Yeni
Türkiye Dergisi, Osmanlı Özel Sayısı 5 Cilt, 2. Cilt, 2000.
YARINLAR İÇİN
OSMANLI TARİHİ
Osmanlı'da Hukuk ve Meşruiyet Üzerine
Bir Tarih Sosyolojisi
YASİN AKTAY*
Tarih,
yerini bağdaşık ve boş zamanın değil, ama
şimdiki zamanın oluşturduğu bir kurgulamanın
nesnesidir. Örneğin Robespierre'e göre Roma, şimdi ile dolu olan ve
kendisinin tarihin akışı içerisinden zorla koparıp
aldığı bir geçmişti. Fransız Devrimi, kendini geri
dönmüş bir Roma sayıyordu. Eski Roma'yı, tıpkı
modanın geçmişe karışmış bir giysiyi
alıntılaması gibi alıntılıyordu. Moda,
geçmişin çalılıkları arasında dolanıp duran
güncel'in kokusunu alma yeteneğine sahiptir. Başka deyişle moda,
geçmişe atlayan bir kaplan gibidir. Yalnız bu atlayış,
egemen sınıfların buyruğundaki bir arenada gerçekleşir.
Aynı atlayış, tarihin gökkubbesi altında, Marx'ın
devrim olarak anladığı diyalektik hamledir.
Walter Benjamin, 1992: 40-41
Osmanlı'yla
ilgili her konuşma en azından bir yanıyla tarihle ilgili bir
konuşmadır. Böyle olması, tarihle ilgili bütün bilgi ve
değer sorunlarıyla birarada düşünülmesi gerektiğini
gösterir. Hatta tarih biliminin metodolojik sorunlarının bütün
çeşitlilikleriyle belki de en açık bir biçimde gözlemlenebildiği
bir alandır Osmanlı tarihi. Bu yazıda Osmanlı tarihinin
herhangi bir kesitini veya yönünü bir tarihçi gibi ele almaktan ziyade,
özellikle hukuk ve meşruiyet sistemleriyle ilgili yazılan tarihin
günümüzdeki çatallanışları üzerinden, tarih biliminin genel
sorunları hakkında bazı mütalaalarda bulunmak istiyorum.
Osmanlı tarihinin herhangi bir ânının nasıl
yaşanmış olduğuyla ilgili olmaktan ziyade, o ânın
bugün tarihe nasıl konu edildiği noktasından hareket edecek olan
yaklaşımım, kendisi bir tarih olmaktan ziyade bir çeşit
tarih sosyolojisi veya antropolojisi çabası olarak okunmalıdır.
Bu vesileyle tarihsel olay merkezli olmaktan ziyade, tarihsel olayı
okuyanlar üzerine bir gözlem yapmak sûretiyle bir tarihsel eleştiri
çizgisine işaret etmek istiyorum. İnsanlığın
geçmiş bilgisi veya tarih bilgisi isteminin ortaya koyduğu ürün veya
çabaların genel tabiatı veya özellikleri, tarih antropolojisi
çalışmalarının ilgi alanına girer. Bu konuda,
örneğin, tarihin verili bir toplumun incelenişinin bir alanı
olarak "tarihin antropolojisi"ne çağıran Marshall Sahlins, tarihin, kültürel
düzenlerin kendi tarihsel eylem, bilinç ve pratik tarzlarına sahip
oldukları gerçeğinden hareket ederek, her beşerî
gidişatın anlaşılabilmesi için, ayırdedici bir
antropolojiye, tarihin antropolojisine başvurulması gereğine
işaret eder (Sahlins, 1985: 33-34). Tarihin bugünün bilimi olarak ele
alınması, başka bir deyişle olay-merkezli olmaktan ziyade
olayı yorumlayanın anlaşılması olarak
alınması, hermenötiğin çağdaş bir problematiğinin
bir uzantısını temsil eder. Bu problematik, metin yorumlarının
yazarın niyetini keşfetme arayışından (bunun pek
mümkün olmadığı gerçeğinden hareketle), yorumcunun
anlaşılmasına doğru geçirdiği kaymadan
kaynaklanır. Metinden okura doğru yaşanan bu ilgi kayması,
çağdaş kültürün tamamında ciddi bir hegemonya tesis etmeye yönelmiş
olan hermönötiğin açık bir etkisi olarak görülebilir (bkz. Vattimo,
1993; Göka, Topçuoğlu, Aktay, 1996: 181 vd.; Tatar, 1999: 46 vd.).
Tarihyazımının
ve tarihçinin son derece tarihsel etkenlere bağlı oldukları
gözönünde bulundurulduğunda, bunun tarih çalışmalarına konu
olan olayların anlaşılmasına büyük bir etkide bulunduğu
da takdir edilmelidir. Bütün tarih çalışmalarının,
geçmişte gizli saklı kalmış olayları ortaya
çıkarmaya yönelmiş bütün girişimlerin en büyük gerekçesi veya
mazeretini "mevcut bir tarihî bilgi"nin yanlışlaması
oluşturmaktadır. Bunun arkasından, basitçe bir "olayın
gerçeğini ortaya koymak" gelmemekte, aksine çoğu kez o olay
hakkında farklı bir yargı ortaya konulmaktadır.
Aslında bizim, "tarihin gerçeklerine vakıf olma"
adına, çoğu kez tarihle ilgili bir mahkemede hepsinin kendilerine
göre eşit delillere sahip oldukları taraflar arasında bir
çeşit oylamaya çağrılmamız sözkonusudur. Osmanlı'da
hukuk ve meşruiyet sistemleri üzerine yapılan
çalışmaların her biri, okuyucusunu kendine göre kurduğu bir
mahkemeye jüri olarak çağırır. Kavramsallaştırmalar ve
klişeleştirmelerin bir mahkeme işlevi görmek üzere yoğun
olarak üretildiği bu alandaki çoğulluğu görmek, belki de
"işin aslına dikkat çekmek" yanıyla haklı olarak
benzerlerinin yolundan gitmeyk olarak anlaşılabilir; ancak burada
tarih çalışmalarının tabiatı hakkındaki genel bir
gözlemin, en azından insanın kendini tanımasını, kendi
özdüşünümselliğini (self-reflection) artıran ve
derinleşmesini sağlayan bir yanı da vardır.
Özellikle
Hukukla ilgili sözkonusu kavramsallaştırma ve
klişleleştirmelerin çok olmasının önemli bir sebebi,
modernleşmenin veya kapitalistleşmenin büyük bir hukuk devrimine
eşlik ettiğinin düşünülmüş olmasıdır. Gerek Max
Weber, gerek Hegel ve Marx, modern dünyanın gelişiminde hukuk
sistemlerinin medeniyetlere özgü görülen tabiatına ve gelişimine
merkezî bir önem atfetmişlerdir. Hegel, Hukuk'u mutlak aklın
somutlaştığı en önemli ânlardan biri olarak kutsarken,
Marx, hukuku her çeşit ekonomik sistemin üstyapı kurumu ve egemen
sınıfların çıkarlarının
meşrulaştırım aracı olarak görüyordu. Weber ise,
hukuku yine rasyonalleşmeyle özdeşleştirmiş olduğu
modern toplumda kapitalizmi Avrupa'da mümkün kılmış olan bir
kurum olarak idealleştirdi. Özerk bir kukuk sisteminin gelişimini
rasyonalleşmenin göstergesi olarak Avrupa'da ve yalnızca Avrupa'da
mümkün görmüş olan Weber, bunun niçin böyle olduğu sorusundan yola
çıktığında, başta Osmanlı-İslâm hukuku olmak
üzere bütün Avrupa dışı toplumların hukuk
anlayışları veya sistemlerine, oryantalizm cenderesine
açılan sosyolojik ilgiyi
başlatmıştır. Aslında Osmanlı hukuku
hakkında en önemli klişeleştirmeler de Weber'in sorduğu bu
soru ve bu sorunun arkasında duran oryantalist özcülük yüzünden büyük bir
ivme kazanmıştır. Kısacası, salt bu saydığımız
isimlerin her birinin toplumsal tarihe bakış biçimlerinden yola
çıkıldığında, Osmanlı hukuk ve meşruiyet
sistemleri hakkında birbirinden tamamen farklı bir çok tabloya
ulaşabiliriz. Bu yazıda tam da bu konuda sosyolojik literatürde
oluşmuş bulunan bu tabloların tarih sosyolojisinin verileri
eşliğinde bir eleştirisini deneyeceğiz. Önce tarihin
bilimsellik niteliği üzerine bir kaç not...
Tarihin Bilimsellik
İmkânı veya
bir Tarih Sosyolojisi Denemesi
Tarihle
ilgili en önemli sorunlardan biri doğrudan onun bir bilim olarak ele
alınıp alınamayacağıyla alâkalıdır. Bu sorun
da esas itibariyle bilim felsefesi tartışmaları düzeyinde ortaya
çıkar. Tarihe yönelik ilginin ve bilgilenme faaliyetinin,
"bilimsel" bir etkinliğin gerektirdiği şartları
sağlayamadığı, bu düzeyde çok sık dile gelen bir
argümandır. Bu argüman Karl R. Popper'in bilim felsefesinde
açtığı çığırla birlikte tarih veya
tarihselciliğe karşı güçlü bir söylemsel dalga halini aldı.
Popper, bir bilgi faaliyetinin bilimsel bir faaliyet sayılabilmesi için,
yanlışlanabilecek bir konumda olmasını şart
koşmuştu. Bu da açıkça bilginin her an sınanmak üzere
ulaşılabilir olması anlamına geliyordu.
Ulaşılabilme kanalları da, denenebilmesi, tekrar
yaşanabilmesi veya gözlemlenebilmesiydi (Popper, 1998).
Tarihle
ilgili bilgi, basit bir ifadeyle bu şartı yerine getirmekten
uzaktı, çünkü geçmişte yaşanmış bir hadisenin bütün
bileşenleriyle birlikte tekrar tecrübe edilebilmesi mümkün
olmadığı gibi, o hadiseyle ilgili bize ulaşmış
olan bilgilerin herhangi bir kuşku anında tekrar sınanabilmesine
imkan verecek bir çoğulluk şartı hiç bir zaman temin
edilemeyecektir. Esasen bu çoğulluğun yeterli sayılabilecek bir
miktarı, Popper'in işaret ettiği sorunlar açısından
hiç bir zaman mümkün olabilecek bir şey değildi (Popper, 1994). Çünkü
bilimsel bilginin tanımı için tümevarımı mantıksal
olarak peşinen olanaksız görerek yerine yanlışlanabilirlik
şartını koyunca, aynı mantık geçmişte olmuş
bir olayın hiç bir zaman bir bilimsel tez için yeterince
sınanamayacağı sonucu çıkmıştır.
Tarihî
bilgi, çoğunlukla alternatifi bilimsel prosedürlerle kolaylıkla
ortaya konulamayan bir bilgi olarak, nasıl gelmişse ona mahkum
bırakan bir mahiyet taşır. E. H. Carr'ın verdiği bir
çok örnek, tarih alanında bilimsel bilginin imkânı konusunda fazla
iyimser olmanın gereksizliğini telkin ediyor. Bir örnek M.Ö.
beşinci yüzyıldaki Yunan tablosuyla ilgilidir. Bu tablo, tarihsel
kayıtlar itibariyle aslında paramparça ve bir çok boşlukla dolu
bir tablodur, ancak onun bütün zaafı bundan ibaret değildir. Bu da
ciddi bir sorun olmakla birlikte, esas üzerinde düşünülmesi gereken zafiyet
veya eksiklik bu tablonun Yunan şehirlerinde "yaşamakta olan
küçük bir insan kümesi tarafından oluşturulmuş"
olmasıdır. Onlar tarafından oluşturulan bu tablolar
sayesinde Milattan beşyüz yıl önceki bir Atinalı Yurttaş'a
Yunanistan'ın nasıl gözüktüğü hakkında epeyce şey
biliyoruz, fakat aynı olgunun "bir İranlıya ya da bir
köleye, yahut Atina'da yerleşmiş bir Korintosluya nasıl
göründüğü üstüne" pek az şey bilebiliriz bu kayıtlardan. Dolayısıyla
"tablomuz ... bilerek ya da bilmeyerek belirli bir dünya görüşüne
sahip ve bu görüşünü destekleyen olguların saklanılmaya
değer olduğu düşüncesindeki kişilerce bizim için önceden
seçilmiş ve belirlenmiştir" (Carr, 1987: 20).
Benzer
bir örnek üzerinden giden Carr, Ortaçağ hakkında şu âna kadar
bilegeldiğimiz bütün bilgilerin de benzer bir sorunla mâlûl olduğuna
dikkat çeker. Carr'a göre Ortaçağ insanının çok sofu olduğu
yolundaki imge, her ne kadar şu âna kadarki Ortaçağ
tasavvurlarını popüler düzeyde belirlemiş ve hâlâ belirlemekte
olsa bile, aslında hiç bir zaman çürütülemez. Ancak çürütülemez
olması bunun doğru olduğu anlamına gelmiyor, bilakis belki
tam da Popper'in dikkat çektiği anlamda bilimsellikten uzak bir
doğaya sahip olmasından kaynaklanıyordur:
Çünkü ortaçağ ile ilgili olarak bilinen
olguların neredeyse hepsi, buna inanan, başka kişilerin de
inanmasını isteyenlerce bizim için önceden seçilmiştir ve belki
de içlerinde tersine kanıtlar bulabileceğimiz olgular kütlesi geri
getirilemeyecek bir biçimde kaybolmuştur. Ortadan kaybolan tarihçiler,
yazıcılar ve Kronik Yazarları kuşağının ölü
eli, temyiz ihtimalini ortadan kaldıracak şekilde geçmişin
kalıbını belirlemiştir (Carr, 1987: 20-21).
