Yeni
Türkiye Dergisi, sayı 19, Bilgi Toplumu Özel
Sayısı, 1998
YİRMİBİRİNCİ YÜZYILA DOĞRU BİLGİ TOPLUMU
Bir
Yapıçözümü Denemesi
Yasin Aktay
Giriş: Bilgi Toplumu
Hangi Bilginin Sonucudur?
Yirmibirinci
yüzyılda bilgi toplumunu konu edinen bu yazının temel hareket noktası, bilgi
toplumu olgusunun bilgi toplumu kavramından önce mevcut olmadığıdır. Bilgi
toplumu nitelemesi, her şeyden önce belli bir tarz bilginin sonucudur ve
isimlendirdiği gerçeklik tarafından zorunlu kılınmış bir niteleme değildir. İsimlendirme
iddiasında olduğu toplumun alternatif başka bir çok yolla isimlendirilebileceği
gibi, fiîlen isimlendirilmekte olduğu gösterilmeye çalışılacaktır. Ancak bunun,
sadece sosyal bilimlerin bir özelliğini sergilemek açısından bir önemi var:
Dünyanın kavramlar aracılığıyla inşâ ediliyor olması. Fenomenolojinin merkezî
vurgusu olan bu durumun kaçınılamayan bir şey olduğunu biliyoruz. Yanısıra, bu
kavramsallaştırmaların çok da masum olmadığını, kullanıldıkları anda bazı
iktidar hiyerarşilerini de devreye soktuklarını vurgulamak gerekiyor. Bu
yazıda, aynı zamanda bu vurguyu yaparak, bilgi ve iktidar arasındaki
ilişkilerin nasıl şekillendiğini, yirmibirinci yüzyıl bilgi toplumuyla ilgili
beklenti ve düşüncelerin bir yapıçözümüyle birlikte yapmaya çalışacağız. Bu
yapıçözümünün altında, bilginin homojen bir şey olmadığı düşüncesi ve en
azından "tüketilen" ve "yol gösteren" bilgi arasında bir
ayırım varsayımı yatmaktadır. Bu da
bilgi toplumu nitelemesinin hangi tür bilginin sonucu olduğu sorusu için önemli
bir ipucu sağlamaktadır. En azından bundan dolayı, yirmibirinci yüzyılda bilgi
toplumu analizi, tüketim toplumu kavramsallaştırmasıyla ilişkisi çerçevesinden
değerlendirilmek zorundadır. Bu yapıldığında bilgi toplumunun bir ideoloji
olarak işleyen veya istihdam edilen bir olgudan ibaret olduğu
savunulabilecektir.
Yirmibirinci yüzyıldaki bilgi toplumuyla ilgili en
önemli sorunlardan biri de, postmodern toplum tasvirlerinde vurgulanan
meşrulaştırım sorunu olarak görülebilir. Bu sorun, "karanlık",
"cahil", "büyülü", "esir" olarak kurgulanan
"öteki toplum" a karşı kendini "Aydınlanmış",
"bilgili", "büyüden arınmış" ve "özgür" olarak
kuran bilgi toplumunda, bilginin, giderek "öteki" toplumla kendini
ayıran sınırları belirsizleştirmesinden kaynaklanıyor. Çünkü Aydınlanmanın
tasarımlarından biri olarak düşünülen "bilgi" toplumu, bilgi
etrafında bir sürü mitolojik, büyüsel anlatı üreterek "öteki"yle
kendisini ayıran çizgiyi ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla, yirmibirinci yüzyılda bilginin özgürlük
idealiyle ilgili konumu ciddi bir sorgulamayı gerektirmektedir. Bu yazıda
yerimiz elverdikçe bu sorgulamanın bazı sınırlarına işaret edilmektedir.
Gelecekle ilgili bir öndeyiyle ilgili olduğu
sürece, bilgi toplumu kavramı sosyal bilimlerde bir yöntem sorununun
duvarlarına çarpmaktadır. Bu sorun, hele bir de belli bir eskatolojiye
(cehaletin sonu, bazı bilgi formlarının sonu gibi) eşlik ediyorsa, örneği çokça
görülen tarihsel kehanetlerin kaderini paylaşmaları mukadder olmaktadır. Daha
önceki bazı sosyal bilimsel kehanetlerle karşılaştırmalı olarak, yirmibirinci
yüzyılda bilginin konumu ile ilgili sıkça yapılan öndeyilerin teorik ve
epistemolojik bazı sorunlarının ortaya konulması, bu yazının diğer bir amacını
oluşturmaktadır.
Bilgi Toplumu Modern Toplumun
Nesi Olur?
Yaşadığımız
çağı tanımlamanın bir yolu bilginin ve bilgilenme sürecinin bu çağda kazandığı
kendine özgü ve merkezî önemine atıfta bulunmaktır. Bu öneme binaen,
yaşadığımız çağın ve bu çağın önündeki geleceğinin; artık boyumuzu uzatsak
neredeyse her ânını görebileceğimizi düşündüğümüz 21. yüzyılın enformasyon çağı
olduğu/olacağı yönünde güçlü bir toplumsal mutabakat bulunuyor. Bu mutabakat,
büyük ölçüde gelişen iletişim teknolojilerinin, bilginin mekanik ve seri
kitlesel üretimi ve tedavülündeki hızın toplumsal yapı üzerindeki etkisinden
besleniyor. Açıktır ki, bilginin mekanik olarak üretilip çoğaltılması ve
yayılabilmesi toplumsal ilişkiler üzerinde köklü değişimlere yol açmıştır. Bu
etkinin daha fazlası ise daha derin boyutlarda bizzat bilginin tabiatı üzerinde
olmuştur. Yaşadığımız çağı "enformasyon çağı" olarak niteleyen
sosyolojik incelemeler açısından, bilginin bu değişen tabiatıyla birlikte,
oluşan yeni toplumsal ilişkiler temel ilgi odakları olmuşlardır.
Çoğu tasnife göre, rasyonel ve rafine edilmiş
bilgi, başka bir deyişle Max Weber'in vurguladığı üzere büyüsü giderilmiş
dünyanın bilgisi, sanayileşmenin sonucu veya sebebi olan modernliğin zaten
ayrılmaz bir özelliğidir. Dolayısıyla bilgi toplumu derken modernlikle aynı
kulvarda ona alternatif bir toplumsal gerçeklik kavramına işaret etmiş
olmuyoruz, aksine modernliğin tasvirine yeni bir boyut katmış oluyoruz.
Ancak bu konular üzerinde durmadan önce herhalde
kaydedilmesi gereken bir şey var. "Bilgi çağı" nitelemesi yaşadığımız
çağı nitelemek üzere kullanılan tek başlık değildir. Yaşadığımız çağa
"modern" veya "postmodern" çağ da denildiğini biliyoruz. Bu
tür nitelemelerin hemen hepsi modernliğin merkeze alındığı bir kavramsal
çerçeveyi besliyor. Yaşadığımız dünyayı ölçüp biçen, kategorize eden,
değerlendiren ve belli bir tarih şemasının içine yerleştiren bir
kavramsallaştırma olarak modernlik, bu işlemleri esnasında zaman zaman teorik
sınırlarına dayanıyor. Süregiden realiteyi klasik modernist yaklaşımlarla
açıklamak zorlaşıyor. Lyotard'ın modernist paradigmanın bu krizini, aynı
zamanda ona eşlik eden tüm anlatılarla birlikte derin bir meşruiyet sorunuyla
açıklaması ve modernliğin bütünüyle aşılması anlamında Postmodern bir çerçeveye
oturtması, modernist paradigmanın bekâsından yana güçlü istemleri bulunan bir çok
teorik odağın savunma reflekslerini harekete geçirdi. Postmodern paradigmanın
tüm çağrışımlarının marksist istemleri (Habermas'taki 'interest' kavramının
karşılığı olarak [Habermas, 1972]) derinden tehdit ettiğini hisseden Marksist
düşünür Frederic Jameson, örneğin, mevcut durumun hâlâ modernist terimlerle
ifade edilebileceği savunmasını yapmıştı. Bu konudaki en önemli kitabına başlık
da yaptığı tezi, başkalarının postmodernite bulduğu durumun aslında "ileri
kapitalizmin kültürel mantığı" olarak açıklanabileceği yönündeydi
(Jameson, 1991).
