BİRLEŞEN
DÜNYADA ÇOĞALAN KÜLTÜRLER?
YASİN
AKTAY*
Yaşadığımız dünyanın küresel niteliği üzerinde çok duruldu. Bu niteliğin bir boyutu olarak da küreselleşen dünyadaki toplumsal hareketliliklerin kürenin her tarafındaki kültürleri birbiriyle karıştırdığı ve sonuçta bir çeşit çokkültürlülük durumunun karakteristik hale geldiği sıkça vurgulandı. Ancak dünyanın küreselleşmesiyle çokkültürlüleşme arasındaki ilişki hiç de göründüğü kadar basit değildir. Dünya küreselleştikçe farklı kültürel yapılara vurgunun arttığı doğru da, farklı kültürlerin böylesi bir dünyada daha fazla bir varoluş imkânını yakalıyor olduğu çok net gözükmüyor. Çünkü küresel dünya, doğası gereği bütünleşen, herkesi bir şekilde içine alan ve herkese kendine ait kültürün damgasını vurmak itibariyle benzeştiren bir dünyayı işaret ediyor. Buna rağmen, böylesi bir dünyada çokkültürcülük, hem bir gözlem hem de bir siyasal öneri olarak gittikçe daha fazla olmak üzere yoğun bir göndeme konu olabilmektedir. Bu yazıda, çokkültürcülük ve küreselleşme arasındaki ilişkileri, değişik düzeylerde her ikisine atfedilen çeşitli özellikleri sınayarak ele almaya, ve çokkültürcülüğün çeşitlendiği bağlamları göstermeye çalışacağız.
Çokkültürcülük, modernleşme,
postmodernleşme ve küreselleşme gibi gelişmelerin geçirdiğine benzer bir
merhaleden geçerek sosyolojik ilginin cazip, ama aynı ölçüde de tartışmalı
konularından biri haline gelmiştir. Bu kavramlar gibi, neredeyse çokkültürlülük
de yaşadığımız dünyanın bütün boyutlarını kavrama iddiasında bulunuyor. Ulusal
devlet mefhumunun gittikçe sorgulandığı -ama tabii ki hiç bir zaman beklenen
sonunun gerçekleşmediği- bir dünyada çok kültürlülük gerçeğine, mukabil bir
vurgunun yoğunlaşmasından doğal bir şey olamazdı. Çok kültürlülüğün gündeme
oturmasının bu düzeydeki bir çok gelişmeyle ilgisi olduğu açıktır.
Fakat öncelikle konumuzun
başında dilimize dolanan bir kararsızlığı gidermenin gereği daha da açıktır. O
da çok kültürlülük hakkında mı yoksa çok kültürcülük hakkında mı konuşmamız
gerektiğine karar vermek. Nitekim konuyla ilgili tartışmalara bir doktrin
olarak "çokkültürcülük" ile bir gerçek olarak
"çokkültürlülük" arasında bir ayırım yaparak başlamak, yine diğer
konulardaki teamül gereği bir zorunluluk haline gelmiştir. Birbirinin
tamamlayıcısı da olsa yaşanan dünyanın modern niteliğine vurgu yapmanın
modernist olmayı, postmodern niteliğine vurgu yapmanın postmodernist olmayı,
küresel niteliğine vurgu yapmanın da küreselci olmayı gerektirmediğini
biliyoruz. Gerçi kavramların aşırı elektrik yüklü olduğu siyasal zeminlerde iki
kullanım biçimi arasındaki iletkenlik artar. Örneğin, küresellik veya modernlik
gerçeğini görmek ile küreselci veya modernist olmanın siyasal sonuçlarına talip
olmak arasında bir fark ortaya koymak gittikçe zorlaşır. Çokkültürlülük işinde
muhtemelen diğerlerinde olmayan başka bir taraf daha vardır. Çok kültürlülük
gerçeği üzerinde yapılan gözlemler, birbirine taban tabana zıt bir çok siyasî
tutuma aynı anda servis verebilir. Çok kültürlülük gerçeğini farkedip daha
katılımcı, demokratik ve farkları gözeten bir siyaset arayışı içinde
olabileceğiniz gibi, bu konudaki benzer gözlemleri farkları belli bir kültürel
unsur lehine bertaraf etmenin etkili stratejilerini geliştirmek için de
yapabilirsiniz. Her durumda, toplumların oluşumunu çokkültürlü olarak görmek,
çağımızda kimsenin itiraz edemediği bir gerçek haline gelmiştir. Hatta bugünden
bakarak geçmişte de insan toplumlarının hep farklı kültürlere sahip olduğunu
söylemek zaten yine çok kültürlülüğün etkili bir biçimde kurulduğu bir
söylemsel gerçekliğin içinden bakmanın bir sonucu değil midir? İnsanların
Aydınlanmacı bir evrenselcilik içinde tamamen "olumlu" yüklemelerle
"eşit" olarak tanımlandıkları modern dünyada, çok kültürlülüğün pek
de bir "gerçek" gibi görülmediği bir dönem yaşadığımızı kimse iddia
edemez. Evrensel değerler adına sergilenen vatandaşlık, hatta insanlık tanımı,
kültürün fark oluşturan boyutlarının bertaraf edilmesi gereken bozucu bir
etkisi olduğunu bile zımnen varsaymıştır. Nitekim, çokkültürlülük gerçeğini
toplumsallaşma siyasetinde dikkate almayı öneren yaklaşımların en önemli
eleştirel mülahazalarından biri eşitlik düşüncesinin adaletsizliği üzerinde
yoğunlaşmak olmuştur.
Eşitlikçilik söylemi modern
dünyanın yükselen ruhudur. Bu ruh, geleneksel dünyanın ırksal, etnik, dinsel
veya toplumsal hiyerarşik tabakalaşmalarını bertaraf etme iddiasıyla gezinmye
başladığnıda karşı konulamaz bir haklılığa sahip görünüyordu. Modern dünyanın
kurumsal yapısının temelinde yer alan hukuk ve devlet yapılarının en önemli
meşruiyet dayanağı, eşitlikçi ideolojinin beslediği evrensel vatandaşlık
kavramı olmuştur. Devlet kurumları ve hukuk önünde hiç kimsenin etnik, cinsel,
dinsel ve ırksal farkına göre ayrı muamele görmeyecek olmasının bu eşitlik
idealini, bu evrensel vatandaşlık idealini yeterince gerçekleştirdiği
varsayılmıştır. İlk başlarda eşitlikçilik söyleminin, muhtemelen çağın
"yükselen ruhuna" tekabül ettiği için, ciddi bir itirazla
karşılaşmamış olduğu söylenebilir. Ancak bir süre sonra insanların eşitleneceği
seviyelere veya ölçülere karar veren iradelerin, toplumsal farklılıklar
arasından birilerini ayırd etmeden işleyemediği yönünde itirazlar yükselmeye
başlamıştır.[1] Eşitliği
kuran ilkenin eşitlikçi bir temele dayanmaması toplumsal eşitlikçilik
projelerinin hepsine yapışan bir paradoks olmuştur. O yüzden evrensel bir
yaygınlıktaki ulus-devlet yapılarının toplumun belli bir unsurunu merkeze
alarak diğer insanları bunlara eşitleyen yaklaşımında içerilen
"inkar"ın şiddeti, sonraki siyasal gelişmelerin temel güdüleyicisi
oldu. Çokkültürcülüğün bir çok düzeyde eşitlikçilik karşıtı bir söylem olarak
temayüz etmesi tam da bu eşitlikçilik ruhunun kendi sınırlarına dayanmış
olmasından kaynaklanıyor olabilir mi?
İMPARATORLUK VE
ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK
Kültürel farklılık, kültürel çoğulculuk gibi ifade biçimleriyle sayısız makale, kitap ve yazının konusu olarak, artık inkar edilmez bir gerçek olarak söz edilen çokkültürlülük dünyanın ne ölçüde yeni bir gerçekliğidir? Kuşkusuz, eskiden beri insan toplumlarının büyük bir çoğunluğu, bugün gündeme geliş biçimiyle bile çok kültürlü bir karakter taşımıştır. Bu anlamda bugün çok kültürlülükten bahsetmemizi gerektiren çok özel bir durum yaşıyor sayılmayabiliriz. İnsan toplumları toplu göçler, savaşlar ve benzer sebeplerle sayısız hareketlilikler yaşadıkları sürece kaynaşmış ve farklı kültürlerin birarada yaşadıkları çeşitli toplumsal kompozisyonlar oluşturmuşlardır. Çokkültürcülük bağlamında kayda değer olan, bütün bu toplumların bu kültürel farklılaşma sorunuyla nasıl başetmiş olduklarıdır. Bu konuda genellikle devletlerin önünde iki büyük seçenek olmuştur. Bugün büyük bir şâşaayla bahsedildiğinde bile bu sorunla başetmek için başka bir yol öneriliyor değildir: Devletler genellikle ya hakim grup içinde diğer farklılıkları giderici, asimile edici bir program izlemişlerdir veya toplumsal farklılıkları bir gerçek olarak kabullenip bunları tanımışlardır. İkinci tutum genellikle bütün imparatorlukların takip ettiği bir yol olmuştur. Başlıbaşına bu bile gösterir ki çokkültürcülüğü tanıyan bir siyaset ile imparatorluk olmak arasında her zaman tarihsel bir yakınlık olmuştur. Tekkültürcü asimilasyon siyasetleri genellikle küçültücü bir işlev görmüştür. Sasanî, Bizans, Emevî-Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarının toplumsal farklılıkları kabullenen bir tutum içinde olmaları, herhangi birinin insan haklarıyla ilgili özel bir meziyetinden önce, imparatorluk ufkunun öğrettiği bir tarz olmuştur. Farklılıkları nihaî anlamda gideremeyeceğinin farkında olan imparatorlukların gerçekçiliklerinin bir sonucu olarak sergilenmiş olan çokkültürlülüğün, yine de, farklı gruplar arasındaki eşit katılımlı bir ilişkisi anlamına gelmediğini de vurgulamak gerekiyor. Çokkültürcülük, hemen her imparatorluğun içinde hakim ve kurucu unsur olmuştur ve bu unsur kültürlerin eşit olarak bir toplumsal yapı içinde bir arada yaşamalarının önünde bir engel oluşturmuştur. Bu açıdan imparatorlukların çokkültürlülük gerçeğiyle başetme yollarından önce, başedemedikleri çok kültürlülüğü tanımak zorunda oldukları da söylenebilir.
