CİNSELLİĞİN
POSTMODERNİZMİ*
YASİN
AKTAY
Antonin Artaud,
insan özgürlüğünün ancak "organsız bir bedenle"
sağlanabileceğini söyler. Çünkü, Artaud'a göre,
organlarımız bize verilmiş imkanları değil, aksine
bize tarihsel ve sosyal olarak yapışmış
sınırları temsil ederler. Dolayısıyla
başımız veya ellerimiz üzerinde durup yürümeyi hiç bir zaman
denemiyorsak, bu, doğanın bize sunduğu verili koşullardan
ziyade, sadece ayaklar üzerinde durulup yürüneceğine dair iflah olmaz bir
tarihsel ve toplumsal şartlanmışlığımızdan
kaynaklanmaktadır.[1] Kezâ, ellerimizin, gözlerimizin,
kulaklarımızın ne işe yarayacağı yine bu sosyal
süreçlerle belirlenmektedir. Bu süreçler neyi görüp görmememiz; neyi
işitip işitmememiz gerektiği; neyi nasıl tutmamız
gerektiğini belirleyen değişik disiplin aygıtları
aracılığıyla işlerler. Bu disiplin aygıtları
ya bir dinsel öğreti etrafında veya total bir ideoloji
ağıyla örgütlenerek bedenlerimize organlar yapştırırlar.
Yapıştırılan her organ bizim özgürlüğümüze yönelen bir
taciz işlemi görür. Bizi kısıtlar.
Böyle
bakılınca koca bir dinler tarihi; koca bir siyasal düşünceler
tarihi; hatta tüm insanlık tarihi bedenlerimiz üzerinde ve ona organlar
yapıştırmak suretiyle işleyen bir "iktidar ve beden
diyalektiği" şeklinde okunabilir.
Gerçekten de hiç
bir dinin; hiç bir siyasal düzenin; hiç bir ideolojik oluşumun nihaî
tahlilde bedenleri kontrol etmekten başka bir hedefi yok gibidir. Biraz
bakıldığında tüm dinlere intisabın ve o dinlerde
sebatın tüm koşullarının bedensel pratiklerle
sağlandığı görülebilir. Sonuçta bedenin de ötesinde bir
gayeye yöneltse de, dinlerin ruhanî alanla ilgili tüm ilgileri beden ve
bedensel pratikler aracılığıyla kurulur. Diğer yandan
hiç bir ruhanî yatırımı olmayan siyasal sistemlerinse, bedenleri
kontrol altına almak, onları hizaya sokmak, disipline etmek ve
satın almaktan başka bir hedefleri yoktur. Ruhu satın alan
şeytanî iktidar mekanizmalarının ruha bir talepleri varsa, bu da
beden üzerindeki doğrudan sultayı ele geçirmeye matuftur.
İdeolojiler
ve siyasal düzenler arasındaki çelişki de büyük ölçüde bedenler
üzerindeki sultayı ele geçirmeye yöneliktir. Dolayısıyla,
mensubiyet bağı, ancak bedensel katılım veya bedensel irticalarla sağlanabilir.
Dindar insanların bölünmüş benlikleriyle ifade edilen
sekülerleşmeleri sorunu da, zihnen bir dine aitken bedenin başka bir
yere katılmasından kaynaklanır. Modern dünyada, dinlerde biçim
ve öz arasındaki gerilimin yer yer biçim lehine şiddetlenmesinin
sebebi de, büyük ölçüde dinin özündeki bu bedensel varlık içgüdüsünün
uyanmasıya açıklanabilir.
"Organsız
beden" metaforu, postmodernizmin cinselliğe de uyarlanan özgürlük
idealinin en somut telaffuzudur. Bu metafor, cinsellik rollerinin dinler,
siyasal düzenler ve ideolojiler tarafından, veya daha genel bir ifadeyle,
sosyal olarak kurulduğunu söylemenin de en aşırı
temsilidir. Yukarıda anlatılanlardan da
çıkarılabileceği gibi, buna göre, tüm organlarımız
gibi cinsel organlarımız da bize doğal olarak verili değil,
sosyal olarak kurulu kabul edilmektedir. Doğa bize zorunlu olarak
kadın veya erkek rolü vermemekte; bu roller sosyal süreçlerin bir sonucu
olarak, tabiri caizse, bedenlerimize takılan organlarla verilmektedir. Her
organın özgürlüğe bir sınır olduğunu söylemenin
kaçınılmaz sonucu (aslında bu söylemlerde çoğu kez nedeni)
genelde doğal olarak verili olduğu zannedilen cinsel organların
da özgürlüğü sınırladığını söylemeye gelir.