Benzer motivasyonlarla, Anthony Giddens ve Ulric
Beck de postmodernite iddialarına karşı dünyanın gidişatında modernlik
paradigmasıyla izahı kabil görünmeyen durumların ancak "radikal
modernlik" türünden bir kavramsallaştırmayla açıklanabileceğini ilan
ettiler (Giddens, 1990; Beck, 1992). Bunu yapmakla modernlik paradigmasıyla
modernliğin temel referansları arasında zımnî bir ayrıma yol açtılar ve
modernliğin tasarımlandığı bir "süper özne"yi, "Aydınlanma"yı,
modernliğin temel (fundamental) referansı olarak inşâ eden Habermas'ın
"neo-modernist" çizgisini takip ettiler. Bu çizgiye göre basitçe,
"Aydınlanma'nın tamamlanmamış bir projesi" olarak tanımlanan
modernlik, her çeşit "aşılma" ihtimaline karşı ustaca "muhafaza
edilmiş" oluyordu. Zira her ihtimale karşı kendini yeniden tanımlayabilen,
her eleşitriye karşı yine kendine referans vererek kendini savunabilen, her
çeşit tahribata karşı kendini yeniden onarabilen, her kuşatmayı bu
manevralarıyla yarıp arkadan kuşatan, içinden çıkılmaz bir galaksi oldu. Bir
yanıyla da Ziyauddin Serdar'ın çok yerinde bir benzetmesiyle
"terminatör"ü andıran modernliğin (Serdar, 1994) mevcut realiteye
giydirilmiş kavramsal bir elbise, bir inşa olduğu çoğu kez ihmal edildi.
Sonuçta her çeşit isimlendirme gibi, isimlendirdiği realiteye başkası
yakıştırılamayacak şekilde özdeşleştirilmiş oldu. Modernliğe karşı çıkanlar da
modernliği savunanlar da bunun eninde sonunda bir uylaşım sayesinde ayakta
tutulan bir inşâ olduğunu sorgulamıyorlar.
Yanısıra, kendisine karşıt veya
bambaşka bir kavramsallaştırma da mümkündür; ama uylaşımın çapı bunu çoğu kez
gözlerden uzak tutabiliyor. Nitekim, bir çok yönden örtüşen ögeler içermek
üzere yaşadığımız toplumsallığın "kapitalist", "küresel" veya
"liberal" yönlerine atıfta bulunularak da bir sürü toplumsal yapı
modeli önerildiğini de biliyoruz. Örneğin, yakın zamanlarda birbirine karşıtmış
gibi duran; fakat aslında her ikisi Avrupa-merkezci bir tarihsel bilincin ürünü
olarak cereyan eden "tarihin sonu" ile "medeniyetler
çatışması" tezleri de, yaşadığımız toplumsallığı, bir çeşit anlamlandırma
ve kavramsallaştırma denemeleriydi (Huntington, 1996; Fukuyama, 1991). Her biri
dünyayı kendi kavramlarıyla, kendi değer hiyerarşileri eşliğinde yeniden
kuruyordu.
Kuşkusuz her birinin değer
hiyerarşilerinin nasıl düzenlendiği çözümlenebilir; çözümlendiğinde
kavramsallaştırmaların tabiatına dair çoğu kez gözardı edilen çok basit
gerçekler bütün çıplaklığıyla açığa çıkar. Buna göre, tarihin sonu yaklaşımı,
dünyayı belli bir bütünlük içerisinde cereyan eden, birbiriyle ilişkili
olayların seyrinden ibaret görürken, bu seyir için bir final sahnesi olarak
Batı'da doğmuş, şekillenmiş ve bilumum batılı değerlerin bir tezahürü olarak
modellenmiş bir toplumsal yapıyı tasarlamaktadır. Dünyanın bütün toplum ve
coğrafyalarının sonuçta bu noktaya ulaşacak olan bir teleolojiye tâbî
olduklarını varsayıyor. Mantıksal potansiyelleri itibariyle, danyanın varıp
dayanacağı en son noktayı temsil eden bu final sahnesine olan hâlihazırdaki
uzaklıkları, bazı toplumların sıkıntılarının temelini oluşturmakta olup bu
mesafeler eninde sonunda kapandıkça, yani bütün dünya mantığın kaçınılmaz
sonucuna teslim oldukça, dünyada olup bitenler açısından sürpriz gelişme
ihtimalleri gitgide azalacak, giderek bu ihtimaller ortadan kalkacaktır. Dünya
durulacağı son liman olan batılı liberal demokratik modele ulaşmış olacaktır.
Buna mukabil son zamanların
popüler tartışması olan medeniyetler çatışması tezi ise bu tezin tam tersini
savunuyor gibi görünse de sonuçta bu tezle Batılı bir dünyanın iktidar
reflekslerini yansıtıyor olmak bakımından benzer sayılır. Türkiye'de dindar
insanların hararetle katılıp savundukları bu tez, bu insanlara yakın bir
noktadan veya bakışaçısından formüle edilmiş olduğu için değil, doğululara karşı
veya daha özelde Müslümanlara karşı, medeniyeti veya ırkı merkeze alan Batılı
tavır ve tutumların henüz bitmemiş olduğunu, dahası, çok daha karmaşık yollarla
daha da derinleştiğini gösterdiği için makes buluyor. Açıkçası, dünyayı
telafisi gayri kabil niteliklerle bölünmüş bir yapısallıkla niteleyen bu
bakışaçısı, küreselleşmenin toplumları melezleştirmesi ihtimaline veya kültür
ve kimliklerin geçirgen doğalarının farkların keskinliğini azaltma
potansiyeline fazla şans tanımamaktadır.
Bu tezlerin ayrıntılarını sunmanın yeri değil, ama
buradaki argümanımız açısından bu tezlerin önemi, yaşadığımız çağa çok farklı
dünya tasarımlarının yakıştırılabileceğinin örneğini çok iyi sunmalarıdır.
Aslında, sonuçta her biri kendi dünyasını kuruyor ve o dünya içinden bakıyor
her şeye. Buna rağmen kaydedilmesi gerekir ki, fenomenolojinin temel bir
katkısını ifade eden bu tür bir vurguyla tekbencilik olarak ifade edilen
solipsizm arasındaki sınır çok incedir. Realitenin belli bir kavramsallaştırımı
ile realitenin kendisi arasında salt bir temsil veya yansıtma ilişkisinden daha
fazlası vardır. Bu fazlalığın katışması oranında, realite, dil ve kavramlar
aracılığıyla yeniden inşâ edilir. Zamanla realiteyi inşâ ettiğimiz kavramlar
realiteye yakıştırılabilecek, realitinin kendisinin de taleb ettiği yegane
kavramlar gibi gelir bize.
Bilgi Toplumunda Özgürleşim
İdeali
Yukarıdaki
örneklerde de görmemiz gereken, yaşadığımız toplumsallığa isnad edilen her
türlü kavramsal modelin de yansıtmaktan ziyade olan biteni belli bir tarzda
kurgulama yönünde bir teklif içeriyor olduklarıdır. Bilgi Toplumu nitelemesi de
bundan farklı bir şey değildir. Kendi içinde belli bir tarihsel model de
barındıran bu niteleme, kendisini bir ölçüde sanayi toplumunun negatifi olarak
sunmaktadır. Temel sayıltısı yaşadığımız dünyada bilginin tüm toplumsal
ilişkilerin yapılanması ve şekillenmesinde merkezî bir rol oynadığı ve bu rolün
sanayileşmenin toplumsal ilişkiler üzerindeki rolünden devralındığıdır. Kavram,
ilk anda yaptığı çağrışım dolayısıyla, zımnen, kendisini önceleyen dönemlerde
veya kendisiyle aynı zamanda yaşayan sair toplumlarda bilgiye gerekli önemin
verilmediği iddiasını da taşıyor. Dolayısıyla kendisini meşrulaştırabilmek ve
temellendirebilmek için bir "karanlık çağ" veya "cahil
toplum" tasavvurunu gerektiriyor. Bu yönüyle aslında Aydınlanma'nın bir
ürününden ibaret olan Orta Çağ'ı ve onun Karanlığını andıran tiplemelerin
—tabiî ki Aydınlanma lehine kurulu— karşıtlığı kendisine eşlik eder durur.