Yine de bütün imparatorlukların
bütün topraklarda sergiledikleri tutumun da aynı olmadığını hatırlatmak
gerekiyor. İnsanları hakim bir dine veya bir etnik özelliğe dönüştürme
arayışında olan imparatorluklar olduğu gibi, farkı özellikleri korumaya
çalışmış olan imparatorluklar da olmuştur. Hindistan'ın bazı bölgelerinde kast
sisteminin korunması için toplumsal asimilasyon hiç bir şekilde akla gelmeyen
bir teknik olmuştur (Lapidus, 1988: 437 vd.). Abbasî imparatorluğunun hüküm
sürdüğü esnada bir yandan İslâm tebliğinin dinsel motivasyonları dolayısıyla
insanların Müslüman olmalarına yönelik bir isteğin belirlediği pratikler
varken, bir yandan da cizye gelirlerinin düşmesinin yarattığı bir kaygıyla
İslâm'a girişlerin fazla teşvik edilmediği dönemler ve bölgeler de olmuştur.
Osmanlı imparatorluğunun da Anadolu'da ve Kuzey Afrika'daki halkların
Müslümanlaştırılması için gösterdiği iştiyakı Balkanlar'da fethedip toplumsal
sistemini yerleştirdiği bölgelerde özellikle göstermemiş olduğu biliniyor. Türk
yerleşiminin Anadolu'da olduğu ölçüde Balkanlar'da gerçekleşmemiş olması bunun
görünür sebeplerinden biri olmuşsa da, Osmanlı imparatorluğu Balkanlar'da
siyaseten Hristiyanları himaye etmiştir. Buna mukabil Konstantinopol'ün fethine
kadar rakip Bizans imparatorluğuyla özdeşleşmiş olan Anadolu'daki kiliseler
yıkılıp bastırılmıştır. Fetihten sonra Balkanlardaki Ortodoks kilisesi yeniden
örgütlenmiş, yargılama hakkı ve mülkiyetleri itibariyle Hristiyan cemaatleri
korumasına izin verilmiştir (Lapidus, 1988: 308).
Konuyu Osmanlı toplum yapısının
kültürel siyaseti etrafında daha fazla dolandırmadan, buradan çıkan kısa sonucu
belirtmekte fayda vardır: Bir imparatorluk olarak Osmanlı imparatorluğu içinde
bile hiç bir zaman devletin belli bir kültürel türdeşlik arayışından
vazgeçmemiş olması bir yana, Müslümanlaştırma yönünde bir asimilasyon siyaseti
uyguladığı yerlerde bile bu, bir tekkültürlüleşme siyasetiyle aynı özelliklere
sahip olarak işlememiştir. Osmanlı devleti, Müslümanlaşmalarını gözettiği
gruplar üzerinde bile dinden başka konularda kolay kolay bir tekkültürlüleştirme
yoluna gitmemiştir. Bunu ister bir
imparatorluk rasyonelliğinin bir gereği olarak isterse de dinî ilkelerin bir
gereği olarak yapmış olsun, bu siyaset Osmanlı toplum yapısının çokkültürlü bir
niteliğinin oturmasında önemli bir etken olmuştur.[2]
EŞİTLİĞİN SINIRLARINDA
ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK
O zaman, işe, çokkültürlülüğün yeni bir
gerçekmiş gibi dikkatimizi çekiyor olmasındaki tuhaflığı açıklayarak başlamak
gerekiyor. Aydınlanmanın evrenselci siyasal söylemi, yürürlükte olduğu iki
yüzyıldır her yanıyla tektipleşmeyi terfî ettiren bir yaklaşımı, küresel çaptaki toplumsallaşma biçimleriyle
temsil etmektedir. Çerçevesi vatandaşlık mefhumuyla çizilen bu eşitlikçi
söylem, uzun süre itiraz edilmesi zor, söylemsel yaptırımı ağır[3] bir
haklılık temeline oturmuştur. Haklılığını büyük ölçüde pozitif kurucu ilkelere
dayanmasından almıştır. İnsanlara dil, din, renk ve cinsiyete göre farklı ve
ayrımcı yaklaşan bir siyasal uygulamanın ızdırap verici tarihine karşı
eşitlikçi itirazın, çağın yükselen ruhu olarak bu meydan okumasının gücü inkar
edilemez. Fransız devrimiyle birlikte ilan edilen yeni siyasal konsept,
geleneksel toplumun soya, ırka ve cinsiyete dayalı tabakalaşmasına karşı
vatandaşlık kavramını öne sürerek insanlık onuru adına ileri bir adım
kaydetmiştir. Bu adımın atıldığı toplumsal yapının kendisine büyük bir haklılık
kazandırdığında kuşku yok. Bu haklılığın hakettiğinden fazlasını da muzaffer
olmanın kazandırdığı avantajlarla tahsil etmiş olması da ayrı bir gerçek.
Ayrıca, insanlar arasında eşit muameleyi hedefleyen bu yeni evrensel
vatandaşlık statüsünün muhtevası evrensel olmayan siyasal öznelerce tayin
edilmiştir. Esasen bu durum sadece vatandaşlık statüsünün Fransa'daki veya şu
veya buradaki belirli bir tanımında geçerli bir kusur olmamıştır. Eşitlik ideolojisinin
meşrulaştırıcı unsuru olduğu Ulus-devlet projesinin hayata geçirildiği her
yerde, millet kavramının bir toprak parçası üzerindeki sayısız kültürel unsuru
hakim bir unsur lehine tesviye etmeye dayandığı görüldü. Devletin eşit
muamelesini celbetmek, millet kavramının doğası gereği, ancak bazı kültürel
unsurlardan feragat edebilme şartına bağlanınca, eşitlik ideali temelinden en
derin yarayı almış oldu. Bu mantık üzerinden gidildiğinde vatandaşlık kavramı
veya tek kültürlülük bağlamında eşitlikçiliğe yapılan itirazın mutlak anlamda
eşitliğe itiraz olmaktan ziyade eşitlik idealinin kaba uygulanışına bir itiraz
olduğunu ifade eder. Bu durumda bir çok ifade biçimi itibariyle eşitlik karşıtı
bir söyleme dönüşen çok kültürcülüğün aslında eşitliğin gerçekleştirilmesinin
daha ince stratejilerine talip olduğunu görebiliriz. Bu stratejiler, farkların
tanınması ve bu farkların gözetilmesi üzerinden gerçekleştirilebilecek bir
eşitlik idealine gönderme yaparlar.
Nitekim Stuart Hall'un da
İngiliz çokkültürcülüğü bağlamında çerçevesini çizdiği üzere, günümüzde
şekillenen biçimiyle çokkültürcülüğün iki farklı talebi içerdiğini görmek
gerekiyor. Bir yandan ayırımcılığa karşı etnik, cinsel ve dinsel eşitlik ve
adalet talebi, diğer yandan, belli bir kültürel biçimin merkezîliği etrafında
evrenselleştirilen bir eşitlikçiliğe karşı farklılığını kabul ettirip tanıtma
talebi (Hall, 2000: 225). Dolayısıyla eşitliğe itiraz, ilk bakıştakinin aksine,
radikal anlamda bir eşitlik talebinden başka bir anlam ifade etmiyor olabilir.
Buna rağmen çokkültürcülüğe karşı çıkanlar da, güçlerini hâlâ önemli ölçüde bir
geçerliliği olan eşitlikçi ideolojiye dayanarak hasımlarının kasıtlarını
kalabalığa getirebilmeye borçlu olmaktadırlar. Eşit muamelenin inkâr edilmez
değerine karşı farklı muameleyi istemenin irrasyonel boyutuna dikkat
çekmektedirler. İyi de durum gerçekten bu şekilde özetlenebilir mi? Yani
gerçekten de vatandaşlar arasında eşitliği sağlamayı taahhüt eden bir siyasal
yapıda "farklı muamele"ye talip olmanın rasyonalitesi nedir?
Farklılığının tanınması talebi neden zorunlu olarak "ayrımcı bir
muamele"ye talip olmak olarak anlaşılmalıdır? Genellikle bu tarz bir
görüntüye sahip olan çokkültürcü siyasal talepler, bu açıdan evrensel
vatandaşlık mefhumunun sağladığından daha ileri bir siyasal öneri
getirebilmekte midirler?
Bunları anlayabilmek için
günümüzde şekillenen itibariyle çokkültürlülük pratiklerine ve çokkültürcü
tartışmalara bir göz atmak gerekiyor. Ancak, buna bakarken küreselleşme ve
küresel metalaşma sürecinin orta yerinde kültürün ne anlama geldiğiyle ilgili
sorunun çokkültürcülüğün imkânıyla ilgili tartışmaları öncelemeye yüz tuttuğunu
farketmiş oluyoruz. Her birinin kendi ömür seyri içerisindeki durumu ne olursa
olsun, ulus-devletler içinde varoluş veya Charles Taylor'un deyimiyle
"tanınma siyaseti" (Taylor, 1995: 249), Iris M. Young'ın deyimiyle
"farklılık siyaseti" (Young, 1995: 199) güden kültürler, daha küresel
gerçeklik içerisinde bu siyaseti ne ölçüde başarabilirler? Ayrıca, sürekli bir
değişim ve oluşum süreci içerisinde olan kültürel yapıların farklarına dayalı
bir siyasal yapı talebi kültürlere özcü bir tanım yüklemeyi zorunlu kılmaz mı?
ÇEŞİTLENEN
ÇOKKÜLTÜRLÜLÜKLER:
Türkiye:Mozaikten
Mermere Millet İmgeleri
Türkiye gibi, ulus devlet
yapısını türdeş bir millet tanımına dayandırmış olan ülkelerde çokkültürcülük
tartışmasının aldığı biçim kendine özgü bir seyir izler. Bilindiği gibi
Türkiye'de millet tanım misâk-ı millî sınırlarında kalan herkesin Türk olduğu
varsayımına dayandırılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu kavram ciddi
ırksal yüklemelerle beraber kullanılmışsa da, nihâî ve anayasal anlamda Türklük
ırksal olmaktan ziyade bir çeşit teritoryal vatandaşlık kavramı olarak
geliştirilmeye çalışılmıştır. Kavramın Lozan mütarekesiyle birlikte içine giren
zorunlu unsurun İslâmlık bağı olduğu, bu nedenle de Kürtlüğün bu kavramın
muhtevasından dışlanmadığı söylenebilir. Bundan dolayıdır ki, Türkiye'de
azınlıklar kapsamına "Müslüman oldukları için" Kürtler girmezken,
Türk olduğu halde başka bir dine mensup olan bir çok unsur girebilmiştir.
