Medeniyetler
Çatışması, Vadi Yayınları, Ankara, 1997.
ESKATALOJİLERİN SONU'NDAN ÇATISMANIN DEVAMNA?
YASİN AKTAY
Eskatolojilerin sonu mu? sorusu aslında hiç
bir şeyin son bulmadığını ifade etmeye yarayan basit
bir ironiye dayanıyor. Özellikle ellilerden bu yana, yani savaş
sonrası diye bilinen yıllardan bu yana Avrupa sosyal düşüncesi
bir çok şeyin, daha biz başlangıcının veya
gelişmesinin nasıl bir şey olduğunu doğru dürüst
anlamamışken, sonunu ilan etti. Nelerin sonunu görmedik ki?
Faşizmin sonu; ideolojinin sonu;
bilimin sonu; öznenin sonu; devrimin sonu; bireyin sonu;
toplumsalın sonu; tarihin sonu; hatta insanın sonu.
Eskatoloji genellikle dinsel bir
bilince aittir ve dünyanın sonuyla ilgili anlayış ve söylemlere
işaret eder. Ancak sonundan sözedilen yukarıdaki şeylerin
tamamı, kendini dinsel olmayan bir referans çerçevesine
dayandırmıştır. Genellikle sözkonusu olan durumun veya
değerin son bulmasıyla, toplum olarak, dünya olarak hatta
insanlık olarak belli bir olumluluk durumuna
ulaşıldığı varsayılır. Bu olumluluksa,
genellikle "özgürlük" ideali çerçevesinde şekillenir; yâni bir
durumun veya bir büyük değere teveccühün son bulmasıyla o durum veya
o teveccühün şimdiye kadar baskı altında tuttuğu değerlerin,
unsurların veya olguların kurtulduğu düşünülür, ilan
edilir. Daha ilginci ise, son bulduğu söylenen her şeyin, büyük
ölçüde kendi varoluşunu zaten aynı ideal çerçevesinde
meşrulaştırmış olmasıdır. Bir dönem
insanlara gerçekleşmesi mümkün dünya cennetleri vaadeden ideolojilerin her
biri yerini aslında aynı vaadlerin başka bir versiyonuna
terkederek sahneden çekiliyor.
Bunun için son bulduğu
söylenen yukarıdaki durum veya değerlerin her birinin kısa bir
geçmişine bakmak yeterli: 'İnsan' kavramı Aydınlanma
hümanizminin bir ürünüydü; kendinden başka hiç bir üst ilkeye yaslanmadan
kendine yeterli donanıma sahip bir varlıktı(r). Kendisine
eşlik eden "akıl", "bireysellik" gibi kavramlarla
kendi toplumunun ve tarihinin bir ürünü olduğu ortaya konuldu. O şimdi
bazı söylemlerde sadece bir "Aydınlanma Anlatısı"ndan
ibarettir. Postmodern addedilen literatürün en önemli temalarından biri
insanın sonu üzerindeki vurgusudur. Genel olarak Aydınlanma
filozoflarının özellikle de Kant'ın neredeyse her çeşit
tarihsel ve toplumsal vasatın üstünde, "aşkın" bir
varlık olarak tasarımlanan 'insan'ın aslında "hiç bir
yerde" mevcut olmadığını farkeden ve insanla ancak bir
tarih ve bir toplum içinde karşılaşabileceğimizi telkin
eden literatür en kaba anlamıyla bir "insan eskatolojisi"
kurgusuna işlerlik kazandırmaktadır (Foucault, 1972; Derrida,
1987). Bu anlamda insan hep bir tarihin, bir toplumsallık ve
olgusallık çerçevesinin içerisinde konumlanmış olarak,
çoğunlukla Heidegger'e referansla (Heideger, 1962), bir Dasein olarak düşünülmeye
başlandı. Kendisine, Aydınlanma düşüncesi yoluyla atfedilen
tüm "aşkın" özelliklerin birer yanılsamadan ibaret
olduğu birdenbire anlaşılıvermiş; aslında çok da
kendine yeterli olmadığı gibi, ona atfedilen bu özelliğin onu
iyice şımartmış olduğu görülmüş, modern dünyada
yaşanan bunca savaşın, sömürünün, sosyal felaketin
başlıca sorumlusunun onun bu özelliği olduğu sıkça
telaffuz edilmeye başlanmıştır.
