Eğitim Sempozyumu, 1997, Konya.
TÜRKİYE'DE EĞİTİM
SİSTEMİ, SİYASET VE MODERNLEŞME
ÜZERİNE BAZI MÜLÂHAZALAR
(Prof.
Dr. Seyit Mehmet Şen'in Eğitimde Sistem Arayışı
başlıklı tebliğinin müzâkeresi)*
YASİN AKTAY**
Sayın Şen'e güzel
tebliğinden dolayı teşekkür ediyorum. Türkiye'de eğitimin
durumu ve sorunlarıyla ilgili oldukça cesur teşhis ve tespitlerde
bulunuyor. Günümüzde siyaset ile eğitimin böylesine içiçe geçmiş
olmasının dayattığı sorunlar gözönünde
bulundurulduğunda teşhis ve tespitlerinin önemli bir
kısmına katılmamak mümkün görünmüyor. Sayın Şen,
teşhis ve tespitlerle kalmamakta eğitimle ilgili meselelerin çözümü
için de ciddi öneriler getirmektedir.
Sayın
Şen'in kapsamlı sayılabilecek çözüm önerilerinin teknik
tarafının değerlendirmesini işin daha meslekten ehillerine
bırakmak istiyorum. Onun yerine ben Sayın Şen'in
"eğitim", "gelişme/kalkınma" ve
"iktidar ilişkileri ve özgürlük sorunu" ile ilgili
söylediklerine katkı sayılabilecek bir kaç mülâhazada bulunmak
istiyorum.
ULUS-DEVLET,
EĞİTİM VE BİREY
Birinci
mülâhazam devletin eğitim sürecine müdahelesinin mahiyetiyle ilgili
olacak. Sayın Şen'in de yer yer vurguladığı gibi
uygulamadaki eğitim sürecinde, en
temel ve en doğal insan hakları açısından vazgeçilemez olan
"bir insanın kendi çocuğu üzerindeki vesayet hakkı"
reddedilmektedir. Bir babaya âdeta "sen çocuğu devlet için ve devlet
adına yapacaksın; yaptığın çocuğu belli bir
yaşa kadar yetiştirip devletine teslim edeceksin, ona sakın ola
kendi kafandan kendi istediğin tarzda bir terbiye vermeyesin"
denilmektedir. Böylece eğitim devletin çocuk üzerindeki vesayetinin
tekelci kurumlaşmasına dönüşmektedir. Ebeveyn "devletin
çocuklarının" dadısı durumuna düşürülmekte;
devlet tarafından eğitilecekleri yaşa kadar onları besleyip
büyütme hizmetini devlet adına ve devlet için deruhte etmektedirler.
Kuşkusuz
eğitim sisteminin altında yatan bu düşüncenin, Türkiye'deki
eğitim sisteminin bir özzelliğine indirgenemeyecek kadar geniş
bir yayılımı vardır. Bu bizzat modern devlet-birey
ilişkisiyle alakalı, modern ulus devletin kendini ve kendine tâbî
vatandaşı tanımlama biçiminin gerektirdiği bir durumdur.
Modern-ulus devlet modernleşmenin siyasal düzeydeki bir
yansımasıdır. Doğası itibariyle tekçidir.
Tekçiliğinin temel sebebi hakikatin tek olduğunu, ve bu tekil hakikate
de Aydınlanmış bir
zümre tarafından ulaşılmış olduğunu
varsaymasıdır. Kendini aydınlanmış gören zümre,
karanlıkta addettiği insanlara bu aydınlığı zorla
da olsa ulaştırmanın meşrûiyetini ve
haklılığını kendinden naklederek uygulamaya
kalktığında, siyasal düzeyde "halka rağmen halk
için" sloganıyla özdeşleşmiş bir jakoben megalomaniyi
somutlaştırmaktadır.
Sözkonusu
aydınlanmış despotizmin, siyasal düzeydeki tezâhürü olan modern
ulus-devletin tüm reflekslerinin geleneksel erkek refleksleri olarak
işlediğini gösteren Carol Delaney'in Türkiye'deki popüler bilincin,
modern ulus-devletin eğitim politikalarıyla ilişkileri
içerisinde ne tür komplikasyonlara açık olduğunu örneklediği
kültürel antropolojik çalışmasına değinmeden geçmemek
gerekiyor. Delaney'e göre tekçiliğin (monizm= tek hakikat, tek yönetim,
tek eğitim, tek vücut) siyasal nesnesi gibi eğitim nesnesi de bir
dişi olarak görülmektedir. Ulus-devlet içinde "ülke"
kavramının işlevi neredeyse bu erkekçi siyaset tasavvurunun
kıskanç tabiatının dışavurumunu sağlamaktır.