Burada
Carr, tarihî bilgiye konu olan verilerin tamamının
zamanımıza nasıl geldiğiyle ilgili soruna işaret
etmiş oluyor. Oysa bunun kadar, bu verilerin nasıl temin
edildiği ve tarih disiplini içinde çalışan kimin tarafından
nasıl seçildiği de ciddi bir sorundur. Carr'ın dikkat
çektiği sorunu da ihmal etmeden, bu sorunun ne kadar mümkün bir
davranış tarzına yol açabildiğini anlamak
açısından geçmişe kadar gitmek bile gereksiz. Basitçe bugün
yaşanmakta olan bir çok olaya karşı kitle iletişim
medyasının takındığı tavırlara bakmak bile,
bu olayların yazılı bir kayıt haline geliş biçimini
nasıl etkileyebileceği konusunda çok şey öğretebilir. Olaya
veya olguya şahit olup da bize bunu aktaran hiç bir zaman tarafsız
bir şekilde aktaramamakta, olayla ilgili yargı ve
değerlendirmeleriyle beraber sunmaktadır. Esasen bu
taraflılığa insanların büyük bir çoğunluğu
yeterince âşinâ bile olmuşlardır. Kimse diğerinden
taraflılığını terketmesini bile beklemiyor.
Ayrıca olayı yansıtanın medya olması da gerekmiyor.
Herhangi bir insanın olayı yansıtma biçiminde bile son derece
çeşitlileşmelerin muhtemel olduğunu görebiliriz. Aynı
gerçeğin farklı medya ortamlarında veya farklı
şahısların değerlendirmesinde ne kadar büyük bir tezat
içerisinde sunulabildiği rastgele bir kaç olay seçilerek hemen test
edilebilir. Gelecekte bugün yaşamakta olduğumuz olayları
farklı gazetelerden araştıracak olanların bu bilgiler
arasında hangisinin gerçeğe daha uygun olduğunu gerçekten bilme
şansı ne kadar olacaktır? Bunu tahmin etmek zor değil.
Olayın bütün taraflarının birinci el
tanıklıklarına hiç bir zaman başvurma imkânı
olamayacağı için, o da hangi gözle ve kendisine ulaşan veriler
arasından hangisine kendisini daha yakın hissedecekse, onun
ulaştırdığı verilerden yola çıkarak bir
yargıda bulunacaktır. Dolayısıyla Carr'ın dediği
gibi sadece bize ulaşan verilerin birileri tarafından seçilerek bize
ulaştırılmış olması değil, fakat aynı
olayla ilgili birbirini yanlışlayan veya aynı olgunun
değişik boyutlarıyla ilgili verilere karşı tarihçinin
toplumsal, psikolojik, tarihsel veya ideolojik doğası gereği bulaşma
ihtimali olan seçiciliği de belirleyici olmaktadır.
Kuşkusuz
bu yüzdendir ki, bir çok tarih araştırması "tarihteki
herhangi bir olayın bilinenin aksine nasıl aslında başka
türlü cereyan etmiş olduğu" iddiasıyla kendisine bir alan
açmaktadır. Esasen bu söylemle yola çıkan hiç bir tarih
araştırması kendine bir alan açmakta zorlanmamaktadır.
Gerçekten de tarihin hangi olayı veya hangi dönemi olursa olsun, onunla
ilgili bilegeldiğimiz tarihi gerçeği başka türlü görmemizi
teklif eden bir başka tarihî araştırmayla her ân karşılaşabiliriz.
Tarih bilgisi bu açıdan kendisiyle uğraşanı fazla mahcup
etmeyen, herkese yaklaşık eşit mesafede duran ve herkese
aynı anda servis veren bir çeşit garsondur. Tarihin bir bilim
sayılması, bütün bu durumlar gözönünde bulundurulduğunda
gerçekten de zor sayılmaktadır.
Kuşkusuz
tarihin bilimsellik doğasıyla ilgili sorunlar sadece bunlar, yani
gelen verilerin seçimindeki yüksek orandaki öznellik veya keyfîlik
değildir. Tarihe bakan tarihçinin bakışına genellikle büyük
beklentilerin yön verdiği, gözardı edilemeyecek bir gerçektir. Bu
beklentiler, çoğu kez tarihsel olaylara bir bütünlük ve bir yön isnad etme
ameliyesiyle beraber gider. Michel Foucault'nun Nietzsche'ye dayanarak
geliştirdiği ve doğrudan Hegelci veya Marksist tarih
çalışmalarını hedef alan bu eleştiri çizgisine göre,
tarihte olup biten herşey aslında kendi halinde olup bitiyordur.
Ancak sözkonusu tarihselci bakışlarla, biz bütün olup bitenlerin
hepsinin birbiriyle irtibatlı bir bütünlüğün bir parçası olarak
cereyan ettiğini düşünürüz. Tarihin bir yerden başlayıp bir
yere doğru hareket eden bir teleolojiye (erekselliğe) tâbî
olduğunu düşündüğümüz ölçüde, tarihî ilgimiz son derece seçmeci
olmakla kalmaz, seçilen olayları da tâbî olunan teleoloji ve bütünsellik
uğruna hakettikleri tarzda bir ilgiden mahrum bırakır. Oysa
olaylar, aslında tekildirler ve birbirleriyle büyük tarih teorilerinin
telkin ettiği kadar alâkalı değillerdir. Buna rağmen,
eğer ekonomik determinist bir yaklaşımla tarihi
bütünleştirmişsek, olan biten herşeyi kendi özgün anlamına
sahip olma ihtimaline hiç bir şekilde yer vermeksizin ekonomik
şemâların içine yerleştirerek, o şemâları
doğrulamak uğruna harcama eğilimine gireriz. İngiltere'de
16. yüzyılın ortalarında bir şövalye ile bir köylü
kızının aşkını derhal feodalizmin son demlerini
yaşayan bir toplumun sınıfsal devrelerini tamamlayan bir hareket
olarak yorumlarız. Diyelim ki Osmanlı'nın kuruluş
yıllarında bir Anadolu kasabasındaki bir zenaatçinin
tarikatıyla olan ilişkisini benzer bir şekilde, bir toplumun
üretim sisteminin feodalleşememesindeki rolü dolayısıyla
açıklamaya girişebiliriz ilh. Oysa hangi olayı seçersek seçelim,
her birinin zihnimizin bir ürünü olmaktan başka bir varlığı
olmayan bütünselci şablonlara sığmayan sayısız boyutu
vardır. Esasen her olay kendi içinde biriciktir ve vukûuyla ne tür
toplumsal oluşumları harekete geçirdiğini, bütün
sonuçlarıyla birlikte net bir şekilde hiç bir zaman kestiremeyiz.
Hele vukûuyla etkileşime girdiği bütün süreçleri bilme
şansımız olmadığı için, olayların yönü
konusunda bütünselci bir perspektifimiz olamaz. Yapabildiğimiz, sadece
zihinsel şablonlar üretmek ve tarihte olayların bu şablona uygun
olarak cereyan etmiş olduğunu göstermeye çalışmaktır.
Bu işlemse, görülebileceği gibi, tekil olayların bütün
boyutlarıyla haklarının verilmesini engelleyen bir işlem
olmuş olur.
Aslında
bu işlemin başka düzeylerdeki sonucu, Nietzsche'nin avazı
çıktığı kadar bağırarak söylediği gibi,
insanın harcanmasından başka bir şey değildir.
Popper'i de aynı noktada harekete geçiren bu kaygı, bütün insan
çeşitliliklerinin veya bütün insan tacrübelerinin sayısız
çoğullaşmalarının tek bir güzergahtaymış gibi
değerlendirilmesi, değillerse anormal sayılmaları
olmaktadır (Foucault, 1991). Gerçekten de bütün bir marksist veya Hegelyen
diyalektik tarihin bütün versiyonlarının ürettiği tarih
şablonları, Avrupa-merkezli bir toplumsal gelişim modelinin
bütün dünya için "ideal-model" sayılması, bu modeli
izlememiş toplumlarınsa anormal sayılması
mantığına oturmuştur. Max Weber gibi bir anlamacı (verstehende) sosyologun bile,
kapitalizmin "neden Avrupa'nın dışında meydana
gelmediği" yönündeki sorusuna yön vermiş olan bizzat bu
mantık olmuştur. Marx ise, zaten Avrupa'da meydana gelmiş
kapitalizmden geriye giderek kurduğu ve gelecekteki
uzantılarını bu yolla tahmin ettiği, aslında
geleceğe bir reçete olarak dikte ettiği şematik tarih modeliyle,
Avrupa'nın dışında kalan bütün toplumları her düzeyde
değerlendirmeyi mümkün kılan bir hiyerarşi de kurmuş
oluyordu. Tarihe bir yön veya bütünlük isnad etmek kesinlikle toplumların
mevcut durumlarıyla ilgili bir değerlendirmeyi de gerektirir. Tarihin
global yönüne aykırı gittiği görülen toplumlar, tarihin
dışında sayılır. Giderek bu toplumlar tarihin
anayolunda seyreden toplumlar tarafından "yardım edilmesi",
"anayola çekilmesi" gereken toplumlar olarak görülür.
Uluslararası ilişkilerin sömürü esasına oturmasını
sağlayan veya bu esası meşrulaştıran mantık da
budur. Bu anlamıyla 18. yüzyılın bir ürünü olarak ortaya
çıkan tarih mefhumu, Avrupa'yı merkeze oturtan ve geri kalan
bölgelere karşı sömürgeci ilişkileri dolaylı veya dolaysızca
örgütleyen bir dünyanın da çatısını kurmuş oluyordu.
Eric Wolf'un deyimiyle Avrupa'da meydana gelen herşey tarihe konu
olmayı hakediyordu artık. Dünyanın geriye kalan bölgelerinde
olan biten ne var idiyse, onların tarih ilmine konu olmasını
gerektiren hiç bir ehemmiyetleri yoktu. Bunun daha basit ifadesi, sadece
Avrupa'nın bir tarihinin varolduğu, dünyanın geri kalan
halklarınınsa "tarihsiz" olduklarıydı (Wolf,
1982).
Başka
halkların "tarihsiz" addedilmeleri, temelde tarihe bir yön ve
bütünlük isnad edilmiş olmasından kaynaklanıyor dedik. Tarihe
bir bütünlük veya yön yüklemek ise, aslında insanın hiç bir
çeşit bilgilenme imkânının altından kalkabileceği bir
sorumluluk değildir. Çünkü tarihi bir bütün olarak kavramak, insan
topluluklarının nereden gelip nereye gideceği noktasında
bütüncül bir bakış, ölümlü, dolayısıyla da
sınırlı ve fânî insanı aşan bir iştir. Şu
âna kadar insan kaynaklı olarak tarihte görülmüş her bütüncül
görüşün veya yönün, aslında tarihe yüklenmiş bir şablon
olduğu ortaya çıkmıştır. İnsanın her
şeyi avucunun altına alma, herşeye hükmetme ve herşeye
sahip olma güdüsünün basit bir refleksi olarak işleyen bütünlük
tasavvurları, insanın tarihe bakışına da büyük ölçüde
yön verir. Burada tam da Nietzsche'yi izleyen Foucault'yu büyük endişelere
sevkeden, insanın bedensel sonsuzluğunun tek bir bedene indirgenmesi
tehlikesi başgösterir. "Bedenleri çoğaltmak"tan sözeden
Foucault, tarihe büyük teoriler ve güzergâhlar eşliğinde
bakmanın totaliter tehlikelerine karşı korunmanın yoluna
işaret etmiş oluyor. Hiç bir tekil olayı, kendi özel
şartlarından kopararak büyük bir tarih anlatısının
içerisinde harcamamak gerektiğini ısrarla vurgular.
Nietzsche'nin
anladığı biçimiyle tarihsel anlam; "gerçek" tarih
yazımını, geleneksel tarih yazımından ayırt eden
tarihsel anlam, bu noktadan bakılarak kavranabilir. O,
alışılagelmiş biçimiyle, olayın meydana
çıkışı ile kesintisiz gereklilik arasında görülen
ilişkiyi tersine çevirir. Tüm bir (teolojik ya da akılcı) tarih
yazımı geleneği, tekil olayı, ideal bir süreklilik içinde
belirsizleştirmek ister; teleolojik bir devinim ya da doğal bir
zincirleme içinde. "Gerçek" tarih yazımı, olayı, bir
kesit veren tekilliği içinde öne çıkartır. Olayla kastedilen,
bir karar, bir özleşme, bir yönetim dönemi veya bir muharebe değil,
bir güçler ilişkisinin tersine çevrilişi, bir erkin devrilişi,
bir dilin işlev değiştirişi ve o âna kadarki
konuşanların karşısında
kullanılışıdır; bir zayıflama, bir
egemenliğin maskeler içinde ortaya çıkışıdır.
Tarih oyunu içindeki güçle, bir gayeye ya da bir mekaniğe değil,
mücadelenin rastlantısallığına itaat ederler (Foucault,
1992: 155-156).
