Ülke Dergisi, 1996
FOUCAULT'NUN
HAPİSHANELERİ
BAYRAMPAŞA'NIN
NERESİNE DÜŞER?
YASİN
AKTAY
Türkiye'de
her hapishane olayının arkasından yapılan bir dizi
tartışmalarda Michel Foucault'nun Hapishane'nin
Doğuşu isimli eserine[1] dikkat çekilmesi bir
alışkanlık haline geldi bile. Bu bir yerde normal bir şey.
Her zaman için yaklaşık bu kadar popüler olma şansına sahip
bu konuyu bu ciddiyette ele alan bir başka çalışma daha yok. Bu
yüzden herhangi bir hapishane olayında akla ilk gelen başvuru
eserlerinden birisi olması tabiatıyla beklenebilir. Ancak
Foucault'nun bu tartışmaların Türkiye'de yaşananlar
bağlamında ne söyleyebileceği konusunda, yeterince isabetli
kararlar verildiği aynı kolaylıkla söylenemeyecektir,
sanırım. Çünkü Foucault'nun hapishaneleri tasvir edişi,
tarihlerini anlatışı daha büyük bir proje olarak modern
toplumdaki iktidar stratejilerini teşhis etmenin,
günışığına çıkarmanın değişik
örneklerinden sadece birini oluşturmaktadır.
Foucault'nun
bu konudaki yaklaşımını özetlemeye doğrudan bu
iktidarın ne'den ibaret olduğu konusundaki tanımından
başlayabiliriz. Foucault'ya göre iktidar bugün hapishanelerde işlenen
hak ihlallerinin sorumlusu olarak gösterilen, bir aygıt olarak iktidar;
veya devletle, devletin kurumlarıyla tecessüm etmiş bir güç olarak iktidar
değildir. İktidar biraz devletin de üstünde işleyen biraz da
işçinin köylünün, emekçinin, zenginin ve yoksulun kısaca toplumdaki
her kesimden insanın ayakta tuttuğu zihinsel bir şeydir. Söylemsel
düzeyde, yani insanların konuşmaya başladıkları ilk düzeyden
itibaren üreme istidadına sahip olan iktidar, bu anlamda her yerden
fışkıran ve herşeyi etkileyen bir şey. Modern
toplumda kendine has bir tezahür tarzı olan iktidar, zannedildiğinin
aksine hapishanelerde insanlara eziyet ederek, cezalandırarak
işleyen bir şey değil. Aksine hapsedilen insanlara uygulanan
işlem dolayısıyla hapsedilmediği düşünülen bireyler
üzerinde uyguladığı pozitif-tanımlayıcı
"suçsuz" kategorik ayrımı iktidarın nüfûzunu daha
fazla taşır. Sadece hapsedilen insanlar dolayısıyla
dışarıda kalanlara "geniş bir meşruiyet
alanı" sağlaması açısından değil (ki,
kuşkusuz böyle bir işlevi vardır) ama daha ziyade
"suçlu"yu hapishane kurumuna sokmak suretiyle tecessüm ettirerek bir
"suçsuzluk alanı" nı; bir masumiyet
baskısını toplum üzerinde ayakta tutan iktidarın bu
pozitif işleyişi daha bir karakteristiktir. Dolayısıyla
hapishanelerin ıslahını isteyen bir eylem, bir çağrı
bir yerde modern iktidarın bu büyük "gözaltında tutma"
işlevine daha bir etkinlik katmaya matuf bir çağrı olacaktır.
Foucault'nun hapishanelerin tarihi modern toplumda iktidarın ortaya
çıkma tarzlarından sadece birini örneklemektedir. Foucault
iktidarın işleyişinde hapishanelerden daha az ve daha
farklı bir biçimde etkin olmayan bir çok kurumu, tımarhaneler, hastahaneler,
cinsellik, nüfus idareleri vs. kurumları da incelemekte ve hapishanelerin
tüm bu kıurumların modern toplumda gördüğü işlevlerden
kesinlikle farklı bir işlev görmediğini ortaya koyar.