Belli sınırlarla kapatılmış bir bölgenin tek bir
siyaset öznesi tarafından ekilmesi temin edilmek zorundadır. Zira
kimin ne ektiğinin bilinmediği bir tarlada ürünün sağlıklılığından
veya sâfiyetinden sözedilemeyecektir. Bu tasavvurla belirlenmiş
ulus-devlet, kendi tarlası olarak "ülke"yi görmekte; kendi
vatandaşlarının başkalarının mahsulü haline
gelmesine karşı tedbirlerini alan bir siyasî aklı
kurumsallaştırmaktadır. Eğitim üzerinde, işte bu
politik namusun temini için durulmaktadır. Son derece
kışkırtıcı yaklaşımıyla Delaney'e göre
eğitimin "tek"leştirilmesi kaygısı, sözkonusu
erkekçi tabiatın dişisine yönelik kıskançlığına
dayanmaktadır.[1]
Böylece
eğitim birliğinin, devletin erkek iktidarının sâfiyetini
sağlayacağı düşünülmüşür ve bu modern-ulus devlet
yapısının geçerli olduğu her yerde aynı şekilde
ortaya çıkmış, bir çeşit erkeksi refleks olmuştur.
Kuşkusuz böylesi bir anlayışın insan özgürlüğü
üzerindeki olumsuz etkilerini daha erken farketmiş olan diğer modern
ülkelerde de, modernleşmenin doğal bir sonucu olarak
gelişmiş bir reflekstir bu. Genel anlayış şu
olmuştur: Tekçi bir eğitimde, babalarının elinden
alınan çocuklar "devletin çocukları" haline getirilmektedir
ve bütün ülkenin bütün çocukları kız/erkek ayrımı da
yapılmaksızın aynı terbiyeden ve eğitimden
geçirilerek devletin komutlarına âmâde kullar hâline getirilmektedirler.
Dolayısıyla modernleşmenin bir ürünü olan ulus-devletlerin
eğitim sistemleri özgür bireyler yetiştiremez, paradoksal bir biçimde
ancak "kullar" yetiştirebilirler. Esasen saltanatın
"teb'asından" veya "uyruğundan", Cumhuriyetin
"yurttaş"ına geçişin, en azından mantıksal
olarak, tamamlanması, ancak eğitimin bir "teb'a" yaratan
mekanizmasının, "özgür birey" in önünün
açılmasıyla mümkün olduğunu kaydetmek gerekiyor.
BEDEN
EĞİTİMİ LÜKS MÜ?
Buradan bir
başka mülâhazaya geçmek istiyorum. Sayın Şen, beden eğitimi
derslerine mevcut eğitim sistemi içinde bu kadar yer verilmesinin hiç bir
izahı olmadığını söylüyor. Hakikaten yaptığı
güzel karşılaştırmaların da ortaya koyduğu gibi,
değer ve maneviyat açısından, hatta işlevleri
bakımından çok daha önemli derslerle
karşılaştırıldığında, "beden
eğitimi" dersleri üzerinde görece daha yoğun bir vurgu hemen
göze çarpıyor. Ancak bunun hiç bir izahı olmayacağını
söyleyerek başlamak bir sosyolog olarak bana uymaz. Sayın Şen'in
hoşgörüsüne güvenerek bir izah getirmeye çalışayım:
Az önce
belirttiğim gibi kuşkusuz çoğu kez telaffuz etmeksizin kendini
bir erkek bedeniyle özdeşleştirmiş olan ulus-devlet, salt bu
tasavvurundan dolayı da olsa, beden üzerinde her zaman için güçlü bir
ilgiye sahip olmuştur. O kadar ki,
ulus-devletin tüm varoluş modlarıyla erkek bedeninin varoluş
modları arasında bire-bir paralellikler bulunabilir; siyaset
aygıtının nesnesi olan alanla (vatandaşlar topluluğuyla)
birlikte kendisini bir "beden" olarak tasavvur etmiştir. Bu
siyasal beden tasavvuru her ne kadar Aristo'dan bu yana bütün siyasal
iktidarların başvurdukları bir metaforsa da, Durkheim'in organik
toplumunun önplana çıkardığı bireysel sorumluluklar çerçevesinde,
vatandaşlar olarak tanımlanan bireylerin, bir yandan sözkonusu
siyasal bedenin erkil doğasının nesneleri, bir yandan da o
bedenin birer organı olarak telakkî edilmeleri, denilebilir ki, eski
zamanlarla karşılaştırıldığında bedeni
çok daha fazla önplana çıkarmaktadır.