Kuşkusuz bu yönü kitlesel bir kabul gördükçe, bu karşıtlık esasında
antagonizmalar oluştukça, vulgarlaşmakta; kitle ideolojisi halini alan yanına
karşın bunun bir kurgudan ibaret yanına daha kolay dikkat çekilebilir
olmaktadır. Bu meyanda bugün bilgi toplumundan bir "efsane" olarak
bahsedilmesine sıkça şahit olmaktayız (Kaplan, 1991; Hamelink, 1991). Bilgi
toplumundan "efsane" olarak sözedenler basitçe, aslında yukarıda
zikrettiğimiz gibi, "bilgi toplumu"nun yaşanılan gerçekliğe isnad
edilen bir niteleme, gerçekliği belli bir dizgesellikle inşâ etmeyi murad eden
bir niteleme olduğuna dikkat çekmiş oluyorlar. Bu arada, bilgi toplumu
nitelemesinin dayandığı mitolojik ögeleri ve bu ögelerin yerleştirip
meşrulaştırmaya hizmet ettikleri iktidar hiyerarşilerini deşifre ediyorlar .
Bu yüzyılın ikinci yarısından beri, bilginin
tabiatındaki gelişme bizatihi sosyolojik ve felsefî ilginin merkezinde
olmuştur. Daha altmışlı yılların başında, bilgi üretiminin ancak
"paradigma" diye bir dünyanın içinde mümkün olduğu ve onun relativist
sınırlarına tâbî olduğu keşfedildi (Kuhn, 1962). Bu keşfin izi sürüldükçe,
"kendinde bilgi"nin büyülü havası, mitlerle donanmış anlatısı,
gitgide tükendi. Bilginin bir şeyin bilgisi olduğuna yapılan vurgu arttıkça,
onun aynı zamanda bazı istemlere de tâbî olduğu, o istemlerin güdümünde ve onların
çıkarlarını gözetmekle yükümlü olduğu yönündeki söylemlerde ciddi bir artış
husule geldi. Yaşadığımız çağın ve toplumsallığın nasıl adlandırılacağı, nasıl
niteleneceği üzerine cereyan eden son tartışmalarda, yukarıda başka bir
vesileyle andığımız ve modernist paradigmanın potansiyelini tüketilemeyecek
totolojik sınırlara taşıyan Habermas, Giddens ve Beck modernliğin en önemli
vasfının düşünümsellik olduğunu söylerken, aslında bir bakıma onun bilgi-üretim
ve tüketim düzenine işaret ediyorlar. Onlara göre modernlik, her alanda bir
sürü bilgi üreterek kendi üzerine düşünmekte, bu da onun bir çok sınırdan
olduğu kadar kendi öznelliğinden de kurtulabilmesine imkân vermektedir.
Ekonomi, sosyoloji, antropoloji, tıp, siyaset bilimi gibi disiplinler
aracılığıyla modern toplum sürekli kendi üzerinde düşünmekte, kendine bakmakta
ve kendini onarmaktadır. Dahası, bu bilgiler, kitle iletişim araçlarının ve
küreselleşmenin üretim-tüketim düzeni içinde çok kolay yayılmasını ve
kitleselleşmesini sağlamaktadır. Giderek sokaktaki insan, sözkonusu bilgi
disiplinleri altında üretilen bir çok bilgiyi gündelik hayatının sıradan
kavramlarına dönüştürebilmektedir. Bilgi üretiminin modern dünyanın olumlu bir
özelliği olduğuna işaret eden bu analizlere karşılık, postyapısalcı ve postmodernist
düşünürler, bilgi disiplinlerinin, adı üstünde, düşünce ve eylemeler üzerinde
birer "disiplin" oluşturduklarından dolayı, özgürleştirici olmak bir
yana, tam aksine özgürlüğü kısıtlayıcıdırlar. Onlar, bilimin, realitenin saf
bilgisi olarak değil, belli bir disiplinden geçmiş ve realiteyle ilişkilerimizi
de belli bir disiplin altında düzenleme istidadına sahip bir form olarak
işlediğini ortaya koymaya çalışırlar (Foucault, 1977; Lash, 1993; Göka,
Topçuoğlu, Aktay, 1996: 275 vd). Bu arada, Aydınlanma döneminde, F. Bacon'a
izafe edilen ve bilgiyi iktidarla özdeşleştiren güçlü bir eğilime değinmek
gerekiyor. Kuşkusuz burada bilginin düşünümsel (reflexive) —insanın kendini ve
dünyayı hayretle, hayranlıkla veya kainatın sırrına vakıf olmak, mesajını anlamak
üzere— talebinden bir sapmayı kaydetmek mümkün. Burada bilgiye iktidar talebi
açısından tümüyle araçsal bir talep sözkonusudur. Bilgi insanın ne olduğu,
nereye ait olduğu ve nereye döneceğinin insanî soruşturması olmaktan çıkmış,
nesnesi üzerinde tahakküm kurma imkânına veya aracına indirgenmiştir.
Foucault ise, modernleşmenin tarihini yazarken,
bilginin iktidar için araçsal temellükü üzerine konuşmayı aşıp, bilgi ile
iktidar arasındaki ilişkinin çok daha karmaşık boyutlarına dikkat çekmiştir. O,
bilgi edinmek yoluyla iktidar edinildiği kadar, bir iktidara tâbî olmadan bilgi
edinilemeyeceği teşhisinde de bulunarak bilginin zorunlu negatif sonuçlarını
vurgulamıştır. Çünkü bilgi, her zaman tek tek bireylerin, hatta bir insanlığın,
insiyatifinin dışında işleyen bir takım iktidar düzenekleri içinde mümkün olan
bir faaliyettir. Disiplinler, yani bilgiyi hizaya sokan bilim disiplinlerinin
dışında edinilemeyen bilgiler, dolayısıyla, iktidar üretmek kadar iktidarlara
tâbiiyeti pekiştirmek, iktidarlar lehine kurulu hiyerarşileri beslemek gibi bir
işleve sahiptirler. Bu konudaki meşhur aforizmasında Foucault şunu der:
"Bizler, iktidar aracılığıyla doğrunun üretilmesine tâbî kılındık ve
doğrunun üretilmesi aracılığı dışında iktidar uygulayamayız" (Foucault,
1980: 93). Özellikle yönetimin rasyonel bir düzenine ilişkin Aydınlanma
iddialarından ortaya çıkan beşerî bilimlerin gelişmesi, devletin faaliyet
alanını kolonize etmesi, biçimlendirmesi ve büyük oranda yayması gibi bir
sonucu kendiliğinden doğurmuştur. Bilim disiplinleri kendi doğalarındaki
disipline edici istençle bu sonucu zorunlu kılmışlardır (Philip, 1997: 103).
Dolayısıyla bilgi toplumunda insanların zihinleri
belli disiplinler altında önceden belli hizalara sokulmuş olduğundan,
bilgilerin çokluğu ve sistematikliği ancak bu disiplinlerin yerleştirdiği güç
hiyerarşilerini daha fazla tahkim etmeye yaramaktadır. Oysa, Aydınlanma'dan
beri bilginin kendine özgü gelişimi, kendisini, insanlığın özgürleşimi
idealiyle bir tutmuş, bu ideal esasında meşruiyet tesis etmiştir. Modern
toplum, tâ Aydınlanma'dan bu yana, bir yanıyla da bilgi toplumu olarak
tasarlanmıştır. Tabiî ki, bu tasarımda bilginin düşmanları da insanın bilgi
edinmesinin önündeki engeller olarak sahnedeki yerlerini almışlardır. Aslında,
Prometeci bir geleneğin tenasuhu olarak ortaya çıkan Aydınlanma, bilgi
toplumunun gerektirdiği bu karşıtlığı tiplemede fazla bir zorluk çekmemiştir.
Yeryüzündeki varlığını tanrıların düzenine muhalif bir serüvene dönüştürmüş
olan batı hümanizmi, edindiği her bilgiyi tanrıların uhdesinde bulunan ve
tanrıların kendisinden sakındığı bir şey olarak görmüştür. Bu bilginin
çalınmasından başka bir yolla insanın eline geçmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla bilgi toplumunun imkânı neredeyse hakikat hırsızlığıyla
özdeşleştirilebilecek bir temele sahiptir.
