Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!
 
TANGOWEB
 

Referanslar

http://come.to/tangoweb

Kaynaklar
 

K O N U L A R 

ANA MENÜ
ULUSLARARASI TERÖRİZM
OSAMA BİN LADEN BİN MUHAMMED
ULUSLARARASI TERÖR ÖRGÜTLERİ
ULUSLARARASI TERÖR ÖRGÜTLERİ - TÜRKÇE -
ÜLKE ETÜDLERİ
T Ü R K İ Y E
KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ
YUNANİSTAN
BATI TRAKYA
ERMENİSTAN
GÜNEY KIBRIS RUM KESİMİ
I R A K
KUZEY IRAK
İRAN İSLÂM CUMHURİYETİ
RADİKAL İSLÂMİ HAREKETLER
SURİYE
FİLİSTİN
ALEVİLİK
AZINLIKLAR
ASURİLER, KELDANİLER, YEZİDİLER
KAFKASYA, ORTA ASYA,   TÜRK DÜNYASI
ASYA, ORTA DOĞU, ATLAS, KÖRFEZ ÜLKELERİ
İSTİHBARAT VE GÜVENLİK KURULUŞLARI
TÜRKİYE'DEKİ  DİPLOMATİK MİSYONLAR
ULUSLARARASI  KURULUŞLAR
DİNLER, MEZHEPLER, TARİKATLAR
ANARŞİZM - ANARŞİSTLER
BİZANS, PONTUS, KIBRIS, ANTİ-TÜRK
ORGANİZE SUÇLAR
ÖNEMLİ GÜNLER
YAZILAR
FORUMLAR
ÇEŞİTLİ
INTERNET MEDYA

D O W N L O A D

 
GÜNCEL
ABD'NİN TERÖRLE
TANIŞTIĞI GÜN
EN ÇOK ARANAN
22 TERÖRİST
OSAMA BİN LADEN, AFGANİSTAN, TALİBAN
PROFİLLER
OSAMA BİN LADEN
  Video Bantın Çözümü
  Veda Mesajı
 
GÜNEY ASYA TERÖR ÖRGÜTLERİ
HİNDİSTAN VE PAKİSTAN'DA 
 FAALİYET GÖSTEREN
TERÖR  ÖRGÜTLERİ
 
GÖRÜŞ, ÖNERİ VE KATKILARINIZ İÇİN
tangoweb@hotmail.com
   
Kuruluş 30 Ağustos 1999
Güncelleme 24 Mart 2002
 
 
 

IRAK ARAŞTIRMASI

 
 
 

IRAK ARAŞTIRMASI

TÜRKİYE’NİN IRAK KONUSUNDA TEMEL PARAMETRELERİ VE BAZI SAPTAMALAR

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana izlediği Irak ve Orta Doğu politikaları incelendiğinde, süreklilik göstermektedir. Türkiye’nin Irak konusunda bugüne kadar sergilediği tutum şu esasları ortaya koymaktadır:

Irak’ın toprak bütünlüğü vazgeçilmezdir.

Irak merkezli tartışmaların tek zemini uluslararası hukuk olmalıdır.

Türkiye’nin Irak sınırları cetvelle değil, stratejik gerçeklere göre çizilmiştir. Dolayısıyla sınırların korunması ve hiçbir şekilde değiştirilmemesi önemlidir.

Türkiye’nin Irak konusuna bakış açısı dünyadan ekonomik yardım alma veya dış dünyadan destek sağlamak amacı ile sınırlı değildir.

Türkiye’nin çıkarı “Türkiye’nin doğusunun güveliğinin Musul ve kuzeyinin istikrarlı olmasına bağlı olduğu” saptamasına dayanmaktadır.

Türkiye’nin Irak konusunda bugüne kadar asla kendi çıkarlarına uygun olmayan bir adım atmamıştır.

Irak’a yapılacak hiçbir harekat Irak’ın toprağını işgal amacı taşımamalıdır.

