde
uyandırdığı bir insiyâk, bir güdülenmedir. Bu açıklamadan
çıkan sonuç şudur: biz insan tekleri olarak kendi
çıkarımızın ne olduğunu kendi çabamızla kolay
kolay bilmeyiz. Yeryüzüne birer fânî olarak gönderilmişiz ve kendi
yolumuzu bulmak için çıplak halimize bir de beşerî
insiyaklarımız eklenmiş. Ama bu beşerî
insiyaklarımız insanı insan kılan özellikler değildir;
ilaveten, akıl ve irade insanın dünyada ne yönde bir yer
tutacağının tercihini yapabilecek bir potansiyel olarak
verilmiştir. Fakat İslâmî bir bilgi teorisi şu önkabul temelinde
gelişmek zorundadır ki, insan, aşkın bir referansa tâbî
olmaksızın kendi çıkarının nerede olduğunu tayin
edecek güce sahip değildir; böyle bir referans olmaksızın
giriştiği tayinler ise aşkın bir güç olma iddiasını
taşıyacaktır. Bu,
sadece değer planında değil, aynı zamanda
felsefî-antropolojik olarak da kolaylıkla gösterilebilir bir şeydir.
Dolayısıyla,
hangi saikler tarafından sevkedildiğini bilmeyen insan
çıkarının tayini o yüzden ideolojik bir temele sahiptir. Bu
durumda hem
modernizm hem de tekno-loji
sözkonusu olduğunda, her ikisinin ortak bir insan çıkarının
birer açılımı olduklarını ortaya koymak
kolaylaşıyor.
Modernizmi,
son ikiyüzelli-üçyüz yıldır yaşamakta olduğumuz ve
sanayileşme, kentleşme gibi küresel olgulara yol açmış
değişimler eşliğinde düşünmek kaçınılamayan
bir şey. Oysa tüm bunlar bir küresel olgu olarak modernliği
adlandıran şeylerdir. Bütün bu olan biteni isimlendiren
"modernliği" mümkün kılan modernizm ise "hayata,
insana, tanrıya, zamana ve mekana" karşı
takınılmış çok temel bir tavrın adıdır. Bu tavır
bir olgu olarak, tüm olumsuz îmâlarıyla birlikte teknolojiyi de ortaya
çıkarmış bir tavırdır. Yani insanın tekno-lojik
çıkarıdır.
Vaktim fazla
olmadığı için bu mütâlaayı
daha fazla sürdürmeden doğrudan teknolojinin özüne ilişkin bir bağlantıya
dikkat çekmek istiyorum. Sözkonusu ettiğimiz,
modern düşüncenin felsefî babası sayılan Descartes'in ismiyle müsemmâ olan
Kartezyen düşünce,
insanı, içinde yaşadığı dünyadan ayırarak ona
karşı nesnel bir mesafeyle bakabilen ve baktığı
nesneyi bütün boyutlarıyla bilebilecek bir büyük (harfli) Özne olarak
tasarımladı. Bunu yapınca insanın dışındaki
herşey, insanın bilgi ve anlama
etkinliği tarafından açıklaması yapılabilen,
insanın âlemde yaptığı tasniflere sığmak zorunda
kalan ve insanın emrine âmâde olan bir
stok malzemeye dönüştü. Modernliğin,
insanın insana, tanrıya, tabiata ve zaman ve mekana karşı
kendine özgü bir
tavrı olma niteliğini vurguladık.
İşte bu tavır, insanın bütün bunların üstüne bir bilen,
sınıflandıran üstün özne olarak
konumlandırılmasını sağlıyordu. insanın
kendisi dışındaki herşeye
tepeden bakmasını sağlayan bir tavırdır bu.
Teknolojiye yöneltilen eleştirilerde, gerçekliğin tamamına
karşı böylesi bir bakışaçısının
kurumsallaşmasını sağlama yönü dikkat çekmelidir. Çünkü
teknolojinin özü bizzat bu çerçevelendirme, tanzim ve tasnif etme ve kendi
emrine hazır tutma çıkarında yatmaktadır.[1] Çünkü bu bakışaçısı
insanın kendisi dışındaki her çeşit varlığa
karşı, kedinden menkul bir meşrulaştırma
kaynağıyla, her çeşit muamelesini,
operasyonunu haklılaştırılmaktadır.
