Cumhuriyet: Bir Hiper-Gösteren
Tezkire, sayı 16, 1998.
Otel ve Cumhuriyet
Bir hükümet yetkilisinin kalkıp, aslında kendilerinden
çok önceleri başlamış ve hasbelkader ikmali kendi dönemlerine denk gelmiş
bir yapıyı veya herhangi bir işin bütün başarısını sahiplenmesine pek
şaşırmıyoruz. Siyasîlerin her vesileyle kendi iktidar veya hükümet dönemlerinin
bir gösterisi olarak, düzenlenen şaşaalı törenler eşliğinde bu tür yollara
başvurmalarına sıkça rastlarız. Bu zamanlama o hükümet yetkilisi için bir
çeşit piyango işi görmüş oluyor. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in
Eylül (1998) ortalarında Diyarbakır'da düzenlenen bir otel açılışında,
oteli göstererek ve göğsünü kabartarak "işte Cumhuriyet!" diye bağırması,
bu işin asgari bir etiğe bağlanmamasının, bir dil veya bir semboller sisteminin,
anlaşma zeminini ne kadar amorflaştırabildiğinin, Habermas'ın ifadesiyle
bir iletişim ortamını ne kadar tahrif edebildiğinin çok iyi bir örneğini
vermiştir. Burada konuşulan dilin gerçekliğe lafzî anlamda tekâbül etmediği
zaten biliniyor. Sorun da orada başlıyor. Demek ki metafor-yoğun bir konuşmayla
karşı karşıyayız. Bu demektir ki ne "Cumhuriyet" burada lafzî anlamıyla
cumhuriyetin temsil ettiği anlamı yansıtıyor, ne de "otel" lafzî anlamıyla
otelin temsil ettiği şeyi gösteriyor. Bunlar birbirini gösteriyor. Otel
Cumhuriyeti gösteriyor. Cumhuriyet de oteli. Peki ama niçin? Cumhuriyeti
gösterecek başka bir şey mi yok? Cumhuriyetin metafordan yana sıkıntısı
mı var? Veya Cumhuriyet otelden başka gösterecek bir şey bulamıyor mu?
Diğer altbaşlıklar
Cumhuriyet ve Toplumsal Değişim
Aydınlatan Cumhuriyet İle Şımartan Demokrasi Arasında
Türkiye'de Demokratik Cumhuriyet Şansı Üzerine
Cumhuriyet Dönemi Din Politikaları ve Din İstismarı
İslâmiyât Dergisi, Cilt 3, sayı: 3, Temmuz-Eylül
2000
İstismar olgusunu dosya konusu edinen bir derginin ilk
yüzyüze gelmesi gereken soru herhalde bizzat bu istismar denilen şeyin
ne olduğuyla ilgili belirsizliktir. Çünkü istismar üzerine gelişen söylemlere
bakıldığında bu sözcük kadar istismar edilen başka bir şey olmadığı izlenimi
doğabilir. Bu belki de geçici bir durumdur veya belki de dilin tabiatındaki
her çeşit niyete aynı anda servis veren araçsal tabiatının bir sonucudur.
Ama her hâlükârda istismar sözcüğünün taşıdığı fazladan içerimler dolayısıyla
ayrı bir kullanıma sahip olduğu bir gerçektir. Bu yazıda Türkiye Cumhuriyeti
boyunca din ve laiklik politikalarının ayrıntılı bir tarihsel kronolojisini
vermeyi düşünmedik. Esasen bu konuda yazılmış bir çok kitap ve makale bu
ihtiyacı fazlasıyla karşılayabilecek durumdadır. Burada yapmaya çalıştığımız
sadece, dilimiz döndüğünce bütün bu tarihi "istismar" kavramının çağrıştırdıkları
eşliğinde toparlamaya çalışmak olacaktır.
Altbaşlıklar
KÂRLI BİR SEMBOLİK YATIRIM: İSTİSMAR SİYASETİ
CUMHURİYET DÖNEMİNDE DİN POLİTİKALARI
CUMA HUTBELERİ: DİNÎ MEDYANIN İLETİŞİM KANALI
Cumhuriyet, Toplumsal Değişim Söylemleri Ve Demokrasi
Yeni Türkiye Dergisi, sayı, 1998.