Aslında
hikaye biraz daha derinlerde yatar. Modernleşmeyle birlikte tüm
önceliklerini maddî unsurlara kaydıran siyasal aygıt, kendi
iktidarının doğrudan doğruya insanların veya
vatandaşların bedenleri üzerindeki nüfûzuyla ölçülebileceğini
hissetmiştir. O yüzden, bütün modern devrimlerin öncelikle maddî
düzeydeki, doğrudan doğruya insan bedeni üzerindeki tezâhürde
ısrar edişleri çok anlamlıdır. Çünkü iktidarın bütün
anlamının insan bedenlerini belli şekillere sokmak, belli
kışlalarda, yurtlarda, eğitim kurumlarında, hastanelerde ve
hapishanelerde disiplin altına alıp hizaya sokmakta
yattığını keşfetmiş olan siyasal özne,
"normal", "sağlıklı", "masum" ve
"kültürlü" insan bedenlerini idealize eden, "hasta",
"deli", "suçlu" ve "yaban" bedenleri de
dışlamak üzere işe koşulmuş olan psikiyatri, pedagoji,
psikoloji ve kriminolojinin bilimsel ilgisiyle aynı kökene ait
olmuştur. Bu köken, yani siyasal bedene paralel olarak bireysel bedenlerin
denetimini sağlayan ilişkiler bütünü, iktidar hiyerarşilerinin bilgi, dil ve anlam düzeyindeki
kuruluş ve işleyişinin en önemli ve çarpıcı
vasatını oluşturur.
Aslında
bu konudaki soru şu şekilde de sorulabilir. Modern dünyada
alışık olduğumuz biçimiyle düşünüldüğünde, bütün
siyasal iktidarların, hatta bütün ideoloji ve dinlerin insan bedenini bir
şekilde denetim altına alma çabasından başka ne
amaçları olabilir ki? Sağlam kafa ile sağlam vücut arasında
kurulan neredeyse zorunlu paralellikler bu açıdan bakıldığında
salt Türkiye'ye özgü bir bakış açısının ürünü
değildir.[2] Modern bir
bakışaçısının ürünüdür ve insan bedenini siyasal
bedene katma stratejilerinin bir şekilde spordan;
tanımlanmış bir vücut standardına ulaşma
yollarından geçeceğini ilan etmektedir. Zeki, çevik ve ahlaklı
kişilik, bir bakıma tamamen maddî olan spor etkinliğinin
gerektirdiği disiplinli çabanın bir hasılası olacaktı.
Burada Cumhuriyetin tercihlerinin maddî öncelikleri dolayısıyla,
maddî insan bedeninin disiplini yoluyla nasıl bir maneviyat lazımsa
onun sağlanabileceği varsayımıyla hareket edilmiştir ve bu da, cumhuriyetin temel
bileşenleri açısından, oldukça tutarlı bir tutum
olmuştur. Bu açıdan bakıldığında,
kılık-kıyafet devrimleri, tekke ve zaviyeler hakkındaki
kanun, soyadı kanunu ve tevhid-i tedrîsât kanunu gibi düzenlemelerle okullardaki
yoğun beden eğitimi tedrisâtı arasında birbirini
tamamlayıcı bir ilişki var olmuştur. Yeni bir eğitim
sistemi önerisinde bulunulacaksa mevcut siyaset erkinin bireylerin bedenleriyle
kendi bedensel varoluşu arasındaki gerektiricilikten ne kadar vazgeçmeye
eğilimli olduğunu sorarak veya bu gerekirciliğin insan
hakları açısından muhtemel îmâları veya zararlı
sonuçlarına dair eleştirel bir vurguyla işe başlamak
gerektiğini düşünüyorum. aksi taktirde bu anlayış
çerçevesinde, mevcut programlar baz alındığı taktirde,
beden eğitimi derslerine vurgunun az bile olduğu söylenebilir.