Batı'da tanrı-insan ilişkisi üzerine çok
karakteristik olan bu tespitten sonra, şu da belirtilmelidir ki, Aydınlanma
hümanizmi de kendisini bu ilişkiler zemininde, tanrılarla olan rekabette
tanrılara karşı özgürleşmenin bir unsuru olarak kurmuştur. Dolayısıyla bilgi ne
kadar çok olursa o kadar çok özgürleşme vaadedip öngörüyordu. Ancak, bu
özgürleşmenin formu, tanrıların varlığını bilgi alanının veya bilinebilir
alanın dışına iterek tahakkuk ediyordu. Aydınlanma düşünürlerinin büyük çoğunluğunun,
zannedildiğinin aksine, itirazları ateistçe değil, fakat Tanrıların yeryüzünde
dinler aracılığıyla somutlaşma biçimlerine yönelikti. O yüzden, pozitivizmin
büyük babası Auguste Comte, insanın pozitif bilgisindeki her artışın tanrıların
varlık alanını daraltacağını söylemiştir, çünkü ona göre genelde metafizik
alan, özelde tanrılar, insan cehaletinin bir ürünüydüler (Comte, 1984). Max
Weber'in genelde dünyanın büyüsünün bozulması dediği şey de bu sürecin
sosyolojik bir tasvirini ifade etmektedir. Ona göre modernleşmeyle birlikte
dünyada olan bitene dünya dışında bir nedenin aranmasına son verilmiş, insanlar
artık her şeyin gözle görülebilir, duyulabilir nedenlerini aramaya
yönelmişlerdir. Dünyanın işleyişinin bütün süreçlerinin pozitif bir bilgilenme
yoluyla anlaşılabileceği ve açıklanabileceği yönündeki kanaatin kitlesel bir
kabul görmesi, dünyanın büyülü güçler tarafından idare edildiği yönündeki,
temelde dinsel olan kanaatin hayatiyetini iyice zora sokmuştur. Her hâlükârda,
Aydınlanma projesinde bilgi, metafizik güçlerin insanı köleleştirdiği bir
vasata karşılık insanı özgürleştirici bir idealle meşrulaşıyordu. Oysa
şimdilerde bilginin disiplinli ve disiplin edici doğası keşfedildikçe, bilgi
ile iktidar arasındaki ilişki farkedildikçe, bilginin de belli mitolojik
mistifikasyonlar sayesinde varolabildiği görüldükçe, ciddi bir meşruiyet
yitimine uğramaktadır. O yüzden, yirmibirinci yüzyılda bilgi toplumundan söz
açılacaksa her şeyden önce bu toplumda bilginin özgürleştirici ve aydınlatıcı
yönünün gittikçe daha çok sorgulandığı bir alana açılacağımız söylenebilir.
Yirmibirinci Yüzılda Bilginin
Meşruluğu Sorunu
1978'de
Quebec Hükümeti Üniversiteler Konseyi başkanı Fransız felsefeci J. F.
Lyotard'ın "son derece gelişmiş toplumlarda bilgi üzerine " bir rapor
hazırlamasını ister. Bu istek üzerine Lyotard, sonradan postmodernizm
tartışmalarına büyük bir ivme kazandıracak olan, hatta çoğu kişiye göre bu
tartışmaların başlatıcısı olacak olan klasiğini, Postmodern Durum'u kaleme alarak 1979'da yayımladı. Postmodern Durum
yukarıda bilginin meşruluğu üzerine söylenen bütün sözlerin en sistematik
analizini içerdiği için, yayınlandığı günden bu yana, bilginin genel sorunları
yanında özellikle meşruiyet sorunu konusunda zikredilmeden geçilemeyecek bir
çalışma olmuştur.
Bu çalışmasında Lyotard, son derece gelişmiş
toplumlarda bilgisayarlaştırılmanın merkezî bir önemi olduğunu vurgulamaktadır.
O, aslında bilgisayarlaştırılmış toplumlarda bilginin konumunu incelemektedir.
Çalışmasının temel hipotezi, toplumların postendüstriyel; kültürlerinse
postmodern olarak bilinen çağa girdikçe bilginin konumunun da kökten bir
biçimde değiştiğidir. "Bu geçiş, Avrupa için yeniden-inşanın tamamlanışını
işaret eden 1950'lerin sonundan beri yürürlüktedir: Hızı, daha çabuk ya da yavaş
ülkelere bağlı olup, bu ülkeler içerisinde etkinlik sektörüne göre
değişmektedir." (Lyotard, 1997: 16). Genel karakteri itibariyle bu tür
toplumlarda bilgi gitgide kompütür işlemlerinin konusu olabilmeye
indirgenmektedir. Bilginin değeri ancak kompütür işlemlerinden
geçirilebilmesine bağlı olmaktadır. Bir bilginin, bilgisayarların işletim
sistemlerinin kodlayıp kendi diline çevirebileceği bir nitelikte değilse, bu
bilgi "sayılmamakta", bu bilginin hiç bir kıymeti olmamaktadır.
Bununla birlikte bilgisayar, bilinebilen her şeyi, her alanı kapsamaya, her
olay, olgu ve durumu kodlamaya dönük bir iradenin, bir arayışın içerisindedir.
Lyotard bu toplumda gelişen bir çok olay ve teknolojinin (sibernetik, modern
cebir ve bildirişim, tercüme sorunları, enformasyon, birikim ve veri bankaları,
telematik ve zeka terminallerinin kusursuzlaştırılması vs.) "dil"i
temel bir öneme sahip kılmış olduğuna dikkat çekiyor. Ona göre, bütün bu sorun
ve olgular üzerinde bilgisayarın diline "tercüme edilebilir"lik
araştırması temel sorun olmaktadır. Bütün bu teknolojik dönüşümlerin bilgi
üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahip olmasının beklenebileceğini kaydeden
Lyotard, makinaların küçültülmesi ve ticarileştirilmesinin, öğrenmenin
kazanıldığı, sınıflandırıldığı, tüketime sunulduğu ve sömürüldüğü yolları
değiştirmekte olduğunu tesbit ediyor. Bu teknolojilerin kolay taşınabilmesi,
giderek kolay üretilip tüketilebilmesi, kullanımını da giderek daha kitlesel
bir alana açmış, bu da bilgisayarlaştırılmış alanların genişlemesini sağlamıştır.
Toplumsal bilgisayarlaşma arttıkça bilgisayar diline çevrilebilir alanlar da
artmaktadır. Bugün bilgisayar dilinin iş hayatının neredeyse resmî dili haline
gelmesinden sözedebiliyoruz. Bu durumun gündelik hayata da doğal olarak bir
yansıması oluyor ve artık bütün diller üzerinde bilgisayar dilinin, Lyotard'a
göre "1" ve "0" gibi iki temel yönelimi olan ve sekiz
karakterli işletim sistemince nitelenebilen dilin, hegemonyasına şahit
olabiliyoruz. O kadar ki, artık bilgisayar diline çevrilemeyen alanların yok
sayılması gibi bir durumla karşı karşıyayız. Tıpkı pozitivizmin değişik
versiyonlarının, pozitif bilgi araçlarının ulaşabildiği alanların dışındaki her
şeyi, en azından zımnen, yok sayması gibi, bilgisayar diline çevrilemeyen
alanların da yok sayılması sözkonusu. Bu yok sayma yine tıpkı pozitivist
mantıkta olduğu gibi zımnî bir yok saymadır; kaydedilemeyenin ilgi/istem
alanının dışına taşınmasının doğal sonucudur bu. Bilginin mevcut cihazlarıyla
kaydedilemeyenler, ontolojik olarak da hayatta bir yer tutamıyor. Onları
kaydedecek araçların arayışı, bu arayışın kaygısı da olmayınca, var
sayılmalarının bir kıymet-i harbiyesi olmuyor. Yani gözden ırak olan gönülden
de ırak oluyor.
Dolayısıyla bilgisayarın mevcut olan her şeyi
kendi diline çevirme arayışı giderek kendi diline çeviremediği herşeyin gözardı
edilmesi anlamında bir inkarına gidiyor. Bütün bunlar Lyotard'ın
bilgisayarlaştırılmış toplumla ilgili gözlemlerinin ezcümle bir ifadesi.
Lyotard, bilginin tabiatındaki bu gelişmede özellikle bilginin tümüyle
kaydedilebilir ve sabit rakamsal bir değeri olan boyutuna dikkat çekerken,
bunun metafizik hiç bir yanının, özgürlük vaadeden hiç bir çağrısının
kalmadığına işaret ediyor. Postmodern durumun kendisini de karakterize eden bu
durum, modernizmin kendisini meşrulaştırdığı özgürlük, aydınlanma, eşitlik,
adalet, bilgilenme gibi büyük anlatıların artık hiç kimseyi kandıramadığı veya
kandıramayacağını ifade eder. Aslında modernizm de kendisini metafiziğe,
büyüsel güçlerin kısıtlayıcı egemenliğine, irrasyonaliteye karşı, başka bir
deyişle tüm anlatısal bilgiye karşı özgürlük vaadederek, bilimsel bilgiye
müracaat ederek meşrulaştırmıştı. Ancak bu meşrulaştırımın tüm dayanakları kısa
zamanda kendi anlatılarını üretmek zorunda kalmıştı. Buna karşılık, insanların
tüm bilgi biçimleri arasından bilimsel bilgiyi tercih etmelerinin hiç bir
bilimsel gerekçesi; irrasyonaliteye karşı rasyonalizmi tercih etmelerinin
yeterli veya zorlayıcı rasyonel gerekçelerinin bulunmadığı, bilakis insanların
çoğunlukla irrasyonel gerekçe ve motivasyonlarla rasyonel olmayı tercih
etmeleri gözardı edildi. Oysa bilimsel bilgi de kısa sürede sözkonusu anlatısal
temellerde meşrulaştırılmaya başladı.