Bir hükümet yetkilisinin kalkıp, aslında kendilerinden
çok önceleri başlamış ve hasbelkader ikmali kendi dönemlerine denk gelmiş
bir yapıyı veya herhangi bir işin bütün başarısını sahiplenmesine pek
şaşırmıyoruz. Siyasîlerin her vesileyle kendi iktidar veya hükümet dönemlerinin
bir gösterisi olarak, düzenlenen şaşaalı törenler eşliğinde bu tür yollara
başvurmalarına sıkça rastlarız. Bu zamanlama o hükümet yetkilisi için bir
çeşit piyango işi görmüş oluyor. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in
Eylül (1998) ortalarında Diyarbakır'da düzenlenen bir otel açılışında,
oteli göstererek ve göğsünü kabartarak "işte Cumhuriyet!" diye bağırması,
bu işin asgari bir etiğe bağlanmamasının, bir dil veya bir semboller sisteminin,
anlaşma zeminini ne kadar amorflaştırabildiğinin, Habermas'ın ifadesiyle
bir iletişim ortamını ne kadar tahrif edebildiğinin çok iyi bir örneğini
vermiştir. Burada konuşulan dilin gerçekliğe lafzî anlamda tekâbül etmediği
zaten biliniyor. Sorun da orada başlıyor. Demek ki metafor-yoğun bir konuşmayla
karşı karşıyayız. Bu demektir ki ne "Cumhuriyet" burada lafzî anlamıyla
cumhuriyetin temsil ettiği anlamı yansıtıyor, ne de "otel" lafzî anlamıyla
otelin temsil ettiği şeyi gösteriyor. Bunlar birbirini gösteriyor. Otel
Cumhuriyeti gösteriyor. Cumhuriyet de oteli. Peki ama niçin? Cumhuriyeti
gösterecek başka bir şey mi yok? Cumhuriyetin metafordan yana sıkıntısı
mı var? Veya Cumhuriyet otelden başka gösterecek bir şey bulamıyor mu?
Diğer altbaşlıklar
Cumhuriyet ve Toplumsal Değişim
Aydınlatan Cumhuriyet İle Şımartan Demokrasi Arasında
Türkiye'de Demokratik Cumhuriyet Şansı Üzerine
Eskatolojilerin Sonu'ndan Çatışmanın Devamına
Medeniyetler Çatışması'nın İçinde, Derleyen Murat
Yılmaz, Ankara: Vadi Yayınları, 1998.
Eskatolojilerin sonu mu? sorusu aslında hiç bir şeyin
son bulmadığını ifade etmeye yarayan basit bir ironiye dayanıyor. Özellikle
ellilerden bu yana, yani savaş sonrası diye bilinen yıllardan bu yana Avrupa
sosyal düşüncesi bir çok şeyin, daha biz başlangıcının veya gelişmesinin
nasıl bir şey olduğunu doğru dürüst anlamamışken, sonunu ilan etti. Nelerin
sonunu görmedik ki? Faşizmin sonu; ideolojinin sonu; bilimin sonu;
öznenin sonu; devrimin sonu; bireyin sonu; toplumsalın sonu; tarihin sonu;
hatta insanın sonu.
Eskatoloji genellikle dinsel bir bilince aittir ve dünyanın
sonuyla ilgili anlayış ve söylemlere işret eder. Ancak sonundan sözedilen
yukarıdaki şeylerin tamamı, kendini dinsel olmayan bir referans çerçevesine
dayandırmıştır. Genellikle sözkonusu olan durumun veya değerin son bulmasıyla,
toplum olarak, dünya olarak hatta insanlık olarak belli bir olumluluk durumuna
ulaşıldığı varsayılır. Bu olumluluksa, genellikle "özgürlük" ideali çerçevesinde
şekillenir; yâni bir durumun veya bir büyük değere teveccühün son bulmasıyla
o durum veya o teveccühün şimdiye kadar baskı altında tuttuğu değerlerin,
unsurların veya olguların kurtulduğu düşünülür, ilan edilir. Daha ilginci
ise, son bulduğu söylenen her şeyin, büyük ölçüde kendi varoluşunu zaten
aynı ideal çerçevesinde meşrulaştırmış olmasıdır. Bir dönem insanlara gerçekleşmesi
mümkün dünya cennetleri vaadeden ideolojilerin her biri yerini aslında
aynı vaadlerin başka bir versiyonuna terkederek sahneden çekiliyor.