Tımarhaneler normal insanı; hastahaneler sağlıklı
insanı; hapishaneler suçsuz insanı tanımlamanın bir
aracı olarak iş görürler. Nüfus idareleri ise, planlama süreçlerine
sosyolog, psikolog, psikiyatrist, sexbilimciler, biyolog, tabipler ve hatta
siyaset bilimcileri katarak nasıl bir cinselliği kullanma biçiminin
nasıl bir "normallik",
"sağlıklılık", "kalkınmaya
elverişlilik", "muktedirlik" sayılması
gerektiğinin sınırlarını çizerler. Böylece herkesin üzerinde
işleyen bir süper iktidar sağlık durumunu dert edinerek
hastaneye yatan insan tarafından; ekonomik ve sosyal durumu
dolayısıyla doğum kontrol pratiklerini uygulayanlar
tarafından; normal görmediği davranışlarından
dolayı psikiyatriste başvuranlar tarfından her gün, her an
yeniden üretilmektedir. Kollektif olarak üretilen normallik, sağlıklılık
ve güzellik ölçülerine tâbî olmak için bitmek tükenmez bir çaba gösterilmekte;
bu ölçülere kişilerüstü bir statü kazandırmak üzere hastaneler,
hapishaneler, güzellik salonları tımarhaneler inşa edilmektedir.
O zaman hapishanedeki kötü uygulamalar dolayısıyla
sağlığı bozulan bir insan hastane
koşullarını istediğinde iktidarın içinde bir adres
değişikliği istemekten başka bir şey yapmış
olmaz aslında. Çünkü 'sağlıklı', 'normal' ve 'güzel' bedeni
tanımlayan iktidarın nüfûz alanından dışarı
çıkmış olmaz.
Foucault'nun
özetini sunduğumuz bu görüşüyle bütün bir toplum bir
"gözaltı", bir "rehabilitasyon" baskısı
altında yaşamaktadır.
Peki,
iktidarın bu nüfûz alanından kurtulmak, özgürleşmek için ne
yapılmalıdır? Hapishaneleri ıslah etmek, hastaneleri daha
bir modernize etmek veya tımarhaneleri daha insancıl koşullara
kavuşturmak mı gerek? Gördük ki, bütün bunları yapmak ancak bir
"normallik", "sağlıklılık", "masumluk"
ölçüleri aracılığıyla işleyen iktidarı daha fazla
muhkemleştirmiş olur. O halde Foucault'ya göre özgürleşmenin
bir yolu yoktur denilebilir mi? Denilebilir. Çünkü Foucault iyi hapishanenin,
iyi hastanenin veya akıl hastanesinin olmadığından ve
olamayacağını söylemek ister. Hapishanesiz, hastanesiz,
tımarhanesiz bir toplum ütopyası ise başka türlü bir iktidar
üretim sürecine mutlaka angaje olmaya mahkumdur. O halde muhtemelen
yaşadığmıız sürece insanlar olarak altında
ezileceğimiz ve çoğu kez pozitif bir söylemle işleyen iktidarları
üretmeye mahkumuz.
Foucault'nun
iktidar perspektifinden baktığımızda bir tercih olarak
"ölüm oruçları" veya genel olarak her çeşidiyle
"intihar" belki de iktidarın beden üzerindeki tasallutuna
karşı en etkin direniş yoludur. İktidar bir kez bu
şekilde tanımlanınca bundan özgürleşmenin en geçerli yolu
kendi bedenini iktidar açısından işlevsizleştirmek,
işe yaramaz kılmaktır. Gerçekten de ölüm orucuna kendi
iradeleriyle katılan insanlar iktidarların işleyişine
karşı özgürleşmenin zirve noktasına ulaşma
fırsatını yakalamış olabilirler. Normal şartlar
altında içerde veya dışarıda iktidarın nesnesi
olmaktan başka bir varlık alanı olmayan bedenlerini devre
dışı bırakarak özgürlüğün tadını
çıkarabilirler. Böyle bakmaya devam edersek, devletin de (gerçi
Foucault'nun iktidarı devletle özdeşleştirilmeyecek kadar
yaygın bir şeydir) ölüm orucuna girişenlerin veya intihara
yeltenenlerin hareketlerine karşı neden bu kadar savunmasız
kaldığını başka türlü yorumlamamız gerekir.
Meselâ kendi bedenini teslim etmeyen insan iktidara en yumuşak
karnından saldırmış, tabiri caizse iktidarı onikiden
vurmuş oluyor diyebiliriz o zaman. Bütün toplumlarda, bütün ideolojilerde
ve bütün dinlerde intiharın günahların en büyüklerinden
sayılmasının başka ne anlamı olabilir? Veya tersinden
sorarsak, bütün ideolojilerin, dinlerin ve siyasal rejimlerin insan bedeni
üzerinde böyle bir düzenleme yetkisini elde bulundurmaktan başka ne
amacı olabilir?