Bilgi Toplumu Cehalet Toplumunun
Sonu mu?
Böylece
son derecede gelişmiş toplumlarda bilginin yapısal altyapısı tamamen
bilgisayarlaşmayla belirlenmiş olacak, bilgisayar diline çevrilemeyen sair
bilgilerin ve bilginin sair nesnelerinin devamı mümkün olamayacak gibi bir
öndeyi Lyotard'ın çalışmasının merkezine oturuyor. Bu yazının geriye kalan
kısmında, bu öndeyinin, bir sosyal bilim öndeyisi olarak, bir analizini
denemeye çalışacağım. Bu konudaki savım, bu öndeyinin modernleşme teorilerinin
çoğunda alışık olduğumuz, ve aslında daha genel bir eğilimden kaynaklanan bir
temaya ait olduğudur. Bütün postmodernist iddialarına rağmen Lyotard da,
bilginin gelecekteki durumu ile ilgili kestirimlerinde aslen modernizmin temel
sayıltılarından olan ilerlemecilik ve evrimcilik ilkelerine bağlı kalmaktadır.
Lyotard, bilginin gelecekteki radikal anlamda farklı formlarının şimdiki bilgi
formlarını tümüyle yokedeceğini iddia ederek, kanımca, modernist paradigmada
içine çok sık ve kolay düşülmüş bir hatayı tekrarlamıştır. Bu hata, herşeyden
önce sosyal bilimlerin gelecekle ilgili öndeyilerinin, yaşanılan andan ne kadar
görünen köy gibi görünürse görünsün, her zaman kötü sürprizleri gözardı etmiş
olmanın faturasını ödemek zorunda kaldığını gözardı etmekten kaynaklanıyor. Bu
hatayla, Lyotard, bu öndeyisiyle sosyal bilimlerde gerçekliğin olumsal doğasını
diyalektik bir yaklaşımla tüketme çabasının yeni bir örneğini vermiş oluyor.
Modernist paradigmanın gelecek hakkındaki
kestirimlerinin en meşhurlarından biri, modernleşmeye paralel olarak dinsel
inançların zamanla tamamen ortadan kaybolacağı ve bilimsel bilgi ve düşüncenin
her tarafa hakim olacağı yönündeydi. Bu yaklaşım ayna zamanda hayatın bütün
geleneksel formlarının, yerlerini modern formlara bırakacağı yönündeki daha
genel beklentinin bir parçasını teşkil ediyordu. Geleneksel pazar ilişkilerinin
yerini modern marketin alacağı; ırkçılıkların yerini ulus-devletler temelinde
milliyetçiliklerin, hatta bir adım sonra onların da yerini küreselleşmiş
uluslar ve kültürler arası ilişkilerin alacağı; feodal sınıf ilişkilerinin
yerini kapitalist sınıf ilişkilerinin alacağı vs. hep bu beklentinin diğer
örneklerini temsil etmişlerdir. Sosyal bilim literatürünün önemli bir hacmini
bu tür gelişmelerin niçin beklenildiği gibi gerçekleşmediği ve niçin hâlen
geleneksel formların yitip gitmemiş olduğu sorularına verilen cevaplar
oluşturmuştur. Örneğin, çabalarının önemli bir kısmını sınıfsal yapıların
kapitalist formlara doğru evrilirken feodalizme ait görünen formların
yokolacağı iddiasını ispatlamaya hasretmiş olan Marksistler, uzun yıllar
informal sektörün büyük kapitalist organizasyonlara rağmen neden hâlen devam
ettiğini veya geçimlik-köylü üretim tarzının neden hâlen sürmekte olduğu
sorularını sorarak ve bu sorulara cevaplar arayarak sosyal bilim yapmışlardır.
Tartışmaların bir kısmı, köylülüğün devamında —sözkonusu modernist gelecekteki
öngörüyle hemfikir olan— marksist teoriyi zorda bırakan tarafı görmezden
geliyordu. Diğer bir kısmı da teorinin sınırlarını genişletmeye eğilimliydi.
Örneğin marksist teorisyenlerden Foster-Carter, Wolpe, Laclau ve Taylor'un
katıldıkları bir tartışmada feodal örüntülerin hâlen yok olmamış olmasının
"üretim tarzlarının eklemlenmesi" gibi bir gelişmeyle
açıklanabileceği noktasında uzlaşılıyor (Keskinok & Ersoy, 1984).
Althusseryan bir kavram olan "eklemlenme", kavramı diyalektik
kavramının teoriyi daraltan sınırlarını farkederek bu sınırları aşmanın çok
işlevsel bir yolu olarak görülüyordu. Buna göre aslında hiç bir şey doğru
dürüst yok olmuyordu. Özellikle hayat ve üretim örüntüleri sözkonusu olduğunda
bunların birinin terkedilerek öbürünün yerine geçmesinden ziyade bunların
birbirine eklemlenerek birlikte yaşamalarından sözedilebilirdi. Nitekim köylü
üretim tarzı veya informal sektör —denilen, kendine yetecek üretimde bulunan,
kendi işinin sahibi ama ne patron ne proleter olan çalışan kesim—, kapitalizmin
gelişmesiyle birlikte yok olması gerekirken, kapitalizm açısından oldukça
işlevsel sayılabilecek bir tarzda hayatiyetini sürdürüyor, çünkü kapitalizmin
mallarının en doğal ve en sadık aracı-tüketicisi, bir bakıma pazarlayıcısı
olarak devam etmektedir.
Kuşkusuz burada işlevsellik açısından yapılan
değerlendirme, sonuçta bir üretim tarzı olarak kapitalizmin hegemonyasını
açıklayabilmek açısından zorunlu görünse de, bunların birarada yaşamaya devam
etmeleri için biri diğeri açısından işlevsel olmak zorunda değildir. Sonuçta
hayatın olumsallıkları açısından her birinin devamına imkan bulunabilir.
Nitekim, Clifford Geertz Fas'ta yine bu modernleşme beklentisinin teorik
varyantlarıyla boğuşurken, bazaar
üzerine yaptığı incelemede, geleneksel bazaarın
modern markete rağmen çoğu kez modern marketle hiç bir zorunlu işlevsellik
ilişkisi olmaksızın devamını, bu amaçla gözler önüne seriyor. Benzer bir
şekilde Geertz, Endonezya ve Fas'ta zihinsel anlamda kitâbî dindarlıkla halk
dindarlığının, biri diğerini zorunlu olarak yoketmeksizin ve birlikte, birarada
yaşamalarının örneklerini, yine sözkonusu modernist teze karşı sergiliyor
(Geertz, 1969).
Bütün bu anlatılanlardan, Lyotard'ın veya genel
anlamda gelecekteki bilgi toplumu ile ilgili modernistlerin öndeyilerinin aynı
akıbeti beklediklerini söyleyebiliriz. Bilgisayarlaşmış alanın dünyası ne kadar
genişlerse genişlesin, diğer bilgi alanlarının yok olması gerekmiyor.
Bilgisayarlaşmamış veya bilgisayarlaşamayacak olan geniş bir alan her zaman var
kalacak gibi gözüküyor. Bu alanın bilgisayarlaşmış alan açısından zorunlu
olarak işlevsel olması da gerekmiyor. Açıkçası Lyotard, bir çok şeyin
bilgisayar diliyle, ve sadece o dille, ifade edildiği bir dünyada yaşadığından
dünyanın bundan ibaret olduğunu, hiç olmasa gelecekte daha da bundan ibaret
olacağı gibi bir zehaba kapılmakla, basitçe solipsistik diyebileceğimiz bir
yanılgıya düşmektedir. Veya en hafif ifadesiyle o dünyayı, hayatın bütün
olumsallıklarını kapsama veya tüketme anlamında, abartmaktadır. Bütün bunları
söylemek, kuşkusuz, bilgisayarlaşmanın gündelik hayattaki hegemonik yayılımını
ve bunun geliştirdiği kendine has dili ve bu dilin diğer diller üzerindeki ağır
baskısını gözardı etmeyi gerektirmiyor. Bu gelişme, tabiî ki, küresel düzeyde
bilginin tabiatında yol açtığı yeni ve radikal açılımları ifade ediyor, ama bu
açılımın büyüklüğü ve kapsama alanının genişliği diğer alanları yokettiği ve
edeceği anlamına gelmiyor.