Ancak,
burada bir uyarıda bulunmakta fayda vardır ki, tarihe büyük teoriler
eşliğinde bakmamanın alternatifi tarihte neler olup bitiyorsa hiç
bir seçicilikte bulunmadan, tombaladan çekip çıkararak tarih birikimine
maletmek demek değildir. Basit bir tarihyazımıyla,
tarafsız, vakanüvis bir tarzda, geçmişle ilgili her çeşit belge
ve anıyı biriktirip durmak ve bunlardan bir tarih
çıkaracağını düşünmek mümkün değildir. Esasen hiç
kimsenin böylesi bir tarihi başaramayacağını bilmek
gerekiyor. Bir şeyler öğrenmek üzere geçmişe giden herkesin
orada aradığı bir şeyler vardır. Kimse geçmişin
karanlığına giderek el yordamıyla ne bulursa getiriyor
değildir. O halde geçmişin karanlığına dalan herkesin
orada aradığı bir şeyler vardır. Peki bu
arayışı belirleyen şey nedir ve ne olmalıdır?
Büyük teoriler eşliğinde bakmayacaksak, dahası, bir vakanüvis
gibi elyordamıyla ne bulursak da getirmeyeceksek, tarihi niçin
yapacağız?
İşte
bu noktadan itibaren tarihin gerçekten ne olduğu sorusu bütün
ağırlığıyla kendini hissettirmeye başlar.
Başladığı anda hemen peşinen söyleyelim ki, tarih
bütün aksi zanlara veya iddialara rağmen hiç bir zaman geçmişin
aydınlatılması sorunu olarak işlememiştir ve
işlemez de. Tam aksine tarih insan varoluşnun önemli bir ânı
olarak bugünün sorunu, hatta yarının sorunudur. Yarının
sorunu olması, Martin Heidegger'in deyimiyle, "insanın
varoluşunun hep geleceğe dönük bir varoluş olmasından"[1] ileri gelmektedir. O yüzden
aslında her tarihyazımı çabası bir çeşit
"yarınlar için tarihtir, geçmiş için değil." Dün veya
bguün Osmanlı tarihine ilişkin her tasavvur, bu nedenle
yarınlara ilişkin bir tasavvurdur. Açıkçası yarın için
ne olmak istediğimizle, Osmanlı kavramına yüklediğimiz
anlamın olmak istediğimize ne katmasını istediğimizle
doğrudan ilgilidir.
Kaldı
ki, geçmişin aydınlatılması, yukarıda
andığımız sebeplerden ötürü, bilimsel prosedürlerle hiç bir
zaman zaten mümkün değildir. Tarihin salt bu kesinlik
imkansızlığından ötürü bir bilim olmadığı ve
olamayacağı, her geçen gün daha dobra bir biçimde söylenmektedir.
Tarih esas itibariyle bugünün bir sorunuysa, oturup Eski Yunan'ın
nasıl olması gerektiğine karar vererek, bir Yunan tablosu
çıkarıyoruzdur. Bu aşamadan sonra Eski Yunan'la ilgili bütün
tarih araştırmalarımız bu tabloya paralel verileri
mıknatıs gibi çekip bütünleleştirir. Ortaçağ'ın
karanlık bir çağ olduğuna dair bir önyargımız varsa,
daha doğrusu, onsekizinci yüzyılda ortaya çıkmış dünya
düzeniyle ilgili olumlu bir değerimiz varsa ve bunun sürmesini istiyorsak,
bu düzenin kendini var edebilmek için ihtiyaç duyduğu ve ürettiği
"karanlık Ortaçağ" şablonuna veya imgesine
sımsıkı sarılacağız demektir. O zaman
Carr'ın dediği gibi "zaten bu yargıyı pekiştirmek
üzere bize seçilip gönderilmiş olan veriler" in
dışındaki muhtemel verilere de gözümüz kapalı
olacaktır.
Foucault'nun
Nietzsche'nin izinden giderek klasik vakanüvis tarihçiliğine
yönelttiği eleştiri, nesnelcilik saplantısına ve bunun gereksizliğine
işaret etmekten başka bir şey değildir. O son kertede
nesnel bir tarih çabasının, vakanüvislikten öteye
gidemeyeceğini, bununsa kendi tarihsel konumu hakkındaki bir
cehaletten başka bir şey olmadığının
farkındadır. Çünkü gerçekten de kendi tarihsel konumundan
etkilenmeyen hiç bir tarih yazımı yolu mümkün değildir.
Vakânüvis bile olsa ve en güçlü dürüstlük standartlarına bile tâbî olsa,
tarihçinin geçmişe giderek rastgele eline ne geçerse derleyip bunları
tarih diye bellemesi işin tabiatına uygun değildir. Onun
tarihteki herhangi bir olaya veya kesite değil de bu olay ve kesite
yönelmesini gerektiren asgari bir seçiciliği vardır. Walter
Benjamin'in kaydettiğine göre, "olayları, aralarında büyük
ve küçük ayrımı gütmeksizin anlatan vakanüvis, bir kez olmuş hiç
bir şeyin tarih açısından yitip gitmiş
sayılamayacağı gerçeği doğrultusunda
davranmış olur. Doğal olarak, ancak bütünüyle kurtuluşa
erebilmiş bir insanlık geçmişine de bütünüyle sahip olabilir.
Anlatılmak istenen, şudur: Ancak kurtuluşa ermiş bir
insanlık için geçmişi, her ânıyla alıntılanabilir bir
nitelik kazanmıştır. Yaşanmış ânlarından her
biri, gündemdeki bir alıntıya dönüşmüştür mahşer
gününün gündeminde olan bir alıntı" (Benjamin, 1993: 34).
Benjamin, vakanüvisin, tarihyazımının işlemekte olan en
temel fiîlî kuralını hatırlatmış oluyor: Ne zaman
olursa olsun ve hangi dürüst sâikle hareket ediliyorsa edilsin, vakanüvisin
gidip arayıp bulacağı ve seçeceği tarih kesitleri
şimdiki gâliplerin tarihi olacaktır. Hâlihazır tarih de hep bir
galipler tarihi olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlar
şu âna kadarki tarih istemlerinde hiç bir zaman mağlup olmuş
toplumların veya insanların tarihine ilgi
duymamışlardır. Tıpkı Benjamin'in dediği gibi:
...
belli bir dönemin iktidar sahipleri, daha önceki bütün galiplerin
mirasçılarıdırlar ... galip gelenle özdeşleşme, har
zaman tüm iktidar sahiplerinin işine yaramaktadır ... Bugüne
değin zafer kazanmış kim varsa, bugün iktidarda olanları
bugün yere serilmiş olanların üstünden geçiren zafer alayıyla
birlikte yürümektedir. Savaş ganimeti de, âdet olduğu üzere, bu zafer
alayıyla birlikte taşınmaktadır. Bu ganimet, kültür
varlıkları diye adlandırılmaktadır (Benjamin, 1993:
36).
Şayet
bundan sonra, tarihyazımının bu saplantılı ilgisi
yönündeki bir rahatsızlıktan kaynaklanan, mağlup insanların
da tarihine yönelik bir bilgi istemi oluşmuşsa da, bundan tarihin
artık normal rayına oturmuş olduğu anlamı değil,
olsa olsa yeni bir tarih isteminin ortaya çıkmış olacağı
anlamı çıkar. Mağlup insanların tarihine duyulan istemin, galiplerin
tarihinden daha fazla nesnel olmasını gerektiren bir ontolojik durum
yoktur (Aktay, 1992; 1999b; Peker, 1993).
Buna
rağmen tarihçiliğin her zaman güçlü bir "nesnelclik"
baskısı altında olduğunu tekrar kaydetmek gerekiyor.
Çoğu kişi iyi tarihçiliğin nesnel bir şekilde, hiç taraf
tutmadan ve kendi tarihsel, siyasal veya ideolojik konumundan etkilenmeden
yapılabildiği ölçüde mümkün olduğunu zannetmektedir. Fakat, yine
belirttiğimiz gibi, bunun mümkün olmadığını bilmek
veya söylemek, tarihe uzun soluklu teleolojilerin veya bütüncül
şablonların yüklenmesini haklılaştırmaz. Foucault'nun
eleştirisinin arkasında bu paradoksu gidermeyi arayan bir öneri de
vardır. Tarihyazımının yerine soykütüğü dediği
bir rolü ikame eden Foucault'ya göre, gerçek tarihyazımının,
herhangi bir bakışaçısını içeren bir bilgi olmaktan
korkması gerekmez:
Tarihçiler,
içinden baktıkları yeri, bulundukları zaman kesitini,
tuttukları tarafı ve tutkularının
kaçınılmazlığını ele verebilecek her şeyi,
mümkün olabildiği ölçüde bilgilerinden silip atmayı denerler.
Nietzsche'nin anladığı biçimiyle tarihsel anlam, bakış
açısını içerdiğini bilir ve kendi adaletsizliğinin
sistemini yadsımaz. Belirli bir bakış açısından izler;
değerlendirmeye evet ya da hayır demeye, zehrin tüm izlerini takip etmeye
ve en iyi panzehiri bulmaya kararlıdır. Gözlemlenen şeyin
karşısında ölçülü bir geri duruş yanılsaması
yaratmak yerine, gözlemlerin kendi yasasını aramak ve her hareketi bu
yasaya bağlamak yerine, nereden baktığını ve nereden
baktığını bilir bu bakış (Foucault, 1992: 158).
Bu
tarz bir tarih anlayışı bize ne kazandırır?
Açıktır ki pratikte, ne Nietzsche ne de Foucault insanların
kendi tarihsel konumlarından kaçınarak objektif tarih idealine biraz
daha yakınlaşmalarını öneriyor değildir. Aksine,
Nietzsche'nin insandaki iktidar istencini kutsaması gözönünde
bulundurulduğunda, insan bedeninin her zaman kendisi için maddî iyiyi,
konforu ve iktidarı talep etmesinin meşruluğu oranında,
insanın kendi geçmişini de bu istence uydurmasından normal bir
şey görülemez. Normal olmayan, insan bedeninin iktidar istencini tamamen
yokedebileceği vehmini telkin eden ruhbanca bir nesnelcilik
iddiasıdır. Objektif ve tarafsız tarihyazımı
iddiasını Hristiyanımsı bir ikiyüzlülük olarak niteleyen
Nietzsche'nin bu durum için geliştirdiği başka bir deşim
"tarihin şehvetli hadımları"dır (Nietzsche, 1998:
147-148).[2] Zaten fiîlen iktidar
istencinden sıyrılmak, bakışaçısından
kurtulabilmek ve bu haliyle tarihe gitmek mümkün değilken, dahası,
mümkün olsa bile böyle bir tarihyazımı hiç bir işe
yaramayacağı bir gerçek iken, bu iddiada ısrar etmek, olsa olsa
utanılan iktidar talebini başka bir söylemle ikiyüzlü bir biçimde
örtbas etmek anlamına gelir. Bu örtbas telaşı, hiç kuşku
yoktur ki, ikiyüzlü bir tevazuyla ertelenen iktidar talebinin başka bir
düzeyde katlanarak gerçekleşmesiyle birlikte son bulacaktır.
Gerçekte
ise, tarihyazımı tümüyle tarihsel bir yönelime tâbîdir. O yüzden
tarih her ân yazanların kişiliğine, toplumsal konumlarına,
ideolojilerine, ilgi ve çıkarlarına uygun olarak yeniden
yazılmaktadır. Tekrarlamak gerekirse, tarih hiç bir zaman
geçmişin aydınlatılması sorunu olmamıştır. O
her zaman insanın ihtiyaç duyduğu bir boyutu olarak
şekillenmektedir. Tarih bir bakıma insanın gölgesidir.
İnsan nereye giderse onunla beraber gider. Bir bakıma, kurgusu caiz
olacaksa, bir veri olarak bugün yaşamakta olan bir insanın konumu
tespit edildiğinde ona uygun bir tarihin de bütün parametreleri ortaya
çıkarılabilir. Tarihyazımı, bizzat tarih gibi insan
varlığının önemli bir momentine tekâbül etmektedir. Bu
moment kesinlikle geçmişte neler olup bitmiş olduğunun hiç bir
nesnel manzarasını sağlayamaz. Ama bunu sağlayamaması,
tarihin veya tarihyazımının hiç bir yararının olmadığı
anlamına gelmez. Gerçi Foucault'nun bir yandan tarihe yönler veya
bütünlükler isnad etmenin muhtemel totaliter sonuçları konusunda bizi
uyarırken, bir yandan da nesnel bir tarihin
imkansızlığına işaret ederek sözkonusu ettiği
paradokstan çıkmak için bize önerdiği şey, sonuçta kendi
tarihselliğimizin farkına varmaktan başka bir şey
olmamaktadır. Zaten Foucault'nun, bütün felsefî girişimleri boyunca
işaret ettiği hiç bir iktidar ilişkisinden mutlak bir
kaçış yolu gösterememek gibi bir özelliği olduğu gözönünde
bulundurulduğunda, bu konuda da bizi bu paradoksla başbaşa
bırakıyor görünmesine şaşmamak gerekiyor. Muhtemelen o,
ancak kendi kendimizi kandırmayacak bir şeffaflığı
sağlayarak, daha komik durumlara düşmemenin mütevazi yollarında
ilerlemeyi salık verir. Yoksa, diyelim ki, başkalarının
objektif tarih iddiasına itiraz ederek, bu işin öyle değil de
böyle yapılabileceğini göstermek gibi bir iddiası yoktur.