Bu
bakışaçısı, uzatmayayım, çıkar veya tavır
bazında veya zihniyet bazında çok bariz sonuçlara yol
açmıştır. En önemlisi insan varlığın diline iyice
uzak bir hayat yaşamaya başlamıştır. Eskiden her biri
Allah'ın birer ayeti olarak algılanan, yeryüzünde ister tabiî ister
sosyal alanda cereyan eden hiçbir olay artık insana hiçbirşey
söylememektedir. İnsana hiç bir mesaj getirmemektedir. Veya getirdikleri
mesajları okuyacak uyum modern insanda neredeyse tümüyle zâyî
olmuştur. Buna ister İslâmî anlamda "toplumsal gaflet"
deyin, ister felsefî bir temellendirmeyle "varlığın
unutulması" deyin sonuçta teknolojik bir çıkarı gözetmenin
bizden alıp götürdüklerine ışık tutmuş olursunuz.
Modernist
yorum derken, aslında özelde İslam modernizmi girişimlerini, bu
sempozyumun mahiyeti gereği de kendisini bu isimle adlandırmaktan hiç
bir zaman çekinmemiş olan Fazlur Rahman'ın modernizmini kasteden bir mülahaza yapmak
istemiştim. Ancek hangi türü olursa olsun modernizm hakkında
yapılacak hiç bir mülâhazanın modernizmi felsefî temelleriyle
yeterince sorgulamadan yola koyulamayacağını söylemek istiyorum. Özellikle bu bağlamda yeri
gelmişken Fazlur Rahman'ın bu görevi yeterince yerine getirmemiş
olduğunu, yani felsefî temelleriyle, batı'da gelişip yol
açtığı zihin ve tavır değişimini yeterince
sorgulamamış olduğunu kaydetmek gerekiyor. Bu aslında,
kanaatimce, Fazlur Rahman'ın çabalarını bugün
değerlendirirken ona karşı biraz daha insaflı davranmayı
sağlayacak, kaba tabirim hoş görülecekse Fazlur Rahman'ı kurtaran olan şeydir. Çünkü genel üslûbuna
vakıf olduğumuz kadarıyla Fazlur Rahman, modernist bir öznenin
üstlenmek durumunda olduğu itikâdî kabullere teammüden bulaşmayacak,
o kabullere razı olamayacak kadar dinî kaygıları olan biridir.
Ancak bir gerçek var ki hem kendisi kendisini açıkça modernist olarak tanımlıyor,
hem de, aslında, tüm çalışmaları bir değerlendirmeye
tâbî tutulduğunda sözkonusu ettiğimiz teknolojik çıkarın,
veya modernist varsayımların gözetildiğini, terfî edildiğini görebiliyoruz.[2]
Aslında Fazlur Rahman'ın kendini
tanımladığı yönü itibariyle modernizm, Türkiye'de genel bir
kabul gören biçimiyle, yani en basit biçimiyle bir tarihselcilikten ibarettir. Yani,
kabaca: Kur'an'ın ilk indirildiği
toplumla yaşadığımız dünya arasında çok derin
farklılıklar vardır, ve bu farkları gözeten bir ictihad
oluyla İslâm Hukuku veya İslâm'ın mesajları güncelleştirilmeyi
beklemektedir. Fazlur Rahman'ın modernizmden anladığı
şey bence oldukça masum sayılabilecek böyle bir şeydir. Ancak
Fazlur Rahman'ın modernizmi algılayış biçimi onun
modernizmle olan tek ilişkisini oluşturmamaktadır. Onun tüm
çabalarının içine sinmiş olan modernist varsayımlar veya
Kur'an'ı yorumlayışında gözetmek durumunda
kaldığı teknolojik çıkar daha önemli bir vurguyu haketmektedir
ki, kanaatimce Fazlur Rahman'ı veya Fazlur Rahman'ın modernizmini
değerlendirirken[3] asıl bu tür bağlantılar
üzerinde durmak gerekiyor.