Altbaşlıklar
Tarih Eskatolojisinin Cennet Ve Cehennemi
Eskatolojilerin Sonu yani Çatışmanın Devam
Formanın Rengi Sermayenin Rengine Karışırsa
Düşünen Siyaset, sayı: 2, 1999.
..... Bütün bunlardan çıkan sonuç, futbol taraftarlığının
Ñsivil toplumsallaşmaya olumlu veya olumsuz katkısını bir kenara bırakacak
olursakÑ ister bir kimlik inşâsında deruhte ettiği işlev itibariyle,
ister detaylandırılmış pratikler içerisinde insanı içine soktuğu atmosfer
itibariyle son derece manevî bir bağlılık olduğu ve bunun bütün süreçlerinin
dinsel veya ulusal mensubiyetlerle benzer mekanizmalarla çalıştığıdır.
Gerçi kapitalizm çağında hiç bir şeyin metalaşma sürecinden kurtulamadığı
gibi, dinsel ve milli mensubiyetlerin kendilri ya bizzat kapitalizme eşlik
ederek ortaya çıkmış veya kısa zamanda kapitalizmin temellük ettiği alanlara
dahil olmuşlardır. Dolayısıyla başından beri futbol taraftarlığının da
kapitalizm için kaydadeğer bir kâr hedef alanı olarak görülmüş olduğu herkesin
malûmudur. Ancak burada metalaştırma sürecinin giderek herhangi bir manevî
değerin tutunumunu ve mevcudiyetini imkansız hale getirecek şekilde işlemeye
yüz tutmasının daha yeni bir şey olduğu söylenebilir.
Kültürel Sahihlik Söylemleri ve Modernlik
Tezkire, Sayı: 14-15, 1998
Görüldüğü gibi, kültürel otantisite söylemlerinin ilgilenilmeyi
hakeden çok önemli münasebetleri var. İlkin, modern dünyada hemen herkesi
kuşatan "yabancılık" duygusu, "sürgün" kompleksi veya "köken" ve "özyurt"
arayışlarına eşlik eden veya bu arayışların altında yatan bir iddia, bu
arayışları kuran bir söylemdir otantisite söylemi. Yitirilmiş bir imkana,
kaybedilmiş bir öze, uzaklaşılmış bir yurda, bir türlü gerçekleşmeyen
bir anlama, unutulmuş bir anadile yeniden ulaşmanın arayışıdır. Bu arayışın
bütün kaygıları ve motivasyonlarının modernliğin ideolojik lügatçelerince
sağlandığını belirtmeye gerek yok. En önemli motivasyonu, tahmin edilebileceği
gibi nesnelcilik güdüsüdür. Sözmerkezcilik eleştirilerini yürüten yorumsamacı
ve postyapısalcılara göre bu motivasyon bir huzur metafiziğinin (metaphysics
of presence) itikadlarınca sağlanmaktadır (Göka, Topçuoğlu, Aktay, 1996).
İkincisi, sahihlik veya otantisite sosyolojik bir analizde herhangi bir
tecrübeye veya duruma bir eksiklik veya fazlalık, veya genel anlamda bir
"değer" atfetme mekanizması, yani bir kimlik ve farklılık, özdeşlik ve
ayırım atfetme, bir içteleme ve dıştalama mekanizması olarak işlemektedir.