Harekat Irak’a veya Irak halkına karşı değil, onu ezen Saddam rejimine karşı olmalıdır

Irak’ın geleceğine Irak halkının karar vermesi, bugüne kadar Irak halkı böyle bir sorumluluk üstlenmediği için isabetli olmayacaktır.

Irak’ta merkezi sistemin, her ne biçimde olursa olsun sürmesi gerekmektedir. Irak’ın geleceğine yönelik fikir jimnastiklerinde bölgede istikrara ve refaha duyulan büyük gereksinim esas alınmalı ve Bağdat’ta bir merkezi otoritenin olması temin edilmelidir.

Türkiye demografik hinterlandı, tarihi misyonu ve temsil ettiği ilkeler nedeniyle batı ittifakından ve uluslararası toplumdan lazım gelen desteği ve dayanışmayı görmelidir.

Türkiye’nin yeniden kurulacak Irak’ta aktif olması, siyasi etkinlik, iktisadi ve ticari gücü ile dış güvenliği perspektiflerinden hareketle “Basra çıkışına” ulaşması ve Avrasya’nın kritik enerji nakil güzergahlarında daha etkin olmasını mecburi kılmaktadır.

Bu durumda Türkiye; Kafkasya, Balkanlar, Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Ege coğrafyalarında sahip olduğu önemin yanında bunu tahkim eden Türk boğazları, Fırat ve Dicle gibi jeo-stratejik, Yumurtalık, Hazar ve Kabil gibi ekostratejik avantajlara Basra’yı da bir bütün çerçevesinde ekleyecektir.

IRAK’IN PARAMETRELERİ VE BAZI SAPTAMALAR

Irak konusunda bir çalışması yapılması için yanıtları bilinmesi gereken ve sonucu belirleyecek nitelikteki soruların başında “Iraklı” ve “Irak Devleti” kimliklerinin tanımı gelir.

Her ne kadar günümüzde de tarihte de tek tip bir Iraklıdan söz edilemezse de bazı ortak noktalar sonucunda birtakım ortak veriler ortaya çıkmıştır. Iraklı korku içerisinde yaşar. Onun için devletin bütün organları kendisine ve ailesine zarar verebilecek niteliktedir. Iraklı komşularına da güvenemez. Çünkü komşuları onun aleyhinde hareket edebilir. Iraklı için komşu ülkeler de uluslararası düzen de büyük birer tehdittir. Çünkü, onlar kendi çıkarları peşinde koşan ve onun hayatına değer vermeyen adreslerdir.

Iraklının güvenebilecekleri, sadece yakın kan bağı bulunan kimseler ve bağlı olduğu aşirettir.

Bir Iraklı açısından Türkiye’nin resmini çizmek kolay değildir. Çünkü Türkiye, onun gözünde;

Osmanlı İmparatorluğudur,

Kerkük ve Musul’u kendi toprağı haline getirmek istemektedir.

Tarihi boyunca Araplara ve İslam’a zarar vermiştir.

İslam’ın ve bütün Müslümanların düşmanı İsrail ile işbirliği içerisindedir.

Türkiye’yi perde gerisinden Yahudiler yönetmektedir.

Çok kuvvetli bir ordusu vardır.

Türk milliyetçisi bir devlet idaresi vardır.

Özgürlükler son derece geniştir.

Yaşam standartları ve refah düzeyi çok yüksektir.

Herkesin istediğini yapabilme ve zengin olma şansı vardır.

Bir ayağı Avrupa’da olan bir ülkedir.

Sınırı geçen herkesin Avrupa’ya göç etme şansı vardır.

Türkiye’de yaşamak ileride Avrupalı olmak anlamındadır.

Irak vatandaşı olmak yerine Türkiye Cumhuriyeti uyruğunda olmak çok daha iyidir.

Çanak antenler aracılığı ile izlenilen Türk televizyonlarına göre Türkiye “Amerika gibidir”

Bütün bu unsurlar, Iraklının Türkiye bakış açısının temel taşlarıdır. Bu yüzden bugün hiçbir Iraklı Türkiye’ye duyduğu korku ve kıskançlıkla karışık duyguları açıklıkla ortaya koymaz. Onun yerine saygılı ve mesafeli olmayı tercih eder. Okulda verilen Türk düşmanlığı kuvvetlidir. Buna karşılık Türkiye’nin önemli bir cazibe merkezi olması hayatta kalmanın sanat olduğu Irak’ta halk için dikkat çekicidir.