Amaca Özel Osmanlı
Tarihi
Tarih
bilimiyle ilgili artık harcıalem hâle gelmiş bütün bu
sorunların Osmanlıyla münasebetine gelince... Yazının
başında da dediğimiz gibi, Osmanlı'nın herhangi bir
yanıyla ilgili bir konuşma, bizi tarihin bir çok sorunlarıyla
başbaşa bırakır. Bu sorunlara özetle değinmiş
olduk. Şimdi, bir bilim disiplini olarak tarihin bu sorunlarının
Osmanlı'da hukuk sistemi ve siyasal meşruiyet hakkında yapılmakta
olan tarihsel veya tarihsel sosyolojik incelemelerde nasıl ortaya
çıktığını görelim. Aslında tarihle ilgili bu
anlattıklarımızdan yola çıkarak, bir geçmiş zaman
konusu olarak Osmanlı'yı konu edinen bir araştırmanın
da büyük bir ihtimalle sorunu geçmişin, yani Osmanlı'nın
aydınlatılması değil, bugünkü varoluş
sorunlarıyla ilgili olacağını söyleyebiliriz. Öyle bir
araştırma geçmişte karanlık kalmış ve hiçkimseyi
doğrudan ilgilendirmeyen bir olayı günyüzüne çıkararak
insanların iştahlı tüketimine sunmak olmayacak,
olmamaktadır da. Bugün Osmanlı tarihinin şöyle veya böyle
yazımından doğrudan etkilenecek toplumsal ve siyasal kimlik
borsaları vardır. Osmanlı tarihinin kendine özgü borsasında
Osmanlı tarihinde şu veya bu olay üzerinde arz ve talepler oluşmakta,
bu arz ve talep dengesiyle oluşan endeksler kimin neyi araştıracağını
belirlemektedir. Bu arz ve talebi belirleyen de, kimsenin meçhulü
sayılmaz, günün siyasal arayışlarındaki hegemonik
dalgalanmalardan başka bir şey değildir. II. Abdülhamid'in bir
müstebid mi olduğu yoksa İmparatorluğu ayakta tutmaya
çalışan siyasî bir dehâ mı olduğuyla ilgili sorun
artık 19. yüzyılın sonuyla ilgili bir olay olmaktan
çıkmış, günümüzde II. Abdülhamid'in bir sembolik sermaye olarak
bu borsada kazanmış olduğu "ekonomik değer" le
borsaya yapacağı etkiyle alâkalı bir şey haline
gelmiştir. Tarih borsasında herkesin talebine uygun tarihî verilerin
arz edildiği bol seçenekli bir ortam vardır. O yüzden,
verdiğimiz örnek üzerinden gidecek olursak, II. Abdülhamid'le ilgili her
iki yargıyı haklılaştıracak veya doğrulayacak
veriler bulunabilir. Dahası, konjonktürel olarak tarihin belli bir dönemi
veya figürü hakkında benimsenmiş bir görüş kısa bir süre
sonra terkedilip bu sefer aksi yönde bir göröşü benimsetecek verilerin
üretimine de geçilebilir. Tarih sahnesi buna elverişsiz değildir.
Bunun böyle olması zorunlu olarak eski görüşün
yanlışlığının anlaşılması ve daha
doğrusuyla ikâme edilmesi anlamına da gelmez. Bu tamamen tarihin
sözkonusu şekline verilmiş kararın güncel kimliklenme süreci
açısından işlevselliğinden kaynaklanıyor. O nedenle
Foucault'nun dediği gibi, "tarih her an yeniden
yazılır".[3] Daha basit bir ifadeyle
günümüzde Osmanlı'yla ilgili her sorun, cevabı geçmişin bir
olayının aydınlatılması yoluyla
dolayımlanmış da olsa, kendimizi hasımlarımız ve
müttefiklerimizle birlikte bugün nasıl gördüğümüzle alâkalı bir
sorundur. Kendimizi nasıl gördüğümüz ise neyi yapmaya veya yapmamaya
niyetli olduğumuzla doğrudan ilgilidir.
Merkeziyetçi Osmanlı
Tarihin
günümüzün bir sorunu olduğu, ve bunun her zaman böyle olduğu birçok
örnekle gösterilebilir. Burada özellikle Osmanlı'da hukuk kurumu ve
meşruiyet sistemleri üzerine yapılmış bir çok sosyolojik
tartışmaya referansla bunu göstermeye
çalışacağız. Özellikle Osmanlı'da hukuk sisteminin
mahiyetine ilişkin bütün araştırmalar, bir çok sosyolojik
teorinin etkisi altında yapılmıştır. Bu teorilerin bir
çoğunun oryantalist eğilimleri doğrudan temsil ettiği, bir
çoğununsa konjonktürel siyasi veya entellektüel ilgilerce
belirlendiği de bir gerçektir. Osmanlı siyasal sistemi ve bunun
ekonomi ve hukukla ilişkisiyle ilgili tarihin yazımına
ilişkin Huri İslâmoğlu-İnan'ın işaret ettiği
iki önemli eğilimin kendi aralarındaki devir-teslim işlemine
bakmak, bu noktada yeterince zihin açıcı ve örnekleyici olabilir.
Eğilimlerden birincisi "1930'lar ve 1940'larda Keynesyen
faşizan etkiler çerçevesinde
yazılan devletçi Osmanlı tarihleri"
(İslâmoğlu-İnan, 1993). Bu eğilimle beraber yapılan
Osmanlı tarihi araştırmalarında ortaya çıkan
"Osmanlı toplum yapısı" tablosu, alabildiğine
merkeziyetçi, devlet müdahelesi bir yana her şeyin devlet
tarafından belirlendiği, en ücrâ köşesine kadar mevhum
"toplumsal yapı"sını götüren güçlü bir merkezî devleti
yansıtan bir tablodur. Ömer Lütfi Barkan'ın başını
çektiği bu Osmanlı toplumu yapısı tablosu, Osmanlı'da
ekonomiye devlet müdahelelerinin olumlu etkilerinden sözederken, bir yandan
dönemin küresel düzeydeki popüler siyasî seçeneği olarak Keynesyen ve
faşizan siyasî yapılara gönderme yaparken, kendi tarihininin
anlılık-şanlılık şartını,
Osmanlı'yı alabildiğine bu tabloya benzetmekle
sağlayabileceği varsayımının etkisini açıkça
hissettiriyordu.
Hakikaten
Mussolini'nin İtalya'sı, Hitler'in Almanya'sı, hatta
Amerika'nın bile henüz çoğulcu toplum mesajları vermeye
başlamamış olduğu bir dönemde, Türkiye'nin modernleşme
politikalarını belirleyen "çağdaş uygarlık
seviyesine ulaşma" konseptinin ideal seviyeyi bu ülkelerin
oluşturduğu gözönünde bulundurulmalıdır.
Dolayısıyla merkeziyetçi ve faşizan siyaset modellerinin popüler
bir rağbet gördüğü bir dönemde Osmanlıcılık
düşüncesinin bile bunun belirlediği bir apolojizmin etkisi
altında kalmış olması şaşırtıcı
değildir. Bu apolojizm, bütün imparatorluk alanında türdeş bir
yapı olarak sergilendiği varsayımıyla bir
"Osmanlı toplum yapısını" tasavvur etmeye
yönelmiştir. Sipahileriyle, Tımar ve Zeametiyle bu
imparatorluğun her tarafında bir köylü, şehirli ve yönetici
tipini stereotipleştiren bu tasavvur, Osmanlı tarihiyle ilgili
çalışmalara sayısız spesifik katkılarda
bulunmuştur. Aslında "Osmanlı Toplum Yapısı"
başlığı altında ortaya konulan her türlü Osmanlı
tablosunda bu stereotipleştirmenin izlerine rastlamak mümkündür. Oysa üç
kıtaya yayılmış ve altıyüzyıl değişik
coğrafyalarda değişik etkinlik düzeylerinde hükmetmiş olan
Osmanlı'nın bütün bu dönemlerde aynı "yapısal"
özellikleri sergilemiş olduğunu düşünmek bile zordur.
Sivil Toplumun
Osmanlısı
İkinci
bir tarih eğilimi ise, yine Osmanlı'ya bütün genişliğini ve
geçmişini kapsayan bir "yapı" atfeden ve bütün Osmanlı
araştırmalarını bu varsayımla temellendiren bir
yaklaşımdır. Ancak bu sefer, bu yapı birincinin tam aksine
alabildiğine adem-i merkeziyetçi özellikler sergileyen bir
yapıdır. Bütün azınlıkları kendi içlerinde, kendi
özerk hukuklarıyla, dinî inanç ve pratikleriyle başbaşa
bırakan, onlara müdahele etmeyen; bu arada diğer dinlerle
barış içinde birarada yaşamalarını mümkün kılan
bir toplumsal sözleşmeye oturan, güncel deyimle sivil toplumsal düzeyi
yüksek (Çaha, 1994) bir Osmanlı tablosudur. Farklı etnik
grupların birarada ve barış içerisinde asırlarca
yaşaması olgusuna odaklanan tarih araştırmaları,
bundan bugün veya yarın için çoğulcu bir toplum tasarımı
için uygun modeller geliştirebileceği beklentisiyle yüklü
olmuşlardır. Aynı beklentiyle İslâm Peygamberinin (s)
Medine'de Yahudi ve Hristiyanlarla birarada barış içerisinde
yaşamanın bir yolu olarak geliştirdiği rivayet edilen
Medine Vesikası'nın da yeniden okunduğunu ve günümüzde
farklı etnik veya dinsel mensubiyetlere sahip grupların birbirleri
üzerinde tahakküm kurmaksızın kendi hukuklarıyla
yaşamaları için bunun modelleştirildiği görülmüştür
(Bulaç, 1992a; 1992b). Esasen Peygamber'in hayatı, tam da günümüzün
ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden okunmakta ve bu ihtiyaçlar için gereken
okumada, muhtemelen olaylar yeniden kurgulanmaktadır. Çünkü ne bu tür
muhtemel bir sözleşmeyi gerçekleştirecek aktörler aynı
aktörlerdir ne de böylesi bir sözleşmenin tahakkuku için benzer
şartlar mevcuttur. Esasen Medine Vesikası, kurgulanmış olduğu
biçimiyle, modern koşullarda mümkün görülen ve örnekleri de mevcut olan
çokkültürlü bir çok toplumsal yapıların bir modelinden başka bir
şey değildir. Bu model, en gelişmiş biçimiyle
Batı'lı bir laiklik modeline olan özlemleri açığa vurmaktadır.
Esasen Türkiye'de gerek demokrat çevrelerin gerekse de Refah Partisi çizgisinin
90'lı yıllardan itibaren ufuklarına bir şekilde girmiş
olan bu laiklik tipi, Medine Vesikasıyla ilgili yeni tarih okumaları
dolayımıyla meşrulaşmış ve benimsenmiş
oluyordu.
Osmanlı'yla
ilgili çoğulcu toplum, adem-i merkeziyetçi yapı ve sivil toplum
tasavvurlarının da, zamanlamasına dikkat edildiğinde,
Huricihan İslâmoğlu'nun da işaret ettiği gibi, tam da
küresel bir siyasal söylem olarak 1950'lerde Amerikan çoğulcu toplum
modelinin gelişmesiyle birlikte popülerleşmeye
başladığı görülür. Ondan sonra Osmanlı'ya iyilik
yapmak isteyen, kendini bir şekilde Osmanlı'nın vârisi veya
taraftarı gören bütün tarih okumalarının, Osmanlı'yı
bu siyasal ideale uygun olarak resmettiğini görebiliriz.
Osmanlı
toplumunda farklı etnik grupların bir arada yaşamasını
sağlayan "hoşgörü" ögesi sürekli vurgulanmakta ve
Batı'nn kendi çkarları doğrultusunda Osmanlı'ya
soktuğu ulusalcılık söylemi sonucunda bu hoşgörünün kayboluşuna
hayıflanılmaktadır. Bu yapılırken de, Batı ile
karşılaşmadan önceki toplum bir ideal yapı olarak
sunulmaktadır. Ne var ki, bu ideal yapı formülasyonunu belirleyen
yine Batı'da özellikle 1950'li yıllarda ABD modeli çerçevesinde
gelişen "çoğulcu" toplum yaklaşımlarıdır.
Buradan çıkarak, savunmacı tarihsel yaklaşım
Osmanlı'da 'çoğulcu toplumun" zaten varolduğunu öne
sürmektedir (İslâmoğlu-İnan, 1993).
Bugün
Osmanlı'nın kuruluşunun 700. yılı
dolayısıyla Osmanlı tarihinin dikkat çekilen bütün yönleri,
eğer bu çabalar bariz bir şekilde aksi bir amaçla
yapılmıyorsa, genellikle bir sivil toplum idealine gönderme yapacak
şekilde vurgulanmaktadır. Aksi amaçlı atıflara
değinmenin sebebi de yine aynı bağlamda değerlendirilecek
bir durumdur. Bugün Osmanlı, bir toplum, siyaset biçimi ve hayata genel
anlamda bakış biçimi olarak yerine ikame edilmiş olan
Cumhuriyet'e bir çeşit karşıt sembolik sermayenin bütün
silahını, lügatçesini ve rekabet malzemesini sağlayacak bir alan
olarak görülüyor. 700. yılın, aslında "mütemadiyen
kutlanan", bununla birlikte geçen yıl büyük bir ihtişamla
kutlanan Cumhuriyetin 75. yılının hemen akabinde denk
gelmiş olması, Cumhuriyetin politik kârından âzamî düzeyde
istifade edenlere karşı muhaliflerin bir çeşit
"rövanş" beklentilerine servis verecek gibi görünüyor. Türkiye,
en azından Tanzimat'tan bu yana millî kültürel hâsılasının
hepsini genellikle iki büyük kesime rekabete konu olacak biçimde bir sembolik
sermaye[4] olarak tevzî etmiştir.