Nitekim beden eğitimi dersleri, diğer derslere kıyasla bir nevi
angaryadan sayılmakta; öğrenciler bu dersleri bir çeşit boş
zaman etkinliği olarak algılamakta; bu derslere genellikle branş
hocaları, yine diğer derslere görece olarak daha, daha az
bulunabilmektedir.
(POST)MODERN
DÜNYADA AHLAK SORUNUNU
HANGİ
EĞİTİM SİSTEMİ ÇÖZEBİLİR?
Üçüncü bir
mülâhazam Sayın Şen'in eğitimin bugünkü durumuyla ilgili olarak
çizdiği tablonun, modernleşmenin değişik
boyutlarını gözönünde bulundurduğumda bana ihsas ettirdiği bazı
çağrışımlarla ilgili. Sayın Şen'in eğitimin
durumuyla ilgili çizdiği tablo, gerçekten de karamsar olmayı
gerektirecek kadar vahim. Vahim, çünkü bu tabloyu sayın Şen'in veya
herhangi bir eğitim sistemi önerisinin düzeltmesi mümkün gözükmüyor.
Şayet durum Sayın Şen'in tasvir ettiği gibiyse, sâir siyasî
ve toplumsal koşullarından veya bağlamlarından
yalıtılmış hiç bir eğitim sistemi reformu veya reform
önerisi kurtarıcı olamayacaktır. Çünkü mevcut eğitim
sistemindeki olumsuzluklar öyle bir sistemi alıp yerine
başkasını monte etmek suretiyle değiştirilebilir
türden değil. Sözkonusu edilen olumsuzluklar, yani eğitimde
kalitesizlikler, eğiticimlerin belli bir amaç ve gayeden uzak olmaları;
karşılaştıkları maddî sorunları eğitime
zorunlu olarak yansıtmaları, eğitim ve siyasal erk
arasındaki kısırlaştırıcı etkileşimler
vs. ancak siyasal ve zihinsel iklimdeki radikal ve küresel çaptaki
değişim ve dönüşümler sayesinde giderilebilir. En önemlisi,
sayın Şen'in yeni bir eğitim sistemini önermek için bulduğu
gerekçelerin çoğu etik bir temele oturmakta, mevcut eğitim sistemini
etik bir temelde yargılamaktadır (Kuşkusuz eğitim
sisteminin teknik işleyişi ile ilgili de bir çok şey
söylemektedir, ama ben kendi mülâhazalarımda o alana girmemeyi seçmiştim). Oysa modernliğin ileri aşamalarına doğru yol
aldığımız, adına postmodern de denilebilen şu
zamanların en önemli karakteristiklerinden birisi, herhangi bir ahlâkî
zemini ciddiye almanın zeminlerini yıkmış
olmasıdır. Aslında paradoksal bir biçimde ahlâka çokça ihtiyaç
duyduğu halde, postmodernizm bu yönüyle ahlâkı imkansız da
kılmaktadır. Açıkçası modern dünya aynı zamanda da eğitim
sorununu tartıştığımız bu dünya belli evrensel
ahlâk ilkelerine ve değerlerine inanılması için gereken her
zemini yıkmıştır. O kadar ki, kendi ilkelerine ve
değerlerine inanılması için bile iyi bir neden
sunamamaktadır artık.[3] Bu durumda daha iyi bir eğitimi
sağlayabilecek herhangi bir ahlâkî ve manevî zemini bulmanın gitgide
imkansız hâle geldiğini görebiliriz. Sayın Şen'in ahlakî
bir zemine oturan tekliflerinin çoğu, modern dünyanın bu
tabiatına karşı nasıl başedebilecekleri, kime ne
söyleyecekleri, kiminle ne paylaşabilecekleri açısından test
edilmek zorundadır. Bu tekliflerin mevcut küresel sistemin zihniyet ve
yaşayış temellerine salt bir eğitim sistemi önerisi
olarak eklenmesinin zor olduğu görülmelidir. Sayın Şen'in
işaret ettiği sorunların büyük çoğunluğu iki yüz
yıldır yaşanmakta olan modernleşme ve giderek postmodernleşme
sürecinin geri alınamayan sonuçları olarak görülmelidir.
