Tezkire, Sayi 14-15, 1998
KÜLTÜREL
SAHİHLİK SÖYLEMLERİ
VE MODERNLİK
YASİN
AKTAY
Modernlik: Herkesi
"Yabancı" Kılan Bir Büyük Gurbet
Modernlik
bir yanıyla da herkesi göçmen kılan bir toplumsal hareketliliğin
adı olarak görülebilir. Böyle bir tanım, ilk anda modernlikle
birlikte küresel çapta meydana gelen göç olgusunun çağımız
toplumsallığındaki merkezî yanına işaret eder.
Gerçekten de, bugün yaşadığımız dünyayı en fazla
belirleyen gerçek, küresel çaptaki başdöndürücü hareketliliktir. Dünya
nüfusunun, gittikçe artan sayıda, çok büyük bir kısmı ekonomik
nedenlerle, eğitim için veya şu veya bu nedenle doğduğu
yerleri terkederek yeni bir yerleşim yerinde hayatını
sürdürmekte; çok önemli bir kısmı da ikinci yerinde de devamlı
kalmayıp yeni bir yer arayışına yönelmektedir.
Açıkçası yaşadığımız dünya neredeyse
hiçkimsenin doğduğu yerde ölmesinin mümkün görünmediği bir
savrukluğa doğru sürüklenmektedir.
Yine
de bu durum, sözkonusu hareketliliğin ancak coğrafî görünümünü ifade
etmektedir. Bu yanıyla da, insanlık tarihi boyunca çok büyük göçler,
çok büyük toplumsal hareketlilikler, savaşlar, güçlü toplumsal
organizasyonlar vs. her zaman için insanların toplumsal
hareketliliğini beslemiştir. Bugün bu hareketliliğin bir
toplumsal yapıyı ve tarihsel durumu karakterize edecek şekilde
yerleşik bir hale gelmesinden sözedebilsek de insanın
doğduğu yerde ölmemesi, insanoğlunun yeryüzündeki
varoluşunun en gerçek durumlarından biri olarak insanlık tarihi
kadar eski bir durumdur. Oysa, hepimizi göçmen kılmış bir modernlikten
sözederken, modernliğin coğrafî hareketliliğe
kattığı korkunç hızdan ayrı olarak işin daha
ziyade kültürel ve zihinsel katmanlarda yolaçtığı
hareketliliğin geçmiştekiyle
karşılaştırılamayacak boyutlarına dikkat
çekilmektedir.
Kuşkusuz
göç olayının kendisi modernliğe gerçek muhtevasını
verirken insanları belli köklerden, yerlerden, zaman ve mekanlardan
koparıp kendi başlarına bırakırken, diğer yandan
modernliğin kendisi de göç olayının mahiyetinde radikal bir
değişiklik meydana getirmiştir. Bu değişiklik en
azından artık kimin göçmen, kimin yerli olduğunun iyice
muğlaklaşması ve hatta böylesi bir sorunun anlamlı hiç bir
karşılığının kalmadığı bir kültürel
durumla ifade edilebilir. Denilebilir ki, bu durum giderek modernlik
sosyolojisinin en önemli konusu haline gelmeye başlamıştır.
Marx'ın kapitalist toplumu "katı olan her şeyin
buharlaşmaya mahkum olduğu" bir hızlı
değişimle tasviri (Marx ve Engels, 1955); Durkheim'ın sanayi
toplumunu toplumsal normsuzluğun yol açtığı anomie durumuyla nitelemesi; Weber'in modernleşmeye
atfettiği dünyanın büyübozumu ve rasyonelleşme ile Simmel'in
metropolisteki zihinsel yaşam analizleri modernleşmenin bir büyük
zihinsel ve sürekli göç olma boyutunun ilk sosyolojik
tanımlamalarını oluşturuyordu. Ancak bu tanımlamaların
kuşkusuz çok daha veciz ve edebî biçimlerini ondokuzuncu
yüzyılın sonuyla yirminci yüzyılın başlarındaki
bir çok edebiyatçı ve felsefecinin yazılarında veya
şiirlerinde bulabiliriz. Baudelaire'ın Fláneuer tiplemesiyle Nietzsche'nin soykütükçüsünde bu
edebiyatın zirvelerini bulabiliriz.
Daha
sonra Peter L. Berger modernleşmeyi zihnin
"evsiz-barksızlık" durumuyla denklemek sûretiyle göç
metaforunu modernlik durumuna doğrudan uyarlamanın önünü
açmış oldu. Bu sürece bir çok başka düşünür ve edebiyatçı
katılarak, modernliğin mekansal hareketliliği tahrik eden yönüyle
zihinsel hareketliliği mukadder kılan paralelliğin
tasvirine zenginlik kattılar. John
Berger'in yazılarındaki baskın tipleme olarak yabancı, bir
"sürgün" olarak modernliğin ortaya çıkardığı
bir portredir. Bir sürgün olarak modernlik teması, dinler tarihindeki
meşhur sürgünlerin terminolojisine de son zamanlarda hatırı
sayılır bir talep oluşturmuştur (Papastergiadis, 1993).
Öznesiz bir süreç olarak işlediği ve önüne kattığı
bütün insanları ve insanlığı savurup dağıtan,
hem mekansal hem zihinsel olarak hiç bir tutunulacak dal
bırakmadığı ölçüde modernlik ile "sürgün" duygusu
arasında sıkı bir bağ olmaktadır. Özellikle belli
dinsel veya kültürel kimliklerin anlamlandırdığı
dünyaların insanları, değişimi kendilerini "ait"
hissettikleri genelde insanî konumlardan özelde de ideal devletlerinden veya
"altın çağ"larından bir "uzaklaşma"
olarak algılamaktadırlar. Bu uzaklaşma, gayr-ı ihtiyarî addedildiği
ölçüde de, sorumlusu belli belirsiz bir "düşman",
"kâfir", "şeytan" olan bir sürgün, bir diaspora
söylemini harekete geçirmektedir. Bugün dinsel dünyaların hemen hepsinde
hissedilen ve "kendi kaderini tayin etme" konusundaki çaresizlik
hissinden kaynaklanan "uzaklaşma" algısı modernliğin,
sunduğu her türlü olanağa rağmen,
başlıbaşına bir diasporanın koşulu olarak
görülmesine yol açmaktadır. Esasen dinsel zaman
anlayışlarının hemen hepsi belli bir "altın
çağ"dan uzaklaşma kabulünce belirlendiğinden,
modernleşme bu uzaklaşmanın ileri ve başdöndürücü
hızda bir momentine tekâbül etmekte, modernleşmenin ilerlemeci zaman
tasavvuru ise bu uzaklaşmaya yadsıyıcı ve
çatışmacı başka boyutlar kattığı ölçüde
yabancılaştırıcı bir süreç olarak işlemektedir.
Modern ideolojilerin ve sosyal bilimlerin dünyasında teorize edilen dünya
ile pratize edilen yaşam arasındaki meşhur açıklık
hatta gerilim de büyük ölçüde bu diaspora söyleminin seküler versiyonunu
üretmiştir. Bu dönemin en büyük teorilerinden biri olarak marksizmin
teoride varsaydığı diyalektik kesinliğin yaşanan
dünyada, hep başka faktörlerle, ulaşılması sadece bir
ihtimale, hem de çok zayıf bir ihtimale ve giderek imkansıza
dönüşmesi, bu dünyanın sosyalist idealler açısından da bir
sürgün olarak algılanmasına az hizmet etmiş sayılmaz.
Üstelik bu sürgünün de kayıp bir Mesih'i (kayıp sınıf:
proleterya); bir daha geri gelmemecesine yitirilmiş bir asr-ı
saadeti de (kömünal toplum çağı) var. Bu vesileyle bütün büyük
anlatılar gibi marksizmin de kendi dinsel formatlarına yeniden bu tür
temalarla kavuştuğunu görebiliyoruz. Ancak bu vesileyle genel olarak
söylenmesi gereken daha önemli şey, modernliğin hareketli ve
hızla değişen ortamında hiç kimsenin kendisini evinde
hissedememesidir..
Ancak
bu yazıda sözkonusu etmek istediğimiz, modernliğin herkesi göçmen
kılan bu yönünden ziyade, göçmenlik hissinin körüklediği bir "özyurt",
"öz", "kimlik" ve "köken"
arayışının insanların siyasal ve kültürel
kimliklenmelerindeki belirleyicilikleridir. Siyasal içerikten nisbeten uzak ve
modernleşmeyle birlikte giderek yaygınlaşan bir duygu olarak
nostalji, böylesi bir özyurt, bir köken özlemini yansıtan modern bir
duygudur. Bu arada bir sektör ve bir dünya görüşü olarak turizm
yaygınlaştığı ölçüde sözkonusu "özyurt
arayışı"nı yansıtmakla birlikte, dünyanın
tamamını turistik bir alan kılmakta, aslında
"özyurt" düşüncesinin ne kadar sanal bir olgu olduğunu
imlemektedir.
Aslında
gerek turizmin gerekse nostaljinin varsayarak aradıkları, aradıkça
da yanılsamasını güçlendirdikleri "özyurt",
"altın çağ" veya genel anlamıyla "köken"
düşünceleri veya modernliğin insanları sürüklediği sürgün
veya diaspora algılarının hepsi modernlikle birlikte gündeme
gelen daha üst bir söylemin köşe taşlarını
oluştururlar ki, bu söylem de sâhilik veya sahihlik (authenticity)
söylemidir. Gerçi sahihlik arayışı insanların herhangi bir
şeyin doğrusunu, hakikisini, gerçeğini talep etmeye sevkeden
etkenler kadar eski bir arayıştır. İnsanlar hiç bir zaman
gerçeğine ulaşma imkanı varken sahtesine razı olmazlar.
Özellikle ahlâkî açıdan bir eylemin doğrusu her zaman tercihe
şâyan görünür. Dinî açıdansa durum biraz daha
karmaşıktır. Çünkü din başlıbaşına bir dünya
kurma iddiası veya potansiyelidir.[1] Kendi iddiasını
çoğu kez süregiden realiteyle test edip revize etme ihtiyacı hissetmeksizin,
dünyayı kendisine uydurma ısrarına dayanır. Çoğunlukla
bu mümkün olmadığından "sürgün" duygusunun daha dinsel
bir ifadesi olan ve kuşkusuz burada özel anlamıyla sadece
Yahudilerin tarihi sürgünlerinden fazlasını kastettiğimiz
diaspora tecrübesi dindarlığın çok yaygın ve önemli
boyutlarından birisi olarak ortaya çıkar;
günahkarlığın bir çeşit kefareti işlevini görür.
Dindarlıkla dünyevîlik arasındaki alışıldık
gerilim de büyük ölçüde dinin gerçek kabul ettiği dünya ile yaşanan
dünya arasında giderilmesi ümit verici gözükmeyen mesafeden
kaynaklanır. Bu yüzden genellikle dindar insan için dünya nihâî
hesabın görüleceği bir yer olmaktan ziyade, insanların
eylemlerinden dolayı sorgulanacakları bir sınav durumuna uyar.
Kuşkusuz bu özelliğiyle dinin tasarladığı dünya ile
teorinin tasarladığı dünya arasında nihâî yönelimleri
itibariyle radikal bir fark vardır. Bu fark, her ikisinin dünya
tasarımlarına uygun olmayan koşullardaki durumlarına,
sâhilik açısından daha geniş açılı bir farkla
yansır. En azından dinin dünyayı açıklama,
dolayısıyla onu inşâ etme işleminin, pratikte teorinin
dünyayı inşa ederken karşılaştığı
zorluk türünden zorluklarla daha az karşılaştığı
söylenebilir. Çünkü dinin bu şekilde kurduğu dünya, doğası
gereği büyük ölçüde kendi kendini doğrulayan bir dünyadır.
Dolayısıyla, bir dinî tecrübenin süregiden realiteye "uyum"
sağlama doğrultusunda kendi "öz"ünden ne kadar
uzaklaştığının hesabı kendi
dışından kolayca yapılamaz. Bununla birlikte bir dinî
tecrübenin sahihliği konusunda, o tecrübenin öznelerinin
bakışaçısı da kendisini çoğunlukla sözkonusu
kendini-tasdikin kompleks münasebetlerinden kurtaramayacaktır.
Kuşkusuz dinî
tecrübenin analiziyle ilgili bu durum kendisini dinsel tecrübenin dünyayı
kurma veya dünyevî etkinliklere katılma yollarının açıklamacı
bir tasviriyle sınırlamış bir din sosyolojisi için o kadar
karmaşık değildir. Buradaki sorun dinî tecrübe hakkında
sosyolojik bir incelemede bulunanların o tecrübe hakkında
yargılayıcı bir jargona kolaylıkla yakalanmalarından
kaynaklanıyor. Kuşkusuz sahihlik jargonuna, veya Frankfurt okulunun
büyük düşünürlerinden Adorno'nun konuyla ilgili kitabına verdiği
isme bakarak söylersek otantisite jargonuna, dinî tecrübenin tasvirinde çoğunlukla
bu yargısal aklın ürünü olarak başvurulmaktadır.