O yüzden Tanzimat'tan bu yana toplam sembolik sermaye üzerinde yürütülen
"politik kâr" ve temellük yarışına sahne olmuştur
ülke. Sözkonusu kâr'ın bazen diğerini dışlayacak biçimde
diğerine terkedilmesi, bazen de her ikisinin sahiplenmesi şeklinde
cereyan eder rekabet. Bu durum, kuşkusuz rekabete konu olan sembolün kâr
düzeyiyle alâkalıdır. Bugün Osmanlı da, Cumhuriyet de tamamen
karşılıklı dışlama esası üzerinde olmasa
bile tarafların ağırlıklı olarak dışlama
esası üzerine kurulu bir sembolik dağarcık sunarlar. Çünkü her
ikisi de diğeri açısından tamamen gözden
çıkarılamayacak kadar "kârlı" alanlar içermektedirler.
Osmanlı'ya karşı olanlar Cumhuriyetçidirler. Ancak
Osmanlılığın sağladığı kâr gözden öyle
kolayca çıkarılamadığı için, bu eğilim saf bir
Osmanlı-karşıtlığı şeklinde temayüz etmez.
Esasen Cumhuriyet döneminde teşvik gören tarih ve kimlik tezi,
yaşanmış altıyüz yıllık koskoca bir tarihi
atlayarak kendisine eski Anadolu uygarlıklarında bir köken arama
eğilimine girmişse de, bu eğilim açık bir Osmanlı
karşıtlığı şeklinde sergilenmemiştir.
Osmanlı, tarihinin parlak sayfaları dolayısıyla
Cumhuriyet'n kimlik(lendirme) harcına önemli bir katkıda
bulunmuştur gene de. Dolayısıyla semboller üzerinden yürütülen
rekabet çoğu kez üstü örtük bir biçimde yapılmaktadır. Zaten bir
rekabetin semboller üzerinden yapılmasının en önemli
sebeplerinden biri, rekabetin açık yapılmasından
doğması muhtemel kâr kaybının önlenmesinden başka
nedir ki? O yüzden Cumhuriyet'in demokratik söylem üzerinden yapılan
eleştirilerinin sözkonusu sembolik alanlara paralel olarak, demokrasi
versus cumhuriyet karşıtlığını da yedeğe
almasına şaşmamak lazım. Osmanlıcılar demokrasiye
sıkça gönderme yaptıklarından, onlara bir miktar da cumhuriyet
karşıtlığı da düşer ilh. Karşıtlık
veya bölünme böylece sürer, arada Osmanlı tarihi her ikisinin
beklentilerine uygun olarak her dem yeniden yazılır. Ortaya
çıkacak tarih ürününün hangi bilimsellik düzeyinde olacağı, veya
isterseniz tekrar başa dönerek, tarihin bir bilim olarak
icrâsının, bütün bu kavgalar arasında mümkün olup
olmadığı üzerinde biraz daha kafa yoralım.
Hukuk, Kapitalizm ve
Osmanlı Modernleşmesi
Modernleşmenin
veya kapitalistleşmenin büyük bir hukuk devrimine eşlik
ettiğinin düşünülmüş olmasının, hukukla ilgili
kavramsallaştırma ve klişleleştirmelerin çok
olmasının önemli bir sebebini teşkil etmiş olduğunu
söyledik. Burada bu alandaki bütün çalışmaları kapsayan bir
değerlendirme yapamayız tabii ki. Ancak bazen, sözkonusu
klişeleştirmelerin, aynı paradigmadan türetilmiş olsa bile,
bazen ne kadar çelişik durabildiklerini hatta birbirlerinin etkilerini
nötrleştirebildiklerini örneklemenin bir yolu olarak hukuk ve gelişme
arasında kurulan çeşitli bağlara dikkat çekmek istiyorum.
Sözkonusu ilişki sosyolojinin büyük isimlerinden Max Weber'in kapitalizmin
"Avrupalılığı" üzerine odaklandığı
andan itibaren ona nisbet etmeye yöneldiği özelliklerden biri olarak
"özerk hukuk sistemi" nosyonunu geliştirmesiyle başlar.
Hatırlanacağı üzere Weber, hukuku rasyonalleşmenin somut
bir ürünü olarak ve kapitalizmi Avrupa'da mümkün kılmış olan bir
kurum olarak düşünmüştür. Özerk bir hukuk sisteminin gelişimini
rasyonalleşmenin göstergesi olarak Avrupa'da ve yalnızca Avrupa'da
mümkün görmüş olan Weber, bunun niçin böyle olduğu sorusundan yola
çıktığı andan itibaren Avrupa-dışı
toplumlara bir eksiklik isnad etmenin değerlerle yönlendirilen yoluna
girmiştir. Oryantalizm olarak nitelenecek olan bu yolda daha önce
Montesquieu'nun Kanunların Ruhu
veya İran Mektupları'nda,
Hegel'in ve Marx'ın da, doğu despotizmi tiplemeleri başta olmak
üzere, özünde Avrupalı olan bütün bir tarih felsefelerini bütün dünyaya
bir ana mecra olarak farzetmeleriyle bir hayli mesafe katetmiş
olduklarını biliyoruz. Gerçekten de Avrupa'da tarihsel olarak
yaşanmış bir çok spesifik tecrübenin birer sabit tarih
durağı olarak düşünülmesi ve bu duraklardan geçmemiş olan
toplumların tarihin güzergahından, dolayısıyla tarihin
kendisinden uzak görülmeleri, artık tüm dünyaya mal olmuş ama
aslında sadece Avrupalı olan bir tarihin özcü hegemonyasını
yansıtmaktadır.
Bu
Avrupa-merkezli tarihe Max Weber'in sorduğu soru ve bu sorunun önemli bir
ivme kazandırmış olduğunu söyleyebiliyoruz. Weber'in
katkısı, kapitalizmin ortaya çıkışını
açıklamaya çalışırken, Avrupa'nın negatif bir resmini
Avrupa-dışı toplumlara isnad ederek bir
"öteki-toplumlar" tiplemesine ulaşmaya
çalışmasında yatar. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi için
bir burjuva sınıfı, para ekonomisi, özerk şehirler, özgür
emek pazarı ve rasyonel bir hukukun gerekliliği üzerinde duran Weber,
bunların hiçbirinin Avrupa-dışı toplumlarda mevcut
olmadığından dolayı, kapitalizmin Avrupa'dan başka bir
yerde ortaya çıkamadığını söyler. Özelde ise Weber,
bütün bu unsurların, "İslâm siyasî kurumlarının
patrimonyal doğası tarafından engellendiğini
düşünür" (Turner, 1997: 20). Weber'in kapitalizmin dinamikleri
üzerine sosyolojisi o yüzden bir yanıyla da Avrupa'ya bir negatif üretme
çabasıyla paralel giderken, tüm toplumsal negatif üretme çabaları
gibi büyük oranda klişeci ve indirgemeci bir yaklaşım benimsemek
zorunda kalmıştır. Onun Avrupa toplumlarına başka
toplumlara bir fark belirtmek üzere isnad ettiği bir çok özellik, kurum
veya insan tipi ya Avrupa'da o kadar yaygın ve belirgin değildir veya
İslâm toplumlarında o kadar nâmevcut değildir. Doğu ile
Batı arasındaki çeşitli
karşılaştırmaların temelinde yatan özcülüğe
karşı çıkan Suraiya Faroqhi'nin de vurguladığı
gibi onların "...yollarının oldukça geç bir tarihte
ayrıldığını; bu kopuşta tarihsel
rastlantıların çok önemli rol oynadığını;
aynı zamanda, her iki sosyo-ekonomik oluşumun önemli ekonomik, sosyal
ve kültürel çelişkiler barındırdığı"
(Faroqhi, 1993: 62) ayrı bir gerçektir. Örneğin 16. yüzyıldan
sonra Osmanlı İmparatorluğu'na genellikle atfedilmeye çokça
alıştığımız durağanlık ve gerileme
süreçlerinin benzerlerine gelişme ve kalkınma döneminin Avrupa
toplumlarında çok sıkça rastlanabilir.
Weber,
rasyonel bir hukuk sisteminin gelişiminin, kapitalizim için hayati önemde
olduğunu vurgularken, diğer yandan Osmanlı ve İslâm
toplumlarındaki patrimonyal otorite ve meşruiyet sisteminin, böyle
bir hukuk sisteminin gelişimine mâni olmuş olduğunu çok rahat
iddia edebilmiştir. Bunu yaparken, açıkçası, çok basit bir
klişeleştirme yoluna başvurmuştur ve bütün bir Osmanlı
hukuk sistemini "kadı-adaleti" dediği bir tiplemeye
yapıştırmış olduğu bir sürü karikatürize hukuk
davranışlarıyla karakterize etmeye
çalışmıştır. Bu tipleme, bir bütün olarak Avrupa'da
gelişmiş olduğundan sözettiği "rasyonel, özerk,
eşitlikçi, şahsî ilişkilerden etkilenmeyen, objektif olarak
işleyen ve kurumsallaşmış" hukuk sisteminin tam
karşıtı olarak işler. Yani tüm bu özelliklerin
karşıtı olarak "irrasyonel, bağımlı,
alabildiğine şahsî subjektif ve keyfî olarak işleyen,
dağınık" bir hukuk sistemi. Bir tipleme olarak
kadı-adaleti bütün bir hukuk pratiğini, konumu gereği, Sultan'a
veya hiyerarşik olarak sonuçta Sultan'a ulaşan siyasî ilişkilere
bağımlı olan kadı'nın insafına indirger. Yani ortada
kadıların kendilerini
mukayyet hissettikleri, objektif olarak orada duran ve adamına göre
farklı bir şey söylemeyen bir hukuk metni yoktur. Onun yerine
Sultan'a bağımlı bile olsa alabildiğine insiyatif sahibi,
verdiği kararlarda şahsî durumundan alabildiğine etkilenebilen
bir kadı'nın keyfîliği sözkonusudur (Weber, 1968: 657).
Aslında
Weber'in Osmanlı-İslâm hukuku üzerine çalışması
aynı zamanda kutsal hukuk'un esnemeyen sert tabiatına da vurgularla
doludur. Bu vurgular ayrı bir klişe yaratacak yoğunluktadır
ve Weber, bu iki klişe arasında İslâm hukukunun bir çeşit
cendere içinde kaldığını düşünüyor:
Kutsal
hukuk en iyi şekliyle fakihlerin "spekülatif çabalarının
ürünü" olarak anlaşılabilir. Bu uzmanlar Kur'an ve Hadis'in
ahlâkî öğretisini bir araya getirip kendi bağımsız
yargılarını (ictihad) işleterek hukukun ilkelerini
formülleştiriyorlardı ... Weber ... kutsal hukuku bir "özel
olarak hukukçuların hukuku" şeklinde isimlendirdi. Hukukun
ayrıntıları hukukçular tarafından işlenirken,
aynı zamanda Şeriat'ın sabit ve mükemmel olduğu
düşünülüyordu ve kanun çıkarma sona ermiş bulunuyordu (Turner,
1997: 196).
İslâm
hukukunun bu esnemeyen tabiatının, onun kutsallığından
ileri geldiği düşünülüyor. Hukuk, referansları ve menşei
itibariyle kutsallaştıkça, bir çeşit dokunulmazlık
kazanıyor, bu da ona bütün esneme kabiliyetini kaybettiriyor. Bu,
kutsallık ile hukuk arasında kurulan basit bir denklem, ancak
aynı ölçüde de gerçekten de ampirik uygunluğu açısından
ciddi zaafları olan bir denklemdir. Bu denklemin zorunlu
açılımı, kutsallaştırılmış ve
dokunulmazlık kazanmış bir hukuk kodunun, gerçekliğin her
zaman daha baskın çıkan gelişimi karşısında,
kutsal yerinde bir çeşit kültleşme sürecine girdiği ve hayatla
bağının koparılması için bunun bir mazeret teşkil
ettiğidir. Daha basit bir
ifadeyle, hukuk kodu kutsaldır, ancak acımasız
şartların gereği olarak uygulanamamaktadır. Geriye ya bu
paradoksu kabullenerek yaşamak kalır veya bazen daha ilginç bir
meşrulaştırma yolu olarak şer'i addedilen hilelere
başvurmak kalıyor. Bu yol müftü insiyatifinin önünde
alabildiğine geniş ve keyfî uygulamaların hakim olduğu bir
alan açar. Hukuk kodu karşısında yorum insiyatifi bu ölçüde
fazlalaşmış olan kadı veya müftünün kendisine başvuran
hatırı sayılır bir zenginin veya üst tabakadan herhangi bir
insanın ihtiyacına uygun olarak bulamayacağı bir fetva
neredeyse yoktur ilh.