Üçüncüsü, özellikle "kültürel İslâm" kavramsallaştırımında içkin bir iddia
olarak otantisite yargısı vardır ki, bu iddia, İslâm'ın siyasal versiyonu
için kolaylıkla inotantisite iddiasını da yüklenmektedir. Hatta denilebilir
ki, bütün bir kültürel ve siyasal İslâm ayırımları otantisite jargonunu
işletmek üzere, yani kültürel İslâm'a otantik, siyasal İslâm'a ise inotantik
bir yargı yapıştırmak üzere çalıştırılmaktadır.
Yazıın alt Başlıkları
Modernlik: Herkesi "Yabancı" Kılan Bir Büyük Gurbet
Modernliğin Gurbetinde Otantisite Arayışı ve Kimlik
Otantikliğin Sosyolojik bir Ölçütü Olabilir mi?
Dasein'ın Otantik Varoluşundan Siyasal Kaderciliğe
İslâm Dünyasında Otantisite Söyleminin Anatomisi
Asalet ve Sıhhat Arasında Otantisite
Cehaletin Kültürel-Antropolojik Promosyonu
Siyasal İslâm: Bir Patoloji, Ama...
Otantisite Jargonu, Bilimsellik ve Siyasal Racon
Küreselleşme ve Siyasal Metafizik
Umran, Sayı: 72, Haziran, 2000
Siyasal İslâm'ın sonu söylemleri hem İslâm hakkında hem
de siyaset hakkındaki amaca özel yüklemelere dayanır, demiştik. Bu söylem
bütün haklılığını bu tanmın geçerliliğine borçludur. Kuşkusuz bu tanımın
amaca özel olduğunu göstermek onun geçersizliğini yekten ispatlamaz, ancak
toplayabildiği ampirik verilerin bir hikayeyi inanılır kılabilmek için
özel olarak seçildiği ve o verilerin belli bir okuma biçimiyle mümkün olabildiğini
aklımızın bir köşesinde tutmamızı sağlar.
Amaca özel bu İslâm tanımının en önemli özelliği İslâm'ı
müslümanların pratiklerinden âdeta bağımsız sabit bir bütünlük olarak tasavvur
etmesidir. Bu metafizik (metafizik, burada insanî yüklemelerden, tarihsellik
veya toplumsallıktan masun olarak, orada öylece duran sabit bir konum kastediliyor)
tasavvura Müslümanların dinî anlamlarla yüklenmiş atıfları zaten ciddi
bir katkıda bulunmaktadır, ama İslâm'a nesnel veya bilimsel bir bakışla
baktığını düşünenler de muhtemelen tersinden bu söyleme ciddi bir katkıda
bulunmaktadırlar. Hatta onların katkılarının daha karmaşık ve daha ilginç
olduğu bile söylenebilir. Nitekim siyasal İslâm gözlemcileri, siyasal davranışlarını
bir temel gösteren olarak bir şekilde İslâm'a nispet etmiş olanların hareketlerindeki
her gelişme veya değişimi, herhangi bir Müslümandan daha büyük bir hayretle
karşılamaktadırlar. Belki bu hayretin önemli bir kısmı söylemle varsayılmış
metafizik alanın yarattığı negatif büyünün ağırlığının giderilmiş olmasından
kaynaklanan gizli bir sevinçtir. Bu da, bir yanıyla ve basit bir benzetmeyle
papazın işlediği günaha sevinen müzmin günahkârın psikolojisini ele verecek
cinsten bir sevinçtir. Siyasal İslâm'ın sonunu ilan eden sosyal bilimsel
söylemin önemli bir kısmının din tasavvuru İslâm'ın iddia etmediği kadar
metafizik ve büyüsel bir tasavvurdur. Zaten İslâmcılığın geçmiş zamandaki
bütün yükselişi, bir bakıma Aydınlanma'nın öldürmüş olduğu tanrıların tekrar
canlanışını ifade ediyordu. O bir kez akılcı ve pozitif yordamlarla büyüsü
giderilmiş bir dünyada büyüselliğin bir hayalet olarak tekrar gelebilme
ihtimalini yansıtıyor. Korkunçluğu büyük ölçüde bir hayaletin korkunçluğuyla
mütenasiptir. Siyasal İslâm bu anlamıyla bir hayalet hikayesi olarak sunulmuştur
(Sayyid, 2000: 15 vd). Sona ermesi ise bütün hayalet hikayelerininkine
benzer bir insan beklentisine cevap veriyor. Siyasal İslâmcıların devletle
ilgili projelerinin iyi not alamaması, onların arkalarında vehmedilen o
büyüsel gücün de bulunmadığının işareti sayılacaktır. ....