Bu
yazıya görece uzun sayılabilecek bu girişi, sahihlik jargonuna
dikkat çekmemizi sağlayan nedeni de söyleyerek bitirelim. Özellikle son
zamanlarda sosyolojik çevrelerde başlayan ve giderek siyasal ve toplumsal
bir yaygınlık kazanan bir karşı(t)laştırma veya
kavramsallaştırma olarak "kültürel İslâm" ve
"siyasal İslâm" temalarının, cârî entellektüel
bağlamlarda böylesi bir yargısal aklın aktif işleyişi
sayesinde çiftleştiğini söyleyebiliriz. Derrida'nın
yapıbozumcu yaklaşımlarından
anladığımız kadarıyla, hiç bir kavramsal ikili
yekdiğerinin aleyhinde olmaksızın çiftleşmez.
Dolayısıyla her kavramsal çift kendi içinde mutlak bir değer
hiyerarşisi ve buna tekabül eden bir iktidar hiyerarşisini
kurar/besler/sürdürür. Sözkonusu kavramsal çiftin önce "Siyasal
İslâm" adı altında üretilen gülyabanisine karşı
hariçten okutulan hiç bir gazel onun "kültürel" versiyonu kadar
dengeleyici olamayacaktı. Aslında Derrida'ya ve onun
açtığı yapıbozumcu yolun o ince söylem analizlerine kadar
gitmeyi gerektirmeyecek kadar açık her şey. Dinin siyasal ve
kültürel versiyonlarını incelemeye çalışan sosyoloji çoktan
bir otantisite jargonuna dönüşmüş, belli dindarlık biçimleri
arasında hangisinin daha dindarca, daha sâhici ve daha sahih
olduğuna karar verecek konuma terfi ettirmişti kendisini.
Görüldüğü
gibi, kültürel otantisite söylemlerinin ilgilenilmeyi hakeden çok önemli
münasebetleri var. İlkin, modern dünyada hemen herkesi kuşatan
"yabancılık" duygusu, "sürgün" kompleksi veya
"köken" ve "özyurt" arayışlarına eşlik
eden veya bu arayışların altında yatan bir iddia, bu
arayışları kuran bir söylemdir otantisite söylemi.
Yitirilmiş bir imkana, kaybedilmiş bir öze,
uzaklaşılmış bir yurda, bir türlü gerçekleşmeyen bir
anlama, unutulmuş bir anadile yeniden ulaşmanın
arayışıdır. Bu arayışın bütün
kaygıları ve motivasyonlarının modernliğin ideolojik
lügatçelerince sağlandığını belirtmeye gerek yok. En
önemli motivasyonu, tahmin edilebileceği gibi nesnelcilik güdüsüdür.
Sözmerkezcilik eleştirilerini yürüten yorumsamacı ve
postyapısalcılara göre bu motivasyon bir huzur metafiziğinin
(metaphysics of presence) itikadlarınca sağlanmaktadır (Göka,
Topçuoğlu, Aktay, 1996). İkincisi, sahihlik veya otantisite
sosyolojik bir analizde herhangi bir tecrübeye veya duruma bir eksiklik veya
fazlalık, veya genel anlamda bir "değer" atfetme
mekanizması, yani bir kimlik ve farklılık, özdeşlik ve
ayırım atfetme, bir içteleme ve dıştalama mekanizması
olarak işlemektedir. Üçüncüsü, özellikle "kültürel İslâm"
kavramsallaştırımında içkin bir iddia olarak otantisite
yargısı vardır ki, bu iddia, İslâm'ın siyasal
versiyonu için kolaylıkla inotantisite iddiasını da
yüklenmektedir. Hatta denilebilir ki, bütün bir kültürel ve siyasal İslâm
ayırımları otantisite jargonunu işletmek üzere, yani
kültürel İslâm'a otantik, siyasal İslâm'a ise inotantik bir
yargı yapıştırmak üzere
çalıştırılmaktadır.
tezkire'nin bu
sayısındaki diğer yazılar kültürel İslâm'ın
aslında bütün ayrıntılarına nüfûz etmiş bir
siyasallıkla ne kadar yüklü olduğunu göstermeye
çalışıyor. Bu yazının son bölümlerine doğru biz
de daha pür sosyolojik veya antropolojik gibi görünen metinlerde bile bu tür
bir ayırımın siyasal iktidar ilişkilerine nasıl
angaje olduğunu sergilemeye çalışacağız. Bu düzeyde
Edward Said'in oryantalizm için denediği postyapısalcı
yapıçözüm analizlerinin biraz fazla ince kaçacağı bile takdir
edilebilecektir. Bundan sonra otantisite jargonunun muhtemel münasebetlerini
biraz daha yakından işleyebiliriz.
Modernliğin
Gurbetinde Otantisite Arayışı ve Kimlik
Modernleşme
veya postmodernleşmenin daha geniş bağlamında, diaspora
söylemi, Ahmed ve Donnan'ın da belirttiği gibi, özellikle kendilerini
gurbette bulanlar için, fakat büyük ölçüde arkada kalan ve şimdi kendi
kültürlerinin yeni bir şeye dönüşmüş olduğunu, çoğu
kez tahrif edilmiş olduğu hissini verecek şekilde yeni bir
tarzda tanımlanıp uygulandığını görenler için bir
çeşit kimlik ve otantisite arayışına sevketmiştir
(Ahmed ve Donnan, 1994). Diaspora söyleminin yolaçtığı ampirik
mevzular böylece esas itibariyle kimlik ve sürekli hareket halinde görünen bir
dünyada benliğin yeniden tanımlanma mecburiyetinden kaynaklanan
hassasiyet sorunları etrafında dönmüştür. Böyle bir
diasporadaki Müslümanlar, Ahmed ve Donnan'a göre, bir sürü pratik, psikolojik
ve pragmatik zorluklarla karşı karşıya kalmaktadırlar.
Bu zorluklar, karşıt cinsle kalıcı ilişkiler tesis
etmek, kabul edilebilir evlilikler yapmak, dini yeni bir hayat tarzına
uyarlayabilmek, başka Müslümanlarla müzakerelerde bulunmak ve yabancı
bir toprakta İslâm'ın anlamı üzerinde onlarla uzlaşmak gibi
konuları kapsamaktadırlar. Ayrıca diaspora tecrübesi, hareket
etmenin gerçeğiyle değilse de fantazisiyle karşılaşanlar
arasında, şimdi kendi yerel kültürlerinin o kadar da yaygın olmadığı,
kendinden menkul doğruluğa sahip olmadığı
gerçeğini görenler arasında, kendi "ev"inde kimlik ve yön
sorunlarının hissedilmesine yol açmıştır. Göçmenler
kendi çıktıkları yere, bulundukları yeri hiç
terketmeyenlerin bakışlarını tehdit eden dünyanın
sadece yeni versiyonlarıyla dönmüyorlar, fakat ayrıca geride
bıraktıkları şeylerin yani yokluklarında
geliştirilip şekillenmiş fakat gurbetteyken özene bezene
dokunulmamacasına korunmuş giyim kuşam, davranış ve
inanış tarzlarının fosilleşmiş ve modası
geçmiş versiyonlarıyla dönüyorlar (Ahmed ve Donnan, 1994: 6).
Kuşkusuz
modern toplumlarda yaşanan biçimiyle diasporadan sözedeceksek
içerdiği otantisite iddiasıyla ilgisini de gözönünde
bulundurmalıyız. Zira her diaspora tecrübesi veya söylemi özgün bir
kimlik veya otantik bir varoluş iddiasına dayanmak zorundadır.
Ayrıca tüm bu temalar bizi kuşkusuz hiç bir şekilde
basmakalıp kişilere indirgenemeyecek Müslümanların İslâmî
kimliklerinin sâhihliği üzerinde modernliğin sonuçlarıyla
ilişkili kılar. Çünkü, müslümanlar diğer tüm dinsel gruplar
gibi, geniş ölçüde çeşitlenmişlerdir. O kadar ki, tek bir
İslâmî kimlik üzerinde konuşmak ancak basit bir indirgemecilikle
mümkün olabilir. Bununla birlikte Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye'de
İslâmî özellikleriyle temayüz etmiş düşünür ve
edebiyatçıların ortaya koydukları metinlerde çok belirgin bir
diaspora söylemi göze çarpıyor. Örneğin Necip Fazıl'ın Sakarya Türküsü'nde geçen "öz
vatanında parya" tiplemesi (Kısakürek, 1988), Necip Fazıl
sonrası kuşaklarda sözkonusu diasporanın mahiyetini
belirlemiş; kimlik bilinçlerinde oldukça merkezî bir yer tutmuştur.
Aslında bu ifadeler Mehmed Akif'in şiirlerindeki lirizmde daha erken
ifadelerini bulmuşlardı. Mehmed Akif'in Bülbül'le mutsuzluk yarışına girmesine yol açan
koşullar (Ersoy, 1988), kendi vatanında uğradığı
sürgün veya gurbet havasından başka bir şey değildir.
Kuşkusuz diaspora söyleminin lirik bir edebiyata konu
olmasının iktidar talep eden bir boyutu her zaman vardır.
Nietzsche'den de biliyoruz ki, zayıflık veya mazlumluk söylemi
iktidar istenciyle yüklüdür. Ancak burada bizi ilgilendiren, diaspora
söyleminin dayandığı sahihlik jargonu. Tersinden alırsak,
çağdaş sahihlik söylemlerinin çoğu aynı zamanda mevcut
duruma karşı bir diaspora algısı veya yargısıyla
beraber gider. Çünkü neredeyse hiç kimse dinsel metinlerin mevcut
koşullara uygun olduğunu iddia edemiyor. Diğer yandan,
İslâmî kimlik formasyonlarının çeşitlenişi de
otantisitenin modern ve problematik doğasını sergilemektedir.
Bu
bağlamda, bir işlemsel tanım için İslâmî bir
diasporanın önemli bir bileşeni olarak halifesizlik koşulu
ayırdedilebilir. Zira İslâm fıkhını inceleyenlerin
çok iyi görebileceği gibi halife, fıkhî etkinliğin büyük bir
kısmının neredeyse sine
qua non koşulu olarak temayüz eder. Halifesizlik fıkhî etkinliği
kelimenin tam anlamıyla muallakta bırakırken, fıkhın
gerektirdiği yükümlülükleri yerine getiremeyen bireysel varoluşu da
neredeyse giderilemeyen bir günahkârlık duygusuyla kuşatır.
Hatta halifesizlik durumu, dindarca bir varoluşun başlıca yolu
olan fıkhî etkinliği münasebetlerinden koparır, bir çeşit
münasebetsiz-alâkasız bir etkinlik kılarak boşlukta
bırakır. Halifenin fıkıh pratiği içirisindeki bu tarz
işlevi beden metaforu eşliğinde düşünülebilir (Aktay,
1997). Halife[2] bir inananlar
topluluğunun bedene kavuşmasındaki merkezî figürdür. Ancak onun
varlığıyla birlikte fıkhî br iradenin öngördüğü
tasarımlar gerçekleştirilebilir. Halifenin oluşumunu sağladığı
toplumsal bedenin organik işbölümü yoluyla fıkıh iradesi,
kendini gerçekleştirebileceği organlarına kavuşur.
İslâm'ın ideallerinin ifadesi olan fıkıh, böylece
organsız bir beden olma çelişkisinden, tebeddün makamına
geçerek, inananlar topluluğu aracılığıyla ete
kemiğe bürünerek reel bir münasebet kazanır.
İşte,
gerek genel olarak modernleşme, gerekse daha özelde bu modernleşmenin
Türkiye'deki somut tezahürü olarak ve Türkiye'ye özgü durumları ortaya
koyarak tesis edilen Cumhuriyet tarihi toplumun önemli bir kesimine bedensel
düzeyde bir müdahelenin yol açtığına tekâbül eden komplikasyonlara
yol açmıştır. Cumhuriyet de başka düzeyde
tasarımlanmış (çağdaşlaşma, Aydınlanma vs)
idealleri gerçekleştirebilmek için aynı toplumsal bedene göz
dikmiş; bu da aynı bedende iki ruhun şizofrence çatıştığı
tuhaf bir toplumsallaşmayı Türkiye için mukadder
kılmıştır. Bu toplumsal beden
arayışının kendini bireysel bedenlerde de temsil ettirmek
isteyeceğini tahmin etmek zor olmaz. Cumhuriyetin ilk
yıllarından başlayarak gündelik hayat, giyim kuşam,
davranış tarzları üzerinde güçlü bir vurgu olması bir ruhun
tenasüh edeceği beden arayışı olarak düşünülmeli.
Ancak, bireysel bedenler aynı anda birbiriyle uzlaşmaya pek
yanaşmayan, her biri büründüğü bedene karşı son derece
kıskanç (monist) iki ruhu barındırmanın yol açtığı
şizofreninin bütün komplikasyonlarını da sergilemeyi ihmal
etmez.
Aslında
modernleşmenin kendisi her yerde insanları bedenlerinden kopararak
her ikisini (ruhu ve bedeni) temellük eden bir iktidar süreci olarak da
düşünülebilir. Üstelik bu süreç genellikle Türkiye'dekine benzer
şiddetli gerilimler yaşanmaksızın olur. Buna rağmen
bir diaspora söylemi, dolayısıyla bir otantisite jargonuna
eşlik etmek sûretiyle varolmaya devam eder. Ancak bu jargonu genellikle,
tabiri caizse, "soft" versiyonlarıyla tezahür eder ve modernlik
açısından çok kolay yönlendirilen bir tüketim ekonomisini besler.
Modern dünyanın herkese yabancı veya herkesi yabancı kılan
mekanında ve uzak zamanında, hiç bir şeyin sâhici biçimiyle
tecrübe edilmediği duygusunun yaygınlaşmasına paralel bir
nostalji ve turizm pazarının da geliştiğini görebiliyoruz.