IRAK’IN DEVLET YAPISI

Irak’taki mevcut rejim 1968 yılında darbe ile kuruldu. Sosyalist Arap Baas Partisi iktidara gelince ilk iş olarak, bugüne kadar güvenliğini sağlayan sistematiği hayata geçirdi.

Bağdat rejiminin dört sac ayağı var. Birincisi sisteme hayat veren ve her şeyden üstün olan Baas partisi. İkincisi güvenlik örgütleri ve üçüncüsü ise ordu. Bu sistematik Saddam'ın 1979 yılında cumhurbaşkanı olması ile birlikte, sistemi kuvvetlendirdi. Saddam sosyalist ülkelerin yönetim, sistem ve deneyimlerinden yararlanarak, istihbarat ve parti teşkilatlarını yeniden örgütledi.

Irak’taki sistematiğin en kısa özeti şöyle formüle edilebilir: Başta her şeyi gören ve her şeye tek başına karar veren Başkan. Başkanın arkasında onu destekleyen ve koruyan parti, istihbarat ağı ve ordu. Başkanın devamlılığını sağlayan parti, istihbarat ağı ve orduyu besleyen aşiretler. Aşiretleri destekleyen ise Başkandır.

Personeli Doğu Almanya, Romanya ve Bulgaristan'da eğitti. Bu ülkelerin kamuya ve bireye baskı deneyiminden daha çok yararlanmak için, uzmanlarından Irak istihbarat teşkilatları ve diğer güvenlik birimlerinde yararlandı. Saddam bu sayede bir taraftan birey, kamu ve devlet arasındaki köprüleri yıktı, diğer taraftan her üç zeminde de kendine yabancılaşmayı körükleyerek, geriye dönüşü imkansız kıldı. Dolayısıyla Irak’ta başka partilerin kurulması, sivil toplumun oluşması, lider gelişimi ve muhalif hareketlerin taban bulması olanaksız hale geldi.

Bu nedenle Saddam sonrası düşünce egzersizlerinde Irak toplumunun bir lider üretmesi kadar aynı rejimin çıkaracağı bir başka isim üzerinde durmak ta isabetli olmaz. Çünkü bütün Irak içerisinde bütünü kontrol edecek güce sahip isim olarak sadece Saddam’ın oğulları Uday ve Kusay dikkat çekiyor. Aralık 1996'da Uday’ın bir suikast girişiminde sakat kalmasından bu yana Kusay ülkenin gizli başkanı gibi görülüyor. Mayıs 2000’de Kusay Baas Partisi yürütme Konseyi üyeliğine ve Askeri Büro Başkan yardımcısı görevine getirildi.

Ağustos 2000’de Silahlı Kuvvetler Başkomutan Yardımcılığına atanan Kusay, rahatsızlanan Devrim Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı İzzet İbrahim EL-Duri’nin yetkilerine devraldı. Bu haliyle sistemin iki numaralı ismi haline gelen Kusay, aynı zamanda alınan gizli bir kararla olağanüstü durumlarda Saddam Hüseyin’in vekili konumuna geldi. Kusay şu anda istihbarat ve güvenlik teşkilatları, Cumhuriyet Muhafızları ile Saddam’ı ve sarayı koruyan bütün özel koruma örgütlerinin başında.

Bu noktalardan hareketle şunu kabul etmek gerekiyor: Sadece Saddam karşıtları değil, Saddam da Saddam sonrası dönemde Irak için çalışmalar yürütüyor.

Kuşku yok ki, Irak’ta kalıcı bir çözüm için muhakkak ağır ekonomik buhranı aşacak ve birey, kamu ve devlet arasında olmaması dahi sorgulanmayan köprüleri kuracak bir yaklaşım gerekiyor.