Peki
durum gerçekten de böyle mi olmuştur? Açıkçası, yukarıdan
beri izlemiş olduğumuz tarih felsefesinin gereği olarak,
tarihsel gerçeğin öyle değil de başka türlü olmuş
olduğunu, tarihsel yollarla göstermenin önünü bir bakıma
kapatmış olduğumuzun farkındayım. Ancak, bu tarihsel
tablonun gerek Weber'in analizlerinde, gerekse de onun açtığı
yoldan giden bir çok araştırmada bu şekilde teşekkül
etmiş olmasının açıklanabilir sebepleri olduğunu
söyleyebiliriz. Söyleyebileceğimiz çok önemli başka bir şey de,
farklı yaklaşımların birbirlerini nasıl
nötrleştirebildiğini de örneklemek üzere, İslâm hukukunun
keyfîliğe hiç bir şekilde müsaade etmeyen bir niteliğinin de
aynı ölçüde modernleşme veya gelişmeye ket vurucu olduğuna
dikkat çekilebiliyor olduğudur. Örneğin Fas'lı düşünür
Câbirî, Şafiî'nin hiç bir
şeyi dışarıda bırakmayacak şekilde
kuşatıcı, kapsayıcı, tüketici ve nesnel bir hukuk
sistemini tedvin edişinin Descartes'ın Avrupa düşüncesinde
yarattığı devrimin bir prototipi sayılabilecek kadar
başarılı olmakla birlikte metin-merkezci nesnelciliği
yüzünden İslâm toplumlarının modernleşme veya gelişme süreçlerine
bir ket vurmuş olduğunu söyler. Çünkü, kendi çağı için ne
kadar kapsayıcı ve tüketici görünürse görünsün, hiç bir hukuk kodunun
toplumun her ihtimale açık gelişme eğilimlerini ebediyen
karşılayamayacaktır (Câbirî, 1997). Muhammed Arkoun (1991),
Hasan Hanefi (1988) ve Nasr Hamid Ebu Zeyd (1990; 1992) gibi son dönem İslâm
modernistlerinin klasik İslâm hukukuna sözmerkezcilik isnad ederek
yönelttikleri eleştirilerin altında bir yandan sözkonusu Weberci
varsayım bulunmaktadır; yani gelişme ile hukuk sistemleri
arasında, hatta daha genel olarak Protestan ahlâkı ile kapitalizmin
gelişmesi arasında Weber'in kurduğu olumlu ilişki
onaylanmaktadır.[5] Ancak diğer yandan da
bu Weberci varsayımın, aslında idealize ettiği nesnel hukuk
ihtimali zaten peşînen sözmerkezcilik eleştirisine tabî
tutulmaktadır. Bu yüzden, modernleşme ve hukuk arasında kurulan
ilişkilerde, hukukun keyfîlik ile sözmerkezcilik arasında nerede
durması gerektiğine dair, modernleşmeci yaklaşımlarda
bile hiç bir zaman bir söz birliği ve netliğin oluşmamış
olduğu dikkat çekicidir.
Aslında
gerek Weber'in İslâm ve Osmanlı hukukunu karakterize etmek üzere
başvurduğu kadı-adaleti tiplemesi, gerekse İslâm
modernistlerinin sözmerkezcilik eleştirilerine konu edinirken tiplemesini
yaptıkları hukuk sisteminin diğer bir sorunu da, koskoca
Osmanlı dünyasının hepsinde yekpâre bir uygulamanın, bütün
bir altıyüzyıllık tarih boyunca geçerli olmuş olduğu
yönünde bir galat'a yaygın bir şöhret
kazandırmalarıdır. Faroqhi'nin daha önce değindiğimiz
makalesi "Yeniçağ'ın gerek Osmanlı ve gerekse Avrupa
tarihinin, kendi içinde yekpare (monolitik) bütünlükler
oluşturmadığını" ortaya koyuyordu (Faroqhi, 1993:
62).
Gerçekten
de altıyüz yıl boyunca, sadece hukuk alanında değil,
diğer pek çok alanda bütün bir Osmanlı coğrafyasında
yekpâre bir toplum yapısının hakim olduğu düşüncesi,
bir galat-ı meşhurdan ibarettir. Gerçekte ise, altıyüz yıl
boyunca zamana yayılan bir çok değişim ve dalgalanma
sözkonusuyken, Osmanlı coğrafyasının değişik
yerlerinde değişik uygulamaların varolmuş olduğu
olgusal olarak basit bir tarihyazımı çabasıyla bile tespit edilebilir.
Nitekim, Osmanlı devletinin merkezinde örgütlenmiş olan hukuk
uleması ile, örneğin Suriye veya Mısır ulemâsı
arasında, her biri ayrıca Osmanlı devletine bağlı
olmakla birlikte bariz farklar olmuştur. Suriye ulemâsı ile
Osmanlı ulemâsı üzerine yaptığı
karşılaştırmalı çalışmasında,
Abdül-karim Rafeq, Suriye Ulemâsının İstanbul ulemâsından
çok farklı özellikler sergilediğini ortaya koyuyor. Bu farkların
ayrıntılarına girmeksizin, buna sadece Osmanlı
topraklarında uygulanan hukuk pratiğinin yekpâre olmadığını
gösteren bir örnek olarak değinebiliriz. Ancak ilaveten, Rafeq,
Osmanlı'nın Suriye'den "Rum beldesi" olarak göründüğü
ve Suriye Ulemasının Osmanlı Sultan'ına çok zor "bizim
sultan" dediklerini kaydediyor. "Sultanımız" deyimi
ise her ne kadar daha önce yine Arap olmayan Memlûklular için
kullanılmışsa bile, Osmanlılara nispeten
Memlûkluların, hilafeti Arap sınırlarının
dışına çıkarmamış oldukları için
Osmanlı'ya nazaran daha fazla kabul gördüğü bile söylenebilir (Rafeq,
1994: 28). Osmanlı'nın Hanefi olan uleması Suriye ve
Mısır'a dönük bazı uygulamalarda, örneğin evlilikle ilgili
uygulamalarda, bazı vergilendirmelere karar verdiğinde, Şafiî
olan bu yörelerin ulemalarıyla ciddi bir gerilim bile yaşanmıştır
(age: 10-12). Kuşkusuz sadece bu fark değildir sözkonusu
edilebilecek. Sözkonusu çalışma, bir hukuk pratiğinin
Osmanlı'da yöreden yöreye nasıl farklılaşabildiğinin
zengin örnekleriyle doludur. Zaten imparatorluk sınırlarında
yaşayan gayr-ı müslimlere özellikle medenî hukuk ve miras
konularında tanınan özerklik, çok-hukuklu bir toplum görüntüsü
vermekteyken, bir de İslâm içi mezheplerin dikkate alınmasıyla
hukukta bir merkezîlikten ziyade, ilk etapta dağınıklık
gibi görünen bir durum sözkonusu olmuştur. Kuşkusuz bunu söylemek,
Osmanlı'nın toplum veya hukuk yapısına ne olumlu ne de
olumsuz bir değer atfetmek anlamına gelmelidir. Aslında
Osmanlı, bir ulus-devletleşme sürecine girmediği sürece, bu
durumun ciddi bir sorun yaratmasını gerektirecek bir şey de
sözkonusu değildi. Aksine, çokhukukluluğun kaynaklandığı
bir değer veya tavır olarak tolerans (kesinlikle hoşgörüden
farklı bir şey olarak), bir ulvî değer olarak addedilmeden önce,
bir imparatorluk refleksi olarak daha kolay anlaşılabilecek bir şeydir.
Her ne kadar bunun İslâm hukuk teorisindeki referansları çok
sağlam ise de, bunun Osmanlı tarafından benimsenmesi,
İslâmî referanslara salt bir bağlılık olmadan önce herhangi
bir imparatorluğun konvansiyonel bir refleksi olarak ayırdedilebilir.
Nitekim, Osmanlı bu sistemin mucidi ve ilk başlatıcısı
olmamış, miras aldığı topraklarda bu sistemi büyük
ölçüde hazır bulmuş, belki biraz da İslâmî bir meşruiyet
esasında daha da güçlendirmiştir denilebilir.
Bu
arada hukuk ve modernleşme arasında kurulan ilişkilerde
Batı'ya isnad edilen rasyonel hukukun, modernleşmenin oluşumunda
ne kadar belirleyici olmuş olduğunu yenien sormak gerektiği
kanaatindeyiz. Karşılaştırma genellikle Avrupa'daki hukuk
sisteminin lehine işletiliyorsa da, Avrupa'nın bütün bir hukuk
sisteminin yekpâre addedilmesi gözden kaçmıyor. Oysa Osmanlı ne zamansal ne de coğrafî olarak yekpâre
olmadığı gibi, Avrupa geçen yüzyılın sonlarına
kadar belki daha da dağınık bir manzara arzediyordu.
Dahası, rasyonellik ve objektiflik imkanından, bu özelliği
dolayısıyla da kapitalizmin oluşumuna doğrudan katkıda
bulunmuş olduğundan sıkça sözedilen Avrupa'lı hukuk
sisteminin en azından yirminci yüzyılın başlarına
kadar, zayıf ve yoksul kitlelere kolay servis verecek durumda
olmadığı, mahkeme prosedürlerine ve bunların
gerektirdiği masraflara ancak gücü iyi yeten zengin ve varlıklı
insanların bu servisi alabildikleri de ayrı bir gerçektir.
Hakkını savunabilmek için iyi bir avukat tutabilmek, dava sürecinin
gerektirdiği ayrıntılı kırtasiyeciliğin
gerektirdiği masraflara, hatta bürokratik prosedürel bilgilere tâkat getirebilmek
vs. hep önemli olmuştur. Bu da Avrupalı hukuk sistemine atfedilen
özerklik, bağımsızlık, objektiflik ve sair özelliklerin,
ancak Doğu'lu toplumların hukuk sistemine atfedilmiş olan
yokluklarla birarada düşünüldüğünde anlamlı olabildiğini
gösterir.
Weber'in
idealinde bir çeşit "boşluk kabul etmeyen kanun sistemi"
(Weber, 1968: 814), rasyonel kapitalizmin gelişebilmesi
açısından bir önkoşul olarak hep vardır. Ancak böyle bir
sistem, varlığı bir ihtimal olarak bile farzedildiğinde,
yine modernleşme teorisyenlerinin pek çoğunca, bizzat kendisi
modernleşmeyi veya genel olarak değişime intibakı
engellediği yönünde sıkça eleştiriye konu olabilmiştir.
Üstüne üstlük, kutsallık boyutu sıkça vurgulanan ve alabildiğine
kurumsallaşmış olan hukuk sistemi, içerdiği ictihad veya
hermenotik sanatının işlerliği sayesinde değişen
olaylara uygun cevaplar verme yönünde sanılandan çok daha
duyarlıdır. Kaldı ki,
yine Weber'in zaman zaman kabul ettiği gibi, Avrupa'nın pek çok
yerindeki kapitalist gelişme büyük oranda hukuk sisteminin bırakın uygunluğu sayesinde
olmayı, aksine ona rağmen kazandığı bile söylenebilir.
Weber'in verdiği örnek İngiliz hukuk sistemidir. Bu sistem ampirik
eğilimli olup yargılama usulü hayli karmaşık ve
pahalıdır; ancak burjuva sınıflarının çıkarları
doğrultusunda ayakta durabilmiştir:
...belli
başlı mahkemelerin hepsinin Londra'da yönetilmesinden ve hukukî
yargılama usüllerinin fiyatlarının çok yüksek olmasından
dolayı, ekonomik güçten yoksun olan şahıslar hukuk
hizmetlerinden mahrum bırakılıyordu. Bu yüzden kapitalistlerin
gereksinimleri kadı-adaletini de
içeren diğer yollarla karşılanabiliyorsa, rasyonel hukukun,
kapitalizmin zorunlu bir önkoşulu olmadığı görülür (Turner,
1997: 212).
Aslında güçlü burjuva grupları için
hukuk sisteminin nasıl olduğu çok da önemli değildir, çünkü
hukuk zaten onların emrindedir ve istedikleri zaman hukuku temellük
edebiliyorlar. Turner'ın kaydettiği gibi "ekonomik olarak güçlü
olan gruplar, rasyonel olmayan hukuk kurallarına rağmen
başarılı bir şekilde çalışabildiklerini
gördü(ler). Bu tür gruplar hukuku ya değiştireceklerdi veya görmezden
geleceklerdi" (aynı yer). Bu noktada Weber'in kapitalizmin
gelişimi esnasında Avrupa'lı hukuka atfettiği yüksek
rasyonellik ve özerklik Hegelyen çağrışımlara sahipken,
yine Weber'in kaydettiği yukarıdaki örnekler Marx'ın Hegel'in
hukuk felsefesine yaptığı eleştiriye uygun delilleri
sunmuş olur. Açıkçası Marx zaten hukukun, Avrupalı modern
haliyle bile, egemen sınıfların istedikleri gibi eğip
büktükleri bir üstyapı kurumundan ibaret olduğunu söylemişti.