Bu
konuda,
bana tahsis edilen zamana
riayet etme zorunluluğuyla kısaca bir kaç noktaya veya
bağlantıya işaret edebiliriz. Fazlur Rahman'ın en sade
biçimiyle kendini modernist olarak nitelendirmesine gerekçe teşkil eden
şeyin kafasında yer etmiş bir "çağdaş
uygarlık" nosyonu olduğu çok açıktır.[4] Kimileri buna insanlığın birikmiş
kazanımları da diyebilir ama, bu kazanımların çoğu, ancak bizzat bunların
şekillendirdiği
bir dünyada, dolayısıyla değer hiyerarşisi içerisinde kendilerine en üst yeri tabiatıyla
layık görmüş oldukları
için kendilerini kazanım olarak sunmakta zorlanmayan değerlerdir. Yani bu değerlerin bizzat kendileri,
kendilerini meşrulaştırıp
haklılaştırmanın bir yolu olarak zihnimizi
şekillendirici bir etkiye sahiptirler.
Aslında hangi toplumda yaşıyor olursak
olalım o tuplumun zihnin derinliklerine işleyen ve zihnin
çalışma kurallarını belirleyen bir tarzı vardır
ve bu tarz üzere çalışan zihin bir değerlendirmeyi kendisine
göre yapacaktır. Burada değerlerin teşhisi ve
değişimlerinin tarihi için derin bir söylem analizi gerekmektedir.
Böyle bir analiz insanlığın birikmiş kazanımları
gibi görünen bir çok değer ögesinin bu görüşü oluşturmak
suretiyle sürdürmeye muvaffak olduğu hegemonyaları veya hiyerarşileri
gözler önüne serebilir. Kanaatimce Fazlur Rahman böylesi bir analize gitmeden
İnsanlığın müktesep değerleri ideolojisine uygun bir
yorumun peşinde koşmaktadır. Gerçi insanlığın
gerçekten de birikmiş bir çok değerleri arasında İslâmî bir
bilinçliliğin temel çıkarlarına paralel bir çok şey
bulunabilir. Ama bu paralelliğin nerede kurulabileceğine dair Fazlur
Rahman pek bir sahihlik itimadı telkin etmiyor. İslâm'ın yorumunu
yer yer ancak modern bir zihnin hasılası olabilecek bir çok çıkarın
peşine takabiliyor.
İslâm
ceza hukukunda veya kadının konumuyla ilgili İslâm'daki hukukî
düzenlemelerle ilgili söyledikleri kesinlikle mevcut konjonktürün ideolojik
taleblerine denk düştüğü gibi; Fazlur Rahman bu konuyu çözebilmek
için tüm çağlarda geçerli olabilecek ve teknolojik olarak fıkhı
her dönemin insanının hizmetine sokabilecek ilkesel bir düzenlemeye
başvuruyor. Diyor ki, Kur'an hiç bir
zaman nihâî hükümler vermemiştir; ancak bazı hükümlerin nasıl
verileceğini; hukukî
hükümler verilirken ne tür ilkelerin
veya değerlerin gözönünde tutulması gerektiğini bize
öğretmiştir.[5] Bence bu, tam da herşeyi
insanın hizmetine sunan teknolojik çıkara fıkhın teslim
edilmesidir. Bize
bir kurtuluş çağrısıyla gelen, bizde kendi
varlığımız ve akibetimiz hakkında bir kaygıyı
uyandırarak, aslında yeryüzünde bozgunculuk yapmak gibi bir
lüksümüzün olmadığı, dolayısıyla yeryüzünde iyilikleri
hakim kılmak için çabalamaktan başka bir çaremizin olmdığını
bize hatırlatmak üzere
gelmiş olan Kur'an'ın Tıpkı evimizin önünde son model lüx
bir otomobil, her hizmetimize koşmaya hazır bir sürü