Türklüğün Cumhuriyetin kuruluşunda kazandığı bu içerik, değişik dönemlerde
değişik siyasal tutumlar yüzünden farklı müdahelelere, farklı işlemelere konu
olmuş olsa da, genellikle ifade edilmeyen dinsel bağ hep kalmıştır. Nitekim çokkültürlülük
tartışmasının ilk çağrışımı, yaşanan 15 yıllık çatışmanın da doğal sonucu
olarak hep Kürt sorunu ve bunun uyandırdığı bütünlükçü duyarlılıklar
olmaktadır. Çokkültürlülük ve bunun siyasal sonuçlarıyla igili tartışmanın hep
bu hassas alanda karşılandığı Türkiye'de bu yüzden ciddi bir mesafe
katedilememektedir. Oysa, çokkültürlülük çok daha geniş ve çok daha açık-uçlu
bir siyasal proje olarak tartışıldığında, önümüzdeki tek kültürel eksenin
Türklük-Kürtlük ekseni olmadığı, bunun çok daha kapsamlı bir demokratik
açılımın uygun bir zemini olduğu görülebilir. Türkiye'de farklı kültür
denildiğinde akla gelen, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Zazalar gibi etnik
unsurlar kadar, Aleviler, Sünniler, Nakşibendîler ve cemaatler gibi dinsel ve
mezhebsel unsurlar veya Masonlar, çevreciler gibi daha modern örgütlenmeler
etrafındaki alt-kültürel oluşumların her biri kendini ifade etmenin, kendini
tanıtmanın yollarını arıyor. Bunların her birinin siyasî ve toplumsal hayattaki
varoluş mücadelelerini çokkültürcülük sorunu kapsamında görmek konuyu biraz
basitleştirmek olabilir. Doğrusu, bütün bu unsurların yer aldıkları toplumsal
ve siyasal özne konumları, demokratik süreçlerin seyrine daya uygun düşüyor.
Buradaki uyum sorununu ortaya çıkaran, bütün bu unsurların bir bakıma birbirinin üstüne binen öznel konumlarıdır.
Yani çokkültürlülük havzası içinde aynı anda bir çok kültürel aidiyetin bir
grupta veya bir bireyde temsil edilmesi sözkonusu olabilmektedir. Örneğin,
İslâmî bir kültürel farkta bulunan bir insan Türklük, Kürtlük, Çerkezlik veya
Lazlığın oluşturabildiği farklara sahip olabildiği gibi Alevîlik veya
Nakşibendilik, hatta feministlik farkını da iddia edebilmektedir. Önce kadın
olarak tanınmak isteyen feministlere karşı, sınıfsal konumlarını hatırlatan
söylemin daha haksız olduğunu iddia etmenin dayanağı nedir? Bir çok yerde
olduğu gibi Türkiye'de de söylemin kurucu rolünün önemi atlandığı taktirde
kültürel fark olarak gösterilen hiç bir özellik sınırı daha fazla
belirginleştirmiyor, aksine daha da muğlaklaştırıyor. Çünkü kültürler, bir
dereceye kadar milletler gibi doğal bir mesnede sahip olmaktan ziyade söylemsel
bir mesnede dayanmaktadır. Tabi söylemsel bir mahiyete sahip olmaları gerçekten
de kültürlerin var olmadığı anlamına gelmiyor, sonuçta kültürler şu veya bu
sürecin bir sonucu olarak siyasal arenadaki yerlerini alırlar. Sonuçta belli
bir grubun kendini bir kültürel beden olarak var etme iddiasını ve iradesini
içerir. Kendi tanımı konusundaki
insiyatife talip olmak Charles Taylor'un bahsettiği anlamda bir "tanınma
siyaseti" izlemek, bir cemaat olarak varolma sürecinin tabiatı gereğidir.[4] Yalnız
burada gizlenen sorun, bu kültürel farkı iddia edebilen, tanıma ve tanınma
sürecine dahil olan iktidar ilişkilerinin farkına varabilen bir entelektüel
söyleme sahip olmayanların sergiledikleri kültürün ne olacağı sorunudur. Zira
kültürün tabiatında varolan doğallığa sahip olanların genellikle dile
getirmelerine pek alışık olmadığımız bir sorundur çokkültürcülük sorunu. Bu da
çokkültürcülük sorununun dayandığı kültür tanımının görünenden daha fazla
tartışma içermesine ve anlaşmazlığa konu olmasına yol açmaktadır. Aşağıda bu
soruna tekrar döneceğiz. Şimdilik Türkiye'den başalayarak, çokkültürcülük
sorununun değişik ülkelerde nasıl çeşitlendiğine bir bakalım.
Türkiye'de çokkültürcülüğün
tartışıldığı bağlam, ülkenin bölünmez bütünlüğüne tehdit oluşturan "bölücü
terör" ile, ülkeyi geriye götürmeye kasteden irticaî hareketler
konseptlerinin ufukları içinde belirlenmektedir. Her iki tehdit konsepti ve bu
konseptlerin tepki verdiği tehditler, kültür kavramı hakkında derinlemesine herhangi bir analizin
yapılabilmesini gerçekten de zorlaştırmaktadır. Kurucu ideolojisi itibariyle
İslâmî bir mirastan devraldığı "tevhidçi" reflekslerle, modern-ulus
devletinin alımlı değerlerinden olan tekçiliğinin uyumuyla şekillenen üniter
ideoloji, farklılığın her çeşidini tehdit olarak karşılayan bir bünyeyi özenle
işlemiştir. Fiîlî gerçekliği itibariyle mozaik bir yapı arzeden ülke, hukuken
bir mermer pürüzsüzlüğü esasında, tedrisatın, siyasetin, ülkenin ve ideolojinin
tevhidini hedeflemiştir. Ancak bu tevhidin Türkiye gibi Osmanlı bakiyesi ve
Osmanlı'nın bütün mozaik dokusunun bir nümunesini oluşturan Misak-ı Millî
içerisindeki ifadesi kolay olmamıştır. Soner Çağaptay'ın tespit ettiği gibi, oluşum
döneminde, Türk Milletinin birbirinden ayırdedilebilecek üç çeşit tanımı
gelişmiştir. Birincisi yukarıda belirttiğimiz gibi 1924 Anayasası'nda geçen
şekliyle teritoryal, yani Türkiye'de yaşayan herkesi Türk sayan ve
farklılıkları görmezden gelen tanımdır. Bu tanımın içinde etnik kökenine
bakılmaksızın herkes eşit Türk vatandaşıdır. İkinci tanımda ise Türkiye'de
yaşayıp da Müslüman olan herkesin Türk sayılmasını sağlayan tanım olmuştur. Bu
tanımda, bugün Batılı ülkelerce azınlık olarak görülmeye çalışılan ve kendileri
arasında da bu görüşe kayda değer bir taraftar kitlesi bulan Kürtler, azınlık
sayılmadan Türklerin faydalandığı bütün haklardan eşit olarak
yararlandırılacağı öngörülmektedir. Tedavül değeri çok yüksek olmuş olan bu
tanımın dahili sorunu, bütün Türklerin Müslüman olmalarına karşılık bütün
Müslümanların Türkçe konuşmuyor olmaları gerçeği olmuştur (Çağaptay, 2001).
Çağaptay'ın işaret ettiği üçüncü tanım, "Yüksek Kemalizm" dediği
ideolojinin pratiği içinde temayüz eden ve etno-dinsel bir karakterden dolayı
daha dar bir kapsamı olan bir tanımdır. Herşeyden önce sadece etnik olarak Türk
olanları Türk sayan bu yaklaşım Türk olmayanları da kendi içlerinde Müslüman ve
Müslüman olmayanlar diye ayırarak bütün bunlar arasında bir hiyerarşiyi geçerli
kılmaya çalışmıştır. Türk milliyetçiliği tavır olarak etnik bakımdan akraba
sayılan Ermenilerle Kürtler arasında radikal bir ayırım yaptığını ve Kürtleri
Türklerin bir kolu saymak sûretiyle onları Türkleştirmeye çalışmasını gözönünde
bulunduralım. Aslında Kürtlerin Türklüğü için başvurulan argümanlar ve
malzemeler aynı anda Ermeniler için de uygulanabilir miydi? Çağaptay'ın
yazısında Ermeniler için bu işlemi yapmayı engelleyen, Türklüğün sine qua nonu olan İslâm'ın
eksikliğidir.[5]
Bununla birlikte devletin resmî
uygulamalarının hep bir tevhidi hedefledikleri kaydedilmeden geçilemez. Bu
hedefin ne kadar gerçekleşmiş olabildiği ayrı bir konudur, ancak günümüzde
muhtemel bir çokkültürcülük tartışmasının merkezinde yer alan Kürt özelindeki
sorunun her iki taraf açısından ifadesi şöyle gelişmiştir: Türk vatandaşlığı
kavramı sayesinde Türkiye sınırları içinde yaşayan herkese anayasal eşitlik
uygulamayı vaad eden bir siyasal pratik orta yerde dururken, kendi dilsel veya
etnik farklılığını ileri sürmek, son kertede uygulamada bir ayrıma tâbî
tutulmayı da talep etmekten başka bir işe yaramamıştır. Türkiye cumhuriyetinin
başına kuruluşundan itibaren Kürt olduğu söylenen en az iki kişi (İsmet İnönü,
Turgut Özal), Arnavut kökenli olduğu söylenen bir kişinin (Kenan Evren) gelebilmiş
olması gerçeği, vatandaşlık statüsünün içerdiği iddianın samimiyetine delil
olarak bile gösterilebilir. Ancak, farklı kökenlere sahip insanların bu
mevkilere gelişinin ancak kendi kökenlerini inkâr etmeleri sayesinde mümkün
olabilmiş olması, Kürt milliyetçiliğinin, Kürtlüğün tanınma talebine eşlik eden
söylemin temel vurgusudur. Pratikte şu ana kadar "münferit"
uygulamaların dışında Kürtlere yönelik bir ayrımcılık olmadığı halde, PKK'nın
Güneydoğu'daki silahlı eylemlerine eşlik eden propagandaları ve bunun özellikle
İç Anadolu'daki halk üzerinde işlenen etkisi uyarınca, Kürtler Türkiye
Cumhuriyeti sınırları içinde eşit haklara sahip olmayı haketmeyen bir
"farklı" grup olarak yavaş yavaş kamu imajında şekillenmiş oldular.
Böylece teoride eşitlik talebi içeren bir tanınma siyasetinin pratikteki sonucu
radikal ayrımcılık olabiliyor.
Aynı durum Türkiye'deki İslâmcı
hareket için de sözkonusu olmuştur. Ellilerden itibaren şu veya bu şekilde
yürütülen İslâmlaşma siyasetinin bir momentinde kurulu sistemin dindar
insanların ihtiyaçlarını gözetmediği yönünde bir eleştiri vardır. Oysa bu
ihtiyaçların gözetilmesi, aynı zamanda bir "farklılık ilanı ve bir
tanı(n)ma siyaseti" içermekteydi. Farklılık talebi kurulu siyasal irade
tarafından "ayrım talebi" olarak anlaşıldı ve en basit dinî pratikler
için talep edilen düzenlemeler toplumun dokusunu bozucu olarak anlaşılarak
mahkum edildi. Eşitlik talebi anlaşıldığı üzere "ayırımcı bir tedbir"
ile bertaraf edildi. İnsanların doğuştan eşit oldukları yüzlerine vurulurken,
zımnen doğdukları gibi kalmanın daha erdemli olduğu yönünde bir naif ahlâkî
düstura muhatap kılındılar.