Toplumbilim Dergisi, Sayı: 11, Temmuz 2000
Aydınlanma çağı diye isimlendirilen yüzyılın kapandığı
yıl esas alındığında, ikiyüzyılı geride bırakmış olduğumuz görülüyor. Bugün
Aydınlanmayı tekrar bir de bu bakış açısıyla ele almamız gerekiyorsa, herşeyden
önce pek lüzumlu bir şey yapmamış olacağımızı söylemekle başlamak gerekiyor.
Çünkü geçen iki yüzyıl boyunca, Aydınlanma, gündemden hiç bir zaman, bugün
onu bu vesileyle hatırlamamızı gerektirecek kadar düşmedi. Kazandığı popülerlik
sayesinde, okul kitaplarının resmî tarihlerinde parlak sayfaları doldururken,
felsefe veya beşerî bilimlerde de merkezî yerini hep korudu Aydınlanma.
En azından bu düzeyde yer yer eleştirilerin yer yer de methiyelerin konusu
da olsa, denilebilir ki, son ikiyüzyılın felsefesinin ana konusu Aydınlanma
olmuştur. Kuşkusuz bunda Kant'ın, 1784 yılında muhatap olduğu "Aydınlanma
Nedir?" sorusuna verdiği cevapla ortaya çıkan küçük fakat öz metnin önemli
bir katkısı olmuştur. Foucault'ya göre, Kant'ın bu soruya verdiği cevaptan
sonra felsefenin bütün mahiyetini belirleyen bir gelişme yaşanmıştır. "Denilebilir
ki", diyor Foucualt, "şimdi 'Felsefe Nedir?' diye bir soruya muhatap olsak,
rahatlıkla 'Aydınlanmanın ne olduğu sorusuna cevap arayan bir uğraş' olduğunu
söyleyebiliriz" (Foucault, 1984).
Yazının Altbaşlıkları
Mütemadiyen Tanımlanan Aydınlanma
Aydınlanma Kampanyaları
Aydınlanma'nın Tarihini Yazmak
Düşünümsel Aydınlanma?
Sınırlarına Sığmayan Demokrasi ve İslâm
İslâmiyat, cilt 2, sayı: 2, Nisan-Haziran 1999.
Türkiye'de, demokrasi üzerine konuşmak için önce zamanlamayla
ilgili teori dışı bir kaç mülahaza yapmak elzem gibi. Sözün, hangi kalitede
söyleniyor olursa olsun, hatta ne kadar kaliteli söylenirse o kadar, kolayca
etkisiz kılınabildiği bir zeminde, demokrasi üzerine konuşmanın ayrı bir
zorluğu var. Dahası, zorluk, giderek sözün gerçek bir karşılığının bulunamaması
ihtimalinin giderek artıyor olmasından ileri geliyor. Demokrasiyi yalnızca
bir çeşit sembolik sermaye olarak tekeline alan, ama hakkını vermektense
onun alt sembollerine şu veya bu yollarla yüklediği yafta ve değerlerle,
bir fiyat biçme, ayırma ve dıştalama aracına indirgeyenlerin sesleri daha
gür çıktıkça, demokrasinin gelişme şansı hakkında iyimser olmak için elde
fazla bir şey kalmamaktadır. Biz yine de kendi sınırlarına bir türlü sığmayan
demokrasi hakkında, demokrasinin İslâm'la ilşikisi üzerine, elden geldiğince
teori sınırlarında kalmaya gayret ederek konuşacağız.
Altbaşlıklar
Demokrasinin Sınırları Üzerine: Bir Demokrasi Sosyolojisi...
Demokrasiye İslâmî Karşılığı Kim Bulur?