uşağın hazır olması gibi, bizim hizmetimize sokulması sözkonusudur. Teknoloji her
şeyi elimizin altında tutma, olduğu gibi gerçeklik
dünyasını çerçevelemeyi öngörüyor. Kur'an'a yönelik modernist yorum
ve bundan intac edilen yeni fıkhın teknolojik çıkarı
gözetmesi de bizi bulduğumuz hal üzere bırakmaktan başka bir
şey önermemektedir. O yüzden Fazlur Rahman'ın söylediklerinin ciddi
bir siyasal vurguya sahip olmaması, daha vulgar bir tabirle söylemek
gerekirse devrimci bir söylemi içermemesi, dahası kayda değer bir siyasal
pratiğinin olmaması oldukça mânidârdır. Oysa onun çapında
bir ilim adamının, böyle bir söyleminin veya vurgusunun
olmasını beklemek fazla sayılmamalıdır. Evrensel değerleri tesbit işlemi,
yeryüzünde hiç bir zaman eksik olmayan haklılar ve haksızların
kavgasında siyasal bir taraf olma iddiasını da içermiyorsa, kurulu bir
siyasal güç ilişkileri ağında neresi gösterilirse oraya oturmak zorundadır. Üstelik
tüm o evrensel iddialı söylemleriyle.
Bununla
bağlantılı olarak son iki mülahazamı yapayım.
Birincisi Fazlur Rahman'ın İslâm tarihini okurken, özellikle
Mutezile, Eşari ve Maturidi itikadi ekolleri ele alırken ve oradan
bir ahlak teorisini
türetmeye çalışırken aldığı referanslar, onun
bugün kendine yeterli-modernist bir özne lehine yaptığı
tercihlerle paralellik arzetmektedir. Bu vesileyle insanın tanrıdan
kopuşu yönünde süregelen burjuva öznesinden esinlendiği ölçüde o
özneye İslâmî bir katkıda da bulunmaktadır.
İkincisi,
metodolojik bir öneri olarak Kur'an'a bir bütünlük atfedilebileceğini ve
ayetleri yorumlarken tek tek değil bu bütünlüğün
ışığında hareket edilmesi gerektiğini
söylemektedir. Oysa hemen akabinde Kur'an'a atfettiği bütünlüğü
oluşturan tüm ögelerin tartışma konusu olabileceğini
veya Kur'an'da bu ögelere
yapılan vurguların onun önemsediği ölçülerde olmadığını
farketmiyor. Yine Kur'ana yönelik bir çok yorumcunun yaptığı bütünlük
isnadıyla önerdikleri bütünlük modelleri arasında bir çok
farklılığın varolmasını yeterince
değerlendirememiştir. Gerçek şu ki, bütünlük isteği
Kur'an'ın anlam içeriğini tüketip kapatmaya çalışan,
teknolojik çıkarla aynı paralelde bir istektir. Teknolojinin özündeki
çerçeveleme, tasnif etme ve hizmte hazır kılmaya çıkar bir
yoldur bütünlük isnadı. Kuşkusuz Fazlur Rahman'ın böyle bir
bakış açısını teammüden takınarak Kur'an'a
yaklaşmasını düşünemeyiz, ama zaten başta da
belirttiğim gibi bu çıkar, bu ilgi, bu ideoloji bize yaşadığımız
kültür tarafından giydirilmektedir. Eğer Kur'an'ı, Kur'an'ın istediği gibi okumak
suretiyle bizi şekillendirmiş kültüre karşı eleştirel
bir tutum takınmazsak çağımızın
hakım çıkarı olan teknolojik çıkarı gözetmekten
başka bir şey yapamayız. Bütünlük sorununun Kur'an'ın
anlaşılmasıyla ilgili tartışmalarda bu
bağlamda daha iyi
değerlendirilmesi gerekiyor.
* Fazlur Rahman
ve İslam Modernizmi Sempozyumu, 22-23 fiubat 1997, İstanbul
Lütfü Kırdar Konferans Salonu.