Göze çarpan bir tanınma
talebinin Aleviler için de sözkonusu olduğu söylenebilir. Aleviler de
tanındıkça, hak ettiklerini düşündükleri haklara daha fazla sahip olmak yerine
daha fazla ayrıma tâbî tutulduklarını acı bir gerçek olarak öğreniyorlar.
Üstelik bu tanınma hakim siyasî iradenin gözetiminde ve onun himayesinde olsa
bile durum değişmiyor.
Bununla şunu demeye
getiriyoruz: Farklı kültürlere karşı hassasiyet sadece devletin kurup gözetip
geliştirdiği bir hassasiyet olmayabiliyor. Türkiye örneğinde yukarıda
bahsettiğimiz örneklerde, devletin de genellikle kurucu bir siyaseti
olabiliyorsa da, toplumun farklılık talebine verdiği tepki pek farklı olmamaktadır.
Bu da genellikle farklılık veya tanınma siyasetlerinin en trajik ânlarından
biridir ve sadece Türkiye'ye özgü bir durum da değildir. Çokkültürlülükten
sözetmemizi gerektiren bütün ülkelerde, tanınma mücadeleleri, sonuçta başarılı
olmuş görünüyorsa da, acı tecrübelerin sonucunda olmuş ve üstelik ancak bir
devlet iradesinin hakemliği sonucunda son aşama kaydedilebilmiştir. Aksi
taktirde farklılık talepleri bizzat toplumun içinde bir kargaşaya yol açmakta
ve toplumun huzurunu bozmaktadır. Amerika'da zencilere karşı ayrımcılığa son
veren yasa çıkmadan önce bile bu ayrımcılığın fanatik uygulayıcısı ve sürdürücüsü, yine kendi
farklılığı üzerindeki vurgusuna sahip halkın kendisiydi. Üstelik bu ayrımcı
pratiğin en şiddetli olduğu dönemler yine siyahların eşitlikçi taleplerinin en
fazla olduğu zamanlarda olmuştur. Bugün Farrakhan hareketinin Elijah
Muhammed'den itibaren sürdürdüğü siyah halkların kültürel haklarının tanınması
taleplerinin Müslüman olmayan Amerikalılar arasında en ufak bir sempatiyle
karşılandığını söylemek zor.[6]
Kendi farklılığına sürekli
vurgu yapan grupların, herkes için eşit erişilirlikteki toplumsal ve siyasal
imkânlara ulaşmaktan ziyade kendini
toplumun diğer kesimleri için bile "mutlak öteki" olarak kurması en
muhtemel sonuç olmaktadır. Böyle söylemekle, kültürel tanınma siyasetlerinin
yürütüldüğü hareketlerin karşılaştığı şiddeti neredeyse tamamen farklılık
siyaseti güdenlere yükleyen bir görüntü çizdiğimizin farkındayım. Oysa bir suç
veya suçlu takdiri içinde olmamız gerekmiyor, çokkültürlülük veya kütlürel
tanınma siyasetlerinin toplumsal mantığını çözmeye çalışıyoruz. Sara Ahmed,
çokkültürlülük söyleminin tedavülde olduğu durumlarda bile farklılık
iddialarının bu tarz toplumsal refleksleri nasıl harekete geçirdiğine dikkat
çekiyor. Aslında bizim içimizdeki farklılıklardan bahsettiğimizde bile
"biz" dediğimiz zamirin içinde tamamen eritilemeyen, tam anlamıyla
bizden olmayan bir şeye gönderme yapıyoruz. Bunu genellikle
"bütünlükçü", "ulusal birlikçi" söylemlerin içinde sıkça
karşılaştığımız "biz" zamirlerinde bolca gözlemleriz. "Bütün
farklılıklarımıza rağmen" kaydıyla işaret edilen "biz"ler,
kritik ânlarda, bileşenleri arasında kolay yarılacak çatlakları temsil eder.
Tanınma siyasetlerinin uygulamaları çoğu kez bu yabancıları da açığa çıkarır.
Bir toplumu oluşturan unsurlardan biri kendi farkına vurgu yaptığı zaman, kendi
yabancılığına da bir anda mahkum oluverir. Tam da çokkültürlülük bağlamında
farklılık siyasetlerinin tezahürleri üzerine yaptığı ilginç analizde, Sara
Ahmed, farklılık siyasetinin veya tecrübesinin karşılaştığı bir çeşit yabancı
fetişizmine dikkat çekiyor. Dolayısıyla çokkültürcülük, birbiriyle çelişen
çifte bir dışlama ve dahil etme süreci içerir: farklı görünümleri bir ulus
tarafından tolere edilebilecek yabancılarla, farklılıkları en heterojen
ulusların selameti açısından tehlikeli olabilecek, dolayısıyla dışlanacak
yabancılar arasında bir ayrım yapmaya çalışır (Ahmed, 2000: 96-97).[7]
Bununla birlikte her türlü
tanınma siyasetinin, beraberinde bu tür sorunları getirmesi muhtemel olsa da,
bu ihtimal tanınma taleplerinin ne haklılığını yok eder ne de çokkültürlülüğün
dayandığı gerekçeleri iptal eder. Aksine siyahların Amerika'da veya Güney
Afrika'da veya bir çok toplumsal grubun bir çok yerde karşılaştığı farklı
muameleye ve baskıya karşı itirazını bir savunma hakkı olarak hangi iz'an
sahibi tebrik etmez? Buradaki savunma hakkına dayalı meşrû retoriklerin
dayanacağı farklılık vurgularının kaçınılmaz olarak rutinleşmiş ve bir ölçüde
unutulmuş "ötekileşme" sürecini hızlandıracağını görmek zor değildir.
Ancak tanınma siyaseti veya mücadeleleri zaten çoğunlukla sancısız, bir tarafın
huzurunu kaçıran toplumsal çatışmalardan uzakta gerçekleşmez. Çatışma ihtimali
hak talebinin meşruiyetini her zaman riske sokabilir ama haklılığına dokunamaz.
Yabancı görme, tanımama ve
bundan kaynaklanan şiddet, çoğu zaman da tanınma talebinde bulunanın değil,
tanımayanın kapalılığının ırkçılığının veya etnosentrizminin bir sonucu olarak
ortaya çıkar. Bu durumda tanınma siyasetinin yarattığı hareketlilik,
muhafazakâr ve ölü bir kültüre yapılmış devrimci bir aşı niteliği alabilir.
Bunun da gerginlikler ve çatışmalar yaratmaması imkansızdır. Bu durumda tanınma
siyaseti, tanınma talep ettiği mercilerin niteliğini gözönünde bulunduran bir
siyasetle neye talip olduğunu iyi bilmek ve bunun en uygun temsilinin nasıl
olacağı konusunda, adı üzerinde, iyi bir siyaset gütmek durumundadır.
ABD:
Toprak Hakkından Doğan Vatandaşlık ve Aksayan Asimilasyon
Tanınma veya farklılık iddialarının söylemsel
olarak bu tür bir gerilimi yaratması zorunluluğu büyük ölçüde çokkültürlülük
kültürünün gelişmemişliğinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Nitekim farklı
toplumlarda, kültürel farklılıkların çok daha kolay tolere edilebildikleri bir
gerçek. Çok kültürlülük tartışmalarının model aldığı ve bu tartışmanın en fazla
örneklerini bulabildiği ülkelerin başında olan ABD, oluşum şekli itibariyle
dünyanın her tarafından gelen insanların birarada yaşadığı örnek bir ülke
olmuştur. Gerçi ABD bu farklılıkları karşılama konusunda değişik dönemlerde
değişik siyasetlere sahne olmuştur. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Amerika'ya
göç eden insanlara, dünyanın neresinden gelmiş olurlarsa olsunlar, hangi
farklılığı taşıyor olurlarsa olsunlar, kendilerini "Amerika"lı gibi
hissetmeleri ısrarla telkin ediliyordu. Bu telkin teoride bugünkünden çok
farklı olmasa da pratikte ortak bir kültür potası içerisinde eritilmelerini
öngörüyordu. Bu bakımdan eritme-potası mecazı (melting-pot), çok kültürlülük
politikalarına karşı alternatif bir asimilasyon politikasının adı olarak
bilinegelmiştir. 60'lı yıllardan itibaren yine Amerika'nın aynı durumu hakkında
geliştirilen yeni "salata" mecazı, çokkültürlülüğü tasvir etmenin
yaygın bir yolu olmuştur (Watson, 2000: 4; Miller, 1998: 61-3). Salatada farklı
unsurlar birbirine karışmış, ancak her biri kendine ait özellikleri korumaya
devam etmektedir ve lâkin hepsi bir arada bir tabak içerisinde çok âhenkli bir
bütünlük oluşturabilmektedirler. Unsurlardan biri eksik olduğunda o salata
eksik kalır. Salata kendisini oluşturan bütün unsurlarla birlikte bir estetik
kompozisyonu sunar. Güzel olan şey kendisinden bir şey eksiltilemeyendir. Çokkültürlülük durumunun zorunlu olarak bir
çatışma doğurmayacağına iknâ etmenin yolu bu retorik etrafında dönmek olmuştur.
Varlığıyla toplumun bütünlüğüne katkıda bulunan farklılıklar, bu yolla
toplumsal bütünlüğün vazgeçilmez unsurları olarak görülür.
Bununla birlikte, Amerika'da
bile çokkültürcülük söylemlerine karşı güçlü itirazlar vardır. Bu itirazların
bir çoğunun belli bir etnik veya dinsel kökene müracaat etmeden bir Amerikalı
kültürü içinde birleşmenin önemine vurgu yapması dikkat çekicidir.