Kuşkusuz
ölüm oruçlarının, böylesine özgürleştirici bir sonuçları
olsa bile, ne iktidarı böyle bir gözle görmeye ne de,
dolayısıyla, kendilerini böyle bir iktidara karşı
özgürleşmenin bir yolu olarak değerlendirmeye yatkın
görünüyorlar. Yine de, sınırları kesinlikle mevcut hükümet veya
devlet yapısını fazlasıyla aşan, onları da içine
alan bir söylemsel iktidarın kendi bedenlerine (tabiî ki aslında
kendi "bedenlerinin ıslahına") yönelik bir ehemmiyeti
fazlasıyla müdrik görünüyorlar ve bu ehemmiyetin arkasındaki
iktidarı daha fazla güçlendirecek bir biçimde kendi bedenlerine bir
şantaj imkanı olarak başvurabiliyorlar. Burada tekrar gibi
gelecek bir soru şu: "kendi bedenini bir şantaj malzemesine
dönüştürürken, iktidarın bedene yönelik ilgisini, ehemmiyetini neye
yormamız gerekmektedir?"
Tabiî
ki bütün bunlar Türkiye'deki hapishanelerin Foucault'nun hapishaneleri gibi
çalıştıkları taktirde ve çalıştıkları
sürece doğrulukları iddia edilebilecek şeyler. Oysa Foucault'nun
modern kurumlar hakkındaki bu genel tasvirleri; ancak hapishaneye
tıkılan insanlar veya hastahaneye yatırılan hastaların
hastalıklarını veya suçluluklarını kabul ettikleri,
dolayısıyla kendilerine yöneltilecek sağaltım
stratejilerine uysallıkla tâbi oldukları bir durum için geçerlidir.
Genellikle akıl ve tıbbî hastalıklar için mevcudiyetinden
rahatlıkla sözedilebelicek bir konsensustan dolayı ciddi bir
direniş olmamakla birlikte hapishaneler, sistemin meşruiyetinin
sorgulandığı her durumda, siyasi tutuklularla dolup
taştıkça tartışmaya konu olurlar. İşlevleri
tartışılır. Meşruiyeti tartışılır.
İnsan hakları boyutuyla tartışılır.
Etkililiği ve verimliliği tartışılır vs.
Suçluların bedenleri üzerinde bir gözetleme ve hizaya getirme
(Foucault'nun deyimleriyle disiplin ve cezalandırma) işleviyle
tanımlanan hapishaneler "örgüt eğitim yuvaları" veya
"Medrese-i Yusufiye" ler oluverir. "Adi Suçlular" için hiç
bir zaman yüksek sesle telaffuz edilmeyen "insan hakları",
"insanca muamele" en adi suçlardan daha gaddar terör olaylarına
bulaşmışsa bile siyasî tutuklular için gündeme gelir. Niçin?
Kuşkusuz herşeyden önce siyasal aygıtın gerçekten de bu
insanları kendine yönelik bir tehdit olarak görmesinden dolayı
hapishanenin "ıslah edici" işlevinden ziyade "intikam
alıcı" işlevine müracaat etmesinden kaynaklanıyor. Bu,
yaygın biçimde doğru olmakla birlikte siyasî tutuklunun hapishanede
bulunmasını gerektiren şeyin de zaten iktidar
aygıtıyla giriştiği rekabet olduğu ayrı bir
gerçek olarak hatırlanmalıdır.[2] Bu durumda hapishane olaylarının
çoğunda görüldüğü gibi hapishane mikro siyasi iktidarlar kendi
tebalarına (koğuş sakinlerine) karşı daha az
olmayacak bir despotizmin yatağı haline gelmektedir.