[1]Teknoloji bir çıkar olarak sunulması, Habermas'ın
bilgiyi aramaya insanı sevkeden üç amilden interest olarak
bahsedilmesinden mülhemdir. Habermas İnsanda bilgi oluşturucu üç
çıkardan sözeder: anlama, kontrol etme ve özgürleşme. Ancak Habermas
bütün bu istemlerin farkına varılabileceğni ve akıl sayesinde
bu istemlerin muhtemel sınırlayıcılıklarından
özgürleşim istemi sayesinde girişilen eleştirel çabayla
kurtulunabileceğini vurgular. Bkz. Knowledge
and Human Interests, 1972, İngilizce'ye çeviren: Jeremy J. Shapiro,
Boston: Beacon Press. Teknolojinin özüne atfedilen çerçeveleme niteliği
ise Heidegger'den mülhem bir mülahazadır. Heidegger'in teknolojinin özünde
varolduğunu düşündüğü nitelik Gestell'dir. Almanca'da aynı zamanda iskelet anlamına
gelen Gestell'i Heidegger araya bir
tire koyarak Ge-stell olarak
kullanır. İngilizceye de enframing olarak çevrilir. İngilizcede
de bu kelime aynı zamanda iskeleti karşılamaktadır.
Heidegger bu kelimenin özellikle
çerçeveleme, tanzim etme, âmâde kılma ve insanı bir özne
olarak tasarımlama boyutuna dikkat çekerken iskelet
çağrışımının gelip muhayyileye
dayandığını hatırlatır. Ve insanın
çerçeveleme etkinliğinde her zaman bir tehlikenin mevcut olduğunu
söyleyerek bütün bir yazısını bu tehlikenin mahiyeti üzerinde
sorgulama yapmaya hasreder. Ama Heidegger, teknolojinin insanın öznel bir
etkinliği olduğnu söylemeye getirmez; teknolojinin kendi
doğası ve kendi açılım dünyası vardır ve insan
tüm etkinlikleriyle teknolojik çıkarın bu tahakkukuna sadece alet
olmaktadır demeye getirir. Sonuçta teknolojiye ismini veren techne sözcüğünün etimolojik olarak
aynı zamanda sanata da kaynaklık etmesi dolayısıyla,
sanatın da insanın çerçeveleme iradesinden ziyade insanın
varlığın sesine kulak veren tutumunu gerektirmesinden dolayı
br ümidin bulunduğunu müjdeler ve makalesini Hölderlin'in şu
dizeleriyle bitirir: But where danger is, grows /The saving power also (Fakat
nerede tehlike varsa /orada kurtarıcı güç de gelişir). Bkz. The Question Concerning Technology and Other
Essays, İngilizce'ye çeviren: William Lovitt, 1977, New York: Harper
Torchbooks.
[2]bkz. Tarih
Boyunca İslâmî Metodoloji Sorunu, 1995, Cev. Salih Akdemir, Ankara
Okulu Yayınları.
[3]Aslında burada Fazlur Rahman'ın
değerlendirilmesinin onu harcayan veya onu yüceltme seçenekleri
arasında mahsur kalmasının gerekmediğini nedense belirtmek
ihtiyacını hissediyorum. Fazlur Rahman'ın tüm çabalarında
teknolojik bir çıkarın izlerini saptamak onun
çağımızda Müslümanların kendilerini anlama, tanımlama
ve ifade etme konusundaki tüm katkılarını yadsımayı
gerektirmiyor. Bana göre hatasıyla sevabıyla çağımız
Müslümanlarının yaşamak zorunda olduğu bir
tartışmada bir uğrağa işaret ederek önemli bir
katkıda bulunmuştur. O kadar ki onun gündeme getirdiği bir çok
konu bugün tartışılmadan bir kendini-ifade yoluna
gidilemez.
[4]Krşz. İslâm
ve Çağdaşlık: İslâm Eğitim Tarihinde Fikrî bir
Geleneğin Değişimi, 1990, Çev. H. Kırbaşoğlu
& Alparslan Açıkgenç, Ankara Fecr.
[5]A.g.e., s 95 vd.