Eleştirilerin çoğu Amerika'da çokkültürcülük politikalarının bizzat
kendilerinin Amerikan toplumunun şimdiye kadar gerçekleşmekten yana bir sorun
yaşamamış insicamını bozduğunu iddia ediyor. Şimdiye kadar göçmen çocuklarının
Amerikanlılığın temel taşıyıcılarından olan İngilizceyi öğrenerek başlayan
asimilasyonunda Amerikan ortak kültürü ciddi bir sorun yaşamıyordu. Sorun
bizzat çokkültürcülük söyleminin devlet politikaları tarafından teşvik
edilmesiyle başlamıştır. Üstelik, gerçekte bu çokkültürlülük gerçeğinin kendisi
sunî teneffüslerle, devlet müdaheleleriyle sağlanabilen bir şey. Kendi haline
bırakıldığında çokkültürlü olarak yola çıkan toplum, doğası gereği tek
kültürlüleşmeye doğru evrilir. Çünkü modern sanayi ve iletişim toplumunda
insanların ortak dil ihtiyacı har zamankinden daha fazla hissedilmektedir
(Chavez, 1994). Aslında burada işleyen ve şikayete konu olan süreç Chavez'e
göre bir bakıma tanınma siyaseti değil tanıma siyaseti, tanıma yoluyla sorunu
var etme siyasetidir. Buna rağmen devlet, yukarıda "yabancı"lığın
ortaya çıkmasına benzer bir yolla, farklı kültürden bahsetmek ve onu tanımak
sûretiyle toplumun bütünleşmesini sağlayan asimilasyon sürecini akamete
uğratmaktadr. Yoksa David Krystal'in bahsettiği gibi, dünyanın hızla
küreselleşmesinin bir diğer boyutu olarak da farklı kültürlerin birer görüntüsü
olan dillerin azalması sözkonusudur. Krystal'e göre dünya üzerinde yaşamakta
olan toplam 6000 dilin sayısı 50 sene içerisinde 3000'e daha sonra daha da az
bir rakama inecektir.[8] Dillerin
azalacak veya azalmakta olmasının bir çok sebebi vardır, kuşkusuz. Ama en
önemlisi küresel dünyadaki iletişim imkânını en iyi vermekte olan dile artan taleplerin
zamanla diğer dilleri unutturdukları gerçeğidir. Dünyanın bu gidişatına rağmen
Amerika'da çokkültürcülük gibi bir söylemin tutuyor olması ve bunun devlet
tarafından destekleniyor olmasının üzerinde durmak lazım. Kuşkusuz bunun popülist siyasetlerle ilgisi vardır. Yoksa
varolmaya dayanamazdı.
Çokkültürcülük söylemi ve
politikalarını eleştiren Amerikalılara göre çokkültürcülük Amerika'nın
asimilasyon etiğini bozmuştur (Miller, 1998). Buna rağmen Amerika'nın bütün
çokkültürcü görünümü ve tavrına rağmen, kuruluş felsefesi itibariyle aslında
modern yollarla tanımlanmış bir milliyetçilik anlayışı çerçevesinde tekkültürlü
bir toplumu hedeflediği görülür. Bu kültürün yasalar önündeki eşitleyici
söylemleri farkları ortadan kaldırırken, herkesin farksızlığa aynı oranda
ihtiyaç duymadığı gerçeğini yeterince önemsemez. Buna karşılık Amerikalılığın
bir kimlik olarak eskiden varolan ve hiç bir sorun yaratmayan
tekkültürlüleştirici niteliğinin, aksi yapılmadığı sürece özel bir çaba
gerektirmediği üzerinde durulur. Bu noktada çokkültürcülük eleştirmenlerinin
gerekçeleri realist görünür ve kendiliğinden asimilasyonun gücüne
inanıldığında, kimsenin özellikle bir ırk, renk, dil ve din ayrımına tabi
tutulmasını savunmaz, aksine alabildiğine özgür bir ortamda toplumsal
gelişmenin insanları birbirine benzeştirecek yönde gelişmesinin mukadder
gerçekliğine işaret eder. Çokkültürcülüğün Amerika'nın Asimilasyon Etiğini
nasıl tahrip ettiğini anlattığı kitabında John J. Miller, sosyolog Richard D.
Alba'nın gözlemlerine dayanarak, etnisitenin bir rolü varsa bile bunun
gittikçe, bireylerin etnik karaktere sahip faaliyet ve ilişkileri sürdürme
yönündeki kasıtlı eylemlerine bağımlı olan gönüllü bir rol olduğuna dikkat
çekiyor. Ona göre etnik kimlik gittikçe sembolik bir nitelik kazanıyor. Yani
beyaz insanların artık etnik olmaktan ziyade kendilerini etnik hissettiklerini
söylemek durumlarını daha kolay ifade eder. Etnik gruplar arasındaki
evliliklerin oranı o kadar yüksek olmaktadır ki, artık aile üyelerinin
gerçekten de belli bir etnik grup olmanın gerektirdiği ilişkileri sürdürmeye
imkan vermediği bir gerçektir (Miller, 1998: 114). Miller ve Alba'nın
çokkültürcülük sorununa yaklaşımlarının referansları gerçeklik olunca,
insanlara kendi kültürel kökenleri hatırlatılmadığı ve bu farklar değişik
politikalarla beslenip yaratılmadığı sürece dünyanın -daha ziyade Amerika'nın-
gidişatının benzeşme ve birleşme olacağı, çokkültürcülük politikalarının bir
bakıma eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek gibi bir etkisinin olduğunu
varsayıyorlar. Durum gerçekten de böyle midir? Bu yazının son bölümünde
kültürün küresel dünyadaki imkanını tartışırken değineceğiz. Ancak bütün bu
görüşlerin tartışıldığı Amerika'da ister söylemsel olarak kurulmuş olsun,
isterse de gerçekten de var olmuş olsun, farklı kültürler mevcuttur ve bu
kültürler, siyaset sahnesinde kendi farklarını tanıtmanın, başkaları tarafından
değil kendileri tarafından istedikleri şekilde tanınmanın mücadelesini
verebilmektedirler. En azından sistem, farklı kültürlerin varolma olasılığına uygun
olarak kendini ayarlamakta ve bunların sistem içinde nasıl adil bir biçimde
temsil edilebileceklerini serbest tartışmaya açmaktadır.
Sonuçta, çokkültürlülük
söyleminde ve bugününde bu konuda ne kadar sorun yaşıyor olsa da, ABD, kuruluş
felsefesine uygun olarak farklı kültürleri bir arada yaşatabilmenin siyasetini
uygulama iddiasını taşıyor. Dünyanın her tarafından gelen insanlar istedikleri
sürece kendi dillerini, dinlerini ve yerel kültür örüntülerini sergileme
fırsatını bulabilmektedirler. Yeşil Kart ve vatandaşlık politikasının altında,
ABD'nin bir çeşit dünya nümûnesi olma iddiası yatmaktadır. Bu felsefeye aykırı
olarak Amerika'ya şu veya bu yolla kaçak/vizesiz girişlere karşı her türlü
önlem alınmışsa da bir yolunu bulup da girmiş olanlara karşı kolay kolay sınır
dışı uygulaması yapılmamasının sbebi budur. Çünkü bu toprakların, en azından
sözde, dünyanın bütün insanlarının ortak malı olduğu varsayımı sözkonusudur.
Ayrıca ulus-devletlerin bir çoğunda olduğunun aksine ABD'de vatandaşlık
kanbağıyla değil, toprak bağıyla tescil edilmektedir, yani bu ülkede doğmuş
olmak bir insanı bu ülkenin vatandaşı kılmakta, her ABD vatandaşının her
hakkına sahip kılmaktadır. Bu da kültürel kökenin veya farkın tanınması ve bir
arada yaşaması konusunda uygulanan bir dizi politikanın bir parçası olmaktadır.
Kanada:
Radikal Tanı(n)ma Siyasetinin Ufukları
Benzer bir modeli gitikçe daha
radikal bir biçimde uygulayan Kanada'da fazladan olmak üzere bir çokkültürlülük
bakanlığı da bulunmaktadır. Çokkültürlülük bakanlığı, Amerika gibi Kanada'nın
da milletlerin ortak toprağı olma iddiasıyla, daha gevşek bir göçmen
politikasıyla kültürel farkların bir arada barış içinde ve birbirlerine
müdahele etmeden yaşayabilme imkânlarını ispatlama, bunu düzenleme ve bu yönde
çıkan mevcut veya muhtemel sorunları giderme çabasında bulunmaktadır. Farklı
dinlerin kendi dinlerinden kaynaklanan taleplerini normal görme ve toplumsal
düzenlemeleri insanların kendi dinlerine karşı özel ve toplumun diğerlerinden
farklı sorumluluklarını yerine getirmeye göre düzenleme konusunda gayretli bir
çaba içinde görülen Kanada'nın çokkültürcülüğü ideal düzeyde uygulama yönünde
en ileri ülke olduğu bile söyelenebilir. Normalde yasak olduğu halde dininin
bir gereği olarak kama taşımak zorunda olduğu bilinen bir Sih müminine resmi
görevi esnasında kama taşıma özgürlüğü; yine dini gereği başına sarık geçirmesi
gereken bir Hintliye bu özgürlüğü tanıyan Kanada yönetimi, çokkültürlülüğün
siyasal-felsefî bütün boyutlarını hesaba katmaya çalışmaktadır.
Kültürü besleyen din kadar
gelenekleri de ciddiye alan Kanada'da, yakın zamanlarda yerli Amerikalı bir
grup geleneksel olarak balina-avlama haklarını talep etmişler ve normalde yasak
olduğu halde bu hakları kültürel farklılıklarına saygı çerçevesinde
almışlardır. Gerçi bu durum çevreci veya hayvan hakları savunucularınca da
eleştirilmiştir. Ancak eleştirinin hayvanların farklı gelenekler gerekçesiyle
öldürülemeyeceğinden ziyade, yerli Amerikan geleneklerinin balina-öldürmek gibi
bir zorunluluk barındırmadığı temelinde yapılmış olması çok ilginçtir (Watson,
2000: 10).
Almanya::Unutulmayan
Büyük Fark
Vatandaşlık konusunda toprak bağı hakkına karşı kan veya din
bağını öne süren ülkelerin bir çoğunda ülkenin farklı unsurlarına farklı
yaklaşılmakta, bu ülkelerde ortaya çıkan tanınma talepleri toplumun gerilim
unsuru olarak yerini alabilmektedir. Aynı vatandaşlık kapsamı içinde olan bu
hareketlerin ayrılıkçı olarak yaftalanması ve bunların toplum içinde eritilmeye
çalışılması başvurulan bir çözüm olmaktadır. Bulgaristan'da Türk nüfusuna karşı
yıllarca uygulanan politikada bunun örnekleri görüldü. Türk unsuru, farkını
iddia ettiği halde, bu farkın devlet tarafından tanınmasına karşı direnç
gösterildi. Buna rağmen, hakim kültürün türdeş yapısı içinde erimeyi kabullenen
Türklere vatandaşlık statüsünün bütün imkanları eşit olarak açıldı. Oysa
Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde, kültürel fark tanındığı halde, vatandaşlık
çok da özendirilmeyen, dolayısıyla Alman veya İngiliz kültürü içinde farklı
unsurların erimesi çok da teşvik edilmeyen bir şey olmaktadır. Çok kültürlülük
gerçeğine bakış ABD'dekine benzemekle birlikte, buralarda vatandaşlık
statüsünün temelinde ABD'dekinin aksine kan
bağı hakkı vardır. Özellikle Almanya'da vatandaşlık bağından ziyade
Almanlık unsuruna mensup olmak daha önemli görülmektedir. Bir kez Alman olan
nerede ve ne zaman olursa olsun Alman'dır. Bu soy bağı ilkesi Almanlara nerede
olursa olsun bütün haklarıyla birlikte Alman vatandaşı olma hakkı veriyor.