Modern dünyada
kazandığı anlamıyla felsefe de aynı gelişmeden
nasibini almıştır. O da herşeyi gören duyan,
tanımlayan, sınıflandıran bir "insan" etkinliği
olarak insanın tarihiyle aynı kaderi
paylaşmıştır. fiimdiki felsefe etkinliklerinin büyük
çoğunluğu felsefenin kadastrosuyla uğraşmakta, gayrimenkul
bir miras üzerinden konuşmaktadırlar.[1]
Ya modernlik; Aydınlanmada tasarlanmış, son iki yüz
yılın en büyük ideallerinden biri olarak, yaslandığı
tüm küçük anlatıların üstünde en büyük anlatı olarak postmodern
durumun küstah, vefasız ve suçlayıcı halefliğine şahit
olurken ileri yaşlarına doğru ilerliyor bir çok toplum
analizcisine göre son buluyor (Lyotard, 1997).
Oysa tüm bu "son"
söylemlerine baktığımızda hepsinin ait olduğu bir üst
söylem veya ideolojiyi seslendirdiklerini görürüz. Bunu yapmakla aslında
hiç bir şeyin son bulmadığını ispatlamaktadırlar.
Bizzat ait oldukları üst söylemin kendisi, yani eskatoloji,
modernleşmeyle birlikte son bulduğu söylenen dinin en önemli
unsurlarından biriydi; dinle beraber onun da ortadan kaybolması
gerekiyordu. Oysa bırakın dinin modernleşme teorilerinin bu
öngörülerine rağmen yükselişini, bizzat modernlik, dinin neredeyse
bütün bileşenlerini içselleştirmek sayesinde
gelişebilmiştir. Bu anlamda modernlik radikal bir kopuşu, tüm
aksi iddialarına rağmen başaramamış, insanın
dinsel varoluş biçimiyle olan tüm bağlarını kalıtsal
olarak taşımıştır. Kuşkusuz bunun tezâhür biçimi
çok farklıdır. İnsan puta taparken de insandır, Allah'a
taparken de insandır ama insanın bu ikisine tapmayan bir varoluş
biçimi mümkün değlidir.
Aslında,
aldığımız bu ilk kavşakta diyebiliriz ki, ne insan o
haliyle salt Aydınlanmanın bir ürünüydü, ne de şimdi bu
insanın mutlak ölümünden bahsedebiliriz. Ne birey Avrupa burjuvazisinin
mutlak bir ürünüydü, ne de şimdi birey düşüncesinin mutlak
çekilmesinden sözedebiliyoruz. Aslında çok klişeleşmiş bir
deyimle insanî olan hiç bir şey yeni olamaz. Bunca şeyin sonunu ilan
etme konusundaki acelecilik, insanın modern dönemde semavî din(ler)i kendi
hayatından kovduktan sonra değişik alanlarda oluşan
boşlukları doldurma çabası olarak görülmelidir.
Çağımızda çokça görülmesi, insanlığın
geliştirdiği bunca değerin kısa zamanda bir eskatolojiye
tâbî kılınması, bir yanıyla insanın doyumsuz tüketim
alışkanlığına verilebilir. Postmodern olduğu
sıkça telaffuz edilen çağımızın, eskatolojileri de
kitlesel tüketim sürecine uğratmış olduğu söylenebilir.
İnsan kendi yaptığı tanrıları bile eskitmektedir,
onların yerine yenilerini ikâme etmekte, onlardan bıkıp günün
şartlarına ve eğilimlerine göre değiştirmeyi
istemektedir. Dileyen bunu "insan acıkır ve beslendiği
gıdadan ürettiği tanrıları yemek zorunda kalır"
diye de okuyabilir.