Çünkü modernitenin yolaçtığı kültürel yabancılaşmanın
karşılığı, gerçek cemaat, gerçek tecrübe ve gerçek
kültürün arayışı anlamında nostaljidir. Nostalji
duygusunun beslediği turizm etkinliği özünde bir otantik tecrübe,
kültür ve cemaat arayışınca belirlenmektedir. Oysa turizm
endüstrisinin sonuçta yolaçtığı şey daha beter bir
yabancılaşmadan, üstelik sahihlik yanılsamasyla
pekiştirilmiş bir yabancılaşmadan başka bir şey
olamamaktadır. Bu da Baudrillard'ın yerinde vurgusuyla bir toplumsal
ve kültürel benzeşim (simulation) deneyiminden başka bir şey
değildir. Hatta, Turner'ın da belirttiği gibi, bizzat turizmin
varlığı, sahih (otantik) kültürel deneyim ihtimalini veya
imkanını safdışı bırakır: etnik ve ulusal
kültürler, turistin hayretine hazır yerel veya folklorik kültürler haline
gelmişlerdir artık (Turner, 1996: 150).
Oysa,
dediğimiz gibi, modernleşmenin artık
alışıldık sonuçlarından olan bu gelişmelerin
Türkiye örneği için ve aslında modernlik sürecini Türkiye'ye benzer
bir tarzda jakoben devlet politikası olarak yaşayan ülkelerde daha
siyasal sonuçlarının olması kaçınılmaz
olmaktadır. Nitekim Bobby Sayyid bu sayıda tezkire'de yayımlanan makalesinde Türkiye'de en model
şekliyle yaşanan bu modernleştirme siyasetinin adına
Kemalizm diyor ve sadece Türkiye'de değil neredeyse İslâm
dünyasının bir çok ülkesinde uygulanan siyasal düzenin bir adı
olarak öneriyor:
İslâm'ın
siyasal bir gösteren olarak kullanılmasını reddeden ve
İslâm'ın, ne kadar dolayımlı olursa olsun, reformasyon
sonrası Batı Avrupa'da Hristiyanlığın üstlendiği
role benzer bir rol üstlendiği bir toplum inşa etmeye
çalışan Müslümanlar ... Müslüman metaforların
kullanılmasını reddeden, İslâm'ın devlete
karışmaması gerektiğini düşünen Müslümanlar ... (yani)
Kemalistler... (Sayyid, 1995: 325).
Kuşkusuz bu tarz bir
modernleşme de modernleşmenin geçerli bir çok tarzından biridir.
Genellikle çok sıkça yapılan bir eleştiri, Türk modernleşmesinin
tepeden inmeci, Jakoben bir yol izlemekle "normal" bir modernleşme
yolu izlememiş olduğudur. Oysa modernleşmenin tek bir tarzı
yoktur, veya modernleşmenin Jakoben bir tahakkuk tarzını
dışladığını gösterecek hiç bir emare yoktur.
Ayrıca "normal" sayılabilecek ve diğerlerinden
ayırdedilebilecek bir "modernleşme" süreci için
tartışılmayacak hiç bir model tecrübe yoktur. Her
modernleşme tecrübesi biriciktir ve tekrarlanamayacaktır.[3] Bu konudaki
modelleştirme çabaları olsa olsa zihinsel olarak bazı kategori
oyunlarına ısınmak, gerçekliği toparlamak arzusuna hizmet
edebilecektir ilh. Sosyolojik düşünmenin temel sayılabilecek bu
ilkelerini hatırlattıktan sonra Türkiye örneğinde bu tarz bir
tecrübenin otantisite söylemi açısından kendi içinde biricik
sonuçları üzerinde düşünmeye devam edebiliriz
Modern
dünyada İslâmî söylemlerin en bariz özelliklerinden birisi otantisite
iddiasıyla yüklü olmalarıdır. Bu iddia Eickelman ve
Piscatori'nin (1996) "Müslüman bilincinin nesnelciliği"
ifadesiyle tasvir ettikleri şeydir. Bir anlamda, doğası
gereği, değişmeyen sabit bir "öz"e atıfta bulunan
otantisite iddiası aynı anda modernleşmekte olan Müslümanlar için ciddi bir sorunsal
oluşturmaktadır. Çünkü modernlik bazı İslâmî gündelik hayat
pratiklerini, yani habitus denilen
yerleşik davranış örüntülerini bile belli bir sabitlikte tutmaya
izin vermeyecek kadar şiddetli akan bir süreç. fiayet bir otantisite
iddiası sabitlik, değişmezlik veya nesnellik
arayışında ısrarlı olacaksa "katı olan her
şeyi buharlaştırma" özelliğiyle temayüz eden modernliğe
rağmen bu ısrarı neye rağmen sürdüreceğini sormaya
değer. Buna rağmen otantisite arayışının
genellikle modernliğin tam da bu özelliğinin sebebiyet verdiği
bir sancının hararetiyle motive edildiğini de hatırlamak
gerekiyor.
Otantikliğin
Sosyolojik bir Ölçütü Olabilir mi?
Ancak
burada bir kaç soru kendini dayatıyor: Gerçekten de bir dinin özünde
içerdiği otantisite arayışının tahakkuk
şartları nelerdir? Veya bir sosyolog, otantisite için gerekli
şartları temsil edebilir mi; hangi şartların veya
varoluş durumlarının otantik olduğunu hangisinin
olmadığını belirleyecek bir ölçüt geliştirebilir mi?
Otantisite iddiasının kendisinin, Adorno'nun belirttiği gibi,
kendi jargonuna bağımlı olacak kadar inotantik bir şey
olması bir yana, bir sosyolojinin otantisite sorusuna olumlu cevabı,
özellikle kültürel ve siyasal İslâmlar arasında kendini hakem konumuna
yükseltirken artık sıkça karşılaşılan bir durum.
Bunu yaparken dinin, özelde İslâm'ın, zaten sahip olduğu
otantisite ölçütleri, basit bir fenomenolojik ihmal ile atlanmaktadır.
Kuşkusuz bir din sosyolojisi bir dinin kendi içindeki diyalektiğini sonuna
kadar ciddiye almak zorunda değildir. Ancak bu zorunsuzluk onun kendilik ve ötekilik algısının dikkate alınmasına,
gözlemcinin kendi dinî yargılarını bir otantiklik jargonu
eşliğinde öncelemeyi haklı kılmaz. Buna rağmen
göstermeye çalışacağım gibi kültürel İslâm'ı
konu alan sosyolojik söylemlerin bir çoğu böylesi bir ölçütü varsayarak,
klasik oryantalizmin "özcü"lük illetiyle malüliyetlerini yeniden
üretiyorlar.
İslâm'ın
kendi otantiklik ölçütleri veya söylemleri dikkate
alındığında ise yukarıda otantisiteye atfedilen
(değişmezlik, sabitlik ve bunun gibi) özelliklerden dolayı
başka bir sorunun önü açılıyor: Gerçekten de İslâm'ın
"kendi otantiklik ölütleri" ni bir kez
varsaydığımızda, bunun içinde sabitlik, değişmezlik
gibi metafizik arayışlar ne kadar ve nasıl bir yer
tutmaktadır? Gerçekten de böyle bir kaygı, otantisite söylemlerinin
modern biçimlerinde tuttuğu yer kadar/gibi bir yer tutar mı?
Kuşkusuz böyle bir soru sanki değişmez ve sabit bir
İslâm'ı varsayarak peşinen kendi otantisite jargonunu zaten
tesis etmiş oluyor. Burada her şeyden önce belli bir tarih ve
toplumsallık içerisinde yoğrulmuş müslümanların
algılayıp yaşadıklarından bağımsız bir
İslâm varsaymanın sorunlarıyla boğuşmadan bu
sorularla başedilemeyeceğini görmek gerekiyor.
Yukarıda
kimlik ve otantisite arasındaki ilişkiye değinmiştik.
Burada bu iki nosyonun çağrışım alanları
arasındaki önemli bir farka değinmekte fayda var. Kimlik, çoğu
kez totolojik bir öznellik söylemi içinde ifadesini bulan önemli psikolojik
göndergelere sahiptir. Bu açıdan, kimlik toplumsal olarak
tanımlanmış roller, cinsiyetler, ve cemaatin kültürel
öz-tanımıyla alakalı bir şeydir. Marksizmde psikanalitik
kuramdan etkilenmiş, her çeşit kimliği egoya kültür veya
önyargılar veya ideoloji veya iktidar tarafından dayatılmış
gören güçlü bir eğilim vardır. Özellikle Sartre, Marleau-Ponty ve Habermas
tarafından temsil edilen bu eğilim açıkça bir otantisiteye
çağrı olarak ortaya çıkmaktadır. Tahrif edilmemiş
iletişim ortamında benliğin özgürleşiminde, örneğin
Habermas'da, otantisitenin belli bir tanımının açık bir
ilanını görebiliriz. Aslında, modernist kanaatlere dayanan her
toplumsal düşünce temelci bir otantisite iddiasını
haklılaştırmak zorunda kalacaktır. Burada Habermas'ın
Batılı toplumlara isnad ettiği "uylaşım
sonrasılık" vasfını hatırlayabiliriz. Bu
isnadıyla o, Batılı-olmayan toplumlara da realitenin ancak uylaşımlarla
kurulan ve sürdürülen yanılsamacı bir algısını
yakıştırıyordu (Habermas, 1984: 43 vd.).
Aslında
uylaşımla bağlantılı oldukları düşünüldükçe,
ki görünen kadarıyla öyle düşünülmek zorundadır, kimlik ve
otantisitenin belli bir kültür tarafından dayatıldıkları
için özgürleşimle ilgili de ciddi bir alıp-veremeyeceği
sözkonusu olacaktır. Bu bağlamda, geniş bir ideoloji literatürü,
aynı zamanda kimliğin, insanların kendilerini
özdeşleştirdikleri, bunu yapabilmek için de
ayrıştırdıkları şey hakkındaki
algılarının tarihsel ve toplumsal olarak kurulmasının
ayrıntılı tasvirlerini verir. Bu literatüre, kendileri de böyle
bir sürece fazlasıyla, hatta özellikle bu katkıyı yapma
tarzlarıyla bile, gark olmuş olsalar da, marksistlerin
katkıları inkar edilemez.
Çağdaş
müslüman yazarların yazıları üzerinde bir "otantisite
hermenötiği" tasarlayan Leonard Binder, böylesi bir literatüre
atıfa bulunarak, tarihsel olarak belirlenmiş bir otantisitenin
özgürleştirici mi yoksa köleleştirici mi olduğunu
tartışır; bu noktada, kimlik ve otantisitenin
buluştuğunu teşhis eder. Binder tartışmanın
aşağıda görüşlerini özetleyeceğimiz Heideggerci
(otantisite ve inotantisiteyi Hegelci köle efendi diyalektiğinin yerine
ikame eden) konumuna işaret ederek
der ki:
Böylece
otantisite, bir anlamda kişinin zaten olduğu şey olma
özgürlüğüne tekâbül ederken, kimlik, kişinin olmak istediği
şey konusundaki özgürlüğüne işaret eder. Otantisite, bir kaderi
kabul etmek, hatta kucaklamak anlamına gelip, kültürel ve tarihsel
kökenlerin 'arkeolojik' açıdan araştırılmasından
doğan kendilik-bilgisi ile alakalı bir şeydir. Otantisite, ayrıca,
kişinin geçmişini inkar etmesi, akrabalık, kültür, topluluk ve
hatta kişisel deneyimin kısmîliklerinin aşılması
anlamına da gelebilir. Pek çok kişiye göre bu tür bir özgürlük
doğal değildir, ürkütücüdür, grotestktir, toplumsal olarak
yıkıcı, siyasal olaraksa intihar anlamına gelmektedir.
Bazılarına göre de onun anlamı, "bugün, hayatımın
geri kalan kısmının ilk günüdür" şeklindeki ümitvar
sloganda ifade edilmektedir (Binder, 1988: 320-321).
Bazı
marksistlerin özgürlükle ilgili görüşlerinin altında, yukarıda
değindiğimiz gibi belli bir otantisite vurgusu yatmasına
rağmen, yine de kavrama karşı eleştirel bir
yaklaşımın da mevcudiyetinden bahsedilebilir. Kuşkusuz bu
eleştirel bağlam bir ölçüde marksistlerin devrimci değişim,
tarihsel dönüşüm ile ideoloji ve kültürün altyapı tarafından
belirlendiği ilkesine olan angajmanlarından kaynaklanıyor.
Binder'e göre, Heideggerci otantikliğin taşkın,
sıkıcı, sert karakteristiklerine, otantikliği hakim
sınıfların ideolojik egemenliklerinin bir siperi olarak gören
Frankfurt Okulunun meşhur marksist düşünürlerinden Theodor
Adorno'dan daha şiddetli eleştiren olmamıştır.
Gerçekten de Adorno sadece Heidegger'e karşı değil genel olarak
çağdaşı tüm Alman varoluşçularının (Buber,
Jaspers vs) söylemlerine hakim olan otantisite jargonunun şiddetli bir
eleştirisini yaparak bunun her türlü tahakkümcü politik pratiğin
meşrulaştırıcısı olabileceğini ifade
etmiştir. Adorno'nun temel tezi şu ki, İkinci Dünya
Savaşından sonra felsefî bakışaçısı, önceden bir
yabancılaşma eleştirisi olmaya yönelmiş olduğu halde,
insan tahakkümünün ideolojik bir mistifikasyonuna dönüşmüştür.