MEVCUT SİSTEM

Bu arada Irak’ta devlet yapısının da dikkate alınması gerekir. Irak’ta devlet; Saddam, BAAS, istihbarat, ordu ve sadık aşiretler üzerine kuruludur. Mevcut yapının özellikleri şöyle görülebilir:

Sistemde toprak, refah, inanç, vatan veya bayrak gibi bir ortak payda yoktur.

Sistem korkuya ve güvensizliğe dayalıdır.

Sistemde ortak payda baskıdır.

Sistemde üst düzey kadar taban da Saddam’a inanmakta ve/veya Saddam hakkında çıkan haberleri, söylentileri dikkate alarak batının atacağı adımları görmeye çalışmaktadır.

Sistemin yapısı dedikodu ve söylentilere duyarlıdır.

Sistem halkı ve kamuoyunu yok farz etmesi ve İran-Irak Savaşı, Kuveyt’in işgali, Körfez Savaşı ve sonrasında yaşanan gelişmeler, Irak’ta devleti halktan fazlasıyla koparmıştır.

Sistemin avantajı herkesin herkesi kontrol etmesi olsa da, fakirlik, ölüm korkusu ve insani hırslar risk almayı gerektirmektedir.

Sistemde aşiret bağları belirleyicidir.

Sistemde yer alan ve şartlanmışlığın sonucu Saddam Hüseyin’e inanan çevrelerde Bağdat’a ilişkin ahlak ve sağlık zeminli haberler üzüntü ve kaygı yaratmaktadır.

Bağdat’taki son gelişmeler en özet haliyle;

Saddam’ın yerini küçük oğlu Kusay’a bırakmayı tasarladığını ortaya koymaktadır. Son iki yıldır adım adım gerçekleştirilen yetki devirleri de buna işaret etmektedir. Dolayısıyla çalışmada Kusay’a da ağırlık verilmelidir.

Irak’ta devlet egemen olan aile, aşiret ve akrabaların kişisel çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi hedefine dayalıdır. Dolayısıyla Bağdat’taki egemen kesim açısından ülke çıkarları ve ulusal çıkarlar, ancak hükümran olanların çıkarlarına uygun olduğu ölçüde desteklenebilir.

Bu noktada Irak’ta sade vatandaş ile ayrıcalıklı kesimin mensupları arasındaki yaşam standardı farkı insani boyutu ön plana çıkartılarak ele alınabilir.

IRAK DEVLETİ-IRAK MİLLETİ ÇATIŞMASI

Irak devletinin statüsü ve yapısı, kurucu meclisin hazırladığı, Irak Kralı Birinci Faysal’ın anayasasından sonra yayınlanmış olan 21 Mart 1925 tarihli anayasayla tespit edilmiştir. Aslında bu anayasanın ilk şekli, manda idaresinin hazırladığı 1921 taslağıyla tespit edilmiş ve Irak’ta milliyet, din veya dilden kaynaklanan farkların kabul edilemeyeceğini hükme bağlamıştır.

Bahsi geçen belge, ilk anayasa taslağı olarak 1921’de İngiliz mandası idaresinde ve İngiliz Temsilcisi Percy Cox başkanlığında bazı teknisyenler tarafından hazırlanmış, Irak hükümetinin daha fikri alınmadan Müstemlekeler Bakanlığı’na arz edilmiş ve bakanlığın bazı tadil istekleri yerine getirilmiştir. Irak tarafından Naci Süveydi, Sason Hüskail ve Rüstem Haydar ile İngiliz memurlardan oluşan bir komite taslağı incelemiş ve bazı noktalara itiraz etmiştir. Başta parlamentonun yetkileri ve uygulamayı denetlemesi konularındaki noktalar Müstemlekeler Bakanlığı’nca da uygun bulunmuş ve ilk taslakta krala tanınmış olan bu yetkiler, yasama organına verilmiştir.

Milletin görüşlerini almak için Arapça, Kürtçe, Türkçe ve İngilizce olarak basılan bu ilk Anayasa taslağını Süleymaniye Devlet kitaplığında bulunmaktadır.