Yarınlar
İçin Osmanlı Tarihi
Osmanlı'da Hukuk ve Meşruiyet Üzerine Bir Tarih Sosyolojisi
Yeni Türkiye, Sayı 33, 2000.
.... Tarih bilimiyle ilgili artık harcıalem hâle gelmiş
bütün bu sorunların Osmanlıyla münasebetine gelince... Yazının başında
da dediğimiz gibi, Osmanlı'nın herhangi bir yanıyla ilgili bir konuşma,
bizi tarihin bir çok sorunlarıyla başbaşa bırakır. Bu sorunlara özetle
değinmiş olduk. Şimdi, bir bilim disiplini olarak tarihin bu sorunlarının
Osmanlı'da hukuk sistemi ve siyasal meşruiyet hakkında yapılmakta olan
tarihsel veya tarihsel sosyolojik incelemelerde nasıl ortaya çıktığını
görelim. Aslında tarihle ilgili bu anlattıklarımızdan yola çıkarak, bir
geçmiş zaman konusu olarak Osmanlı'yı konu edinen bir araştırmanın da büyük
bir ihtimalle sorunu geçmişin, yani Osmanlı'nın aydınlatılması değil, bugünkü
varoluş sorunlarıyla ilgili olacağını söyleyebiliriz. Öyle bir araştırma
geçmişte karanlık kalmış ve hiçkimseyi doğrudan ilgilendirmeyen bir olayı
günyüzüne çıkararak insanların iştahlı tüketimine sunmak olmayacak, olmamaktadır
da. Bugün Osmanlı tarihinin şöyle veya böyle yazımından doğrudan etkilenecek
toplumsal ve siyasal kimlik borsaları vardır. Osmanlı tarihinin kendine
özgü borsasında Osmanlı tarihinde şu veya bu olay üzerinde arz ve talepler
oluşmakta, bu arz ve talep dengesiyle oluşan endeksler kimin neyi
araştıracağını belirlemektedir. Bu arz ve talebi belirleyen de, kimsenin
meçhulü sayılmaz, günün siyasal arayışlarındaki hegemonik dalgalanmalardan
başka bir şey değildir.
Yazının Altbaşlıkları
Tarihin Bilimsellik İmkânı veya bir Tarih Sosyolojisi
Denemesi
Amaca Özel Osmanlı Tarihi
Merkeziyetçi Osmanlı
Sivil Toplumun Osmanlısı
Hukuk, Kapitalizm ve Osmanlı Modernleşmesi
Yirmibirinci Yüzyıla Doğru Bilgi Toplumu
Yeni Türkiye Dergisi, sayı 19, 1998
Yirmibirinci yüzyılda bilgi toplumunu konu edinen bu
yazının temel hareket noktası, bilgi toplumu olgusunun bilgi toplumu kavramından
önce mevcut olmadığıdır. Bilgi toplumu nitelemesi, her şeyden önce belli
bir tarz bilginin sonucudur ve isimlendirdiği gerçeklik tarafından zorunlu
kılınmış bir niteleme değildir. İsimlendirme iddiasında olduğu toplumun
alternatif başka bir çok yolla isimlendirilebileceği gibi, fiîlen isimlendirilmekte
olduğu gösterilmeye çalışılacaktır. Ancak bunun, sadece sosyal bilimlerin
bir özelliğini sergilemek açısından bir önemi var: Dünyanın kavramlar aracılığıyla
inşâ ediliyor olması. Fenomenolojinin merkezî vurgusu olan bu durumun kaçınılamayan
bir şey olduğunu biliyoruz. Yanısıra, bu kavramsallaştırmaların çok da
masum olmadığını, kullanıldıkları anda bazı iktidar hiyerarşilerini de
devreye soktuklarını vurgulamak gerekiyor. Bu yazıda, aynı zamanda bu vurguyu
yaparak, bilgi ve iktidar arasındaki ilişkilerin nasıl şekillendiğini,
yirmibirinci yüzyıl bilgi toplumuyla ilgili beklenti ve düşüncelerin bir
yapıçözümüyle birlikte yapmaya çalışacağız. Bu yapıçözümünün altında, bilginin
homojen bir şey olmadığı düşüncesi ve en azından "tüketilen" ve "yol gösteren"
bilgi arasında bir ayırım varsayımı yatmaktadır. Bu da bilgi toplumu
nitelemesinin hangi tür bilginin sonucu olduğu sorusu için önemli bir ipucu
sağlamaktadır. En azından bundan dolayı, yirmibirinci yüzyılda bilgi toplumu
analizi, tüketim toplumu kavramsallaştırmasıyla ilişkisi çerçevesinden
değerlendirilmek zorundadır. Bu yapıldığında bilgi toplumunun bir ideoloji
olarak işleyen veya istihdam edilen bir olgudan ibaret olduğu savunulabilecektir.