Varoluşçu terimlerin kullanımı ona göre bir jargon, yani Walter
Benjamin'in "aura" (hâle) dediği büyüsel bir ifade tarzı
haline gelmiştir (Adorno, 1973: 9). Varoluşçuluğun hâlesi
içerisinde anlam ve özgürleşmeye duyulan tarihsel ihtiyaç ifade
edilmiştir, ama bu, dil ile onun nesnel içeriği arasındaki fiîlî
ilişkiyi gizemlileştiren (mistifiye eden) bir yolla
yapılmıştır. Adorno'nun eleştirisi jargon'un dil ile
hakikat arasındaki ilişkiyi ifade etmedeki kapasite yetersizliği
üzerinde yoğunlaşmaktadır. Çünkü ona göre jargon, kelimenin
kendi içindeki idealleştirme aracılığıyla kastedilen
nesnenin mevcut (present) görünmesini sağlayarak dilin diyalektiğini
kırar. Bu yüzden jargon, felsefî düşünce ile düşünce nesnesinin
kendindeliği arasındaki farkı gizleyen bir nesnelcilik içine
düşer. Böyle bir nesnelcilik, düşünen özne
aracılığıyla gerçeğe tavassut etmenin öz-bilincini
sürdürmeyi arayan tefekkürdeki niyeti kaybeder. Sonuçta, jargonda nesnelci bilinç bir öz-yaşantıya
sıkıştırılır ve ortaya idealizm çıkar
(Schroyer, 1973: xiii).
Dasein'ın Otantik
Varoluşundan Siyasal Kaderciliğe
Heidegger'in
otantisite düşüncesine gelince, Adorno'nun onu
yargıladığı ve bir bakıma da faşizmi doğuran
daha genel bir Alman otantisite jargonunun basit bir sonucu, belki de önemli
bir etkileyicisi olarak düşündüğü çerçeveden ayrı ele
alınmayı kuşkusuz hakeder.[4] Öncelikle belirtmek
gerekir ki Heidegger'in otantisite vurgusu, kavram hakkında
çağdaş entellektüel dünyada yürütülen tartışmaların
kaynağını oluşturmuştur. Kavramla ilgili, erken
dönemlerden, yani Varlık ve Zaman'dan
itibaren ortaya çıkmaya başlayan ve zamanla, diğer
görüşlerindeki gelişmelere paralel olarak önemli değişiklikler
arzeden düşünceleri, iradecilik problemiyle onun Varlığı
kendine özgü ele alışı arasında gidip gelmiş
görünüyor. Her ne kadar bu görüşleri iradeci bir konumdan diğerine
doğru bir kayma şeklinde olmuşsa da iradeci bir konumu hiç bir
zaman tam anlamıyla terketmiş olduğu söylenemez. Bu yüzden zaman
zaman otantisitenin istenen bir şey olmaktan ziyade bahşedilen bir
şey olduğunu söylediğinde, kahramancılık ve
iradeciliğin lügatçesine yakalanmaya karşı hassasiyetini izhar
etmiş oluyor. Onun otantisite vurgusu benliği ego-özne olarak alan
Batılı anlayışa karşı radikal bir eleştiriye
işaret eder. Aslında o, esas olarak otantik bir varoluşla
ilgilenmektedir ve bunun ancak benliğin (ego olarak) fâniliğin
tezahürü yoluyla bastırıldığı zaman vukû
bulduğunu düşünür. Ancak kendini-kayıtlayan ego
zayıfladığında kişi kendi imkânlarına gerçek
anlamda açık hâle gelmeye başlar (Zimmerman, 1981: xxvii).
Heidegger'in düşüncesinde otantik varoluş hayati derecede önemli bir
kavram olup, onun temel kaygılarından birisi böyle bir varoluşu
öznelci ve antroposentrik olmayan terimlerle açıklamaya
çalışmaktır. Böyle bir açıklama geliştirme
çabasında Batılı düşüncenin sınırlarını zorlamaya ve
onları
aşmaya çalışmıştır.
Diğer
yandan, Heidegger'in otantisite ve inotantisite ayrımı müminlik ve
günahkarlık arasındaki Hristiyan ayrımın "mitolojiden
arındırıcı" analizlerinden kaynaklanır. Varlık ve Zaman'da inotantisitenin
büyük ölçüde insanın kendi fâniliğini gizleme çabasından
kaynaklandığını iddia eder. Kendi fânîliğini gizlemek
sûretiyle inotantik birey kendini ebedî bir şey (ego) olarak
görebilmektedir. İnotantik birey, kendi güvenliğini dünyayı
yönlendirmekte arar. Her ne kadar egoist kendisinin tamamen
bireyleşmiş olduğunu düşünse de aslında onun
amaçları, görüşleri ve arzuları büyük ölçüde başat örf ve
âdetlerle beklentiler tarafından belirlenmektedir. İnotantisitenin
egoizmi, Hristiyan günahkârlık düşüncesine karşılık
gelir, oysa inotantisite ve günahkârlığın tersi
açıklıktır.Heidegger'e göre, böyle bir açıklık,
cesaret ve iradeyle elde edilebilir. Böyle bir otantisite tasavvuru,
Heidegger'de, vaktinden önce takınılmış bir
kararlılıktan, olgun yaşlarına doğru, feragat veya
âzâd (releasment) olarak otantisite anlayışına
dönüşmüştür. Bu esnada iradeciliğe fazla kaçan tonlamalar
asgariye inmiştir. Böylece otantik birey, vicdanı onu zaten
olduğu şeye, yani zamansal (fânî) açıklığa davet
ettiği zaman kulak verir. Kendi fânîliğini kabul etmeye karar veren
birey kendisini kendi imkan ve ihtimallerine açık olmaktan engelleyen
egoistik öz-nesnelcilikten kaçınır
Sonuçta,
iradeci boyutu asgariye indirilmiş otantisite Heidegger'de bir çeşit
kendiliğindenliğin savunusu biçimini almıştır. Bunun
için o, kişinin en çok kendiliğinden veya doğal (tıpkı
bir gül gibi) davrandığı zaman kendisi olduğunu
söylemiştir. Bu da olan bitenin tarihsel ve öznelci olmayan bir anlaşılmasına
ilgi duymayı gerektirir. Dolayısıyla otantik kişi, bu olan
bitenle uyumlu olan; egoizminin yapaylığından kurtulmuş
olduğundan şeylerin doğal "yol" una açıktır
(Zimmerman, 1981).
Heidegger'in
otantisite düşüncesinde bizi ilgilendiren kendi başın adüşüncesi
değil, fakat bu düşüncenin sosyal bilimciler arasında
oluşup yerleşmesi konusundaki önemi etkisidir. Aslında,
otantisiteyi konu edişinin kendisi, onun Batılı metafizik veya
sözmerkeciliğe yönelik eleştirilerdeki öncü rolü gözönünde
bulundurulduğunda, başlıbaşına bir
tutarsızlık olarak görülebil(mişt)ir. Zira, otantisite üzerine
herhangi bir bahsin, bir sözün hakikatini arayan metafizik bir soruda
(sözmerkezci soruda) temellenme zorunluluğu olduğu
düşünülmüştür. Tüm bu çabalarıyla Heidegger, kimin ve hangi
durumun otantik olduğuna veya olmadığına karar
verebileceği bir konum vehmetmiştir kendisine. Heidegger'i bu
açıdan eleştiren, Vattimo (1988), Caputo (1987) ve Derrida (1989)
gibilere göre, böyle bir konum dibine kadar metafiziğe batmadan
meşrulaştırılamaz. Böylece o, şimdiye kadar
şiddetle eleştirdiği duruma düşmüş oluyor.
fiimdi ise, bu eleştirel konum burada tartıştığımız
konular açısından önemli, çünkü metafiziğe karşı
eleştiriler sosyolojik (veya hermenötik) etkinlik için etik bir çizgi
çizebileceği, dolayısıyla herhangi bir metafizik pozisyonun
savunusundan uzak durmayı sağlayabileceği halde, tam da burada
Heidegger bir otantisite kararıyla birlikte metafiziğe
kapıları sonuna kadar açmaktadır. İslâm'la ilgili bir
değerlendirme sözkonusu olduğunda, kuşkusuz, bu İslâm için
postmetafizik veya metafizik ötesi bir konum iddia etmek anlamına
gelmemelidir. Bir din olarak İslâm böyle bir iddiaya tabii ki sahip
olamaz. Fakat bir huzur metafiziğinin (metaphysics of presence,
Heidegger'in düşüncesinden türetilen bir terim olarak Derrida'nın
kullandığı anlamıyla) veya sözmerkezciliğin ötesine
geçme iddiası anlamında otantisite üzerine konuşmanın tam
da metafizik kökenleriyle yüzleşmek zorunda olduğunu söylemek istiyorum.
İslâm Dünyasında
Otantisite Söyleminin Anatomisi
Öyle
görünüyor ki, sözümona İslâmî canlanış veya siyasal
İslâm'deki dinsel veya kültürel otantisite söylemleri üzerine yapılan
çalışmaların çoğu salt bu söylemlerin fiîlî ögelerini
teşhis etme vazifesini fazlasıyla aşıyorlar. Alelacele, bu
söylemlere, sonuçta modernliğin bir momentine isnad edilen bir soykütüğü türetmeye yönelmektedirler. Daha
sonra bu da her türlü otantisite söylemini kendinden menkul (sui generis) ve kendine atıfta
bulunan (self-referential) bir hakikat iddiasındaki modern bir
davranışa indirgerler. Aslında burada bir çeşit nominalizm
olarak modernliğin rolü vurgulanmayı daha fazla haketmektedir. Bu
isim, kendisine yönelik eleştiriel konumlar da dahil olmak üzere,
dışında hiç bir varoluş imkanının
bulunmadığı bir evreni tanımlamaktadır. Kuşkusuz,
böyle bir bünyenin fiîlî varoluşu gözönünde bulundurulduğunda, bu
dünyada vuku bulan her olayın bu dünyanın sınırları
dahilinde görülmesi gerektiği ontolojik olarak doğrudur. Fakat bu dünyayı
tanımlayan şey nedir? Modernlik, son zamanların süregiden
gerçekliğini (esas itibariyle kaotik olan ve ancak isimlendirme yoluyla
düzene giren gerçekliği) bir çeşit isimlendirmeden başka nedir
ki? Aziz El-Azmeh "isimlendirme masum bir etkinlik değildir, aksine
ideolojinin bizzat kalbinde yatan bir şeydir. İdeolojininse temel
mekanizmalarından birisi sosyo-politik gruplara mensubiyetleri belirleyen
sınıflayıcı etiketlerin işleyişidir" El-Azmeh,
1993: 50) der. Buna rağmen yine El-Azmeh modernliğin isimlendiren
boyutunu ve bu boyutuyla zamanımızın bütün varoluşu
üzerinde belirleyicilik iddiasını ihmal eder. Bunun yerine o da
Arap-İslâm dünyasındaki kültürel otantisite söyleminin ögelerini
bulup ortaya çıkarmaya çalışırken hepsini modernliğin
içsel şeceresine isnad eder. Aslında, bu sınırlar
içerisinde "Arap toplumsal ve
siyasal düşüncesinde büyük bir nüfûza" sahip bir otantisite fikrinin
anatomisini çok başarılı bir biçimde ortaya koymaktadır.
Böyle yapmakla o, "dünyada artan bir biçimde işleyen diğer
dışlayıcı ideolojileri, örneğin, Hindu komünalizmini,
hem laik hem de dinsel Siyonist fundamentalistliğini, ve başka
diğerlerini karşılaştırmaya imkan verecek bir paradigmanın
açığa çıkması"nı umar (El-Azmeh, 1993: 41).
Asalet ve Sıhhat
Arasında Otantisite
El-Azmeh,
modern Arab ve İslâmî literatürde kültürel otantisite söylemlerini analiz
ederken, terimi Arapça'daki asalah
sözcüğüyle karşılar. Arkasından sözlük anlamı
itibariyle asalah'ın
yararlı ahlâkî niteliklere, örneğin, sadakat, soyluluk, asalet, ve
özel bir toplumsal gruba veya değerler dizisine bağlılık
hissine tekabül ettiğine dikkat çeker. Sözcük ayrıca kendinden menkul
bir orijinallik duygusuna işaret eder; özel olarak soykütüksel bir konuma
soylu veya en azından insanlar için soylu bir nesep veya aristokratlara
özgü asalete, hatta atlara özgü cins veya soyluluğa işaret eder.
Asalet Arap, Müslüman veya diğer tarihsel toplulukların bir
niteliğine çevrildiğinde veya onlarla birleştirildiğinde
tarihin romantik bir tasavvurunda merkezî bir fikir olur. Her ne kadar bir soyla beraber ve ancak o
kadar taşınabilen özelliklere benzetilerek düşünülebilecek bir
şeyse de sözcük "asıl"a gönderme yapmakla aynı
zamanda çoğaltılamamacasına bir cinsin ve
tekrarlanamazcasına bir olayın veya tecrübenin özelliğine
işaret edebilir. Bu yanıyla asalet zımnında bir tecrübenin
bütün zamanlar için ancak bir kere geçerli kılınmış bir
özelliğine atıfta bulunur. Eski Yunan'dan veya Heraklitos'tan beri
bilegeldiğimiz basit gerçek, bir suda ancak bir kere yıkanılabilir;
ikinci yıkanışınızda kullandığınız
su başka bir sudur der. Asl'a vurgu yapan otantisite her ne kadar
Arapça'daki soyla taşınan (ve ancak soyla taşınabilecek
kadar kalabilen) insanî sabitelerin varlığını imliyorsa da
zımnında her zaman tekrarlanan şeyin
"aslî"liğiyle ilgili bir töhmet altındadır. Bu töhmet
bizzat kelimenin içerdiği mantıksal sonuçtan kaynaklanır.