Yirmibirinci yüzyılda bilginin durumunu merak
edenler için yine postmodernist düşünür Jean Baudrillard zihin açıcı ve
kışkırtıcı analizler sunuyor. Yaşadığımız dünyada, Giddens ve Habermas'ın
dediği gibi, modernizmin tüm vaadlerinin henüz gerçekleşmemiş olduğunu, o
yüzden bazı olumsuzlukların mazur görülebileceği düşüncesine karşılık,
Baudrillard, modernliğin özellikle özgürleşme, büyüme, eleştiri, üretim ve zevk
gibi ideallerinin fazlasıyla gerçekleşmiş olduğunu söylüyor. Dahası, asıl
sorunun, bu aşırı realizasyondan, modernliğin tüm tasarımlarının aşırı
gerçekleşiminden kaynaklandığını söylüyor. Örneğin özgürleşme alanında tam bir
patlama yaşıyoruz: politik özgürleşme, cinsel özgürleşme, üretici güçlerin
özgürleşmesi, yıkıcı güçlerin özgürleşmesi, sanatın özgürleşmesi, kadının,
çocuğun, bilinçdışı itkilerin özgürleşmesi vs. Tüm temsil ve karşı-temsil
modelleri göklere çıkarılmaktadır. Baudrillard'a göre, nesne, gösterge, ileti,
ideoloji ve zevklere ilişkin her türlü sanal üretim yollarını geride bıraktık.
Şimdi her alanda tam bir üretim patlaması yaşıyoruz. Bu patlamanın bilgi
alanında da yaşandığını düşünen Baudrillard bu durumu ifade etmek için
onkolojik metaforlara başvuruyor. Kanserin, insan hücrelerinin gereğinden fazla
üremesinden kaynaklandığını hatırlatarak, sözkonusu alanlardaki —bilgi,
özgürlük, Aydınlanma vs— aşırı gelişmenin tam da kanserojen bir komplikasyona
sahip olduğu sonucu çıkarıyor. O yüzden, bugün aşırı özgürlüğün veya aşırı
bilginin varolduğunu söylemek insanlık tarihi için bir ilerlemeye işaret etmek
değil tam tersine, büyük bir ihtimalle teşhisinde geç kalınmış bir kanseri
haber vermek anlamına geliyor. Kanser konusunda beklenebilecek ne kadar olumsuz
gelişme varsa mukabilleri, insanlık tarihinin bugünkü seyrinde bilgi, özgürlük,
zevk, refah gibi alanlarda da yaşanmaktadır. Dolayısıyla aşırı biçimde artmış,
çeşitlenmiş ve kolay erişirlik konumu güçlendirilmiş bilginin geçerli olduğ
toplum bu gelişmeden çok da olumlu etkilenmeyebilir. Bu toplumda yitip giden
şeylerin oranı gitgide artacaktır. Aşırı üremeden kaynaklanan kanser giderek
bütün bünyeye yayılmaktadır. Bilginin meşruiyet sorunundan da öte, böyle bir
durumda bilgi fazlalığının sağlığı bozan, hatta bir hastalığın ürünü olan bir
tarafı olduğu gittikçe daha fazla hissedilmeye başlanacak. Ölümcül
hastalığımızın en ciddi semptomunun zihinlerimizde dolaşan bilginin oranındaki
normalin üstündeki artış olduğunu söylemek bir espri sayılmayacaktır.
Baudrillard'ın onkolojik merkezli metaforlarının
en önemli sonuçlarından biri, Aydınlanmanın değişik vaadlerinin aşırı
üremelerinin, hayatın bütün alanlarını birbirine karıştırdığı, hiç bir beşerî
ögenin kendi mevcudiyetinin kendi başına bir değerinin kalmadığını ifade
etmesidir. Buna göre aşırı bir biçimde vurgulanan erkeklik, aşırı erkeklik
üremesine fazla dayanamayarak erkekliği aşan bir yere doğru seyretmektedir.
Aşırı derecede yaşanan, realize edilen siyasî hedefler, giderek siyaset ötesine
taşınan bir pratikle buluşmaktadırlar. Tam bir trans durumunu yaşıyoruz yani:
Tran-sexüellik, trans-ekonomi, trans-politik vs.
Kuşkusuz, Baudrillard'ın yaptığı da, diğerleri
gibi, yaşadığımız toplumun neye benzediği konusunda bazı açıklama modelleri
geliştirmeye çalışmaktan başka bir şey değil. O da bir çeşit eskatolojinin
terminolojisine başvurarak, veya geliştirerek, hâlihazırda bir şeylerin
bittiğine ikna etmeye çalışıyor. Çok güçlü ve zengin ampirik verilere dayanarak,
toplumsalın bitmiş olduğunu, yaşadığımız realitenin tümüyle simülatif bir şey
olduğunu göstermeye çalışıyor. Hiç bir şey gerçek boyutlarıyla yaşanmıyor. Her
türlü tecrübe, bizatihi katılmadan, tümüyle simulasyon koşullarında
yaşanmaktadır. Yani, iyice meşhur olmuş ifadesiyle, bir çeşit pornografik bir
şey oluyor bu dünyanın tecrübesi.
Bilgi, Tüketim Toplumu ve Teknik
Yaşadığımız
toplumun veya eşiğinde bulunduğumuz yirmibirinci yüzyılın bilgi toplumu olduğu
faraziyesini en çok tehdit eden ve edecek gerçek, aynı toplumun aynı zamanda
bir tüketim toplumu olarak da tebarüz etmesidir. Tanım gereği her iki
kavramsallaştırmanın aynı anda doğru olması mümkün değildir. Felsefe tarihinde,
eski çağlardan bu yana bilginin imkanı konusundaki en esaslı gerginliklerden
biri oluş ve varlık arasında görülegelen bir karşıtlıktan kaynaklanıyor. Bu
gerginlik varlık ve oluşun biraradalığının sorunlu olduğunu telkin ediyor. Bu
gerginliğe yol açan tartışma da bilginin değişmeyen, sabit bir şeyin bilgisi
olduğu varsayımıdır. Şayet sürekli değişiyorsa bir şeyin varlığından sözetmek,
dolayısıyla o varlığın bilgisini edinmek mümkün olmayacaktır (Arslan, 1996: 81
vd.). Burada bilginin sorunlu olması, kuşkusuz hem bilgi hem de varlığın
metafizik tasavvurundan kaynaklanıyor. Bu metafizik tasavvurlara itibar
edilmeyebilir, nitekim bu gerginliğin gereksizliği üzerinden yapılan itirazlar,
bilginin ille de sabit bir şeyin bilgisi olmak zorunda olmadığı, pekâlâ da
canlı, dinamik bir varoluşun bilgisinin de mümkün olduğu üzerinde duruyorlar.
Bu tartışmanın ayrıntılarına girmenin yeri değil, ama burada en azından
"tüketim" ve "bilgi" nin aynı anda bir varlık iddiasına
sahip olduğu bir vasatın, hem genel değerler açısından, hem de bilginin
muhtemel değerleri açısından değinilmesi gereken bir konu olduğunu söylemek
istiyorum. Yazının bu bölümünde bilgi toplumu ve tüketim toplumunun aynı ortamı
adlandırmak üzere işe koşulmasıyla ilgili bazı temel sorunlara betimsel olarak
değinmeye çalışacağım. Takdir edileceği gibi, tüketim toplumu, ilk planda,
metafizik bir isteme sahip olan bilginin değerlerle ilişkisini
sorunsallaştıracaktır.
Bilgi ve değer arasındaki ilişkiler, tarih
boyunca çok nadiren düz bir ilişki içinde olmuştur. Bilginin insanları
düze çıkaracağına dair hiç bir zaman eksik olmayan iyimser beklentiye
rağmen insanların bilgi artışı genelde hayata karşı, değerlere
karşı tutumlarda hep tersi bir durum doğurmuştu.