Dolayısıyla,
aslında bir hukukçu olan Weber'in verdiği zengin örnekler
arasından bile, hukuk sistemleriyle gelişme eğilimleri
arasında zorunlu bir ilişkinin kurulamayacağı
rahatlıkla gösterilebilir. Görünen kadarıyla Osmanlı toplumunda
hukuk sistemini kadı-adaletinin keyfîliğiyle karakterize eden tarih
çalışmaları da yenilmiş bir ülkenin ardından, veya
artık telâfîsi gayr-ı kâbil bir yenilginin yol açtığı
tarih algısına dayanıyorlar. Diğer yandan, Weber'in veya
genel olarak oryantalistlerin bakışaçılarında, kendi
milletleri tarafından yenilmiş bir milletin tarihsel izlerini
bulmakla, Osmanlı'da hukuk veya sair kurumsal sistemlerin durumu
hakkında apolojist bir konuma düşme tehlikesi de vardır. Oysa
Osmanlı toplumunda, özellikle son ikiyüz yılda hukuk sisteminin
sorunsuz, alabildiğine ideal biçimiyle işlediğini söylemek de
mümkün değildir. Batılılaşmanın ilk
dalgalarının kıyıya vurmaya yüz tuttuğu dönemlerde veya
Batı'nın küresel üstünlüğünün kendini ilk hissettirmeye
başladığı ânlardan itibaren, Osmanlı devletinin bir
çok kurumu gibi hukuk sisteminin de bir fark oluşturduğu hissedilmeye
başlanmıştır. Geri kalmışlık duygusunun ilk
hissedildiği anlardan itibaren, hukuk sistemi de hemen gözaltına
alınmaya başlanmıştır, çünkü bu hissi veren yoğun
temaslar, yakınlaşmalar, ilişkiler ve Batılılaşma
denilen hegemonik sürecin bizzat kendisiydi. İlişki ve temas, ister
ekonomik ister siyasî düzeyde olsun, her zaman bir çeşit hukuk üretir. Bu
hukuk ise, kuşkusuz, Osmanlı ile Avrupa'lı toplumlar arasında
kendini her ihtilafta hissettiren bir "fark" oluşturmaya
namzetti. Batı'nın hegemonik konumuna karşı direnci
kırıldıkça, Osmanlı'nın entelijansiyası veya
bürokratları yavaş yavaş bir çeşit "ötekilik"
konumunu içselleştirerek, kendilerine batılı bir
bakışaçısından bakmaya da zaten yavaş yavaş
alışmış oluyorlardı. Bu ortamda, hukukun farklı
mezheplerden dolayı oluşan farklı uygulamaları, daha önce
hiç bir sorun oluşturmadığı halde, artık bir
"kusur" gibi görülmeye başlanmıştı. Şimdi
bizzat böyle bir uygulamanın, Osmanlı'nın sivil toplumcu
doğasını göstermenin bir yolu olarak görüldüğüne bakmamak
gerekiyor; bu dönemde bu durum aynı zamanda Osmanlı hukuk sisteminin
dağınıklığının ve belirsizliğinin bir
işareti olarak alınmaya başlanmıştır bile. Öyle
ki, Ahmed Cevdet Paşa tarafından Mecelle'nin
tedvîn edilmeye başlanması, Osmanlı'da hukukun mezheplerin
yapısından kaynaklanan
dağınıklığının yarattığı
belirsizlik sorunlarına karşı, dört başı mamur ve
herkesi bağlayan bir hukuk metnini ortaya koyma düşüncesinin
yoğun olarak işlenişinin oluşturduğu baskı
altında mümkün olmuştur. Mecelle'nin görünürdeki önemli gerekçesi'nin
Max Weber'in Osmanlı hukuk sistemi hakkındaki gözlemlerini de
haklı çıkaracak mülâzalarla dolu olduğu görülüyor. Amaç,
Osmanlı topraklarında, bir yandan meşruluğu kabul
edilmiş dört mezhebin (gerçi İmparatorluğun merkezinde sadece
iki mezhep Hanefî ve Şafiî sözkonusu olsa da) ictihadlarından
türetilen sayısıs günlük hukuk meselesinin çözümünden müteşekkil
külliyatın mevcut hacminin aşırı derecede artmış
olması; aynı konudaki bir hukuk işlemi karşısında
birbirinden son derece farklı sonuçların çıkarılmasına
imkan tanıyan belirsizliğinin giderilmesiydi. Mecelle'nin hazırlanışı, o yüzden, bir
bakıma, Tanzimat'la birlikte başlayan merkezîleşme veya hatta
ulus-devletleşme sürecinin söylemsel düzeydeki galebesini temsil eden
önemli bir sonuç olmuştur. Gerçi "İctihad ictihadı
nakzetmez" diyerek her hukuk mezhebinin ictihadına dayalı
uygulamalara bir çeşit özerklik tanımış olan Cevdet
Paşa'nın eliyle yürütülen bu faaliyetin, yine de Osmanlı hukuk
sisteminin en önemli yönünü, yani farklı inançların kendilerine özgü
hukuk pratiklerine tanınan özerkliği korumayı ve sürdürmeyi
gözetmeyi ihmal etmediğini söyleyebiliriz. Hatta Mecelle'nin merkezîleşme veya tanzim çabalarına
katkısı, bu farklara dayalı hukuku da bir merkeziyetçi düzene
oturtmayı arayışında yatar. Bu vesileyle, Osmanlı
hukukunun tedvin edilmemiş yapısına, yine Weberci bakışaçısından
yöneltilen eleştiride, kadı-adaletinin
çağrıştırdığı keyfî uygulamaların,
Osmanlı hukuk sisteminin tedvin edilmemiş (codification) durumuna
bağlandığı anlaşılıyor. Buna göre hukukun
tedvîninin keyfî uygulamaları engelleyebileceği ve zorunlu olarak
nesnel ve rasyonel bir hukuka götüreceği, bunun da hukukta bir ilerlemeyi
temsil edeceği varsayılıyor. Oysa İlber
Ortaylı'nın çok yerinde ifadesiyle "hukukun kodifikasyonu,
tedvîni, bir ilerleme değildir, bu yanlış bir görüştür;
çünkü Roma hukuku da, esasında tedvîn edilmiş, kodifiye bir hukuk
değildir" (Ortaylı, 1997: 382). Ortaylı, ilk kodifikasonun
Justinyen'le ve ondan sonra başladığına dikkat çekerek
hukukun, tedvîn edilmekle ilerleyen bir düşünce tarzı veya bir eser
verme biçimi olmadığına dikkat çekiyor:
Pekâlâ,
eski Roma'nın büyük prektorları, büyük hukukçuları, aslında,
bugünkülerden daha geri değildir ... II. Cihan Harbi evveli
Avusturyalı Prof. Kenzel'i çağırsanız, bir dörtlü imparator
devrinden Triboniyanus'u çağırsanız, önlerine bir anonim
şirket problemi atsanız, muhtemelen Triboniyanus daha iyi çözer.
Hukuk mantığının böyle fizikçilik gibi, tabiplik gibi
zamanla gelişen, geride kalanı küçük gören bir yapısı
yoktur (Ortaylı, 1997: 382).
Mecelle'nin, Gülhane Hattı Hümayun sürecinden geçmiş bir ülkede, bütün
hukuku yeniden dinî bir çatı altında derlemenin de bir çabası
olduğu anlaşılıyor. Gülhane
Hattı Hümayun'un anlamı da, Müslümanların hukuk
karşısındaki konumunu, diğer bütün azınlıklara
tanınan haklar mesabesine indirgeme ve miras, evlilik ve din ve aile gibi
şahsî hukuklarında serbest bıraksa da bütün dinleri veya mezhepleri hukuk karşısında
eşitleme, bir bakıma genel hukuku laikleştirme sürecinde
atılmış bir adım olmasında yatıyordu (bkz. Karal,
1964; İnalcık, 1964: 353). Mecelle
ise, Tanzimat'tan itibaren uygulanmaya başlanmış olan bu süreci
tekrar Müslüman bir siyasî öznenin insiyatifine almayı; hukukun bazı
teknik alanlarının kaynağı dindışı unsurlar
olabilse de buna ancak İslâmî bir değerle meşrulaşma
imkanı tanıyan bir anlayışı temsil ediyordu.
Osmanlı
hukuku üzerine yapılan araştırmalar, büyük ölçüde Marx ve Engels
kadar Weber'in de benimsemiş göründüğü "oryantal despotizm"
veya "patrimonyal hakimiyet" kavramları eşliğinde
düşünülmüştür. Özellikle Weber'in Osmanlı toplumu incelemeleri,
hukuk ve meşruiyet sistemini inceleyen araştırmalar bu iki
varsayım tarafından belirlenmiştir. Kadı-adaletinin bir
özelliği keyfîlik ise, diğer önemli yönü de Sultan'a olan
bağımlılığıydı. Kadı'nın
maişet açısından Sultan'a
bağımlılığı, Osmanlı hukukunun keyfî
uygulamalara çok açık kaldığı, dahası, sivil toplumun
gelişme imkanlarına güçlü bir ket vurduğu yönünde
değerlendirmelere konu olmuştur. Böyle bir tespitin Avrupa'da hukukun
durumuyla bir fark oluşturma amacıyla yapılmış
olduğunu artık biliyor olsak da, yine de Avrupa'da hukukla siyaset
arasındaki ilişkinin Weber'in çok istisnaî olarak
gösterebileceği bazı örnekler haricinde hiç bir zaman daha iç
açıcı olmadığını söylemek gerekiyor. Gerçekten de
Avrupa'da çok değil daha Weber'in henüz ölmüş olduğu bir dönemde
Almanya'ya, İtalya'ya ve Avrupa'nın pek çok ülkesine Faşizmin,
bütün hukuk ihlâlleriyle birlikte çok kolay nüfûz edebilmiş olduğunu
hatırlamakta yarar vardır. Kaldı ki, bundan hemen sonra bütün
Avrupa'da bir geri çekilme dönemi yaşayan Faşizmin geri dönüş
yollarının da tamamen tıkanmış olduğunu kimse
söyleyemez. Faşizm her zaman bütün ihtişamıyla geri dönebilir.
Osmanlı'da
ise, hukukun tabii ki yer yer, hatta ağırlıklı olarak,
siyasetin etkisinde olma durumları sözkonusuysa da, bizzat hukuk
sisteminin en önemli pratisyenleri olan ulemâ'nın, mâişetini
devletten sağlasa bile, halka daha yakın durduğu yönünde ciddi
tarihsel gözlemler vardır. Örneğin, Şerif Mardin'in
kaydettiğine göre, Osmanlı'da ulemâ veya hukuk adamları,
devletin görevlisi olsalar bile, çoğu kez sıradan vatandaş ile
devlet arasında vatandaş lehine koruyucu-kollayıcı bir rol
oynuyorlardı. Bu ise, alimlerin icra ettikleri hukuka karşı
devletin tanımış olduğu sınırlardan dolayı
böyleydi. Mardin, genellikle Osmanlı'da devlet ve teb'a arasında
"kul" kavramıyla ifade edilen ilişkinin çok
yanlış anlamalara yol açmış olduğunu, Osmanlı
teb'asının tamamının devletin veya Sultan'ın
kulları sayılmasının basit bir meşhur
yanlıştan ibaret olduğunu ortaya koyuyor. Gerçekte ise onlar
devlete karşı sıradan halkı korumanın en güçlü ve
geçerli aracıları rolünü oynarlardı. Mardin, Osmanlı
Sultan'ı hakkındaki yaygın "astığım
astık kestiğim kestik" varsayımının
yanlış bir biçimde, sultan'ın uyruğuna karşı
kayıtsız şartsız mutlak bir serbestlik verdiği
şeklinde anlaşılmış olduğuna dikkat çekiyor.
Oysa, ona göre "Kul" statüsünü temel taşı olarak görüp
bundan Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm özelliklerini çıkarmak
mümkün değildir. "Zira 'Kul' statüsünün garantileri eksikse de
Padişah'la ve yönettiği idareci sınıfla (askerî)
dolaylı bir ilişkisi olan 'sade vatandaş'ın hayatı çok
daha emniyetlidir. Kendisine bu güveni sağlayan da Şeriat'ın
günlük hayatları üzerine açtığı şemsiyedir. Böylece,
Osmanlı İmparatorluğu'nda kişi haklarından bahsederken
bunların aynı değerler üzerine kurulmuş iki ayrı alan
içine girdiği gerçeği ortaya çıkar" (Mardin, 1987: 9).
Şerif
Mardin, Marshal Hodgson'a dayanarak, Ulema'nın halkın devlete
karşı savunuculuğunu hangi yollarla yürüttüğünü ilginç
örneklerle ortaya koyuyor. Örneğin bu yolların en önemlilerinden
birisi vakıflar üzerindeki mütevellîlik sıfatıdır.
Diğer yandan ulemâ'nın bu boyutuna vurgu yapılması, halktan
ziyade devlet yanlısı bir ulemâ sınıfının da
varlığını gözardı etmeyi gerektirmiyor. Gerçekten de
iki tip ulemâ sınıfının varlığından
bahsedilebilirdi:
...
alt düzeylerde 'halkla birlikte' yaşayan ve isteklerinin tercümanı
'alt tabaka' Ulemâ'sı ve 'resmî Ulemâ' ya da 'ulemâ-yı rusûm' ... Alt
tabaka ve temsilcisi Ulemâ böylece, bir çeşit popülist ideoloji ve
yaşamla karmaşık bir bileşim haline gelen bir ortamda
etkinliğini sürdürüyordu. Marshall Hodgson İslâm tarihi boyunca
karakterini muhafaza edebilmiş, zaman zaman da şiddet eylemleriyle
uykuda olmadığnı gösteren bu eğilimin İslâm tarihinde Ahl al Hadith olarak bilinen somut ve
renkli bir sosyal cereyana dayandığını göstermiştir
(Mardin, 1987: 11).