Otantik tecrübe iddiası veya arayışı da çoğu kez
böylesi bir tekrarlanamazlık içeriminin baskısı altında
olduğundan, farklı tecrübelerin kendi başına, biricik
değerlendirilebilme imkanlarını görmezden gelir ve özünde
biricik olan tecrübelerin birbirine benzemezliğinde muhtemel bir
inotantisite çıkarımının mantıksal yolunu açık
tutar. Oysa hiç bir olay diğer olaya benzememektedir. Her olay kendi
içinde biriciktir ve hayatın genel seyri içerisindeki muhtemel bir
otantisite değerlendirmesine karşı benzerleriyle eşit bir
konumdadır.
Aslında
Azmeh'in değinmediği ve otantisite kavramına tekâbül etme ihtimali
olan başka bir Arapça sözcük sıhhat'tir.
Sözcük, genellikle Peygamberden aktarılan bir sözün tarihsel
doğruluğuyla alakalı bir sözcüktür. Bilinen meşhur
altı-yedi-sekiz veya dokuz hadis külliyatının tarihsel
doğruluk iddiaları kitaplarına isim olmuştur: Sahih-i
Buhari, Sahih-i Müslim gibi. Her ne kadar birinci anlamı sağlık
ve hijyene tekâbül ediyorsa da, sözcük aynı zamanda, düzenli olmak,
güçlü, zinde, katı, doğru, dürüst, hatasız gibi anlamlara da
gelmektedir. Kuşkusuz sözcüğün hijyenik
çağrışımları, otantisitenin bazı bedensel
durumlar da gerektirdiğini düşündürebilir. Ayrıca, bu sözcük de
hadislerin doğruluğunun teknik bir ölçüsü olarak
uygulandığında, bir çeşit çok güçlü bir
sözmerkezciliği beslemiştir. Her hâlükârda, El-Azmeh'in de
belirttiği gibi, otantisite söylemi sonuçta özcü bir söylemdir,
tıpkı çoğu kez ilkeller üzerine ve kültürel ötekilik üzerine
söylemlerde arayıp bulduğu oryantalizm gibi.
Aslında,
El-Azmeh'in tartışması "en iyi ihtimalle felsefî hermenötik
kılığına sokulmuş kültürlerarasılık
etiketinin koruyucu retoriğiyle çorak ve naif bir relativist
ayartma"yladır (El-Azmeh, 1993: 40). Bu yüzden, bir çeşit relativizm
olarak o, paradigmaları karakterize etmek üzere kullanılan
meşhur Kuhncu kavramı, ortakölçülemezliği sorgular. Bu
düşünceyi ve bu düşünceyle aynı kökten gelen düşünceleri
oldukça saçma görür El-Azmeh; sadece tarihsel birimlerin paradigmalara ve
kavramanın da çeviriye benzememesinden dolayı değil.
Dahası, onlar teksesli indirgenemezliğin gerektirdiği
şekilde homojen, kendi içine kapanık ve tümüyle kendine-atıfta
bulunan varlıklar da değillerdir.
Dolayısıyla
El-Azmeh'in çalışması Arap dünyasının, sözümona,
İslâmcılığındaki kültürel otantisite söylemlerinin
ögelerini iyi bir analizle ortaya koyuyor. Burada bizi ilgilendiren bir
tarafı da, onun da otantisite söylemini aydınlanma projesine dayanan
ulusal beden terimleriyle düşünmesidir. Zira, dinsel otantisite söylemi
Arap milliyetçiliğinin, yani nahda'nın
bir türevinden başka bir şey değildir. Her ne kadar yenilenme
başlangıçta İslâmcıydı ve yakın geçmişe
İslâmî bir örtü giydirmeye yönelmişse de, El-Azmeh onun, en
sağlam zeminini İslâm'ı Arap şânının önemli de
olsa sadece bir parçasından ibaret gören seküler Arap milliyetçi
ideolojisinde bulduğunu ortaya koyar. Dolayısıyla,
diasporanın üstesinden gelebilmek ve otantisite ve kimlik sahibi olabilmek
için çağdaş İslâmcı tebeddün (bedene kavuşma,
embodiment) iddiası veya talebi, ulusal beden arayışıyla
bağlantılı bir şeydir; bu da El-Azmeh tarafından
aynı anlamda milliyetçilikler gerektiren modernleşmenin sadece bir
parçası olarak alınır.
Ve
bu beden, ulusal beden, keyfî biçimde kendinden menkûl (sui generis) olarak sunulduğundan, reformcunun
özgürlüğü en iyi Hegelci Jakobencilik izlenerek tanımlanabilir: o,
saf öz-kimliğe dayalı bir özgürlüğün sahip olduğu bir şeydir;
dünya kendi iradesinin bir sonucudur ve onun dünyanın gerçekliğiyle
ilişkisi doğrudandır ve bu yüzden saf bir yadsımadır
(El-Azmeh, 1993: 5051).
Dolayısıyla,
İslâmî otantisite iddiasının tüm yaptığı modern
bir siyasal programın değişik yanlarını
otantikleştirmek ve böylece otoriter kılmak üzere İslâmî bir
terminolojiye çevirme arayışından veya metafizik yüklemleri
Batılı olmayan otantik bir "islâmî" sosyal bilim yöntemi
geliştirmek ve, gayet tabiî ki, bazı modern sosyal bilim terimlerinin
İslâm'ın ihyâcı bir epistomoloji ilavesiyle bir köken miti ve
yasama imtiyazı olarak işlediği bir yeniden ifadesine geçme
arayışından ibarettir. Tüm bu örneklerde Azmeh'in
"Romantik" bulduğu İslâmcılık, hipermilliyetçi
bir kültürel programın resmîleştirilmesinin adıdır.
Kuşkusuz,
Azmeh'in İslâmî ihyacılıktaki otantisite söyleminin bir anatomisini
çıkarma girişimi, bu söylemin ögelerinin kökenlerini ortaya koymak
açısından çok başarılı sayılabileceği halde,
burada çoğu kez zımnî olarak hatta bazen açıkça sözkonusu
söylemin otantik olmayışının mutlak iddiası olmaya
yönelmektedir. Onun bu "anatomi çıkarma" çabası otantisite
iddiasının yanlışlanmasına hatta her çeşit
otantisite iddiasının reddedilmesine hizmet etmektedir. Tabiî bu
eleştiriyi yapmak herhangi bir otantisite iddiasını aynı
epistemolojik temelde iddia etmek veya desteklemek anlamına gelmek zorunda
değildir. Nitekim o da yazısının başında
amacını alternatif bir otantisite görüşü ortaya koymaktan
ziyade reel olanın içerdiği rasyonalitenin terfi ettirilmesi olarak
ilan ediyor. Çünkü, otantisitenin geçerliliği (tıpkı öznelcilik
veya nesnelcilik gibi) aşkın veya içkin bir ölçütten değil,
basitçe gerçeğin içerdiği rasyonalitenin tasdikinden
kaynaklanır.
Burada
bu vesileyle İslâmî canlanıştaki otantisite söylemlerinin
değerlendirilmesindeki genel bir eğilime işaret etmek
istiyorum. Aslında Azmeh'in argümanları bu eğilimin iyi bir
örneğini oluşturuyor. Yukarıda da değindiğim gibi,
gerçekte bu ondokuzunu yüzyıl oryantalizm veya pozitivizminin, eylemcinin
kendi eylemi hakkındaki görüşünü kaâle almaksızın eyleme
kendi açıklamalarını dayatan teorizmlerinin yeni bir biçiminden
başka bir şey değildir. Daha önemlisi, her ne kadar bu
eğilim Heideggerci otantisite geleneğine isnad edilmekteyse de,
açıkça veya zımnen, postyapısalcılığın ve
neredeyse bir çeşit relativizmden ibaret bir hermenötiğin
sınırlarına varıp dayanmış bulunuyor. Bu
bağlamda üretilmiş eserler oryantalist olanlarını
uzaklaştırmak adına yeni klişeler inşa etmeye
yönelmişlerdir. Oryantalist çalışmaların İslâm
kültürünün her türlü çeşitlenişini reddeden ve onun tüm olası
tezâhürlerini tek bir varoluş biçimine indirgeyen özcü nominalizmini
reddederken, onlar bir kez çeşitlenmiş İslâmlar arasında
ilginç bir tercih durumunu temsil etmeye yönelmişlerdir. Bunu
vurgulamaktaki niyetimse, bu tür tercihler arasında hangisinin
yanlış hangisinin doğru olduğuna karar vermek değil,
aksine bir sosyolojik jargon içerisinde bizzat böyle bir tercihin
varoluşundaki tuhaflığa dikkat çekmektir. Böyle bir tercihin de,
yaşadığımız çağın siyasal konjonktürüyle
önemli bir ilgisinin varolduğuna ayrıca dikkat etmek gerekiyor. Daha
iyi açıklamak için bir kaç örnekle gitmek gerekebilir.
Cehaletin
Kültürel-Antropolojik Promosyonu
Fas
ve Endonezya üzerine yaptığı antropolojik
çalışmalarla, özellikle de Islam
Observed isimli eseriyle meşhur olan antropolog Clifford Geertz,
İslâm toplumunu bazı özsel nitelikleriyle karakterize edildiği
tek bir ünite olarak tasvir eden oryantalist yaklaşımı
yanlışlamaya çalışmıştır. Bundan dolayı
da o, oryantalizmin güçlü eleştirmenleri tarafından
İslâm'ın Kur'an metni içerisinde ebediyyen sabitlenmiş tarihüstü
bir olgu olduğunu reddettiği için övülmüştür (Said, 1979: 326).
Geertz, İslâm'ın tarihsel, kültürel ve ekonomik ortamlara göre
değişen farklı biçimler ve vurgular alabileceğini
savunmuştur. Bu vesileyle o, bir dinin otantisite sorununu, o dinden
kaynaklanan bir etosa dayalı inanılabilirlik terimleriyle çözmüş
gibi görünüyor. Beşerî bir olgu sayılabilecek olan din, kendi ikna edebilirliğini
her zaman bizzat kendisinin tanımladığı gerçeklikten
alır:
Dünya
inanılabilirdir, çünkü ondan kaynaklanan etosun itimada layık
olduğu hissedilir; etos haklılaştırılabilir, çünkü
dayandığı dünya görüşü doğru kabul edilmektedir
(Geertz, 1968: 97).
Her
ne kadar Geertz'in dini neredeyse bir etosun basit bir işlevi ve maddi
veya tarihsel değişimin bir sonucu olarak yorumlayan materyalist bir
konumda görülemezse de, dinsel bir inancın hayatiyeti için belirli maddi
koşulların varlığını gerekli görmüştür.
Aslında onun tüm yaptığı Müslümanların Kur'an'a
bağlı veya bağımlı olmadıkları halde
Kur'an'ı kendi bireysel kanaatleri doğrultusunda özgürce
yorumlamış da olmadıklarını göstermeye
çalışmak olmuştur. Her ne kadar İslâm, gerçekten de
bazı oryantalistlerin zannettiği gibi tek bir dinsel olgu olarak
varolmamışsa da, antropolojinin disipline edilmiş söyleminin
tiranlığına karşı koyacak kadar da
çoğalmış değildir. Tam da bundan dolayıdır ki
Geertz'in çalışması, bir Batılı olarak İslâm dini
hakkındaki çalışması işin doğası gereği
oryantalist bir etkinlik olduğu halde, Leonard Binder'ın tasnifinde
"iyi oryantalizm" kategorisine denk düşmüştür (Binder,
1988: 97).
Geertz'in
çalışmsında bizi ilgilendiren şey çağdaş
İslâm toplumlarında kitabîlik (scripturalism) ile bir çeşit
halk dindarlığı arasında teşhis ettiği ikilemde
ve onun halk dindarlığını kitabî dindarlığa
tercih edişinde yatar. O bu ikilemi "dindarlık" ile
"dinsel-zihinlilik" arasında; "dinî kanaatler tarafından
tutulmuş olmak" ile "onları elinde tutmak"
arasındaki bir ayırımla formüle eder.
Geertz'e
göre dinsel-zihinlilik inancın söylediğinden ziyade inancın kendisini
kutsar. Gerçekte, bu ayrım Lévi-Strauss'un yazı ve söz
arasındaki ayrımını ve ikincisini birincisine üstün tutan
yaklaşımını izliyormuş gibi görünüyor. Bu yüzden o,
yazıyı, metni ve genel olarak kitabîlik dediği ne varsa
alçaltır. İslâm örneğinde de Kur'an'ı anlamak ve onun
mesajlarını izlemek adına ne varsa onları hedef alır.