Genel bir kabul gören bu taslak kurucu meclise ancak Haziran 1924’te intikal ettirildi. Meclisin özel bir komisyonu taslağı daha detaylı bir hale dönüştürecek, 123 madde haline getirdi.

Kurucu Meclis anayasayı 10 Temmuz 1924 tarihinde onayladı. Ancak Irak-İngiltere antlaşmasının bakanlar kurulundan rahat bir şekilde geçişini sağlamak için 21 Mart 1925 tarihine kadar açıklanmadı. Buna sebep olan başka bir husus da petrol ve hudut meseleleri idi. Anayasanın114.maddesi bunu açıkça ortaya koyarak manda idaresi ile Kral Faysal’ın 1914 yılından Anayasanın uygulanma tarihine kadar olan bütün kanun ve kararlarının geçerli olduğuna işaret etmektedir.

1925 anayasası iki defa tadil edildi. Birinci tadil Temmuz 1925 tarihinde olup, sadece kralın yurt dışına çıkması, Millet ve Ayan (Senato) meclisinin tahsisatı ve Yüksek Mahkemenin kuruluşuyla sınırlı kalmıştı. 27 Ekim 1943 tarihinde yapılan değişiklik ise 50 maddelik bir tadil metni olarak hem anayasanın bazı hükümlerini hem de bazı cümle bozukluklarını düzeltmiştir. Bu tadil gereğince eski anayasada 123 olan madde adedi 125 maddeye çıkmış, 120. Maddeye ikinci bir fıkra ilave edilerek sıkı yönetim hükümleri belirlenmiş, ayrıca Millet Meclisi’nin hangi konularda af çıkaramayacağını hükme bağlayan esaslar getirildiği gibi başka ülkelerde kabul görmüş anayasal kuralların müşterek bir oturumda karara bağlanmak kaydıyla anayasa kuralı olarak kabul edilmesi hükmü öngörülmüştür.

Bu konuda en önemli değişiklik 18.maddede yapılmış ve bütün Iraklıların hak ve görevlerde eşit olduğunu düzenleyen bu madde şöyle değiştirilmiştir:

Iraklılar sivil ve politik haklara sahip olma konusunda olduğu gibi genel teklif ve görevlerde de eşittirler. Aralarında köken, dil veya din ayrılıkları dolayısıyla ayrım yapılamaz. Sivil ve askeri amme memuriyetleri ancak kendilerine verilir. Bu memuriyetlere, kanunun tayin edeceği özel durumlar dışında yabancılar alınamaz.(3)

1925 anayasasının Irak halklarıyla ilgili en önemli maddesi şüphesiz 6.madde olmuştur. Milliyet, din ve lisan ayrılıkları olsa da bütün Iraklıların kanunla korunan haklarda eşit olduklarını hükme bağlayan bu madde, Irak devletinin demokratik yapısını tesis etmiş ve 16.maddeyle de her grubun kendi lisanıyla eğitim vermek üzere okul açmasını bir hak olarak kabul etmiştir.

1958 yılında Kraliyet rejimini deviren darbe, 27 Temmuz 1958’de yayınladığı Geçici Anayasada en büyük çelişkisini 30 maddelik bu anayasanın 2., 3. ve 9.maddelerinde vücuda getirmiştir. Görüldüğü gibi 9.maddede vatandaşları, ırk, köken, dil, din ve inanç bakımından bir ayrıma tabi tutulamayacaklarını hükme bağlayan ve bu hükümleri eski anayasadan daha geniş bir şekilde benimseyen bu Geçici Anayasa, 2.maddede Irak’ın Arap milletinin bir parçası oluşunu, 3.maddede de bu vatanda Araplarla Kürtlerin ortak olup anayasal haklarının Anayasa tarafından güvenceye alındığı ifade ediliyor.

1968 yılı darbesinden sonra çıkarılan ve hâlâ geçicilik statüsünde olan bütün anayasalar da azıcık ileriye gidip “bütün azınlıkların” haklarının saklı kaldığını içeren ifadelerine rağmen aynı çelişkilerle doludur.