Nitekim Almanya'da neredeyse üç nesildir yaşamakta olan Türkler,
Türkiye'dekinden çok daha rahat ve kültürel açıdan da çok daha toleranslı bir
ortamda yaşama imkânına kavuştukları halde, ancak çok zor şartlarda vatandaşlık
statüsüne geçebilmektedirler. Vatandaşlık statüsüne zar zor geçen üçüncü kuşak,
üstelik çok iyi Almanca bilenler bile yine Ausländer
(yabancı) sayılmaktan kurtulamıyorlar (age: 30-31).
Göçleri, savaştan yeni çıkmış
ve büyük bir kalkınma hamlesi başlatmış olan Almanya'daki işgücü taleplerini
karşılamak üzere bir tedbir olarak gerçekleşen Türkler'in Almanya'daki varlığı
başlangıçta geçici görülüyordu. Almanların karakteristik olarak saf ırka dayalı
millet nosyonları vatandaşlık tasarımlarına da aynen yansıdı. Dolayısıyla bu
millete mensup olmanın yolu bu ırka mensup olmaktı. O yüzden Türkler geçici işçi
olmaktan öte bir statüye kitlesel olarak layık görülmediler. Ancak vatandaşlık
statüsüne yansımayan görüntü, toplumsal hayata yansımıştı. Almanlarla Türkler
birbirlerine karşı özerk toplumsal birimler olarak uzun süre yaşadılar. Türkler
Alman kültürünü, Alman devletiyle ilişkilerini sağlıklı yürütmek amacıyla
öğrenmeye zorlandılar, ama kendi kültürlerini terketmeye ve Almanlaşmaya asla
zorlanmadılar. Bu yüzden işçi çocukları Alman okullarına gitmek ve Almancayı
öğrenmeye mecbur kalarak doğma büyüme Alman kültürüyle âşina bir hayat
yaşadıysa da vatandaşlık bağı ayrı bir şey olarak görüldü.[9]
Almanya'nın çokkültürlülük
sorununu karşılama yolu olarak dayandığı millet nosyonundan ayrı olarak bazı
ekonomik ve siyasal koşulları da belirleyici olmaktadır. Bu sorunlar da sadece
Almanya'nın değil, bir yandan birinci dünya ülkelerinin diğer yandan göç alan
bütün toplumların karşılaştığı farklı kültürler sorununu karşılama tarzında onu
benzer kılmaktadır. Çokkültürlülüğün felsefî dayanaklarını üretmeye çalışan ve
bütün dünya için buna uygun bir toplumsal örgütlenme tarzı geliştiren Charles
Taylor gibi filozoflar için, ülkelerin göç gerçeğine hazırlıklı olmaları ve
bunun insanî şartlarını karşılamayı kabullenmeleri gerekli görülür. Oysa Jürgen
Habermas, Almanya'nın bir ulus-devlet olarak güç bela kurmaya muvaffak olduğu
toplumsal ve kültürel düzenin gerektirdiği uyumlu-eğitimli vatandaş kitlesine
ânî bir giriş yapan muhtemel bir göçmen kitlesinin yaratacağı tahrip edici
etkiye karşı bir ülkenin savunma hakkının ne olduğunu sorar. Çünkü ona göre
göçle birlikte bir ulusun etik-siyasal öz tanımı ciddi bir şekilde
etkilenmekte; göçmen akını nüfusun bileşimini etik-kültürel bakımlardan
değiştirmektedir:
Böylece göç arzusunun, politik bir topluluğun kendi
siyasal-kültürel yaşam biçimini bozulmadan koruma hakkının sınırlarına kadar
ulaşıp ulaşmadığı sorusu ortaya çıkar. Özerk olarak gelişmiş devlet düzeninin
aslında etikle şekillendiğini varsayarsak, kendi kaderini tayin hakkı, bir
ulusun, tarihsel olarak gelişmiş bu siyasal-kültürel yaşam biçimini farklı bir
kalıba sokabilecek olan göçmenler karşısında kendi kimliğini savunma hakkını
içermez mi? (Habermas, 1996: 135-6).
Bu, gerçekten de telaffuz
edildikten sonra cevaplanması zor bir sorudur. Çokkültürlülük diye bahsedilen
gerçekliği en fazla besleyen göç dalgalarına karşı genellikle birinci dünya
ülkelerinin savunma reflekslerini belirleyen görünür nedenlerden biridir.[10] Doğrusu,
Habermas'ın verdiği cevap da bu savunma hakkını tanısa da fiîlî durumda, her
göç akınından sonra yerleşik kültür ile göçmen kültür arasındaki kaçınılmaz
alışverişin yeni kültürel ufuklar yaratmasının mukadder olduğunu ve demokratik
bir ülkenin genişleyen bu ufuktan çok şey görebileceğini kabul eder. Ancak bu
muhtemel kazanç, kültürel açlık hissetmeyen idareciler açısından göçün
yarattığı ekonomik kaybı göze almaya değmez. 90'lardan itibaren, kapitalist
ekonominin yeniden düzenlenmesinin bir sonucu olarak Almanya'da iş güvenliği ve
koşulları bozulmuş, neticede Alman nüfusunda şimdiye kadar hiç görülmemiş bir
işsizleşme artışı yaşanmıştır. Bu olanlar karşısında bir sorumlu aranacak
olduğunda ilk akla gelen sorumlusu ülke içindeki "yabancı"lar
olmuştur. Bu gelişmeye, B. Ostendorf'un "Birinci dünya'nın Üçüncü
Dünyalaşması" dediği (Ostendorf, 1985: 55) başka bir süreç eşlik etmiştir.
Bu süreçte Üçüncü dünyanın yeteneksiz, vasıfsız işcileri istihdam arayışı
içinde Birinci dünyaya akın etmiş, bu da birinci dünyada bir işsizliğin
yaşanmasına yol açmıştır (Watson, 2000: 34). Bu gelişmenin en karakteristik
biçimde yaşanmakta olduğu Almanya'da çokkültürcülük tartışmasıyla ilgili
gündem, bu itibarla ulusun kendini savunma hakkı çerçevesinde işlem
görmektedir.
Aslında çizmeye çalıştığımız
bütün bu örnek tablolarda, çokkültürcülüğün küresel dediğimiz dünyada bile her
yerde aynı sorunlar ve bağlamlarda karşılanamadığı görülebilir. Çokkültürlülük
ve çokkültürcülük konusunda yapılan her tanımlama ve her ampirik gözlem durumu
daha da karmaşıklaştırmaktadır. Kaldı ki buörnekler, çokkültürcülük konusunda
dünyada yaşanan sayısız tecrübenin sadece bir kaç örneğini göstermektedir.
KÜRESELLEŞME VE KÜLTÜREL
OTANTİSİTE SORUNU
Göç alan ülkelerin kültürel
savunma hakkıyla ilgili bazı boyutları gördük. Tabii ki, sorunun bir de göç
edenler açısından yaşanan boyutları var. Kendilerine ait olarak yaşattıkları
veya yaşattıklarını zannettikleri kültürün ne kadar eski kültürleri olduğu, ne
kadar geldikleri yerlerden getirdikleri kültür olduğu tabii ki tartışılır.
Esasen yaşadığımız dünyada kültür veya kültür olasılığıyla ilgili tartışmanın merkezinde
yer alan sorunlardan biri de budur. Gerçekten farklı kimlik iddiasında bulunan
etnik, dinsel veya dilsel özellikler çağımızda farklı bir kültürü
somutlaştırmaya yetecek bir etkiye sahip olabiliyorlar mı? Bu soru,
küreselleşmenin değişik boyutları üzerine konuşmalar ve söylemler arttıkça daha
da anlamlı hale gelmeye başlıyor. Çünkü küreselleşme söyleminin bir boyutu
çağımızda artık yerel veya tikel bir kültürün varoluş şansının zaten gittikçe
azaldığına işaret ediyor. Eski zamanlarda kültürel fark gerçekten de bir fark
oluşturuyordu ve toplumsal hareketlilik ve medyatik temsillerin bu düzeyde
sözkonusu olmadığı dönemlerde bir toplumsal kültürün de kendine ait özellikleri
ve farklılıklarıyla yaşaması ve sürmesi mümkün olabiliyordu. Oysa çağımızda bütün
aksi iddialara rağmen, gittikçe tekkültürlüleşmeye doğru bir tarihsel evrimin
içinde bulunduğumuz, küreselleşme söylemlerinin merkezî vurgularından biridir.
Bu değişimin bir yanında hareket eden toplumların zaten yola çıktıkları
noktadan daha farklı bir noktaya gelmiş olmaları sökonusudur. Kültür burada
zaten statik ve bir özü olan bir yapı değildir. Sürekli değişen ve yeniden
tanımlanan bir şeydir.
New
Left Review'de yayınlanan yazısında
Russel Jakoby, küreselleşen dünyada çokkültürcülüğü bir mit olarak
nitelendirirken, bu konudaki neo-marksist bakışaçısını ifade ediyor. Jakoby'nin
dikkat çektiği bir nokta, çokkültürcülüğün genellikle gerçekten de göçü
yaşadığı ilk dönemlerde bir fark sergileyen insanlar arasında değil de daha
ziyade ikinci kuşaklar arasında veya hatta iddia ettiği fark gittikçe görünür
olmaktan uzaklaşmış daha sonraki kuşaklar arasında yayıldığıdır. Gerçekten de
gelişmiş bir ülkeye, örneğin Amerika'ya, İngiltere'ye veya Almanya'ya ilk göç
eden kuşaklar gerçekten de farklıdır ama çokkültürlülük iddia etmemektedirler.
Daha formülatif bir ifadeyle çokkültürcülük bir gerçeklik olarak zayıfladığı
halde bir siyasal program olarak gelişmektedir. Bu da onun ideolojik niteliğini
ortaya çıkarmaktadır. Dünyanın genel gidişatı itibariyle çokkültürcülük
kendiliğinden azalmakta ve yerini tek bir kültüre bırakmaktadır: o da iş ve
tüketim kültürüdür. Amerika'nın çoğul kültürleri tek bir tüketim toplumunda
varolmaktadırlar. Profesyonel sporlar, Hollywood filmleri, otomobiller, modacı
elbiseleri, televizyon ve videolar, ticarî müzik ve CD'ler Amerika'nın
çokkültürcülüğünü tekil bir metalaştırma süreci içinde bütünleştirir. Bu
"kültürler" aynı toplum içinde yaşar, çalışır ve görülür. En farklı
ve otantiklik iddiasında bulunanları bile iyi evlerde oturup güçlü motorları
olan arabalara sahip olmak isterken, özgül bir kültür oluşturmaları ne kadar
beklenebilir? Açıkçası, çokkültürcülüğün kendisi bir "meta" haline
gelmekte[11] ve
küreselleşmenin temel dinamiği olan kapitalizm kültürünün eşitleyici ideolojisi
açısından işlevsel olmaktadır (Jacoby, 1994: 122-5).