Kuşkusuz bilginin güçle ilişkisi, modern
toplumlarda bilginin konumunun analizi açısından önemli bir bulgu
safhasını oluşturmuştur. Ancak bu bulgu dolayısıyla hatırlanması
gereken çok önemli iki nokta vardır: birincisi, bu buluş bilgiyle gelişme,
ilerleme veya genel anlamda iyileşme
düzeyi arasında doğrusal bir ilişki olduğu yönündeki Aydınlanmacı
—aslında Aydınlanmacılıktan da öte, insan toplumlarının çoğunda
en azından kökenleri yaygın olan bir— anlayışın önemli bir sekteye
uğramış olması. İkincisi ise bilgi ve güç, dolayısıyla bilgi ve değer
ilişkisinin bugünkü tahakkukunun geçmiş zamanlarda ve toplumlarda
bugünkünden toplumumuzdakinden çok radikal bir ayrılık içinde olmadığıdır.
Eskiden beri insan topluluklarında bilginin ve bilgiyi elinde tutanların
ayrıcalıklı bir konumu olmuş; bilgi arttıkça güçlü olunacağına inanılmış; bilgiyle
değerler arasında doğrusal bir ilişkinin varlığına itimat edilmiştir.
Ancak aynı oranda da bilginin insanları tek başına kurtaramayacağına dair aykırı bir
ses de hep olagelmiştir. Aydınlanmacı filozofların önde gelenlerinden
Rousseu'nun, "bilimlerde ve sanatlarda ilerlemenin, bir birikime
sahip olmanın insan için iyi mi kötü mü olduğu" sorusuna olumsuz
karşılık vererek aykırı bir Aydınlanmacılık yaptığı iyi bilinir
Feyerabend'in tartışma konumları için ilginç
tasvirleri, insanların değerlerinin kesinlikle bilgi eksikliği veya fazlalığına
bağımlı olmadığını çok iyi örneklemektedir. Feyerabend, tartışan insanların
tartışmalarının sebebinin genelde taraflardan birinin bilgi eksikliği veya
fazlalığına bağlanması yönünde varolan güçlü varsayımı hatırlatıyor. Buna
karşılık, tarafların bilgilerinin eşitlendiği durumda bile, tartışmaların çoğu
kez sürdüğüne dikkat çekerek, tartışmada takınılan muhalif tutumların bilgi
farkına değil değer farkına bağlı olduğunu savunuyor (Feyerabend, 1995).
Bugün insanların "kurtuluş" için
bilgi yerine araçsal olarak kullanılabilir bilgiye yöneldikleri
ölçüde küresel dünyanın hızla dönüştürücü, eritici ve tüketici
alışkanlıkların girdabına sürüklenmek kaçınılmaz olmaktadır. Bugünkü
enformasyon üretim ve tedavül düzeninin bir çoğu arasında iki çok
önemli boyutu vardır: birincisi, bilgi kendisiyle aramıza mesafe
konularak, belli faydalar temin edebilmek üzere istimlak edilebilecek
bir meta olarak görülmektedir. Heidegger'in çok yerinde tabiriyle
bilgi bir teknolojik malzemedir ve insanın tüm teknolojik girişimleri
gibi insanın elinin-altında-hazır (vorhandenen)
bir yedek stoğu gibi telakki edilmektedir (Heidegger, 1977). İnsanoğlu,
herşeyi olduğu gibi aralarında hiç bir ayırım yapmaksızın bilginin
her türünü de elinin altında, emrine hazır bir yerde tutmak gibi bir
eğilime sahiptir. İkincisi, biraz buna bağlı olarak biraz da yaşadığımız
küresel kültürle daha alakalı olarak bilgi ve bilgiyle ilgili bir
çok değer iştahlı bir tüketim düzenine tâbî olmuş bulunmaktadır.
Bu tüketim düzeni kendine özgü bir üretim fabrikasyonu oluşturmuş,
yine kendine özgü bir pazar yaratmıştır. Üretimiyle-tüketimiyle
kendine özgü bir ekonominin gelişimine
yol açmıştır. Kuşkusuz üretim sürecinde üretenlerle üretici güçler
veya emekçilerle üretim araçlarına hükmeden kesimler arasındaki
farklılaşma, vahşi kapitalizmin meşhur ayrımlarını ve çelişkilerini
doğurmaktan bir hayli uzaktadır. Hatta denilebilir ki, bu güçler arasındaki
gerilim gitgide azalmakta, fakat bir tahakküm ve sömürü ilişkisi artık
bilgiyi üretenlerle tüketenler arasında yaşanmaktadır. Üstelik
paradoksal bir biçimde tüketenler bir sömürü nesnesi olmanın çok çeşitli
biçimlerini yaşamaktadırlar. Örneğin pazarda (bilgi pazarlarında)
insanların belli bilgilere duydukları talepler dolayısıyla kendi
aralarında bir statü farklılaşması yaşadıklarını söylemek çok derin
bir gözleme ihtiyaç bile duymaz.
Bilginin, insanın elinin-altında, insanın
emrine-âmâde bir nesne kılınması ile, kendine özgü düzeneğiyle bir
üretim-tüketim metaı halini almış olması, bilgi toplumunun en belirgin
özelliklerinden birini oluşturmaktadır. Kuşkusuz, yukarıda değindiğimiz, bilgi
ve değer ilişkisinin belli bir tarzda kurulmasına böylesi bir teşekkülün
doğrudan etkilerini tahmin etmek zor değil.
Bilginin tüm bu araçsalcı kullanımına rağmen,
insanların değerleriyle alakalı kararlarını belirlemede ciddi bir etkisinin
olmaması, bu ilişki tarzının doğrudan bir sonucudur. İnsanlar hayatlarıyla,
dünyalarıyla, değerleriyle ilgili herhangi bir kararda bilgi stoklarını
belirleyici kılmaktan çok uzak bir tutum içinde bulunmaya yönelirler. Çünkü tüm
bu bilgi birikimine, sanılanın aksine, insanların değer dünyalarına yön verecek
bir statü hiç bir zaman teslim edilmemiştir. Aksine, değerlerdir o bilgi
birikiminin belli bir istikamet içinde birikip şekillenmesini sağlayan. Aslında
bu durum, hadd-i zâtında kaçınılabilir bir şey de değildir. Ancak, bugün
bilginin üstünlüğü ve bilginin yol göstericiliği teması üzerine kurulmuş bir
metafizik, bir efsane, bundan kaçınılabildiği yanılsamasıyla kendi terörünü
uygulayabilmektedir. O zaman, bu teröre karşı durmanın yollarından biri,
araçsal bilginin insan varoluşunun tüm tezahür biçimlerine yapışan bir şey
olduğunu, kendi başına bir yol göstericilik vasfı olmadığını ve ancak insanın
varoluşsal tercihleri eşliğinde faydalı veya zararlı olabileceğini ortaya koymaktır.
Ancak, bilginin enformasyon toplumundaki sözkonusu
teşekkül tarzının, hayata yön veren bilgi üzerindeki etkilerine değinmeden
geçemeyiz. Sözümona bilgi toplumunda yerleşen sözkonusu tüketimci ve teknolojik
kültürün, insanların hayatla, tabiatla, insanla ve hatta Tanrı'yla ilgili
bilgilerine karşı tavırlarını da belirlemesinden sözediyoruz. Şimdi insanların
tüm bu alanlarla ilgili bilgilerinin böylesi bir üretim sürecine ve tüketim
pazarına açılmış olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. İnsanın varoluşuyla ilgili
bilgi sözkonusu olduğunda bile bu, Heidegger'in tabirleriyle konuşmak
gerekirse, bize seslendiği yerden dinlenerek değil, doğrudan bu pazarın tüketim
alışkanlıklarının belirlediği bir pazarda aranmaktadır. Zaman zaman bu tür
bilgilerin tadilatına yönelik dayanılmaz iştah, salt belli zamanlarda
duyulabilecek bir teolojik gözden geçirme ihtiyacıyla çok fazla alakalı olarak
kabarıyor olamaz. Bu iştah doğrudan doğruya bu alandaki bilgi üretiminin bir
tüketim güdüsüne tâbî olmasının bir sonucudur. Eski bilgiler insanları çok
fazla eğlendirmemeye başlıyor. Biraz değişiklik, biraz macera insanlardaki
heyacanı, geçici de olsa, dindirmek üzere aranabiliyor. İlahiyat alanında son
zamanlarda medyatik yollarla süren tartışmalar bu üretim ve tüketimin düzeninin
dinî inançları da nasıl kapsama alanına aldığının çok iyi bir örneğini
veriyor.