Yazının Altbaşlıkları
Giriş: Bilgi Toplumu Hangi Bilginin Sonucudur?
Bilgi Toplumu Modern Toplumun Nesi Olur?
Bilgi Toplumunda Özgürleşim İdeali
Yirmibirinci Yüzılda Bilginin Meşruluğu Sorunu
Bilgi Toplumu Cehalet Toplumunun Sonu mu?
Bilgi, Tüketim Toplumu ve Teknik
Karizma, Popüler Kültür ve Faşizm
Tezkire, sayı: 22, Ağustos, 2001
Recep Tayyip Erdoğan'ı tasvir etmenin veya değerlendirmenin
en geçerli yollarından biri ondaki karizmaya işaret etmek olunca, Weber'in
öncülüğünü yaptığı karizma sosyolojisine de paralel bir ilgi oluşmaya başladı.
İlginin popülerliği tesadüfen onu yine bir parçası olduğu popüler kültür
hakkında da aynı anda düşünmeyi kolaylaştırıyor. Çünkü gerçekte bir şahsiyete
atfedilen karizmanın özellikleri Weber'in karizma sosyolojisinin sadece
bir yanını oluşturur ama kavramın belli bir şahsiyetin kişisel özelliklerine
indirgenmesinde popüler kültürün bir yanını izlememizi mümkün kılan bir
yüzeysellik açığa çıkmaktadır. Oysa Weber'in karizma sosyolojisi, aynı
anda motivasyon sosyolojisi, toplumsal hareketler sosyolojisi ve otantisite
değerlendirmelerinin tabiatı gibi birbiriyle irtibatlı bir çok konu için
de önemli açıklama çerçeveleri üretme iddiasını taşır. Karizma sosyolojisi
sadece karizmatik kişilikleri değil, aynı zamanda karizmatik otorite biçimleri,
toplumsal hareketler ve eylem biçimlerini de ayırt eder. İçerdiği bütün
alanlarla bir arada düşünüldüğünde, gerek Weber'in başlattığı gerekse sonraki
bir çok sosyal bilimcinin işleyerek şekillendirdiği karizma sosyolojisi,
bugün gündeme geldiği bağlamlarla ilgili aslında çok daha işlevsel bir
açıklama gücüne sahiptir. Bu yazıda günümüzde yaşanan siyasal ve
toplumsal gelişmeleri kavramsallaştırmada gözönünde bulundurulması gereken
yanlarıyla karizma sosyolojisinin bir taslağını ortaya koymayı düşünüyorum.
Karizma sosyolojisi yoluyla popüler kültür ve faşizm arasında günümüzde
gidip gelmekte olan ilişkilere dikkat çekmenin, karizmatik bir tarihsel
moment içerisinde, bir özdüşünümsellik imkânı vermesi açısından hem faydalı
hem de gerekli olduğunu düşünüyorum. Her üç olgu her dönemde birbiriyle
bir şekilde ilişkili olmuşken, bugün yaşamakta olduğumuz toplumsal gelişmeler,
etrafımızda gezinen bu üç heyulanın belli buluşma veya ayrışma ânlarının
içerdiği tehlikeleri ve -Hölderlin'in şiirinde geçen anlamıyla- kurtuluş
ihtimallerini ayırdetmemizi gerektiriyor.