Bu konuya girmeden önce bizce çok önemli bir hususun altını çizmek gerekmektedir. Gördüğümüz kadarıyla Irak’ta yaşayan Kürt vatandaşlar olsun, resmi hükümet olsun Türkmenlerin sayısını saklamaya çalışmakla büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir. Belki bazı Türkmen aydınları da kendilerini ve Türkmen halkının haklarını savunmak adına aynı yanılgının ters tarafına takılmışlardır.

Aslında herhangi bir vatandaşın veya etnik toplumun hakkı çoğunluk veya azınlık hesabına göre yapılmamalıdır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi Irak anayasaları hiç bir zaman bir üstün ırk ve azınlıklar prensibini kabul etmemiş, tersine dini, dili ve kökeni ne olursa olsun bütün vatandaşları eşit ve milli haklarını kullanmaya ehil olarak görmüştür. Artık herkesin bildiği gibi bu konu anayasal hak konusu olmaktan çıkmış, uluslararası kabullerde ve insan hakları bildirgesinde olduğu gibi Birleşmiş milletler Genel Kurulunun çeşitli karar ve belgelerinde de açık olarak hükme bağlanmıştır. Buna göre konuyu inceleyecek olursak, Kürt aydınlarının abartılı bir şekilde Türkmenlerin nüfusunu az göstermeye kalkışmaları karşısında kabul ettikleri bir kaç yüz bin nüfusu da, şu anda Birleşmiş Milletlere üye özgür bazı devletlerin nüfusunun altında değildir. Bu gibi ülkelere Arap Körfezi’nde, Avrupa ve Afrika’da da rahatlıkla rastlamak mümkündür.

Yine görüldüğü gibi Türkmenler, Kerkük’te veya etrafında Kürt kökenli vatandaşların bulunduğunu hiç bir zaman inkâr etmemişlerdir. Kürtler de kendi açılarından Türkmenlerin varlığını inkâr etme yoluna gitmemişler, ancak Kürt aydınlarının çoğu Kerkük’te çoğunluğunun Türkmen olduğu savına karşı çıkarak, bu şeklide Kerkük’ün Kürt bölgesinin bir parçası oluşu teorisine hizmet edecekleri zannına kapılmışlardır.

Sağlıklı sayımların bulunması ve mevcut donelerin hem saklanması, hem de her türlü baskı yoluna gidilerek değiştirilmeye kalkışılması karşısında Türkmen vatandaşlarının sayılarının tespiti her zaman sorun olmuştur. Bahsettiğimiz gibi ırkçı, saldırgan ve oportünist politikalar nedeniyle bu rakamın azaltılması çabaları veya Türkmen aydınlarının aynı yanılgıya düşerek, hiç bir bilimsel açıklaması olmayan rakamları savunmaları bu meseleyi ciddi bir çelişki haline getirmiştir.

Nüfus konusuna değinmeden önce çok önemli bir ayrıntıya da temas etmek yerinde olur. Aslında Türkmenler de, Kürtler de Irak Devletinin kabul etmiş olduğu ve milliyet, din ve dil ayrımının gözetilmeyeceğini ifade eden sosyal sözleşmeden sonra, hiç bir zaman azınlık olarak kabul edilmelerini istememiş ve devlette eşit oldukları prensibini benimsemişlerdir.

Onun için Türkmen ve Kürt aydınları, Irak hükümetinin 30 Mayıs 1932’de İngiliz mandasının sona ermesi ve Irak’ın Milletler Cemiyeti’ne girişini sağlamak için yayınladığı deklarasyona fazla önem vermemişler, uygun bulmamışlar ve daha doğrusu kâfi görmemişlerdir. Bunun sebebi bu deklarasyonun 28 Ocak 1932 tarihli Milletler Cemiyeti Konseyi’nin Arap olmayan milletleri, korunması gereken azınlıklar olarak kabul eden bir kararının ürünü olmasıydı.