Bu tartışmaların gündemindeki bir çok konunun, bir
çok kültür malzemesinin, bir çok değerin nasıl bir aşınmaya uğradığına ve nasıl
"aşılıp geçildiğine" bakmak yeter. Üstelik "aşıldı" denilen
konular, çoğu kez, aslında her insanın kendi "varoluş" sürecinde
yaşaması gereken bir tecrübeye, cevaplaması gereken bir soruya, uğraması
gereken temel bir durağa tekâbül etmektedir. Ancak birilerinin herkes adına
uğraması yeterli görülüyor olacak ki, bu tür temaların tekrar ele alınması
gereksiz görülüyor. Oysa sözkonusu iddialar aşılabilecek iddialar da değildir.
Veya aşılacaksa bile üstüne bir şey konulmak suretiyle, bir temel kılınmak
suretiyle aşılabilecek konulardır. Böylesi bir aşma tecrübesinin farkında
olmak, saygıdeğer bir bilinç durumunu işaret eder. Ancak "aşmak" daha
ziyade belli bir düşünce tarzında bir bilgide bir süre oyalanarak orayı
"terketmek" şeklinde algılanıyorsa bunun hiç bir saygıdeğer tarafı
yok. Üstelik, "algılanıyorsa" sözcüğünü özellikle kullanıyorum, ki
aslında insanlar yaşamış oldukları hiç bir şeyi "terkedemiyorlar".
Yaşadıkları üzerine bir tecrübe inşa ediyorlar. O yüzden, bir bilgiyi, bir
tavrı, bir düşünceyi "terkettiklerini" onlara algılatan şey, üzerinde
durmaya değer ayrı bir analiz konusudur. İnsanlar bir şeyleri aştıklarını
düşünmekle bir yandan kendilerine bir doğrusal gelişme çizgisi üzerinde üst bir
nokta yakıştırmakta, diğer yandan o noktaya ulaşmalarını sağlamış olan ve artık
"aşılmış" bulunan hiç bir bilgiyle, değerle, tutumla halihazırdaki
bağlarını izah etmeye ihtiyaç hissetmiyorlarsa sözkonusu "aşma" çok
kötü bir tüketici davranışını ele verir ancak. Bugün insanların, özellikle,
varoluş sorunlarıyla ilgili konuları ele alış biçimlerine bile hakim olan
davranış biçiminin de, bu tüketici davranışı olmadığını kimsenin iddia
edebileceğini sanmıyorum.
Bilgi toplumunun, değerleri bile tüketim düzenine
tabi kılan etkilerinden birini ilahiyat alanına da yansıtmış olduğunu gördük.
Diğer bir özelliği itibariyle ve sözkonusu aynı tüketim alışkanlığının hem
sonucu hem nedeni olarak, dinsel bilginin, insanın emrine sunulmuş olduğunu;
ona yol gösterici olmaktan ziyade onun elinin altında, istediği şekilde
kullanabildiği bir stok mala dönüşmüş olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Yukardaki
örneklerin aynısından ilerlesek bile, bu gözlemi güçlendirecek ampirik verileri
toplamak zor değil. Binlerce yıl insanlara yol göstermiş bir mutlak bilgi
—iddiasında— olarak dinsel bilgi, kendisine din dolayısıyla bir kimlik atfetmiş
insanların yaşadıkları hayatla arasındaki uçurumu kapatmanın bir yolu olarak
değişim talebine maruz tutulmaktadır. Üstelik bu talepten önce sözkonusu
hayatla her çeşit boğuşmanın denenmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. İster
bir kalkınma ideoloisi olarak isterse bir özgürlük ideolojisi olarak sayısız
talebe cevap vermesi beklenen din veya dinî bilgi ancak bir hizmet aracı olarak
görülebilmekte —bir "yol gösterici" olarak değil.
Gelelim bilgi toplumundan örneklediğimiz, bilginin
insanın el-in-de-mevcut hizmetkârı, bir tüketim maddesine dönüşmüş olmak
sûretiyle, değerlerle ilişkisinin tersyüz edilmiş olması durumunun yeni bir
durum olup olmamasına. Tekrarlamak gerekirse, bilgi ve değer ilişkisinin bu
tersliğinin yeni bir durum olduğunu söylemek aslında insanın çok temel bir
vasfının kökten değişmiş olduğunu söylemek anlamına geldiği gibi, insanın bu
dünyada kökten düzgün bir dönem geçirmiş olduğu ve böyle bir dönemin yeniden
yakalanabileceği yönünde bir kendine-yeter egemen özne varsayımını besler. Oysa
insan oğlunun yeryüzündeki serüveninin önemli bir momenti bu gerilim hattında
yaşanmaktadır. Bu gerilim hattı kalktığı zaman insanın insanlaşma sınavı bitmiş
olur.
REFERANSLAR
Arslan, A., 1996, Felsefeye Giriş,
ikinci baskı, Ankara: Vadi.
Baudrillard,
J., 1995, Kötülüğün Şeffaflığı: Aşırı
Fenomenler Üzerine bir Deneme, çevirenler: E. Abora, I.. Ergüden, İstanbul:
Ayrıntı.
Beck,
U., 1992, The Risk Society: Towards
Another Modernity, London, Sage.
Comte,
A, 1984, Pozitivizmin İlmihali,
Ankara: MEB.
Feyerabend,
P. K., 1995, Akla Veda, İngilizce'den
çeviren: E. Başer, İstanbul: Ayrıntı.
Foucault,
M., 1977, Discipline and Punish: The
Birth of The Prison, Penguin Books; Türkçesi, Hapishanenin Doğuşu, çev. M. Ali Kılıçbay, İmge Yayınları, Ankara,
1993.
Foucault,
M., 1980, Power/Knowledge, ed. C.
Gordon, Hossocks: Sussex
Fukuyama,
F., 1990, Tarihin Sonu mu?, Kaplan,
Y., (der.) , Kayseri: Rey
Geertz,
C., 1969, Islam Observed, Cambridge:
University Press.
Giddens,
A., 1990, The Consequences of Modernity, Cambridge,
Polity Press; Türkçesi: Modernliğin
Sonuçları, Çev. Ersin Kuşdil, İstanbul:Ayrıntı.
Göka,
E., Topçuoğlu, A., Aktay, Y., 1996, Önce
Söz Vardı: Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme, Ankara: Vadi.
Habermas,
J., 1972, Knowledge and Human Interests,
Almanca'dan çeviren: Jeremy J. Shapiro, Boston: Beacon Press.
Habermas,
J., 1980, Modernity: An Uncompleted
Project; Türkçesi, Modernlik: Tamamlanmamış bir Proje, Çeviren: Necmi Zeka,
Postmodernizm, 1990, İstanbul: Kıyı.
Hamelink,
C. J., 1991, Enformasyon Devriminden Sonra Yaşam Sürecek mi?, Kaplan, Y.,
(der.) Enformasyon Devrimi Efsanesi:
Modernleşme Kuram ve Uygulamalarının Eleştirisi, Kayseri: Rey.
Heidegger,
M. (1977) The Question Concerning
Technology and Other Essays, Trans. William Lovitt, New York: Harper &
Row.
Huntington,
S. P., 1997, Medeniyetler Çatışması, der.
Murat Yılmaz, 2. Baskı Ankara: Vadi.
Jameson,
F. 1991, Postmodernism or the Cultural
Logic of Late Capitalism; Türkçesi, Postmodernism
veya Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı, 1995, İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları.
Kaplan,
Y., 1991, (der.) Enformasyon Devrimi
Efsanesi: Modernleşme Kuram ve Uygulamalarının Eleştirisi, Kayseri: Rey.
Keskinok,
Ç. & Ersoy, M., (der) Üretim
Tarzlarının Eklemlenmesi Üzerine, Ankara: Birey ve Toplum
Kuhn,
T. S., 1962, The Structures of Scientific
Revolutions. 2. baskı. Chicago: Chicago University Press.
Lash,
S., 1993, Reflexive Modernization: The Aesthetic Dimension, Theory Culture & Society, Vol, 10.
Lyotard,
J. F., 1984, The Postmodern Condition,
Minneapolis: University of Minnesota Press; Türkçesi, Postmodern Durum, çev. Ahmet Çiğdem, ikinci baskı, Ankara: Vadi.
Philip,
M., 1997, Michel Foucault, Çağdaş Temel
Kuramlar, çev. Ahmet Demirhan, ikinci baskı, Ankara: Vadi.
Serdar,
Z., Terminatör'den Kurtulmak: Postmodern Zihinsel Durum, Yeni Dergi, sayı: 3.