Unutulmamalıdır
ki, Şerif Mardin'in Osmanlı toplumu hakkındaki bu analizleri de,
günümüzde, sivil toplumcu değerlerin hegemonik bir üstünlük elde
etmiş olduğu bir dönemde yazılmaktadır. Dolayısıyla
onun analizlerinin, bugün daha cazip geliyor olsa da, tarihî gerçekleri daha
iyi yansıtıyor olduğunu söylemek, en azından
tarihyazımıyla ilgili yukarıda zikrettiğimiz mütâlaâlar
açısından tutarsızlık olur. Zaten bu yazıdaki
amacımız, Osmanlı toplumunun daha nesnel bir tarihinin nasıl
yazılabileceğini göstermek değil, tarihyazımı
örneklerinin ne kadar günün siyasal sorunlarına garkolmuş
olduğunu örneklemekti. Bu konuda Osmanlı'da hukuk ve meşruiyet
sistemleri üzerine sosyolojik çevrelerde yaygın kabul gören bazı
kavramsallaştırma örneklerinden, bunların ne tür saiklerle
hareket etmiş olduğundan yola çıktık. Geçmiş vak'a
merkezli olmaktan ziyade tarihsel vakayı yorumlayan-merkezli
olacağını başta söylediğimiz bu çalışmada
Osmanlı toplum yapısında hukuk ve meşruiyet
tasavvurlarının doğaları gereği yarınla
alakalı olduğu da vurgulandı. Dolayısıyla
Osmanlı'da hukuk ve meşruiyet tasavvurlarımız, bir yandan
kimliklenme sürecimizde Osmanlı'nın oynayacağı rolle yakından
alâkalıyken, günümüzde özlemini duyduğumuz hukuk ve meşruiyet
düzeniyle de yakından alâkalıdır. Tıpkı
Osmanlı'ya Doğu Despotizmi yakıştırmak sûretiyle orada
sivil toplumun olmadığını söyleyen batılı
oryantalistlerin çalışmaları veya söylemleri arasında Bryan
S. Turner'ın kurduğu alâka gibi... Turner'a göre, "Doğu
despotizmi konusundaki tartışmalar, Aydın Despotizmi ve
monarşinin Avrupa'da en hararetli biçimde
tartışıldığı dönemlerde netleşmişti.
Sivil toplumun İslâm'da olmadığı konusundaki oryantalist
söylem, aslında Batı'daki siyasî özgürlüklerin düzeyi konusundaki var
olan sıkıntı ve kaygıları yansıtıyordu"
(Turner, 1989: 55). O yüzden Turner'a göre tıpkı tarihin probleminin
geçmiş değil bugün olduğu gibi oryantalizmin bu noktadaki
problemi, Doğu değil, Batı'dır. "Bu problem ve
kaygılar sonunda Doğu üzerine kaydırılmış ama
açıklamalar Doğu'yu temsil etmekten çok Batı'nın birer
karikatürü olmuşlardı. Doğu Despotizmi, temeline inilirse
Batı monarşisiydi. Bu yüzden çağdaş oryantalizmin kriz ve
çelişkileri, Batı kapitalizminin dünya çapındaki krizinin bir
uzantısı olarak anlaşılmalıdır" (Turner,
1989: 55).
Sonuçta
Osmanlı toplumunda hukuk ve meşruiyet sistemleri üzerine yapılan
değerlendirmeler, Osmanlı'nın gerçekten nasıl olduğunu
değil, günümüzde veya yarınlara doğru özlemini duyduğumuz
hukuk standardının ne olduğunu ve hâlihazırda realize
etmekte olduğumuz hukuk standardıyla ilgili ne tür
rahatsızlıklarımızın varolduğunu ortaya koyuyor.
Osmanlılık, ister unutulmak istenen kötü bir mazi, isterse yâdedilmek
istenen bir altın çağ olarak telakki edilsin, salt peşinden
temellük edilmek istenen bn sembolik sermaye olarak değil, aynı
zamanda ontolojik varlığımıza çıkmamacasına
bulaşmış, hiç bir zaman vazgeçemeyeceğimiz bir kimliktir.
Günümüzün veya yarınımızın hukuk ve meşruiyet
sorunlarımızın en azından bir kısmını bu
kimlik dolayımıyla hal ve ifade yoluna gitmek, tarihin
sağladığı mevhûm güvenlik alanına
sığınmak, başta
sıkıntılarımızı hafifletir gibi görünse de,
sorunlarımızla gerçek bir yüzleşmeyi ancak bir miktar erteleme
işlevi görmüş olur. Yoksa, günümüzün hukuk ve meşruiyet sorunlarının
yarın daha büyük çapta karşımıza çıkmasına hiç
bir şekilde engel olamaz.
REFERANSLAR
Aktay, Yasin, 1992, Tarihler İçinde Tarihsiz
Olmak, Tezkire, sayı: 4.
Aktay, Yasin, 1999a, Aklın Sosyolojik
Soykütüğü: Soy Akıldan Tarihsel ve Toplumsal Akla Doğru, Toplum ve Bilim, Sayı: 82.
Aktay, Yasin, 1999b, 'Türk Dini'nin Sosyolojik İmkânı, İstanbul:
İletişim yayınları.
Arkoun, Muhammed, 1991, El-Fikr el-İslâm: Naqdun ve İctihadun, London: Dar
al-Sâqî.
Benjamin, Walter, 1993, Tarih Kavramı Üzerine, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal,
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Bourdieu, Pierre, 1990, The Logic of Practice, İngilizce'ye çev. Richard Nice,
California: Stanford University Press.
Bulaç, Ali, 1992a, Medine Vesikası Hakkında
Temel Bilgiler, Birikim, Sayı:
38-39.
Bulaç, Ali, 1992b, Sözleşme Temelinde Toplumsal
Proje, Birikim, Sayı: 40.
Çaha, Ömer, 1994, Osmanlı'da Sivil Toplum, A.Ü.S.B.F. Dergisi, Cilt 49, Sayı
3-4.
Carr, Edward H., 1987, Tarih Nedir?, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Ebu Zeyd, Nasr Hamid, 1990, Mefhûmu'n-Nass, Metabiu'l Hey'eti'l-Mısriyyetu'l-âmmetu.
Ebu Zeyd, Nasr Hamid, 1992, Naqdu'l Khitabu'l Dînî, Beyrut: El-Fecr.
Faroqhi, Sureiya, 1993, Osmanlı Tarihini
Ararken, Defter, sayı: 20.
Foucault, Michel, 1992, Nietzsche,
Tarihyazımı ve Soykütüğü, Dostluğa
Dair'in icinde, çev. Cemal Ener, İstanbul: Telos Yayınları.
Gellner, Ernest, 1981, Muslim Society, Cambridge: Cambridge University Press.
Göka, Erol; Topçuoğlu, Abdullah; Aktay, Yasin,
1996, Önce Söz Vardı:
Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme, Ankara: Vadi
Yayınları.
Hanefi, Hasan, 1988, Mine'l Aqîdah ila's-savrâ, beş cilt, Kahire: Medbûlî.
Heidegger, Martin, 1988, Existence and Being, Introduction and Analysis by Werner Brock,
Washington: Regnery Gateway.
İnalcık, 1964, Sened-i İttifak ve
Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu, Belleten,
Cilt XXVIII, sayı: 112.
İslâmoğlu-İnan, Huri, 1993, Mukayeseli
Tarih yazını İçin bir Öneri: Hukuk, Mülkiyet, Meşruiyet, Toplum ve Bilim, sayı: 62.
Karal, Enver Ziya, 1964, Gülhane Hatt-ı
Hümâyununda Batının Etkisi, Belleten,
Cilt XXVIII, sayı: 112.
Mardin, Şerif, 1987, Türk Toplumunu
İnceleme Aracı Olarak Sivil Toplum, Defter, sayı: 2.
Nietzsche, Friedrich, 1998, Ahlâkın Soykütüğü Üstüne, çev. Ahmet İnam, 2.
Baskı, Ankara: Gündoğan Yayınları.
Ortaylı, İlber, 1997, Kapanış
Konuşması, Vefatının
100. yılında Ahmed Cevdet Paşa Sempozyumu, Ankara: Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları.
Peker, Bülent, 1993, Kürt Kimlik Mücadelesi, Hukuk
Devletleri ve Radikal Demokrasi, Birikim,
Sayı: 48.
Popper, Karl R., 1984, Tarihselciliğin Sefaleti, İstanbul: İnsan
Yayınları.
Popper, Karl R., 1998, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, çev.
İlknur Aka, İbrahim Turan, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Rafeq, Abdul-Karim, 1994, The Syrian Ulema, ttoman
Law and Islamic Shari'a, Turcica,
vol: 26.
Sahlins, Marshall, 1985, Islands of History, Chicago: The University of Chicago Press.
Tatar, Burhanettin, 1999, Felsefî Hermenötik ve Yazarın Niyeti, Ankara: Vadi
Yayınları.
Turner, Bryan S., 1989, Oryantalizm ve İslâm'da
Sivil Toplum Meselesi, A. Hüseyin, R. Olson, C. Kureşi (der.), Oryantalistler ve İslâmiyatçılar:
Oryantalist İdeolojinin Eleştirisi, çev. Bedirhan Muhib,
İstanbul: İnsan Yayınları.
Turner, Bryan S., 1997, Max Weber ve İslâm: Eleştirel bir Yaklaşım, çev.
Yasin Aktay, Ankara: Vadi Yayınları.
Vattimo, Gianni, 1993, Ortak Dil Olarak Yorumbilgisi,
Mehmet Küçük (der.), Modernite Versus
Postmodernite, Ankara: Vadi Yayınları.
Wolf, Eric R., 1982, Europe and the People Without History, Berkeley: University of
California Press.
* Dr. Selçuk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,
Sosyoloji Bölümü.
[1]. Ex-istence (varoluş)
kavramının etimolojisine inen Heidegger, kelimenin bu zamansal
boyutuna dayanır. İnsan ontolojik olarak hep öne doğru, hatta
ölüme doğru bir varoluştur derken, zamansal olarak insanın hiçbir
zaman geriye doğru yaşayamadığı basit gerçeğine
dikkat çeker aslında. bkz. Heidegger, 1962.
[2]. Bu ifade Foucault'nun Nietzsche,
Tarihyazımı ve Soykütüğü isimli makalesinde
alıntılanan kısım (Cemal Ener tarafından yapılan
çevirisinde) bu şekilde yer alırken, Ahmet İnam'ın Ahlâkın Soykütüğü Üzerine
isimli kitabının çevirisinde, şu şekilde yer
almaktadır: "Sonunda sonsuz onları koklayıncaya kadar,
sonsuzu koklamak isteyen, doyumsuz tutkularıyla, tüm bu fingirdek
tahtakuruları" (Nietzsche, 1998: 147-148).
[3].Belki de bir farkla ki, her seferinde, veya
her tarihyazımı girişiminde, tarihteki belli bir kesiti
aydınlatma iddiasında bulunan tarihçi, "şimdiye kadar
bilinenin aksine şu veya bu olayın gerçek yüzü" diyerek mevcut
olgulara bir itirazla ortaya çıkar. Bu tarihyazımcısının
hiç bir zaman vazgeçmediği bir üslûptur.
[4]. Sembolik sermaye deyimini Pierre
Bourdieu'nun marksist ekonomi politiği kültürel alana
uyarladığı biçimiyle, fakat burada biraz da değişik
türevlerini geliştirerek bilincinde olarak kullanıyorum bkz.
Bourdieu, 1990
[5]. Oysa Protestan ahlâkı ile kapitalizm
arasında Weber'in önayak olduğu bir yolla kurulan ve sosyolojik bir
uylaşımın konusu olmuş olan ilişki, zannedildiği
kadar sorunsuz bir ilişki değildir. Hatta ne Batı
dünyasının gelişiminde Protestan ahlâkı bu kadar
belirleyici olmuştur ne de, dolayısıyla, onun yokluğu veya
İslâm dininin Protestanlıkla benzemezliği, İslâm
dünyasının gelişmesini engellemiş sayılabilir.
Aslında genel olarak düşünce yapıları ile belli
gelişme eğilimleri arasında kurulan her çeşit sosyolojik
ilişki gibi bu ilişki de son derece kurgusaldır. Ünlü antropolog
ve aslında iyi bir Avrupacı olan Ernest Gellner bile, şayet
Osmanlı orduları Viyana'nın ötesine geçebilmiş olsalar veya
Osmanlı bugünkü sınırlarına çekilmemiş olsaydı,
yine büyük bir ihtimalle Osmanlılığın hakim
olacağı Avrupa'da doğacak olan kapitalizmin gelişimiyle
İslâm'ın herhangi bir eğilimi (örneğin Haricî etiği)
arasındaki ilişkiyi sosyolojik teorilerimize konu edinmek zorunda
kalacak olduğumuza dikkat çekiyor. Bununla Gellner, kapitalizmin veya
modernleşmenin dünyanın genel gidişatı içerisinde zaten
mukadder olduğunu, Weber'in yaptığınınsa olmuş
bitmiş bir hadiseye retrospektif bir okuma yapmaktan başka bir
şey olmadığını telkin etmiş oluyor. Kapitalizmin
gelişimiyle belli düşünce yapıları arasında
kurulagelmiş sosyolojik ilişkilerin genel bir değerlendirmesi
için bkz. Gellner, 1981; Aktay, 1999a; 1999b.