Üzerinde antropolojik çalışmalarını yürüttüğü iki
islâm ülkesinin iki liderini, iki örnek figür olarak, kendi kavramsal
ayırımlarının veya modellerinin metaforları olarak ele
alır. Bu metaforların deşifre edilmesiyle ortaya çıkan
şey şu oluyor: Sanki bu metaforlar bir insanın, hayatında
bir kez olsun Kur'an okumadan da veya onun içerdiği mesajları
dolaylı da olsa anlayıp uygulamadan da pekâlâ iyi bir mümin veya
müslüman olabileceğini göstermek üzere kurulmuştur. Nitekim onun
figürlerinden birisi olan Endonezyalı lider Kalidjaga, hayatında hiç
Kur'an okumadan adanmış bir müslüman olması yönüyle
vurgulanıyor. Bu yüzden Kalidjaga, Geertz'in çalışmasında
denge ve farklılığın, kitaba uymanın gerektirdiği
düşünülen tekbiçimli bir kişiliğin
sınırlayıcı ve kısıtlayıcı
havasından özgürleşmenin bir tür örneği olarak göze çarpar.
Diğer yandan, Faslı lider Lyusi ise, Geertz tarafından
"kendisini daha geniş dinî fikir içine gömmemiş"
olmasıyla nitelenir (Geertz, 1968: 53). Bunun yerine o dini bir çeşithomme fetiche (insan fetişi) olarak
algılar. Haddizatında Fas kültürü de, Geertz'e göre, bir çeşit
insanbiçimli tanrı (anthropolatrous) anlayışına sahip bir
kültürdür. Geerz'e göre, mukabil hikayeleriyle birlikte bu iki figür
arasındaki çelişkiler iki ülkenin temelindeki kültürel karakterlerin
örnek dışavurumları olarak işlemektedir. Bu
kişilikler, kendi kültürel geleneklerinin örnek temsilcileri olarak
kullanılmakta, fakat daha açıkçası, onlar kendi hayatını
tümüyle İslâm'ın içinde sürdürmeye kararlı gerçek bir müminin
idealize edilmiş örnekleridirler. Binder'e göre her iki örnekteki aporetik
unsurlar, İslâm'la İslâm öncesi kültürler arasındaki
zıtlıktan ziyade her iki hikayenin, günün kurulu siyasi
iktidarlarını zayıflamaktan öte desteklemek üzere kullanılmasından
kaynaklanıyor (Binder, 1988: 100). Dahası, Geertz, bütün bu örnekleri
genellikle İslâm ihyâcılığı veya reformculuğu
tarafından temsil edilen kitabîciliğe saldırmak üzere
kullanmaktadır. Kalidjaga ve Lyusi'nin şahıslarında,
Geertz'in çalışmasında değinilen etkinliklerinde, Geertz
sonuçta bir dindarlığın otantisite ihtimalini ebediyyen tahrif
edecek olan, geleneksel bir kültürü zorla değiştiren şiddet
içerikli bir yazı/metin anlamını çağrıştıran
bütün îmâlarıyla kitabîliğin (scripturalism) kendisidir. Kitabîlik
"skolastizm, yasalcılık ve doktrincilik" (Geertz, 1968:
62) ile özdeş bir şeydir. Genel reform hareketleri arasında bir
karşılaştırma yapan Geertz, "ilerleme hamlesi
yapabilmek için geriye gitmek kültürel değişimde yerleşik bir ilkedir;
bizim Reform hareketlerimiz de bu şekilde olmuştur. Fakat İslâm
örneğinde geriye gitme ileriye doğru hamle yapmanın yerini
almıştır ve metinlerin yeniden keşfi olarak başlayan
süreç, onların bir çeşit Tanrılaştırılmasına
yol açmış" olduğu sonucuna varır (s. 69).
Devamında, İslâm'ın, bu yolla, bizatihi kendisi
modernleşmeksizin, modernliğin bir
haklılaştırımına dönüştüğünü savunur.
Sonuçta İslâm hiç bir zaman kavrayamayacağı ve
anlayamayacağı bir şeyin yükselişine hizmet etmiş
olur. İslâm reformunun ilk aşamalarından ziyade, bu
yüzyılda kitâbîcilik, hem Endonezya'da hem de Fas'ta ideolojileşmenin
son aşamalarını temsil etmeye başlamıştır
(s. 70). Böylece, Geertz, kitâbî İslâm'ın otantik bir kültürün,
hatta bizzat dinin kendisinin tahrifi anlamına geldiğini savunarak,
bir çeşit pastoral romantizm çağrıştıran
değerleri terfî ettirmektedir. Oysa Binder'in de işaret ettiği
gibi, "dinin ideolojileşmesi" deyimi, İslâm'ın siyaset
ve din arasında hiç bir ayırım yapmadığı
yolundaki yaygın anlayışa rağmen, ikisini birbirinden
açıkça ayırır ve dinin kendi doğasından uzaklaşmasına
atıfta bulunur (Binder, 1988: 102).
Sonuçta,
Geertz'in ayırımında ve "dindarlığı"
"dinsel-zihinliliğe" tercih edişinde açıkça görülen
şey, saf biçimiyle dinsel deneyimin dinin ideolojileştirilme
sürecine ve temel özelliği kendiliğindenlik olan, hiç bir siyasal ve
eleştirel talebi olmayan, tabiri caizse bir uyruk kültürüne dayanan halk
dindarlığının kitabîliğe karşı üstün
tutulmasıdır. Halk dindarlığına karşı, Nuray
Mert'in bu sayıdaki yazısında Türkiye'deki örneğini çok iyi
gösterdiği gibi, ustalıkla işlenen bir köy veya halk
estetiğinde, bir dinin içerebileceği her çeşit
eleştirellik yükleminden uzaklaştırılması arzusu yine
de bütün çıplaklığıyla sırıtıyor.
Aslında
"dindarlığı" dinî itikatlara yakalanmaya ve
"dinsel-zihinliliği" de bu itikatları elinde yakalayıp
tutmaya denklemek, bir kaç eleştirel noktanın daha
belirginleştirilmesini gerektiriyor. Bu denklem, Heidegger'in teknoloji
eleştirileriyle paralel giden otantisite söylemini çağrıştırmaktadır.
fiimdi bu vesileyle yukarıda otantisite görüşlerini
aktardığımız Heidegger'in yol açtığı
yaygın bir edebiyatın otantisite söyleminin siyasal içerimlerine
neleri, ne kadar sinsi iktidar oyunlarını, doldurmaya fırsat
verebildiğini görebiliriz. Heidegger'e göre dinsel bir eylemin teknolojik
belirlenimi, kendisini, ilahî verilere elde-hazır bir yedek stok olarak
yaklaşılmasıyla açığa vurur (Heidegger, 1977). Yani
gerçekten de tıpkı Geertz'in "dinsel inançları elinde
tutma" deyiminin çağrıştırdığı gibi,
dinsel inançlar üzerindeki analitik çözümlemeler, bilişsel etkinlikler,
dinsel tecrübe ile bilişsel melekeler arasında Kartezyen bir nesnelci
iddiayı beslerler ve bir anlamda tanrıyı insanın hizmetine
sokarlar; her ne kadar bu durum, dinin uzak
çağrışımlarının dışlamadığı
bir şey olsa da, buradaki hizmet insanın kendi tanrılık
makamını tahkim ederken ihtiyaç duyduğu bir hizmettir.
İlahiyatın nesnel bir bilim iddiası olarak böyle bir işlevi
olduğu kolaylıkla söylenebilir. Kuşkusuz bu da
dindarlığın gerçek doğasını ciddi bir biçimde
tehdit etmektedir. Ancak bu haklı ve güçlü eleştirel çizginin
"halk İslâmı" veya "kültürel İslâm" promosyonu
etrafında aldığı biçimlerde otantik bir varoluşun
koşulu olarak önerilen şey neredeyse dinsel deneyimde her çeşit
bilişsel etkinliğin her türlü dolayımının
yadsınması (nihiliation) olmaktadır. Buna göre dinsel tecrübeden,
neredeyse sadece en naif laiklik anlayışının
belirttiği üzere "Allah ile kul arasıda bir vak'a" olmaktan
fazlası beklenmemektedir -modernizme götürmekten başka hiç bir yolu
bulunmayan metinlere başvurmaksızın, sorgulamaksızın,
bir çeşit kaderci, iradesiz kendiliğindenlikçi bir din.
Siyasal İslâm: Bir
Patoloji, Ama...
Kuşkusuz,
tekrarlamak gerekirse, bu bakış açısı, dinsel tecrübenin
teknolojik içerimlerini vurgulamak suretiyle, İslâm dünyasındaki bir
takım ideolojik hareketlerin açıklamasında çok faydalı
olabilir. Fakat dinsel otantisite taleplerini herhangi bir bilişsel
zemine (de) dayandıran tüm varoluş ihtimallerini bu yolla
açıklamaya yöneldikçe cansıkıcı bir indirgemeciliğe
dönüşmektedir. Bu yüzden, çağdaşlıkla kitabîliğin
gelişimi arasındaki ilişkinin böyle bir tasavvurunun bir
çeşit modernlik-belirlenimciliğinin sofistike bir indirgemeciliğinden
ibaret bir abartma olduğunu kaydetmek gerekiyor. Gerçekten de
İslâm'ın son zamanlardaki ideolojileşmesi basitçe
modernleşmenin içsel tarihi içerisinde kalınarak açıklanamaz
(Aktay, 1997). Kuşkusuz, bunun açıklaması, kendi bedeninde
neler olduğunu hissedebilecek içsel bir düşünüm gerektirir. Biz bu
sürece, dinin böylesi bir ideolojileştirilmesinin dinin, siyasal
tebeddününü (ete kemiğe bürünmesini) de içeren hatta onu zorunlu
kılan tebeddünü bağlamında bakmayı denedik. Bu
bağlamda şunu söyleyebiliriz: İslâm'ın ideolojileşmesi
kendisine eşlik eden tüm vakalarla birlikte toplumsal-siyasal-ulusal bedenin
hijyenik reflekslerince verilmiş çok doğal bir tepki olarak vuku
bulmuştur. Bu amaçla bir sağlıklı beden metaforuna
başvurduk. Bilindiği gibi, sağlıklı beden ancak tüm
organlarının, dolayısıyla çoğu kez bedenin
tamamının unutulması sayesinde tecrübe edilebilen bir olgudur.
Bir bedenin hatırlanmasını sağlayan şey büyük bir
ihtimalle yolunda gitmeyen sağlıksız bir gelişmedir.
Uyarlaması caiz olursa dindarlık da bir bakıma her türlü
bilişsel etkinliğin unutulması sayesinde hissedilen bir tecrübe
olabilir. Bilişsel etkinliğin hatırlanmasını
sağlayan şey de büyük bir ihtimalle dinsel bedendeki
sağlıksız bir gidişattır. Ayrıca dinin
ideolojileşmesi de, teknoloji gibi modernizmin ilkelerine basit bir
bağlanma olarak anlaşılmaktan öte, dinsel bedenin
sağlıksız koşullara veya bir tehdide verdiği
doğal bir tepki olarak anlaşılabilir. Bir enfeksiyona
karşı vücudun topyekûn hatırlanmasıdır o.[5] Tıbbî terimlerle düşünmek gerekirse, bir ideoloji
olarak ve entellektüel bir etkinlik olarak siyasal veya kitabî İslâm, böylece
bir enfeksiyona bir tepkiyi temsil etmektedir. Bu anlamda, onun patolojik bir
oluşum olduğu kabul edilebilir. Ancak, o taktirde şu soru
haklı olarak kendini dayatır: Bir enfeksiyona tepki olarak ortaya
çıkan bir patolojiden daha normal ne olabilir? Diğer yandan dinin
ideolojileşmesi gerçekten de bir dinî tecrübe açısından
sıra-dışı boyutlar içermektedir, ancak bu boyutların
İslâm'ın dinî otantisitesiyle bir ilgisi olduğuna kim karar
verebilecek? İslâm'ın kendi Büyük Geleneğinde bir otantisite
görüşü veya ölçütü yok mudur? Varsa bu görüş genellikle bu tür
otantisite veya kimlik değerlendirmelerinde neden ihmal edilmektedir?
Aslında, sosyolojik
bir ilke olarak, belli bir din hakkında herhangi bir anlayış
veya yorum ihtimali sosyolojik gerekçelerle bertaraf edilemez. Din içerisinde
neyin doğru neyin yanlış olduğu veya hangi tecrübenin
otantik hangisinin olmadığının kararı, dinin kendi
genel çerçevesinin içsel mantığı içinde uygun olabilir. Burada
benimsenen sosyolojik konum, bir otantisite veya inotantisite kararı
vermemeye dayanır.
Otantisite Jargonu,
Bilimsellik ve Siyasal Racon
Bu
tür kararların motivasyonlarına gelince; tarihin sonunun
Batılı değerlerin küstah zaferini haykırmak üzere ilan
edildiği günlerin siyasal konjonktürü gözönünde bulundurulduğunda, ne
kadar da post-oryantalist, postyapısalcı veya pür bilimsel
kılıklara bürünse de, bunlar, analitik bir gözlemin sonucu olmaktan
ziyade siyasal kararlar olarak iş görmektedirler. Dolayısıyla,
dinsel otantisiteyle ilgili sosyolojik analizler, bir kez modernizme özgü bir
şey kabul edilmiş olan iradeciliğe bir vurgu gördüğünde
bir tahrife karar vermekle İslâmî canlanmaya karşı siyasi bir
taraf olma veya bir tarafı destekleme işlevi görmüş oluyor, ki,
sözkonusu canlanma, bir şekilde özdeşlik (kimlik/identity) ve fark
oluşturmanın karmaşık yolları
aracılığıyla oluşan Özne'nin mümkün olma ihtimaline
dayanmak zorundadır. Bu da son zamanlarda yaygın olarak kitabî bir
söyleme dayalı siyasal bir İslâm'ı ayırdederek kendi
ülkeleri üzerindeki Batılı sömürge-sonrası hegemonyaya
karşı insanları organize eden iradeci bir eylemi teşvik
eden fundamentalizme karşıt bir kampanya biçimini almaya
yönelmiştir. Bu kampanyanın diğer yanında, başka bir
yanı ortaya çıkar: Halk dindarlığının siyasal
dindarlık aleyhine bir mistifikasyonu ve estetize edilmesi sözkonusudur.