İktidarı mutlak anlamda yadsıyan bir şey
olmaksızın iktidar aygıtını kapma
yarışı sürdürülür gider. Süreç içinde ise Foucault'yu
doğrulayan pratikler tekrarlanır: siyasal aygıtın
mahkumlar üzerindeki gözetleme ve cezalandırma imtiyazı başka
siyasal aygıtlar tarafından paylaşılır;
ruhlarını iktidara (büyük şeytana) kaptırmış
mahkumlar kendi bedenlerini hangi (siyasal aygıta) küçük şeytana
satacakları konusunda iki arada bir derede kalırlar ilh
Bütün
bunlardan (özellikle ölüm orucunda hayatını kaybedenlerin ölümünden)
müşahhas olarak birilerini (ister devleti, ister içerdeki örgütü) sorumlu
tutmanı, birilerini aklamaya çalışmanın, sadece ölümü
kutsamak, bedenler üzerinde iktidarların tasallutunu
meşrulaştırmak ve Türkiye örneğinde içine girilmiş
iktidar aygıtını kapmanın çirkin mücadelesinde birilerini
kınarken birilerine yaranmak türünden tuhaf sonuçları olduğu
görülmektedir. Bütün bu çırpınışlar "iyi hapishane"
varsayımını güçlendirmektedir. Oysa iyi hapishane yoktur. Ama
iyi hapishane talebiyle hapishane, hastane ve tımarhane sayesinde ayakta
duran iktidara sürekli bir iman tazeleme vardır.
Devletin
veya örgütün (hatta hiçkimsenin) işine çok yaramayabilir ama Foucault'nun
Hapishane Tarihinden çıkarılacak sonuçlar bunlar. Foucault'nun
hapishanelerinin Bayrampaşa'nın neresine düştüğünü
varın siz hesaplayın.
[1]. İlk kez 1975
yılında Fransızca
yayımlanan bu eser 1977 yılında İngilizce'ye
çevrildi (Discipline and Punish: The
Birth of the Prison. Çev. alan Sheridan, Penguin Books). Türkiye'de uzun
yıllar İngilizce çevirisi okunduktan sonra 1992 yılında M.
Ali Kılıçbay'ın çevirisiyle yayımlandı, bkz, İmge
Yayınları, Ankara.
[2]. "Af" konusunun her gündeme gelişinde resmî yetkililerin ağzından duymaya alıştığımız sözler büyük ölçüde bu rekabet duygusunun yarattığı sendromlardan kaynaklanıyor. Adî suçlu-siyasi suçlu ayrımının işlendiği bu sözlerde, vatandaşın birbirine karşı işlediği suçların, hak ihlallerinin bir üçüncü taraf olarak, hatta bir hakem olarak "devlet" tarafından "affedilmesi"; buna karşılık devletin kendisine karşı işlenen suçların bu affın kapsam dışında bırakılmasının kolayca telaffuz edilebiliyor olması bile son derece dikkat çekicidir. Kendi vatandaşının bedenine mkaşı işlenen suçu kendi bedenine karşı işlenen suçtan daha kolay afefedebiliyor olması, modern ulus-devlet yapısının basit bir refleksinden kaynaklanıyor. Vatandaşların bedensel varlığını kendi bedensel varlığına adanmış, kendi eli ayağı gibi algılayan bir refleks; devleti aşkın ve kutsal gören bir yaklaşım "dvelete karşı işlenen suç"u her çeşit suçun üstünde görmek durumundadır. Nitekim Foucaul cezalandırma sistemlerinin tarihini anlatırken 18. yüzyıla kadar Kraliyet hükmü altında süregelen uygulamaların mantığını şöyle ifade eder: "O zamanlar suç Kral'in şahsına yönelik bir saldırıdır; çünkü yasanın gücü Kral'ın gücüdür." Bu koşullarda, "siyasi suçl"la "adi suç" arasındaki ayrım nispeten daha bulanık olacaktır. Her suç, "Kral'ın bedeni" olarak tasarlanan bir mülkte düzensizliğe yol açtığından ve yasanın kaynağı olan Kral'ın iradesini taciz ettiğinden, biraz politiktir de. Ancak zaman içerisinde giderek daha çok sayıda suç, önce toplumsal sözleşmenin ihlali, daha sonra toplumsal bünye içerisindeki unsurlardan birinin ıslah ya da tedavi edilmesi gereken hastalıklı bir davranışı ya da mekanizmanın tamir edilmesi gereken bir kusuru olarak görülmeye başlar. Foucault'nun hikayesi de suç ve cezanın bu yeni tanımını anlamlandırmayı hedefler. Foucault'nun hapishanelerinin türkiye'de ve çağdaş dünyadaki hapishane uygulamalarına bir uyarlaması için Defter Dergisi'nin "Hapishane" özel sayısına bakılabilir. Özelde de bkz. Nurdan Gürbilek, İskender Savaşır, "Foucault'nun Hapishanelerine Giriş", Defter, sayı: 9, 1989, ss. 9.