Eskatolojiler bir yanıyla da büyük dinlerin haber
verdiği öte dünya cennetlerinin yerine yeryüzü cennetlerini ikâme etmenin
adı olarak da okunabilir. Çünkü dinlerin vaat ettikleri cennete duyulan
arzu insanın içinden çekip çıkarılamaz. Bu, başka bir biçimde
de olsa mutlaka geri döner. Eskatolojiler, o yüzden neyin son bulduğuyla
değil, son bulan şey dolayısıyla neyin
başladığına çektikleri dikkat açısından kayda
değer. Kuşkusuz neye dikkat kesilmekteyse yeni dinin bütün
bileşenleri ona göre saptanabilir.
Dolayısıyla tüm
beşerî eskatolojilerin birer yanılsama ürünü olduğu veya
bazı yanılsamalar doğurup onları sürdürmeye
dayandığını söyleyebiliyoruz.
Tarih
Eskatolojisinin Cennet Ve Cehennemi
Yüzyılımızın en
büyük eskatolojilerinden biri faşizmin sonunu haber veriyordu. İkinci
dünya savaşının en acı tecrübelerine yol
açtığı söylenen faşizmin, savaşın son
bulmasıyla birlikte tarihe karışmış olduğu
söylemi, insanlığın nihâî bir zaferi, özgürlük idealine
yaklaşmanın son bir adımı olarak telaffuz ediliyordu. Frankfurt
Okulu'nun önde gelenlerinden, 68 öğrenci olayları
dolayısıyla ömrünün son yıllarında birdenbire
keşfediliveren Herbert Marcuse faşizme karşı sözkonusu
zaferin sadece askerî bir zafer olduğu kara haberini veriyordu.
İçinde yaşanılan toplumun faşizmden
devraldığı bir miras vardı ve bu miras Faşizmin askerî
varlığını aratmayacak durumdaydı. Faşizm, askerî
bakımdan yenik düşürülmüştü, ama her an yeniden
canlandırılma olanağı ortadan
kaldırılamamıştı. Kuşkusuz kendisinin de
değişik vesilelerle ifade ettiği gibi Marcuse'nin kendi
görüşleri üzerindeki kontrolü 68 öğrenci hareketinin teveccühünün
eline geçmişti (Marcuse, 1979: 77). O yüzden bu sözlerinden kendisinin ne
murat ettiğini kendi ifadelerine dayandırmak mümkün görünmüyor. Ancak
sözkonusu teveccüh, faşizmin son bulmuş olduğu
yanılsaması üzerinde palazlanmış yeni ve
alışılmadık bir baskı rejimiyle boğuşuyordu.
Onun da sonunu ilan etmek istiyordu. Ancak onun sonunu ancak başka
birşeylerin başlangıcıyla birlikte ilan etmek
zorundaydı. Bu da ideolojilerin sonunun başlangıcı, yani
başka bir eskatoloji ve aslında tüm eskatolojilerin gerektirdiği
gibi yeni güç ilişkilerinin başlangıcı idi. Tüm
eskatolojiler gibi o da bir yanılsamaydı, ideolojinin
dışına çıkılamayacak bir galaksi
oluşturduğunun farkedilmesi ise çok uzun sürmedi. Ancak bu
farkedişin de bir bedeli vardı ve bu bedeli edetmeme
cömertliğini gösteremedi, gösteremezdi, o da kendi eskatolojisini
dayattı gitti ilh.
Körfez Savaşı'ndan sonra
herkesin dilinde "Yeni Dünya Düzeni" nin tüyleri bitmişken bunca
gaddarca bir olayın doğuracağı düzen nasıl bir düzen
olacaktıysa akademik çevrelerde bunun teorik çatıları
atıldı bile. Çok geçmeden Amerikan hormonlu Japon Françis
Fukuyama'nın Tarihin Sonunu Amerikan liberalizminin final zaferiyle ilan
eden eskatolojisi her tarafı kapladı (Fukuyama, 1991). Bu
eskatolojinin farkı, artık bizzat tarihin sonunda yaşamakta
olduğumuzu iddia ediyor olmasıydı. Yani bizzat cennetin
içindeydik. Veriler çok sağlam görünüyordu, insanların
hâlihazırda yaşamakta olduğu çatışmaların hepsi
son dalgalanmalar (aslında çırpınışlar) dan ibaretti.