Bu yolla cinsel özgürlüğün eşcinsellik, cinsiyetsizlik vs.
katkılarıyla toplumsal
anlamda postmodern bir boyut kazandığı söylenebilir.
Oysa genel
cinsellik söylemlerine, hatta cinsel özgürlükle ilgili modern dalgaya
postmodernistlerin yönelttiği köklü eleştiriler, postmodernizmin
cinsellikle ilgili toplumsal önerisinin varıp bir eşcinselliğin
meşrulaştırılmasına dayanmasını ironik
kılacak türdendi.
Hatırlanacağı
gibi postmodernist söylemin önemli figürlerinden olan Foucault
yüzyılımızda cinsel özgürlük üzerine geliştirilmiş
koca bir söylemin aslında cinselliğin başka bir düzeyde
nasıl baskılandığını örtbas etmek üzere
işlediğini büyük bir ustalıkla göstermişti.[2] Michel Foucault,
yüzyılımızda esen cinsel özgürlük dalgasının bizi
sürekli olarak cinselliğimiz üzerinde konuşmaya teşvik etmekten
öte "kışkırtmakta" olduğunu ve bizzat bu
"söyleme kışkırtılmanın" bile, aslında,
bir yandan cinselliğimiz üzerinde bir baskı oluşturduğunu;
diğer yandan daha büyük bir baskının
varlığını örtbas ettiğini söyler. Foucault'ya göre
çağdaş cinsellik söyleminin bu yoğunluğu, bu
"kışkırtılmışlığı", bir
günahın itirafı şeklinde olmaktadır. Yani cinsellik
konuşulmadık hiç bir tarafına bırakmamak suretiyle
aslında ona "itiraf" edilmesi gereken bir günah muamelesi
yapıyoruz. Bir günahı itiraf etme yönünde bitmez tükenmez bir
baskıya maruz kalıyoruz.
Yaygın bir
kanaat olarak Viktoryen çağdaki "cinsel baskı" nın
varlığını bu durumla karşılaştırdığında,
bunun daha büyük bir baskı olduğunu söyleyen Foucault, modern
toplumda tıp, psikanaliz, biyoloji, psikoloji, sexoloji, demografi ve
hatta sosyoloji ve antropolojinin bile sırf bu Hristiyan kökenli itiraf
serenomisine katılmak üzere geliştiklerini kaydeder. Ancak
itirafın bir baskı aracı olması bu itiraf sonucunda
razı olunan gözetleme düzenine mahkum olunmasında yatmaktadır.
Tam da bu noktada, tüm bu bilim dalları, bu "disiplinler", bir
yandan cinselliğin, bedenin tüm sırlarını ifşâ
ederken, bir yandan da cinselliği ve bedeni tüm organlarıyla birlikte
tanımlayıp "disipline etmenin" iktidar
aygıtlarına dönüştüler. Siyasal iktidarın
aradığı "özne" bu disiplinler tarafından
"üretildi". Heterojen ve karmaşık bir nüfus
çoğunluğundan türdeş bir beden, tüm disiplin ve
intizamıyla, "sağlıklı", "normal" veya
"hastalıklı", "anormal" olarak bu disiplinler
aracılığıyla tanımlandı. Demografi, tıp, sosyoloji,
psikoloji ve sexoloji, hepsi örgütlü bir eşgüdümle çalışarak,
çocuk sayısının annenin ruh ve beden sağlığıyla
ilişkisini, ülkenin toplumsal ve siyasal gelişmesiyle ilgili bir dizi
politikaya eklemledi. Bu yolla bilimsel disiplinler, siyasal iktidara,
bireylerin yatak odalarındaki davranışlarını komuta
etmeye kadar varan bir küstahlığı haklılaştırmaya
yaramış oldular.
Bugün siyasal
düzenlerin nüfus planlamasıyla ilgili politikalarının
kişilerin özel hayat alanlarına nüfuz eden -hiç bir devirde benzeri
görülmemiş- cüretkârlığı kesinlikle tüm bu bilimsel
disiplinlerin söylemsel gücüne dayanmaktadır. Dinlerin ve klasik siyasal
düzenlerin bedeni denetleme, bedene organlar yapıştırma
taktikleri hiç bir zaman bu kadar karmaşık ve nüfûz edici bir hal
almamıştır. Modern toplumda iktidar yapıları, bu
disiplinler aracılığıyla tanımladıkları
"anormal", "hasta", "suçlu" vs. bedenleri
dışlama düzenekleriyle (akıl hastaneleri, klinikler,
hapishaneler) türdeş bir bedenler toplumuna; kolay idare edilebilir
"normal", "sağlıklı", "iyi"
vatandaş bedenine ulaştılar.