Bilindiği gibi bu deklarasyonun metni, Konseyin özel bir komitesi tarafından hazırlanmış ve 28 Ocak 1932’de karara bağlanmış, Irak Millet Meclisi’nde görüşüldükten sonra 5 Mayıs 1932 tarihinde hükümete bu deklarasyonun sunulması yetkisi verilmişti. Bu metin 19 Mayıs 1932 tarihinde konseye iletilmiş ve onun son onayından sonra yukarıda da belirtildiği gibi 30 Mayıs 1932’de Irak’ın Başbakanı Nuri Sait tarafından Bağdat’ta açıklanmıştı.

Deklarasyonun 9. ve 10. maddelerinde Kürt ve Türkmenlerin bazı haklarına değinilmişse de bunlar, sadece resmi Arap dilinin kullanılması, ayrıca bu dilleri bilen memurların istihdamı prensibini getirmesi ve bu toplulukları ilk defa azınlık olarak kabul etmesi nedeniyle yukarıda belirttiğimiz tepkiye sebep olmuştu.

Bu arada dikkatimizi çeken bir husus, Dr. Ömer Turan’ın 1996 yılında yayınlanan Avrasya Dosyasında, ardından da Türk Kültürü dergisi Eylül 1998 sayısında bu konu ile ilgili yazılarıdır. Dr. Turan bu yazılarında, Türkmenlerin hiç bir zaman bu tür hakları olduklarını dahi bilmediklerini ifade ettiği gibi, bu deklarasyonu İngiliz arşivlerinde bularak yayınladığını, hatta ilk defa olarak ilim ve uluslararası politika camiasının dikkatine sunduğunu beyan etmesinin sebebini doğrusu anlayamadık.

Arapça bilmediği ve bu konuda yayınlanan çeşitli kitapları ve yayınları görmediği ihtimali ile bu yanılgıya kapıldığını kabul etsek dahi, bu yazdıklarını yayınladığı zaman herkesin okuyabileceği bir şekilde bu belgenin aslının İngilizce olarak internette olduğunu da hesaba katarsak, gerçekten belgenin aslından habersiz olduğunu ve ancak İngiliz büyükelçiliği kanalıyla Dışişleri Bakanlığı’na intikal eden taslak suretini görmüş olabileceğini anlıyoruz.

Dr. Turan’ın Avrasya Dosyasında Türkçesini yayınladığı belge, eksik haliyle ve son bölümünü buraya alıyoruz:

16.maddenin ikinci paragrafından sonra:

“Aşağıda imzası bulunan ve yetkili kılınan, tasdike bağlı olarak Irak adına bu hükümleri, Milletler Cemiyeti kurulunun 19 Mayıs 1932 tarihli kararına uygun bir deklarasyon olarak kabul eder.

30 Mayıs 1932 tarihinde Bağdat’ta açıklanmıştır.

Milletler Cemiyeti Sekreterliği arşivlerinde saklanacak tek nüsha olarak tanzim edilmiştir.

İmza

Nuri Said

Irak Başbakanı

Turan’ın Irak Krallığı Deklarasyonu başlığı altında verdiği “Irak’ta manda rejiminin bitimi münasebetiyle kanun” olarak verdiği ifade de doğru değildir ve orijinal metinde geçmemektedir. Ayrıca Turan orijinal metinde bulunan ve bahsettiğimiz tepkiye sebep olan birinci bölümün başlığını da atlamıştır. Orada açıkça yazılan metinde “Azınlıkların Korunması” başlığı göze çarpmaktadır.

1970 yılında Irak’ın Devrim Komuta Konseyince yayınlanan ve Irak Türkmenleriyle ilgili olan Kültürel Haklar Kararnamesi de bu uygulamanın bir parçasıydı. İlkokullarda Türkmence tedrisatı, haftalık ve aylık Türkmence gazete ve dergilerin çıkarılması ve Türkmen Eğitim ve Kültür müdürlüklerinin kurulmasını öngören bu kararnameyi Türkmenler ısrarla kültürel hakların verilmesi değil, tanınması olarak kabul etmişler ve bütün edebiyatlarında ve şehirlerde asılan dövizlerde bu söylemi kullanmışlardır; hatta daha sonra hükümetin bu kararlardan rücu etmesi ve hakları, ehil olmayan ve ciddiyetten yoksun hükümet yanlısı insanlara vermesinden sonra, kültürel hakların meşru sahiplerine iadesi taleplerini yoğunlaştırmışlar ve bu bağlamda 1971’de maruz kaldıkları çok acı insan hakları ihlalleriyle karşı karşıya kalmışlardır.