Bu kampanyanın ayırdedici özelliği normal şartlar
altında birarada düşünülemeyecek, birbirlerini iten bir sürü teorik
konumu biraraya getirme başarısı göstermesidir. Aziz El-Azmeh
gibi laik-Müslüman bir sosyal bilimci, Derrida ve Said gibi
postyapısalcılar, Geertz gibi hermenötikçiler, Gellner gibi
pozitivistler, ve Muhammed Arkoun gibi ağırlıklı olarak
yapısalcı ve postyapısalcı eğilimler arasında
eklektik düşünürler, bunların hepsinin fundamentalist bir
"öteki" tehdidine karşı koymak üzere bütün teorik
donanımlarını bir koalisyon içerisinde seferber etmeleri
gerçekten de çok ilginçtir. Kitabîliğe karşı kampanyanın
motivasyonları siyasaldan başka olmayan bu bağlamda
okunmalıdır.
Tüm
bu figürler arasında Muhammed Arkoun'unkisi, kuşkusuz ayrı bir
değerlendirmeyi hakeder. Kültürel İslâm'ın veya halk
İslâm'ının estetize edilmesi çabası etrafında Arkoun,
yine İslâmî kitabîliğe karşı postyapısalcıların
sözmerkezcilik eleştirisini seferber eder. Bu yolla o, İslâm
düşünce tarihinin şematik bir çözümlemesine ulaşarak
"İslâmî akıl" (la
raison vrai) ile "Müslümanların toplumsal muhayyileleri"nin
biraradalığı ve fakat birbirleriyle olan gerilimlerine dikkat
çeker. Ona göre birincisi yani İslâmî akıl yorum konusunda
katılık, ortodoksi ve siyasal iktidarla özdeşleştirilirken
diğeri yani "Müslümanların toplumsal muhayyileleri",
özgürlük, kendiliğindenlik, değişim ve Derrida'nın bütün
bunları ifade etmek üzere kullandığı terimle Différance ile denkleştirilir. Bu
ikisi arasındaki diyalektik analizinin konusudur. Binder'in de
belirttiği gibi, Arkoun, peşin olarak İslâmî devlet fikrini
reddeder. Yeryüzünde Tanrı hükümdarlığının, ister
klasik felsefî anlamıyla ister ortodoks Sünnî versiyonuyla, isterse de bir
çeşit parlamenter-anayasal-demokrasi olarak liberal modernist versiyonu
içerisinde tesis edilmesi yönünde hiç bir istek duymaz. Bunun yerine Arkoun'un amacı, Binder'e göre,
İslâmî akılla felsefî akıl arasındaki farkın
yokolduğu demokratik bir devletin tesisidir. Metnin kitabî yorumuna
dayalı imtiyazlı bir otorite fikrinin kaldırılmasını
arzular. İşte bu noktadan itibarendir ki, o da İran devrimini
eleştirmeye başlamıştır (Binder, 1988: 166).
Teoloji
veya fıkhın "kaynakları" veya "kökenleri" ni
tartışan literatüre işaret eden Arkoun, klasik ortodoks
İslâmî doktrini fundamentalist olarak niteler. Aynı zamanda
kitabilikçi olduğunu düşündüğü fundamentalistleri kastetmek
üzere Fransızca'da son zamanlarda medyatik bir tipleme halini
almış olan intégrist
sözcüğünü kullanır. Ona göre fundamentalizm/kitabîlik yalnızca
ortaçağ teolojisine hakim olmakla kalmamış , aynı zamanda
da felsefenin gelişimini engellemiş, bilimsel rasyonalitenin
gelişiminin önünü kesmiş, cahil müslüman halkların tarih ve
kültürünün ihmal edilmesine yol açmış, İslâm şiirini
ifadeci bir disiplinden biçimci, elitist bir ideolojiye dönüştürmüş,
Berberîlerinki gibi şifâhî edebiyatın topyekûn örtbas edilmesine
fırsat vermiş, pratik akılla buna tekâbül eden halk dinini
alçaltmıştır (a.g.e.: 164-165).
Dolayısıyla
görünen kadarıyla Derrida'dan yola çıkılarak siyasal ve kültürel
İslâmların söylemlerine uyarlanan yapıçözümcü
yaklaşımlar daha ziyade siyasal bir söylem olarak işleyen
sözkonusu kampanyaya katılmaya yöneliyorlar. Nitekim, daha özelde Arkoun'un,
temel özelliği kendiliğindenlik, iradesizlik, siyasal, kültürel ve
ideolojik hegemonyaların pasif bir alıcısı olmak olan
"Müslümanların toplumsal muhayyileleri"ni terfî ettirirken, böylesi
popülist bir mistifikasyonun kitle kültürünün bir ürünü olan ve siyasal
iktidarlar için ideal uyrukları üretecek bir kitle toplumundan başka
bir şeye teşvik etmeyeceğini bilmemesinin düşünülmesi bile
çok zor. Bu edebiyat oryantalizmin postyapısalcı bir kılık
içindeki muhteşem dönüşü izlenimi veriyor.
Bu edebiyat içerisinde
"ortodoks merkez ile sapkın hata, bilgi ve cahillik, siyasal düzen
ile anarşi, medeniyet ile barbarlık, kent ve kır, Kutsal Yasa
ile saf beşerî anâne" (Gellner, 1981: 3) arasında kurulan ikili
karşıtlıklar, ikili kavramlar arasındaki zorunlu hiyerarşi,
genellikle birincilere karşı ikincileri kayırarak
işlemektedir. Bu da kurulu metinsel şiddeti bu sefer kitabîcilik,
temelcilik veya daha genel anlamda İslâmî ihya girişimlerine
karşı işleyecek şekilde tersine çevirir.[6] Nitekim bütün bu
analizlerine eşlik eden Arkoun'un önerileri sonuçta
"Müslümanların özgür muhayyilelerini" temsil ettiğini düşündüğü,
Cezayir'deki Berberî dindarlığını, fundamentalist hareket
tarafından temsil edildiğini düşündüğü ortodoks
kitabîliğe karşı kayırmaya yönelmiştir. Benzer bir
formülasyonun Türkiye'de son zamanlarda özelllikle Alevîliğe atfedilen
heterodoks, özgürlükçü, dindarlık konusunda vazgeçebileceği
sınırların genişliği gibi özellikler aklın
yolunun bir değilse bile belli başlı ana mecralara sahip
olduğunu çok iyi gösteriyor. Türkiye'de son zamanlarda siyasal
İslâm'ın yükselen sesine karşı siyasal bir tedbir olarak
açıkça geliştirilmeye çalışılan resmî dine
Alevîliğin mevcut haliyle yeterince karşılık
verebileceği düşünülmüştür. Alevîliğin, asırlarca
kendisine atfedilen özgürlükçülük ve merkeze karşı direnişçilik
vasıflarını böylesi bir resmî görevlendirme esnasında
topyekûn bırakması gerçekten de çok mânidâr. Kuşkusuz burada
potansiyel bir Alevîlik ile mevcut siyasal konjonktürün hayalindeki aslan
Aleviler arasında bir ayırım yapmak dürüstlüğün asgarî
gereklerindendir. Ancak, yeri gelmişken heterodoksi ve ortodoksi
arasında işlenmesine alışageldiğimiz sözkonusu
denklemin ne kadar kurgusal olduğunu bu olayın yeterince ortaya
koyduğunu belirtmeden geçmeyeceğiz. Bugün siyasal arenada boy
gösteren hadi biz de aynı deyimi kullanıverelim de bir kaçamak
noktası kalsın siyasal Alevîler merkeze aslında ne kadar da
talip olduklarını, merkeze geldiklerinde ise iktidarın kendi iç
mantığına ayak uydurmakta diğer insanlardan hiç de daha
fazla istençsiz olmadıklarını gösterme fırsatı
bulmuş oluyorlar. Aslında Alevîlikte cazip görünen şey,
"eline, beline, diline sahip olmak" gibi içi her türlü pratikle
doldurulabilecek yuvarlak bir ilkeye indirgenmiş bir
dindarlığın siyasal uyuma hiç bir direnç göstermeksizin
özellikle sözkonusu siyasal uyum bir sekülerleşme programının
uygulanmasında ihtiyaç duyulacak bir şeyse müsait görülmelerinden
ileri geliyor. Alevi halkının mevcut siyasal bedenin en uyumlu organı
olmuş olduğu, mevcut siyasal bedenin de kendi tarihindeki en önemsediği
programının laikleşme olduğu ve Alevilerin uygulanan
biçimiyle bu laikliğe en ufak bir direniş göstermemek bir yana hep
yardımcı oldukları gözönünde bulundurulduğunda (Shankland,
1993; Aktay, 1994) otantisite iddiası veya temsiliyle ciddi bir ilgisi
bulunan bu tür formülasyonların arkasındaki motifler daha kolay
anlaşılabilir. Nitekim, daha pratik politik bir düzeyde son
zamanlarda yeniden sahneye çıkan "Türk
Müslümanlığı" idealizasyonunun uygun bir proje için
malzemesini Cumhuriyetin kuruluşundan beri dönem dönem değişen
tonlamalarla da olsa ehlîleştirilmiş bir sünnîliktense Alevî
kültüründe aramaya yönelmesinin, toplum
mühendisleri açısından çok gerçekçi nedenleri vardır. Son
Hacı Bektaş Veli'yi anma toplantısında devletin zirvesinin
Hacı Bektaş'ta hazır bulunması, orada devlet büyüklerinin
verdiği mesajlar da gözönünde bulundurulduğunda, Hacı
Bektaş'ın ve Alevîlerin müzmin muhalif tutumlarının bir
iktidar stratejisi olarak nasıl istihdam edilebileceğinin ilginç ve
özgün örneklerini verdiler. Başbakan'ın tam da orada "Türk
Müslümanlığı"nı telaffuz etmesi ise, toplumun bir
kesimine karşı verilen bir mücadelede öbür kesimine yaslanmanın
basit taktik hesap payı düşüldüğünde, büyük bir ihtimalle
muhtemel bir proje için sünnîliğin verebileceği imkanlardan umut
kesildiği anlamına geliyor. Çünkü kitabî yanı atlanarak
kolayca nüfûz edilemeyen
sünnîliğe yapılan her türlü yatırımın, giderek
Kitab'ın taleplerine karşı manevra alanlarını yitirme
tehlikesi içerdiği sezilmektedir. Burada da başka bir paradoksun daha olduğunu
belirtmeden geçmeyelim. Bu bir çok sosyologun çabalarında da dikkat
çekilen bir şey (Gellner, 1981; 1992; Özdalga, 1991). Her şeye
rağmen, özellikle çevre ülkelerinde veya İslâm ülkelerinde
modernleşmede katedilen mesafeler, kültürel İslâm denilen halk
dindarlığına karşı kitabî İslâm'a, besleyici
olmak anlamında, daha fazla yansımaktadır. Bu yüzden sözkonusu
edilen kültürelliğin siyasî düzeydeki promosyonu ancak eğitimdeki
seviyenin düşüklüğü korunabildiği sürece
gerçekleştirilebilecek bir şey gibi görünüyor. Bu da siyasetin günden
güne daha ideolojik, daha bir gönüllü aldanışın veya
aldatışın sürdürülmesi yönündeki tuhaf ısrara
dayanacağıanlamına geliyor. Frankfurt Okulu'nun kültür
endüstrisi ve kitle toplumu analizlerine bu düzeyde ne kadar ihtiyaç
duyabiliriz, bilinmez. Ama bilebileceğimiz bir şey, bugün kültürel
İslâm'ı siyasal anlamda cazip kılan tek şeyin,
içerdiği cehaletten başka bir şey
olmadığıdır. Bunun siyasal raconlar kesilerek promosyonu
ise toplumsal anlamda nereye gittiğimizle ilgili karamsar tabloyu
tamamlıyor.
Sonuç
Bir
büyük gurbetin, yani modernliğin herkesi yabancı kılan
yanından başladık, giderek bu büyük gurbetin,
gurbetliğinin alakalı olduğu otantisite sorunu etrafında
şekillenen söylemlerin tasvirinde karar kıldık. Ancak, bir
otantisite ölçütü geliştirmeye çalışmadık. Otantisitenin
veya otantik bir varoluşun mümkün yollarına da işaret eden
metafizik bir yola sapmaktan ısrarla kaçınmaya
çalıştık. Amacımız böylesi bir yolu işaret
etmekten ziyade kültürellik ve siyasallık ayrımında, özellikle
İslâm sözkonusu olduğunda, sosyal bilimsel çabaların kolayca
yakalandıkları otantisite jargonunun işleyiş biçimine
dikkat çekmekti. İslâm'ın veya başka herhangi bir dinin
farklı şekillerde ortaya çıkması her zaman mümkündür.