Postmodernizmin,
cinselliğin modern durumuna yönelik bu tesbit ve eleştirileri,
kuşkusuz bu alanda cârî bir çok anlayışı altüst etmiş;
özellikle cinsel özgürlük taleplerinin arkasındaki
baskılayıcı unsurları deşifre etmeye
yaramıştır. Bununla birlikte yıktığının
yerine netameli bir cinsellik alanı bırakması, kendisini, nihaî
kertede sözkonusu modernist cinsel özgürlük sloganına, eşcinsellere
de özgürlük tanımayı eklemeye indirgenmesini
sağlamıştır. Kuşkusuz, bir düzeyde oryantalizm
eleştirilerine, iktidar yapılarının teşhisi gibi
alanlara da uyarlanabilen, oldukça güçlü analizlere imkan tanıyan
birikimiyle feminizme önemli ufuklar sağlayan postmodernizmin muhtemel
katkıları, bu yüzden, diğer alanlardaki katkılarında
olduğu gibi ancak bir yere kadar izlenebilmektedir. Bu yere kadarki tesbit
ve eleştirilerinin ulaştığı toplumsal öneri,
"bedenlerin çoğalması", siyasal veya toplumsal
iktidarın belirlediği tek tip "tebeddün" biçiminin
dağılması ve yeni bedenlere varoluş imkanı
tanınmasıdır.[3] "Organsız beden" idealinin
somut karşılığı böylece monolitik beden
kodlamalarını deşifre etme ve yapıçözümüne uğratma
talebinde tezahür etmektedir. Bedenlerin bu çoğulluğu içine gerek
cinsel bedenlerdeki çeşitlilik, gerekse de dinsel ve ideolojik söylemlerin
kodladıkları farklı bedenleşmeler girdiği ölçüde bu
söylem liberal bir toplum durumuna da karşılık gelir.
Görüldüğü
gibi postmodern durumda cinsellikle ilgili söylemlerin beden
dolayımıyla ifadesi, hayatın içinden bir çok konunun içiçe
geçtiği entegre bir tartışmanın içine çekmektedir. Bu
yüzden, cinselliği tek başına bir alan olarak, diğer
alanlardan ayırarak ele almak çok kolay olmamaktadır. Cinsellik
tartışmasının entegre olduğu konulardan biri,
örneğin, her dinin kendini bedensel pratikler
aracılığıyla varetmesi dolayısıyla, bir dinin en
basit ritüel ve pratiklerinin o dine mensup insanların öz-kimlik
oluşturma süreçleriyle olan yakın ilgisidir. Bir başkası
da, yine bununla alakalı olarak, sekülerleşmenin beden üzerinde dinin
kontrolünün dünyevî iktidar yapılarıyla paylaşılması
yoluyla pekişmesidir. Dindeki karşılığı şirk
olan bu süreçte, insanların gündelik hayat örgütlenmeleri dinsel
pratikleri dışladığından herhangi bir dine inanmak
alakasız bir hâle gelmektedir. Bu durumda insanlar bir takım rasyonel
argümantasyon süreçlerinin sonucunda din aleyhine adımlar atarak dinden
uzaklaşmıyorlar; aksine dine mensubiyet duygusu veren hiç bir
pratiğe dahil olmamaları dolayısıyla dine inanmak
alakasız hâle gelmektedir. Bir din veya ideoloji cinsellikle ilgili
olanları en önemlisi olmak üzere gündelik hayat için davranış
kalıpları ürettiği; bedeni bu yolla kodlayabildiği ölçüde,
modern veya postmodern dünyadaki tüm sekülerleştirici süreçlere
rağmen ayakta ve güçlü kalabilir.
Buradan, dinin
modernleşmesini arayan bir talebin de beden üzerindeki farklı denetim
odakları arasında bir tercih yol ayrımına
dayandığı da görülebilir. Sonuça kutsal "metin" ve
"beden" arasındaki bir gerilim şeklinde cereyan eden bu
süreç, postmodernist analizin gösterdiği gibi, şayet beden tamamen
söylemin bir ürünüyse, bedenimizin sadece "kime" tahsis
edileceği; veya dinî bir terminolojiye tahvil edecek olursak, hangi
tanrıya teslim edileeği yönünde bir sorun tarafından
belirlenmektedir.
* Aylık İzlenim Dergisi, Mart, 1996.
[1]. G. Deleuze & F. Guattari, A Thausend Plateues, University of
Minnesata Press, London, ss. 150 v.d
[2]. M. Foucault, Cinselliğin Tarihi, 1. Cilt, İstanbul: Afa Yayınları, 1984, çev. Hülya Tufan
[3]. M. Foucaul, İktidar ve Beden, Dostluğa Dair, İstanbul: Telos, Çev. Cemal Ener: 1992