Aslında çokkültürlülük
gerçeğinin azalması gerçeğiyle çokkültürcü ideolojilerin ortaya çıkması
arasındaki ilişkiye çekilen bu dikkat, hem kültürel tanınma taleplerini
anlamayı hem de, dolayısıyla, demokrasinin doğasını ıskalıyor gibi görünüyor.
Çünkü kültürel tanınmada iddia edilen farklar aslında çoğu zaman genel yapıdan
bir ayrılık veya kendi kökenlerine radikal bir geri dönüş talebi anlamına
gelmez. Aslında aslî kültür veya kültürel kökenler dediğimiz, çoğu zaman
kendisine yönelik ağır bir saldırı olduğunda hatırlanan ve korunmaya çalışılan
bir şeydir.[12] Bir çok
toplumda kültürü hatırlatan şey o kültürün sembollerine yönelik ihmaller,
saldırılar ve benzer uyarılar olmaktadır. Bulgaristan'daki Türkler, zamanla
Bulgarca öğrenmekte, muhtemelen Türklüklerini kaybetmeseler de Türkçe konuşmayı
unutmakta, Bulgar devletine vatandaşlık akdiyle mensubiyetin gereklerine sadık
olmaya devam etmektedirler. Bu itibarla, sözgelimi Türkiye'deki Türklerden çok
farklı bir kültürel bileşime sahip olmaktadırlar. Ancak bir müdahele onlara
Türk değil de Bulgar olduklarını söylediğinde kültürel fark üzerindeki dikkat
daha da artmaktadır. Müdahele veya saldırı bazen belli bir devletin
müdahalesinden değil de hiç bir şekilde direnilemeyen ve geri çevrilemeyen
küresel aynılaşmanın farklı bünyelerde uyardığı bir tepki olarak da
gelişebilir. Her hâlükârda kültürel fark talepleri göründüğünden daha
anlamlıdır. Demokrasinin doğasıyla ilgili olarak ıskalanan şey ise, toplumsal
grupların şu veya bu şekilde kendini-tanımlamaları esasındaki mücadelelerinin
ve bu tanımlarıyla siyasal alana müdahele edişlerinin demokrasilerin özünü
oluşturduğudur. Demokrasilerde partiler birbirlerinden hiç bir fark iddia
etmeyen gruplar arasındaki bir yarış değildir. Tarafların yok aslında
birbirinden farkları denilerek demokrasi nasıl gereksiz görülmüyorsa, kültürel
fark iddialarının geçerliliklerini, otantikliklerini değerlendirmek de diğer
taraflara düşmez.
Ayrıca, çokkültürcülüğe yönelik
bu eleştirinin bir saiki de, kültürün bir çatışma unsuru (antagonizma) olarak
sınıf antagonizmasının yerine ikame olma ihtimaline karşı uyanan marksist
duyarlılıktır. Medeniyetler çatışmasıyla ilgili teze yöneltilen marksist
eleştiride de benzer bir çıkış vardı. Orada da medeniyet kavramının sınıf veya
ekonomik antagonizmasının gerçekliğini gizleyen ve örtbas eden bir işlevi
deruhte ettiği üzerinde duruluyordu (Huntington, 2000). Ancak böyle bir
itirazla kültürel fark iddialarının hepsine karşı gelişmesi muhtemel dışlayıcı
tepki, sonuçta mevcut iktidarını daha fazla pekiştiren muhafazakar bir etki
yapar. Aslında kültürel farkın ekonomik bir tabakalaşmaya veya antagonizmaya
tekabül etmeme ihtimali varsa da bu onun önemsiz olduğunu göstermez. İnsanların
bütün eylemlerinin ekonomik olarak belirlendiği de zaten aksi de kolaylıkla
ispatlanabilecek, dolayısıyla genelleştirilemeyecek bir iddiadır. Bir çok
çatışma ve antagonizma, hiç bir ekonomik talebe tekâbül etmeksizin sadece
kültürel ve sembolik anlaşmazlıklara dayanabilmektedir. Hâlihazırda bile
yaşamakta olduğumuz bir çok toplumsal gerilimin kaynağında kültürel ve sembolik
motivasyonlardan başka bir açıklayıcı model bulabilmek zordur. İnsan eylemi her
zaman rasyonel temellerde gerçekleşmez. Küreselleşme sürecinin ekonomik
tarzları ve eylem biçimlerini birleştiren doğası, küresel köyün sakinlerinin
kendi aralarında kültürel veya sembolik temellerde çatışmayacaklarını
göstermez. Kültürün ekonomik dünyanın içinde gördüğü işlevin her yerde aynı
olması da, insanların hiç bir farka sahip olmadıkları anlamına gelmez. İnsanlar
zaten birbirine benzerler, bununla birlikte insanlar, zamanla değişen
muhtevalara sahip olabilseler de kendileri hakkında tanımlar yapan ve dışardan
da bu tanımlamalarla bilinmek isteyen bir eğilime sahiptirler. Başkalarının
kendileri hakkında yaptıkları tanımlar kendilerini incitebilir ve grup olarak
veya bireysel olarak kendileri hakkındaki imajın kültürel veya siyasal alanda
kendi istedikleri şekilde oluşması arayışında olabilirler. Kendini tanımlama ve
tanınma, Charles Taylor'un da üzerinde durduğu gibi kesintisiz ve dinamik bir
süreçtir. Başka (farklı) insanlar veya kültürlerle karşılaştığı anda etkilenen
ve değişmeye başlayan diyalojik bir doğaya sahiptir. Nasıl olsa değişecekse, o
zaman hiçbir dokunulmazlığı veya kutsallığı yoktur, dolayısıyla neden egemen
kültürün dayattığı standartlara paşa paşa uymasın denilemez. Demokrasiler de
zaten kendilerini farklı olarak tanımlayan grup veya partilerin siyasal alanda
kendilerini tanıtma ve farklılıklarıyla yönetime müdahil olma arayışından başka
nedir ki?
Bu anlamda çokkültürcülük
demokrasinin ideal kültürüdür. Demokrasinin farkları tanıyan ve bu farkların
yurttaşlık sözleşmesi içindeki katılım olasılığını sonuna kadar açık tutmaktan
başka bir yönelimi olamaz. Ancak bu demokrasinin gerçekleşebilmesi önemli bir
ölçüde de sözkonusu yurttaşlık sözleşmesinin akdedilebileceği tarafların
tanınmış olmasına bağlıdır. Birbiriyle çok yakından ilişkili olan bu sorunlar
çerçevesinde, çokkültürlü toplumların çokkültürcü bir vatandaşlık nosyonuna
ulaşamamalarının en önemli sebebi de zaten varsayılan sözleşmelerin
muhtevalarının tek yanlı olarak dayatılmış olmasından kaynaklanmıyor mu?
Taraflarca müzakere edilmeden oluşmuş; tarafları olmayan bir sözleşmeye ne
ölçüde sözleşme denebilir? Sözleşmesi olmayan cumhuriyetler çokkültürlülük
sorununu hangi eşitlikçi etiğe müracaat ederek çözecek? Mesele bundan
ibarettir.
KAYNAKÇA
Adorno, Theodor W., 1985, Aesthetic Theory, Almanca'dan İngilizce'ye çev. C. Lenhardt,
London: Routlege and Kegan Paul.
Adorno, Theodor W., 1991, The Culture Industry: Selected Essays on Mass Culture, J. M.
Bernstein (ed.), London: Routledge.
Ahmed, Sara, 2000, Strange Encounters: Embodied Others in Post-coloniality, London and
New York: Routledge.
Aktay, Yasin, 1998, Kültürle Sahihlik Söylemleri
ve Modernlik, Tezkire, Sayı: 14-15.
Caputo, John, 1997, The Prayers and Tears of Jacques Derrida: Religion without Religion,
Bloomington va Indianapolis: Indiana Uriversity Press.
Chavez, Linda, 1994, Demystifying
Multiculturalism, National Review, 21
Şubat, 1994.
Çağaptay, Soner, 2001, Kurds and Armenians and
Turkish Nationalism During 1930s', Yayınlanmamış konferans metni: University of
Utah (Genocide: Massa Murder'in
içinde yayınlanacak, Ben Kierman ve Bob Kellatelly [eds.] Cambridge: University
Press).
Foucault, Michel, 1986, Söylemin Düzeni, çev. Turhan Ilgaz, İstanbul: Hil Yayınları.
Giddens, Anthonny, 1990, The
Consequences of Modernity, London: Politiy Press (Türkçesi, Osman Akınhay,
Modernliğin Sonuçları, İstanbul: Ayrıntı Yayınları)
Habermas, Jurgen,1996, Demokratik Anayasal
Devlette Tanınma Savaşımı, Amy Gutmann (haz.) Çokkültürcülük, çev. Yurdanur Salman, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Hall, Stuart, 2000, The Multi-Cultural Question,
Barnor Hesse (ed.) Un/settled
Multiculturalisms: Diasporas, Entangelments, Transruptions, London: Zed
Books.
Huntington, Samuel, 2000, Medeniyetler Çatışması, derleyen Murat Yılmaz, Ankara: Vadi
Yayınları.
Jakoby, Russel, 1994, The Myth of
Multiculturalism, New Left Review, sayı:
208, November-December.
Kureşi, C., Olson R. ve Hüseyin, Asaf (edts),
1986, Oryantalistler ve İslâmiyatçılar,
İstanbul: İnsan Yayınları.
Laroui, Abdullah, 1999, Tarihselcilik ve Gelenek, çev. Hasan Bacanlı, 2. Baskı, Ankara:
Vadi Yayınları.
Lapidus, Ira M., 1988, A History of Islamic Societies, Cambridge: Cambridge University
Press.
Miller, John J., 1998, The Unmaking of Americans: How Multiculturalism has Undermined
America's Assimilation Ethic, New York: The Free Press.
Orwel, George, Tarihsiz, Hayvan Çiftliği, çev. Rasim Özdenören, İstanbul: Bedir Yayınevi.
Ostendorf, B., 1998, "The Politics of
difference: theories and practice in Comparative U.S. -German
Perspective", K. J. Millich ve J. M. Peck (edrs), Multiculturalism in Transit: A German-American Exchange. Niw York
ve Oxford: Berghahn.
Takaki, Ronald, 1993, A Different Mirror: A History of Multicultural America, Boston v e
New York: Back Day Books.
Taylor, Charles, 1995, The Politics of
Recognition, John Arthur ve Amy Shapiro
(edts) Campus Wars: Multiculturalism and
the Politics of Difference, Boulder: Westview Pres.
Taylor, Charles, 1996, Tanınma Politikası, Amy Gutmann (haz.) Çokkültürcülük, çev. Yurdanur Salman,
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,
Turner, Bryan S., 1978, Marx and the End of Orientalism, London: Allen and Unwin.
Watson, C. W., 2000, Multiculturalism, Buckhingham: Open University Press.