Kuşkusuz, bu, bu sonuçların olduğu gibi kabul edilmesi
gerektiği anlamına gelmiyor. Aksine belli bir
bakışaçısından kaynaklanabilecek güçlü bir eleştirel
yaklaşım sürekli tahkim edilerek ve beslenerek bu sonuçların bir
kader olmadığı ortaya konulabilir. Ancak ortaya konulacak
yaklaşımın bu gelişmeleri salt bir ülkedeki yönetim ve
uygulama becerisizliklerinin bir ürünü olarak görmesi meselenin önemini
hafifletebilir.
Özetle
sayın Şen'in eğitim sistemiyle ilgili eleştiri ve önerileri
katılınmayacak gibi değil. Ancak küresel bir sistem ve
modernleşme veya postmodermleşmenin tahlil ve eleştirisiyle
tamamlanmadığı taktirde eksik; hatta salt bir temennînin
kaderine mecbur kalabilecektir. Modernleşmenin özellikle Türkiye
örneğinde almış olduğu şekil belli bir eğitim
sisteminin oturması için gerekli ahlâkî ve manevî motivasyonu neredeyse
tamamen yok etmiştir. Hakikaten basit bir eğitim sosyolojisi gözlemi
bugünkü eğitimde en eksik olan şeyin bu motivasyon olduğunu
ortaya koyabilir. İnsanlar ne için, hangi ulvî amaç için eğitimin
meşakkatli yoluna katlanabileceklerdir? Mevcut sistemin sunduğu hiç
bir maddî ödül bu motivasyonu sağlayabilecek gibi görünmüyor. Eğitim sürecinin
moral motivasyonları yok edildiğinde geriye günü kurtarma
endişesinin oportunist motivasyonları kalır ki, sayın
Şen bu motivasyonlarla belirlenmiş bir eğitimin durumunu tasvir
etmektedir. Türkiye'de özellikle orta öğretimde kaliteyi artırıcı
bir etken olarak sözkonusu moral motivasyonun geçerli kaldığı
kurumların da kapanma arayışları, bence mevcut eğitim
sisteminin, kalite artırma gibi bir endişeden ziyade hâlâ en kaba bir
modernleşme çizgisini izlemekten bir arpa boyu yol katetmemiş bir
iktidar anlayışı ve endişesiyle işlediğini göstermiştir.
Bu da, modernleşmenin Türkiye'ye, hatta tüm Batı-dışı
ülkelere özgü yüzünü göstermektedir. Yoksa Batı'da Max Weber'in büyük bir
yetkinlikle gösterdiği gibi kalkınmanın en önemli sâikleri bizzat
din (Protestanlık) kaynaklı olmuştur. Batı sekülerleşmesi
dini motivasyonlarla bu şekilde değil de, doğrudan bir mücadele
havası içerisinde gerçekleşmiş olsaydı büyük bir ihtimalle
ne kapitalizm ne de genel olarak modernleşme ve kalkınma bugünkü
seviyesini yakalayabilirdi.
* Gençlik Eğitim Kurumları
tarafından düzenlenen "Özel Öğretim Sempozyumu", 01-06
Eylül 1997, Konya.
** Dr. Yasin Aktay, Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü.
[1]. Ulus-devletin siyasî anlayışı
ile cinsel metaforlar arasındaki paralliklerin özellikle Türk
modernleşmesi ve siyasal hayatına uyarlanmasıs için bkz. Carol
Delaney, 1984, Seed and Soil, Symbols of
Procreation-Creation of a World (An Example from Turkey), Yayımlanmamış
doktora tezi, Chicago Üniversitesi.
[2]. Nitekim, sosyalist ikonografideki işçi
motiflerine veya nazi ikonografideki Alman genci motiflerine bir
bakılması, ulus devlet yapılarının son derece ileri
örnekleri olarak bu durumu ortaya koyabilir. Genellikle bir elinde çekiç bir
elinde İngiliz anahtarı
atletli, bütün pazuları atletten fırlayacakmış gibi
resmedilen işçi, bu haliyle bir genel geçer bir işçi imajından
daha ziyade "dünyayı kurtaran mesihi kahraman (hero)"ya gönderme
yapan bir atletik sporcuya benzemektedir.
[3]. Modern veya postmodern durum içinde
ahlâkın konumu ve belli bir ahlâkî tutumun paylaşılabilme
ihtimalleri üzerine bkz. Ross Poole, Ahlâk
ve Modernlik, Türkçesi Mehmet Küçük, İtanbul: Ayrıntı, 1993.