Bunların hiçbirinin önümüze yeni ve alternatif bir tarihsel seçenek
çıkarma imkanı yoktu. Zaten görünürde bir tek İslâm
fundamentalizminin sesi gür çıkmaktaydı, ama onun de tarihin bu
çağdaş ânında alternatif sunma potansiyeli yoktu. Siyasal
İslâm'ın kalesi sayılabilecek olan İran'da üretim, tüketim
ve finans modelleri ileri kapitalist dünyaya bir alternatif oluşturmuyor,
aksine bu dünyaya eklemlenecek bir mahiyet arzediyordu. Son kertede geçici olan
gerginlikler hesaba katılmazsa, onlar da CocaCola içiyorlar, Sony marka
elektronik ürünler kullanıyorlardı. Anlaşılan
telaşlanacak bir şey yoktu.
Tarihin Sonu, aslında
ikiyüzyıldır alışageldiğimiz modernist dünya cenneti
vaadlerinin kaba bir tekrarından başka bir şey sunmuyordu.
Doğrusal bir tarih modeline yaslanıyordu ve geriye dönüşü mümkün
olmayan gelişmelere bütün dünyanın tâbî olduğunu iddia ediyordu.
Onu popüler kılan yeni dünya düzenine karar veren küresel ölçekli iradenin
sesyükselticisiydi sadece. Realitede, galebe çalmış bir gücün
güçlülüğünü tartışmak belki mümkün görünmüyor, ama bu
yaklaşımın mantıksal düzeyde hesaplaşması gerekli
bir sorunu vardı. Kendini Hegel'in tarih anlayışında
temellendirmiş bir yaklaşım, diyalektik olarak kendini ancak tüm
çelişkilerin bittiği bir eskatolojiyle tahakkuk ettirebilecekti.
Mantıksal düzeyde bu çelişki ancak bir eskatolojiyle bitirilecekti
de, realitede bunun maliyetinin, çelişki potansiyeli barındıran
tüm unsurların bertaraf edilmesi
şeklinde olacağını görmek zor değildi. İşte,
modernliğin küresel çapta tüm değerlerini hakim
kıldığı bir dönemde yeniden faşizmin dönüşünden
söz edebiliyoruz. Üstelik bu dönüş çok usturuplu, ötekini tamamen görüntü
dışında bırakan, gitgide daha da kesifleşen bir
dışlama operasyonları yoluyla olmaktadır.
Prusya'nın ruhu bu sefer
Amerika'da tenâsuh etmişti. Amerika yeni dünya düzeninin tâbî olduğu
değerlerin gardiyanlığı sıfatıyla Körfez'deki
şovu yaptığı anda tarihin ancak pornografik bir tatbikatla
son bulacağı yeterince anlaşılmış oldu
(Baudrillard, 1991). Kuveyt'in işgaline karşı bütün
ordularını seferber eden çokuluslu gücün Bosna
karşısında içine düştüğü durum, Cezayir'de seçimlerin
iptaline karşı gösterilen ikiyüzlü tepki, Türkiye'de yükselen
İslâm'a karşı duyulan fundamentalist-laik tepkiye
Batılıların bakışı, tarihin eskatolojisinin
kimler için cennet, kimler için cehennem vaadettiğini yeterince gözler
önüne seriyor. Unutulmaması gereken şey şu ki, eskatolojisini bu
dünyada tesis eden hiç bir gücün yerleştirdiği hiç bir kurum, ortaya
koyduğu hiç bir eseri bâkî kalamıyor. Çünkü birileri için cennet
birileri için cehenneme dönmüş bir dünyada diyalektiğin hâlâ bir
miktar esâmîsi mevcut olmak durumundadır.