Young, Iris M., 1995, Social Movements and the
Politics of Difference, John Arthur ve
Amy Shapiro (edts) Campus Wars:
Multiculturalism and the Politics of Difference, Boulder: Westview Pres.
* Doç. Dr. Yasin Aktay, Selçuk Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü Öğreti Üyesidir
[1].
George Orwel'ın Hayvan Çiftliği'nde
domuzların herkesten daha eşit sayıldığı fragmanlar, eşitleyicilerin
faydalandığı hiyerarşilerin modern dünyada nasıl çıktığının karikatür temsilini
veriyor. Tabii ki, pratikte vatandaşı tanımlayan yasaların gözettikleri
seviyelerin etnosentrik doğası her zaman bu kadar açık vermeyebilir. Orwel'in
kitabı, eşitlikçi ideolojilerin modern devlet pratikleri içindeki bu büyük
çelişkisin yöneltilmiş klasik eleştirilernden biridir (Orwel, tarihsiz).
[2].
Çok kültürlülük söyleminin Hegelyen anlamda çağın yükselen ruhu olduğu
günümüzde bir çeşit retrospektif okuma olarak bir Osmanlı aklaması olarak
anlaşılabilecek bu değiniye konu bilginin, yükselen ruhun eşitlikçi olduğu
dönemlerde negatif bir boyut olarak daha fazla vurgulandığını söylemek
gerekiyor. Genelde İslâm dünyasına, özelde Osmanlı imparatorluğuna atfedilen
"mozaik toplum" tiplemesi, oryantalist söylem içinde İslâm
toplumlarının türdeş ve tek kültürlü bir toplum üretme konusundaki tarihsel zaaflarına
gönderme yapmak üzere negatif yüklemelerle kullanılmıştır. Bu konudaki
tartışmaların bir özeti için bkz. Kureşi, Olsun, Hüseyin, 19; Turner,
1978.
[3].
Söylemsel yaptırım ifadesini Foucault'nun doğruluk rejimleriyle ilgili
mütalaalarına dayandırarak öneriyorum. Bir söylemin gerçekleştirimine karşı
direnmenin yaptırımı doğruluk rejiminin dışında kalmaktır. Rejim her tarafı
kaplamışsa, onun dışında kalmanın pratikte bedeli o ölçüde ağır olmaktadır.
Foucualt'nun doğruluk rejimleriyle ilgili analizlerinin yer aldığı örnek
metinlerden biri için bkz. Foucault, 1986.
[4].
Tanınma siyasetinde kendini kendi istediği gibi tanımlama üzerindeki ısrar,
tanımlama sürecine dahil olan iktidar ilişkilerinden dolayı son derece makul
bir istektir. Tanımlayan, belirlemiş de oluyor. Belirleyen de muktedir olur.
Kendi kaderini tayin kendini tanımlama hakkı üzerindeki mücadeleyle başlar.
Sömürüye her zaman eşlik eden, bir tanımlama imtiyazı olmuştur. Ancak, bu
hakkın tarih boyunca olduğu gibi bugün de ne kadar her isteyenin elde edebildiği
bir şey olduğu tartışılır. Denilebilir ki, tarihte çok az insan grubu veya
kültür kendini kendi istediği şekilde tanıtabilmiştir. Genellikle gruplara
isimler başkaları tarafından ve başkalarının yüklemeleriyle verilir.
Hristiyanlık ismi bile bir aşağılama kastıyla Nasıralılar olarak tanınmak
istiyenlere verilmiştir. Mutezile, İslâm'da ana akım gruptan
"ayrılma" gibi bir negatif yüklemeyle muhalifleri tarafından verilmiş
bir isimdir. Başka türlü tanınmayı arzu edebilecek olan bu grubun üyeleri bile
zamanla bunu benimsemişlerdir. Bugün bir çok grup ne kadar başka türlü tanınma
isteğinde olsa, ne kadar çaresiz bir direniş sergilese bile -güncel bir örnek
olarak Fazilet Partisi'nin kapanmasının akabinde kurulan iki partinin üyeleri
de kendilerinin ne kadar gelenekçi veya yenilikçi olmadıklarını iddia ettilerse
de - bir ölçüde kendilerine atfedilen tanımlamalara razı olmak zorunda kalmakta
ve kuşkusuz bu tanımlamanın muhtevasına uygun davranışlara da sürecin tabiatı
gereği zorlanmaktadır. Zaten tanımlama veya isimlendirme nötr olamaz,
gerçekliği oluşturucu bir etkisinden hiç bir zaman kaçınılamaz. Kuşkusuz bu
durum tanınma siyasetinin beyhude bir çaba olduğunu, siz kendinizi nasıl
tanımlamak isterseniz, başkalarının sizi kendi istedikleri gibi
tanımlayacakları anlamına gelmez. Adı üstünde bu bir tanınma siyasetidir.
Siyaset kendi taleplerinizin muhalifi olanlara karşı meşrû kulvarda belli
uzlaşmalarla etkili sonuç alma sanatı değil midir?.
[5].
Çağaptay'a göre Yüksek Kemalizm Türklük için üç içiçe halka üretmiştir. Dışsal
teritoryal halka, ortada dinsel halka ve içte de etnik bir halka. Genelde
düşünüldüğü gibi ona göre de ancak bu içerdeki halkaya mensup olanlar devlete
yakınlaşabilirler. Oysa bu durum Cumhuriyetin kuruluşundan beri Türk devletinin
değişik kademlerinde yer almış Türk olmayan sayısız unsurlar gözönünde
bulundurulduğunda, çok geçerli bir tez olmuyor. En basitinden bugün taze taze
yaşamakta olduğumuz Sabataylık tartışması, Türk milliyetçiliğinin söylemsel
düzeydeki "saflık" iddiasına rağmen pratikte sadece etnik bir
karışıklığa değil aynı zamanda dinsel bir karışıklığa da pek kapalı olmadığını
göstermektedir (Çağaptay, 2001).
[6].
Amerika'da çokkültürlü toplumsal yapının gelişiminin bir tarihi için bkz. Takaki, 1993.
[7].
Yabancı korkusu, kültürel farkın ileri sürüldüğü her yerde ortaya çıkan bir tür
fobi: xenophobia. İnsanlığın eski zamanlardan bu yana bu konuda modernleşme
veya küreselleşme edebiyatlarında varsayılan mesafeyi katetmiş olduklarını
söylemek zor. Anthony Giddens'ın modernleşmeyi bir bakıma yabancı korkusunun
giderildiği bir toplumsallaşma biçimi olarak tasvir etmesi yanıltmasın
(Giddens, 1994). İnsanların "yabancı"ya karşı korkularının
giderildiği yerler hâlâ ancak her türlü koruma garantisinin temin edildiği
kamuya açık kalabalık mekanlar olmaktadır. Kültürel farkın ürettiği
"yabancılıklar", en azından bu yabancılar "tanıdık" hâle
gelinceye kadar veya "yabancı" olanlarla yaşamak başlıbaşına bir
kültür haline gelinceye kadar bir toplumsal korkunun da kaynağı olarak
karşılanacaklardır.
[8].
Kürtçenin serbest bırakılmasıyla ilgili dönemin yoğun tartışma gündemine Turgut
Özal'ın verdiği cevap, bütün bu bilgileri öngörüyordu. Özal, telaşa gerek
olmadığını, zaten telefvizyonun sosyolojik etkisi sonucu insanların ğiderek
Türkçe öğrendikleri, TÜrkçe'ye daha fazla meyledecekleri, dolayısıyla serbest
bırakılmış Kürtçe'nin zamanla hükümsüz kalacağını idia etmişti.
[9].
Almanya, Malezya ve ABD'de çokkültürlülük bağlamında vtandaşlık kavramının
gelişimi ve Almanya'daki Türk işçilerinin kültürel bütünleşmeleriyle ilgili
güzel değerlendirmeler için bkz. Watson, 2000.
[10].
Tam bu satırları yazarken, Derrida'yla ilgili okumakta olduğum -konuyla görece
ilgisiz- John D. Caputo'nun bir kitabındaki şu satırlar, çokkültürcü söylemlere
eşlik edebilecek çok elverişli bir ideolojiyi işaret ediyor gibi: "
Yapısökümünün ardındaki düşünce, güçlü ulus-devletlerinin işleyişlerini güçlü
göçmen politiklarıyla çözmek, milliyetçilik retoriğini çözmek, yer siyasetini,
yerli toprak ve yerli dil metafizik düşüncesini çözmektir. Bu düşünce
ulus-devletlerin kendilerini yabancıya, Yahudilerle Araplara ve
göçmenlerekarşı, Lyotard'daki anlamıyla les juifs'e karşı, tüm diğerlerine
karşı, tüm diğer ötekilere, yani imkansız bir formüle göre, imkânsızın bir
formülüne göre tamamen öteki olan diğerlerine karşı savunmak üzere kurdukları
kimlik bombalarını etkisiz hâle getirmeyi amaçlar" (Caputo, 1997: 231).
Doğaldır ki ulus-devlet metafizğine sımsıkı bağlı olanların çokkültürcülük
söyleminin altında yatan bu saldırıyı hissetmemeleri sözkonusu olamaz.
[11].
Kültürün metalaşması sürecine kapitalizm bağlamında en kapsamlı teşhisleri
yapan, Kültürü bir endüstri konusu olarak ele alan Adorno da, "Kültür
Endüstrisi" makalesinin girişinde, kurulu dinlerin düşüşü, teknolojik ve
toplumsal farklılaşmanın artması ve kapitalizmin bir sonucu olarak kapitalizm
öncesi unsurların çözülmesinin kültürel kaos yaratacağı yönündeki yaygın teze
karşı şunu söyler: "aksine, kültür hiç bir bu kadar birlşmiş e bütünleşmiş
değildir. Şu anda kültür her şeye damgasını vurmaktadır. Filmler, radyo ve
magazinler bir bütün olarak tek biçimli ve her yerde geçerli bir sistemi
oluşturmaktadır" (Adorno, 1984: 120). Kitle iletişim araçları yoluyla
kültür endüstrisi tüketicilerini yukarıdan aşağıya belirler. Diğer metaların
tabiolduğu üretim tüketim düzeninin aynısına tabi olur (Adorno, 1991:85).
[12].
Kültürün hatırlanmasının çoğu kez Laroui'nin bahsettiği anlamda geleneğin
hatırlanması ve icad edilmesiyle aynı şekilde cereyan eder. Genellikle rutin
bir varoluşa sahiplenmiş geleneksel sembollere yönelik bir tehdit oluştuğunda,
hayatlarında bu sembollerin çok az yer tutabildiği elit kesimlerin
yönlendirmesiyle gelenek hatırlanır, ve çoğunlukla yeniden yorumlanma yolula
icad edilir. bkz. Laroui, 1999; ayrıca kültürel otantisite ve modernlik arasındaki
ilişkilerin bir değerlendirmesi için bkz. Aktay, 1998.