Karizma Sosyolojisi ve Max Weber
Toplumsal Sermaye Olarak Karizma
Asabiyye ve Karizmanın Rutinleşmesi
Popüler Kültür ve Karizmasız Kültür Endüstrisi
Türkiye'nin Beden Siyaseti ve Sembolik Kapitalizmi
Birikim Dergisi, sayı 152-153, Aralık 2001-Ocak2002
Beden siyaseti bir devletin teb'asını belli bir bütünlük
içerisinde tutma konusunda gösterdiği çabaları ve bu çabanın sonucunda
ortaya çıkan toplumsal kompozisyonu ifade eder. Bu siyasetin bireysel bedenler
üzerindeki temrinleri, onun topluma bakışındaki felsefenin sembolik görünümlerini
sunar. Türkiye'de devletin değişik etnik, dinsel ve toplumsal unsurları
bir arada tutma, kendi organik bütünlüğü içerisinde eklemleme siyaseti
bu düzeyde anlamlı bir çözümlemeye tâbî tutulabilir. Bu yazının sınırları
içerisinde, fazla detaylandırmadan, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren
İslâm'la ilişkileri çerçevesinde beden siyasetini belirlemiş olan siyasal
beden tahayyülünün 80'lerden itibaren gelişim seyri üzerinde bazı mülahazalarda
bulunmak istiyorum. Tabii ki bu seyrin bir bakıma İslâm'ın beden arayışı
(tebeddün) anlamına gelen siyasal İslâm açısından nasıl göründüğü de tamamlayıcı
derecede önemlidir. Bu analizlerde yer yer Pierre Bourdieu'nun sembolik
sermaye tasvirlerine müracaat edeceğim.
12 Eylül'den 28 Şubat'a: Meşruiyet-Ötesi Sİyaset
İslâmcılık: Bedenini Arayan Ruh
Dünyada Pişen, Türkiye'ye Düşen İslâmcılık
Birleşen
Dünyada Çoğalan Kültürler?
European Agenda (Avrupa Günlüğü), Sayı: 2, 2001.
Yaşadığımız dünyanın küresel niteliği üzerinde çok duruldu.
Bu niteliğin bir boyutu olarak da küreselleşen dünyadaki toplumsal hareketliliklerin
kürenin her tarafındaki kültürleri birbiriyle karıştırdığı ve sonuçta bir
çeşit çokkültürlülük durumunun karakteristik hale geldiği sıkça vurgulandı.
Ancak dünyanın küreselleşmesiyle çokkültürlüleşme arasındaki ilişki hiç
de göründüğü kadar basit değildir. Dünya küreselleştikçe farklı kültürel
yapılara vurgunun arttığı doğru da, farklı kültürlerin böylesi bir dünyada
daha fazla bir varoluş imkânını yakalıyor olduğu çok net gözükmüyor. Çünkü
küresel dünya, doğası gereği bütünleşen, herkesi bir şekilde içine alan
ve herkese kendine ait kültürün damgasını vurmak itibariyle benzeştiren
bir dünyayı işaret ediyor. Buna rağmen, böylesi bir dünyada çokkültürcülük,
hem bir gözlem hem de bir siyasal öneri olarak gittikçe daha fazla olmak
üzere yoğun bir göndeme konu olabilmektedir. Bu yazıda, çokkültürcülük
ve küreselleşme arasındaki ilişkileri, değişik düzeylerde her ikisine atfedilen
çeşitli özellikleri sınayarak ele almaya, ve çokkültürcülüğün çeşitlendiği
bağlamları göstermeye çalışacağız.
İMPARATORLUK VE ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK
EŞİTLİĞİN SINIRLARINDA ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK
ÇEŞİTLENEN ÇOKKÜLTÜRLÜLÜKLER:
ABD: Toprak Hakkından Doğan Vatandaşlık ve Aksayan Asimilasyon
Kanada: Radikal Tanı(n)ma Siyasetinin Ufukları
Almanya::Unutulmayan Büyük Fark
KÜRESELLEŞME VE KÜLTÜREL OTANTİSİTE SORUNU