Özellikle İslâm sözkonusu olduğunda, İslâm'ın fiîlî
çeşitliliğini gözönünde bulundurmaksızın, tekbiçimli bir
İslâm varsaymanın sosyolojik olarak, oryantalizmin de mâlul
olduğu bir tür özcülükle karşılanabileceği vurgulandı.
Dolayısıyla
Aziz El-Azmeh'in vurguladığı gibi, tek tip bir modernlik
olmadığı gibi tek tip bir İslâm'ın da
olmadığını kabul etmeden yola çıkan çözümlemeler, en
iyi ihtimalle olan biteni anlamamış olmakta, fakat giderek daha kötü
ihtimallerde, dayandıkları ve kurdukları
kavramsallaştırımların tekâbül ettikleri şedit
hiyerarşilere ideolojik payandalar oluşturmaktadırlar. Ancak bir
kez "İslâmlar"dan bahsetmenin sosyolojik zorunluluğu kabul
edildiğinde ve bunun önü açıldığında, gözlemcilerin
üzerlerine gereksiz yere vazifeymiş gibi aldıkları şey, bu
İslâmlar arasında hangisinin daha doğru olduğuna, üstelik
sosyolojik bir jargonda kalarak, hükmetmeye kalkışmak
olmaktadır. Kuşkusuz bütün İslâmlarda bir doğruluk
iddiası veya bir nesnelcilik jargonunun mevcud olması, onların
her zaman söyledikleriyle tutarlı ve doğru olduklarını
peşinen kabul etmeyi gerektirmez.[7] Fakat bu zorunsuzluk,
kendisine yaslanılmış bir otantisite jargonunun verdiği
sahte güven duygusuyla, ahkam kesme ehliyeti de vermez. Bu ehliyetin
olmaması ise, bu tür tecrübelerin otantisiteyle ilgili kendi
iddialarını geçersiz kılmaz. Gözlemciye düşen olsa olsa bu
tecrübelerle ilgili fenomenolojik bir içbakışı ciddiye almak
olabilir.
Adorno'nun
meşhur saptamasıyla, otantisite iddiasının kendisinin kendi
jargonuna bağımlı olacak kadar inotantik bir şey
olduğu vurgulanarak, İslâm'a ilişkin kültürellik ve
siyasallık ayrımlarının son zamanlarda bu jargondan ne
kadar çok beslendiklerine dikkat çekildi. Bu dikkat, kuşkusuz daha basit
bir düzeyde siyasal İslâm'a karşı kültürel İslâm
promosyonunun angaje olduğu siyasal hedefler deşifre
edildiğinde çok daha kolay gösterilebilmektedir.
REFERANSLAR
Abdürrazık, A., 1995, İslâm'da İktidarın Temelleri, Arapça'dan çev. Ömer
Rıza Doğrul, İstanbul: Birleşik.
Adorno, T. W., 1973, The Jargon of Authenticity, Almanca'dan çev. K. Tarnowski ve F.
Will, London: Routledge and Kegan Paul.
Ahmed, A, S. & Donnan, H., 1994, Islam in the
Age of Postmoderniy, Ahmed, A., S. & Donnan, H. (edts) Islam, Globalisation and Postmodernity, London: Routledge.
Ahmed, Celal Al-i, 1988, Garbzedeler, Batıdan Gelen Veba, İngilizce'den çeviren,
B. Tuna, İstanbul: Nehir.
Aktay, Y., 1994, Tarihyazımı,
Heterodoksi ve Alevîlik, Tezkire,
sayı: 7-8.
Aktay, Y., 1997, Body, Text, Identity, The Islamist Discourse of Authenticity in Modern
Turkey, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara: ODTÜ.
Berger, P. L., 1969, The Sacred Canopy: The Social Reality of Religion, (Türkçesi, 1991,
Dinin Sosyal Gerçekliği, çev.
Ali Coşkun, İstanbul: İnsan).
Binder, L., 1988, Islamıc Liberalism, London: The University of Chicago Press.
Caputo, J., 1989, Gadamer's Closet Essentialism: A
Derridean Critique, Dialogue and Deconstruction
: The Gadamer-Derrida Encounter, D. P. Michelfelder & R. E. Palmer
(ed.) New York: State University of New York Press.
Derrida, J., 1978, Writing and Difference, Fransızca'dan İngilizceye çeviren
Alan Bass (1987): Athlone.
Derrida, J., 1989, Interpreting Signatures
(Nitezsche / Heidegger): Two Questions, Dialogue
and Deconstruction : The Gadamer-Derrida Encounter, D. P. Michelfelder
& R. E. Palmer (ed.) New York: State University of New York Press.
Eickelman, D., Piscatori, 1996, Muslim Politics, New York
El-Azmeh, A., 1993, Islams and Modernities, London: Verso.
Eliade, M., 1991, Kutsal ve Dindışı, Fransızca'dan çev. M. A.
Kılıçbay, İstanbul: Gece.
Ersoy, M. A., 1989, Safahat, Ankara: Kültür Bakanlığı.
Friedman, J., 1995, Global System, Globalisation
and the Parameters of Modernity, Featherstone, M., Lash, S. and Robertson R.
(editors), Global Modernities, London:
Sage (Türçesi, 1996, Küresel Sistem, Küreselleşme ve Modernliğin
Parametreleri, Postmodernizm ve
İslâm, Küreselleşme ve Oryantalizm, Abdullah Topçuoğlu,
Yasin Aktay (der.), Ankara: Vadi).
Geertz, C., 1968, Islam Observed, Cambridge: University Press.
Gellner, E., 1981, Muslim Society, Cambridge: University Press.
Gellner, E., 1992, Postmodernizm, Reason and Religion, London: Routledge.
Göka, E., Topçuoğlu, A., Aktay, Y., 1996, Önce Söz Vardı:
Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme, Ankara: Vadi.
Habermas, J., 1984, The Theory of Communicative Action, Volume: I, Boston: Beacon
Press.
Hatiboğlu, M. S., 1978, İslâm'da
İlk Kavmiyetçilik: Hilafetin Kureyşiliği, A.Ü.İ.F. Dergisi, 23.
Heidegger, M., 1962, Being and Time, Almanca'dan İngilizce'ye çev. J. Macquarrie ve
E. Robinson, San Fransisco: Harper & Son.
Heidegger, M., 1977, The Question Concerning Technology and Other Essays, Trans. William
Lovitt, New York: Harper & Row.
Kısakürek, N. F., 1988, Çile, İstanbul: Büyük Doğu.
Marx, K. & Engels, F., 1955, The Communist Manifesto (Samuel, H.
Beer, ed.) New York: Appleton-Century-Crofts.
Özdalga, E., 1991, Din Din midir Yoksa Başka
bir fieymidir?, İslâmî
Araştırmalar.
Papastergiadis, N., 1993, Modernity as Exile: The Stranger in John Berger's Writing, Manchester:
University Press.
Sayyid, B., 1994, Sign O'Times: Kafirs and
Infidels Fighting the Ninth Crusade, E. Laclau (ed.) The Making of Political Identities, London: Verso (Türkçesi,
Savaşan Kâfirler ve Zındıklar, Siyasal Kimliklerin Oluşumu, çev. Ahmet Fethi, 1995,
İstanbul: Sarmal).
Sayyid, B., 1997, A Fundamental Fear, Eurocentrism and the Emergence of Islamism, London:
Zed Books.
Schroyer, T., 1973, Introduction to The Jargon of Authenticity, Adorno, T.
W., 1973, The Jargon of Authenticity,
London: Routledge and Kegan Paul.
Seyyid Bey, 1925, Hilafetin fier'i Mahiyeti,
Türkiye'de İslâmcılık
Düşüncesi I, İsmail Kara (ed. 1986), İstanbul: Risale.
Shankland, D., 1993, Alevi & Sunni in Rural Turkey: Divers Paths of Change, Unpublished
PhD. Thesis, Cambridge: Darwin College.
Therborn, G., 1995, Go To/Through Modernity, Global Modernities (M. Featherstone, S.
Lash, R. Robertson, edts.), London: Sage (Türkçesi, 1996, Modernliğe
Modernlik Yoluyla Giden Yollar, Postmodernizm
ve İslâm, Küreselleşme ve Oryantalizm, Abdullah Topçuoğlu,
Yasin Aktay (der.), Ankara: Vadi).
Tibi, B., 1990, Islam and the Cultural Accommodation of Social Change, Boulder:
Westview Press.
Turner, B. S., 1994, Orientalism, Postmodernism and Globalism, London: Routledge
(bazı bölümlerinin Türçesi, 1996, Postmodernizm ve İslâm,
Küreselleşme ve Oryantalizm, Abdullah Topçuoğlu, Yasin Aktay
(der.), Ankara: Vadi).
Vattimo, G., 1988, The End of Modernity, Baltimore: The Johns Hopkins University
Press.
Zimmerman, M. E. (1981) Eclipse of the Self: The Development of Heidegger's Concept of
Authenticity, Athens: OHIO University Press.
[1]. Sosyolojik literatürde
bir dünya kurma tasarısı olarak din, genellikle fenomenolojik
yaklaşımlarda dil getirilip işlenmektedir. Bu konudaki
meşhur çalışmalar için bkz. Eliade, 1991; büyük ölçüde Eliade'ın
çalışmalarından esinlenerek dini bir "toplum kurma",
"dünya kurma" anlamında "kutsal gökkubbenin"
inşâsı terimleriyle açıklayan Peter L. Berger, 1969; Tibi, 1990;
Turner, 1994.
[2]. Burada "halife"
kavramı veya kurumunun İslâm tarihindeki geçerliliği üzerine
yapılmış bir sürü tartışmayı atlamış
olmak istemiyorum. Buna göre İslâmî bir toplumsallaşmanın veya
tebeddünün bütün formatlarında halife zorunlu görülmeyebileceği gibi
gereksiz hatta zararlı bile görülebilmiştir. Bu konuyla ilgili
tartışmaların bir özeti için bkz. Hatiboğlu, 1978;
Abdürrazık, 1995; Sabri, 1997; Seyyid Bey, 199. Burada halife yerine
imam, emir, başkan, reis veya herhangi bir liderlik konumu aynı
mülahazalar için düşünülebilir.
[3]. Göran Therborn tam da
modernleşmenin "normal yolu" nosyonuna karşılık
vermek üzere, dünya ölçeğinde evrensel bir sonuç olarak rastlanan
modernleşme sürecine dünyanın çeşitli yerlerinden en
azından dört ayrı yoldan iltihak biçiminin ayırdedilebileceğine
işaret eder. Bu dört yoldan biri Avrupa'lı devrim veya reform
kapısı; ikincisi Amerikalıların Yeni Dünyalarının
kıtalararası göç ve genosidlerinin bir sonucu olarak gerçekleşen
biçimi; üçüncüsü ithal edilen veya dışsal olarak dayatılan veya
genellikle bir ülkenin yöneten elitinin uluslararası angajmanlarla kendi
ülkelerinde önayak oldukları, kendi ülkelerine yukardan
dayattıkları modernleşmedir ki, Tanzimattan itibaren Osmanlı'nın
girdiği yol böyle bir yoldur; son olarak da sömürgeleştirilme yoluyla
modern dünyaya açılan, fethedilen ülkelerin modernleşme yolu
ayırdedilebilir. Bkz. Therborn, 1996.
[4]. Unutmamalıyız
ki, Adorno hepsi de Yahudi olduklarından dolayı Hitler
Almanyasından kaçmak zorunda kalmış Frankfurt Okulu'nun önde
gelenlerindendir. Heidegger ise onları kaçmaya zorlamış olan
Nazi rejimi esnasında rektörlük yapmış ve genellikle, 1933'te
istifa etmiş olduğu ve savaşta cephe'de ceza olarak (siper
kazmakla) görevlendirilmiş olduğu halde, Nazi olarak
bilinmiştir. Burada Frankfurt Okulu'nun söylemlerinde hakim olan
otantisite Jargonunun izlerini herhalde, Adorno'dan sürmek imkanımız
olmayacak.
[5]. Bu enfeksiyonlardan
birinin adı Westoxication
olarak, İslâm dünyasındaki öze dönüş hareketlerinin tanı
listesine girmiş bile. Bu edebiyatın iyice klasikleşmiş
örneklerinden biri olan Celal Al-i Ahmed'in Garbzedeler
isimli eserinin alt başlığı Batıdan Gelen Veba'dır ve bütün gözlemler tam bir
tıp lügatçesi eşliğinde kaydedilmektedir. Batı'nın kendisinin
saf bedenimize yabancı ve zararlı bir toksin olarak görüldüğü bu
teşhiste enfeksiyonun İslâm dünyasının toplumsal bedenine
nüfûz edişinin hikayesi tıbbî bir dille anlatılır. Bkz.
Ahmed, 1988.
[6]. Tersine çevirir diyoruz,
çünkü sözkonusu literatürün merkezî vurgusu, Batılı metafiziğin
egemen olduğu tarihler boyu, bastırılan,
aşağılanan ve merkezin dışına atılan hep
yukarıdaki ikili kavramsal çiftlerin ikinci kısımları
olmuştur bkz. Derrida, 1978; Göka vd. 1996.
[7]. Bobby S. Sayyid'in bu
sayıda yayımlanan makalesi, ve makalenin alındığı
kitabında da özcülükten kaçmak için İslâm'ın
çoğulluğunu vurgulamanın giderek İslâm'ın kendi
içindeki sahihlik jargonunu kendi halinde bırakmamaya yönelişinin
yarattığı sorunları irdeliyor. Bkz. Sayyid, 1997.