Eskatolojilerin
Sonu yani Çatışmanın Devam
"Düşüncelerin tarihi
yoktur" der Marx. Kukusuz başka şeyler kastetmek için söylüyor
ama buradaki kullanışlılığı itibariyle çok
doğru bir söz. Düşüncelerin evrimi değil, ancak unutulup
hatırlanması sözkonusudur. İnsana, hayata, topluma, doğaya,
evrene, tanrıya karşı takınılan genel tavır ve
tutumların toplamı da ne evrilir ne devrilir.
Aslında 90'ların
başında Tarihin Sonunun kutlanmasıyla Hegel'e
yapılmış bir müracaatın sağcı bir
Hegelciliği öne çıkarmış olması paradoksal biçimde
Marx'ı hiç de ummadığı, istemediği bir yerde (hep olduğu
gibi yine ironik bir biçimde) doğrulamıştır. Gerçi Marx
daha Louis Bonapart'ın Onsekizinci
Brumaier'ınde travmatik bir hayal
kırıklığını teorik bir gerçekçiliğe
dönüştürmenin formüllerini arama tecrübesini edinmişti (Marx, 1955).
Ama bundan tam yüzelli yıl sonra da sağ Hegelciliğin tekrar öne
çıkmasının bir açıklamasını yapmakta
zorlanacağı muhakkak görünüyor.
Tarihi konu alan eskatolojinin
küresel ölçekte varıp dayandığı fiîlî durum, yeni dünya
düzeninin ancak birilerine sürgün ve cehennem kılınmasıyla tesis
edilebilmesidir. Tarihin sonunda vaadedilen, herkesin kendi bireysel
arzularınca veya inançsal gereksinimlerince, ama özgürce
yaşamasını ve siyasal katılımını mümkün
kılan bir toplumsal düzendi. Bu düzen önü alınamaz bir şekilde
tüm alanlara nüfûz ederek zaten müesses hâle gelmeye yüz tutmuştu. Daha
ileri uçlarında radikal bir demokrasiyle buluşacak, tarafların
birbirlerine tahakküm iddiaları olmaksızın birarada
yaşamaları mümkün olacaktı. Vazgeçilmez şey, üretim ve
tüketimin liberal düzeni olacaktı ve bu düzenin kendisi zaten sözkonusu
toplumsal yapı olmaksızın tam anlamıyla
gelişemeyecekti. Dolayısıyla, tarihin nihayete ermiş
bulunduğu moment, küresel sermayenin garantisi altındaydı. Bu da
sözkonusu eskatolojinin güvenilirliğini artırıyordu.
Bütün bunların müthiş bir
illüzyon olduğunu görmek için Huntington'un medeniyetler
çatışmasını teşhis eden sesini duymamız
gerekmiyordu. Kuşkusuz, Huntington, sözkonusu teşhisi yapmakla Avrupa
medeniyetinin benmerkezciliğini kırmak gibi ulvî bir amaca hizmet etmeyi
ummuyordu. Daha kötüsü o, aslında, Avrupa medeniyetinin muhtemel
düşmanlarının anatomisini çıkarmaya adamıştı
çabasını. Ama bu çabanın Avrupa tarafına göstermeye
çalıştığı yüzünü biz Türkiye'dekiler, daha genelde
İslâm âlemindekiler, zaten fazlasıyla görüyorduk.
Türkiye'de son zamanlarda
yaşananlar en fazla, cârî akademik ilginin geçerliliğine büyük ve
safça bir inanç besleyen sosyal bilimcileri mahvediyordur. Bunlar,
olan-bitenleri hangi siyaset bilimi teorisinin modeline göre
açıklayacaklar? Hangi toplum bilim teorisine dayanıp Türkiye'de
gerçek veya sosyolojik boyutlarıyla bir toplumun veya bir
toplumsallık olgusunun mevcudiyetini ispatlayabilecekler? Gerçekten de,
kitaplarda öğrendikleri ve neredeyse olgusal temeli tartışılamayacak
bir paradigma olarak işleyen "doğrusal ilerlemenin" bu
kadar keskin bir viraj almasına ne sosyal bilim birikiminin ne de sosyal
bilimcinin ruh durumunun hazır olmadığı açıkça
görülüyor. En azından insan haklarının ve siyasî ve ekonomik
liberalleşmenin, küresel çapta önü alınamayacak ve geri de
çevrilemeyecek süreçler olarak, sosyal bilimlerin kapsama alanında
tuttuğu yerin bu kadar kolay alaşağı edilebileceği
tahmin edilemezdi. Aydınlanma'nın
insanlığa vaad ettiği, ve tarihin son bulmasıyla
gerçekleşecek olan cennet tam ulaşılabilirmiş gibi
gözükürken herkesin burnuna kan kokuları gelmeye başlamış;
yırtıcı hayvanlar da bu dünyada bir cennette yaşamanın
ancak kendi doğalarından sapmalarıyla mümkün olabileceğinin
dayanılmaz gerçeğine boyun eğmişlerdir.
Sosyal bilimlerde, şimdiye
kadarki tüm kuramsal çabaları boşa çıkarmış gibi
görünen gelişmelere bir söylem daha eşlik etti ki, bu söylem ancak
böylesi bir hayal kırıklığı şokuyla anlamlı
kılınabilirdi. Tahmin edilebileceği gibi, bu söylemin de yeni
bir eskatolojiye dönüşmesi kaçınılmazdı: "Siyaset ve
toplum biliminin sonu." Aslında Türkiye'de ve dünyada son zamanlarda
yaşananlar, bir şeyi şeksiz şüphesiz orta yere
sermiştir: Hiç bir şeyin son bulduğu yok. Özellikle iktidar
ilişkileri açısından insanlık tarihinde bir arpa boyu ilerleme
(veya hatta gerileme) yoktur ve olabileceğinin işaretleri günden güne
yok olup gidiyor. Ortalıkta bağırıp duran ilerleme
söylemlerinin ne işe yaradığı veya ne işe yaramakta
olduğuna gelince. Kuşkusuz bir çok işlevleri vardır. Ama
akla en kolay gelenini hemencecik söyleyelim. Siyasal düzeyde bu söylemler, alt
tabakalardan hasbelkader/hasbelbeşer gelen ve bir iki kuşak sonra
ülkenin yönetimine talip olanların stabilizasyonunu sağlamaya
yarıyor. Allah'ın dağından inmiş bir kıro,
tarihin derinliklerine kök salmış anlı sanlı bir devletin
mahiyeti ve geleceği hakkında, yeniden nasıl
yapılanacağı konusunda konuşturulur mu? Sözkonusu
söylemler, önce konuşturulabilmesine imkan veriyor. Ancak bütün imkanlar konuşabileceği
vehmini uyandırmak suretiyle bütün gazını almaya matuftur.
fiayet biraz fazla ileri giderse; yani bu söylemlere biraz fazla
inanıp hakikaten söylediklerini yapacağı vehmine
kapılırsa, kendisine birazcık faşizm yazılır,
medeniyetlerin kan davalarında tevarüs ettiği suçlar
hatırlatılırmış.
Biz de Marcuse'nin söylediklerini
bugün Türkiye örneği için hatırlayıp avunalım:
faşizmin askerî alandaki yenilgisi hiç önemli değildir. Daha kötüsü
faşizm her an, hem de muhteşem bir dönüşle, yeniden dönme potansiyeline
sahiptir ve onun dönmesini engelleyecek kurumsal tedbirler
alınmış değildir.
Huntington'un medeniyetler
çatışması tezi ilk ortaya atıldığında
Fukuyama'nın tarihin sonu tezine bir cevap olarak görüldü. Aslında
ikisinin de ortak özelliği Batı hegemonyasındaki bir siyasî aklın,
dünyanın öteki taraflarının siyasî güdümlenmesi
arayışındaki aklın, sıradan ve bir hayli geleneksel ve
karakteristik iki tavrını sosyolojik bir söylemle telafuz etmiş
olmalarıydı. Her ikisi sosyolojik olarak disiplinli ve tabiri caizse
biraz daha kuralına uygun bir tez havasına bürünmüş bir
çabayı temsil ediyorlardı. Yoksa bu tezlerin esas niyetinin ve
içeriğinin hiç bir özgün tarafı yoktu. Çoğu zaman olduğu
gibi bu iki tez arasında bir tercih durumunda bırakıldığını
hissedenlere, ilerleme düşüncesinin konjonktürel olarak liberal düzende
yükselen ruhuna uygun olarak, tarihin sonu teorisi daha cazip göründüğü
için sosyolojik nosyona daha layık görüldü. Tarihin sonu teorisiyle,
aslında Müslümanların aleyhine kurulmuş görünen yeni dünya
düzeni arasında paralellikler görenlere ise, medeniyetler
çatışması daha olgusal temellere sahipmiş gibi göründü.
Buna rağmen sosyolojik bir analize medeniyeti konu etmenin bazı
sorunları hep önde tutuldu. Hakikaten de bu kitabın
"sunuş" bölümünde de belirtildiği gibi, sosyolojik
uylaşımlarda medeniyet kavramı sınırları kesin
hatlarla çizilebilmiş bir kavram olmadığı için, bu kavram
üzerinde odaklanmanın, özellikle sınıfların
varlığını ve bunların ekonomik hayatta
oluşturdukları gerilimleri ve bunların kimi zaman medeniyetler
üstü teşekküllerini görmezlikten geleceğinden kaygı
duyulmuştur. Oysa, eskatolojilerin sonu, bize dünya düzeni ölçeğinde
yaşananlar bir yanda dururken, sınıf çatışmaları
üzerinde odaklanmış bir sosyolojik ilginin, muhtemel bir dünya düzeni
manipülasyonuna tâbî olabileceğini akla getirmektedir. Huntington'un
özgünlüğü liberalizmin yükselen ruhuna karşı medeniyetler diye
bir gerçeğin varlığını hatırlatarak direnmiş
olmasıdır. Ampirik düzeyde büyük ölçüde isabetlidir, ancak bu
direnişin bir sosyolojik nesnellik masumiyetinden ziyade bir
çatışmanın öbür tarafındaki çıkarların
gözetilmesine adanmış bir çaba olarak okunmalıdır.
Hasbelkader ister Müslümanlar olarak, ister Türkler olarak isterse de
doğulular olarak sözkonusu çatışmanın bu yanında da
biz varız. Ne yazık ki, bize de öyle görünüyor.
REFERANSLAR
Baynes, K.,
Bohman J., ve McCharty T. (eds.) After
Philosophy: End or Transformation? Cambridge, MIT.
Cohen, A. &
Dascal, M., 1989, The Institution of
Philosophy: A Discipline in Crisis?, La Salle: Open Court.
Derrida, J., 1987,
The Ends of Man, Baynes, Bohman ve McCharty (eds.) After Philosophy: End or Transformation? Cambridge, MIT.
Foucault, M.,
1972, The Archeology of Knowledge,
New York, Harper and Row.
Fukuyama, F.,
1991, Tarihin Sonu mu? Yusuf Kaplan
(ed.), Kayseri: Rey Yayınları.
Heidegger, M.,
1962, Being and Time, New York,
Harper and Row.
Marcuse, H.,
1979, H. Marcuse ile Söyleşi, B. Magee, (ed.) Yeni Düşün Adamları, İstanbul: Milli Eğitim
Bakanlığı Basımevi.
[1]Baynes, Bahman ve McCharty, beraber derledikleri kitapta, felsefenin, metafizik yetkinliklere sahip bir insan etkinliği olarak hakikati arayan "insan" kavramının paralelinde "son" bulmuş olduğunu vurguluyorlar. Derlemelerine aldıkları büyük filozofların metinlerinden yola çıkarak "felsefe sonrası" hakkında bazı kestirimlerde bulunmaya çalışıyorlar(Baynes, Bohman ve McCharty, 1987). Felsefenin yine bu tür metafizik sorunlarından dolayı bir kriz, hatta bir son içinde bulunduğu teması oldukça yaygın bir tema olmuştur. Bu konuda yine bkz. Cohen ve Dascal, 1989.