Türkmenlerin bir çoğu dahil olmak üzere büyük kitleler, aslında Irak hükümetinin bizzat bu dönemde niye durup dururken Türkmenlerin kültürel haklarını tanıdığının sebebini anlayamamış ve bu konuda bir çok spekülasyonlar duymuşlardır. Aslında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 21 Aralık 1965 tarihinde her türlü ırkçı uygulamaların tasfiyesi ve her ülkede yaşayan bütün milletlerin tabii haklarını kullanmasını sağlayan bir karar almış ve bu doğrultuda bir belge de üye ülkelerin imzası açılmıştı. Kararname yeterli çoğunluğu 4 Ocak 1969’da bulmuş ve yürürlüğe girmişti. Irak hükümeti ise belgeyi 18 Şubat 1969’da imzalamış, ancak tasdik işlemleri gerektiği için artık yasama organı olarak kabul edilen ve kararları kanun kuvvetinde olan Devrim Komuta Konseyine sunulmuştu. Bu onay 14 Ocak 1970 tarihinde gerçekleşmiş ve Birleşmiş Milletlere tevdi edilmişti. Tam bir hafta sonra 21 Ocak 1970 tarihinde Devrim Komuta Konseyinin 21 Ocak kararı yayınlanmıştır. Böylece Irak hükümeti bu konuda pozitif bir adım attığını ispatlamaya çalışıyor, bunun arkasından Asurîlere tanınan kültürel haklar ve Kürtler için

11 Mart kararnamesi ile Irak hükümeti kendini temize çıkarıyordu.

Bir yıl geçmeden Irak hükümetinin bu kararlardan çark etmesi ve Kerkük’te çoğunlukta olan Türkmen okullarını kapatmasıyla başlayan öbür uygulamaları ise her zamanki gibi dünya kamu oyunun umursamaz ve iç işlere müdahale etmeme savıyla göz yumulan ihtilaller haline gelmişti.

Irak Türkmenlerinin Gerçek Nüfusu: Irak Türkmenlerinin hükümetçe açıklanan sayılarına bakılırsa 1957 sayımı akabinde en düşük rakam olarak açıklanan adet 136.800 olarak verilmiştir. Bu sayının bütün ölçülere ve Irak devletince sonradan açıklandığına göre de doğru olmadığı ortada iken bu rakamdan hareket ederek yola çıkıldığında ve ileride açıklayacağımız verilere göre 2000 yılı sonlarına doğru 505.000 kişi olmaları gerekmektedir. Ne yazık ki misyonları gerçeği araştırmak değil, sadece Kerkük’ün Türkmen değil Kürt veya Arap olduğunu ispatlamaya kalkışmak olan bütün yazarlar da, sadece Türkmenler söz konusu olunca bu rakamları gerçek olarak kabul ederler. Halbuki sadece Irak’ın kuzey batısındaki Telafer ilçesinin nüfusuna bakılırsa, başka ırak mensup olanlar yok denecek kadar az olan ve sadece Türkmenlerden oluşan bu ilçe ve etrafındaki köyler nüfusunun iki yüz elli bini aşkın olduğu açıkça görülmekte ve yukarıda bahsedilen rakamların ne kadar gerçek dışı olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunlara Musul civarındaki köy ve kasabalar, Erbil, Altın Köprü, Tuz Hurmatu, Bayat köyleri, Karatepe, Hanekin, Mendeli ve Kerkük ilave edilirse bu sayının gerçek boyutu ortaya çıkar.

TÜRKMENLERİN IRAK’IN GELECEĞİNDEKİ YERİ

Irak’ın geleceğini çizmeye yönelik adımlar hızlanırken, kalıcı ve sağlıklı bir yapı kurulması için konunun bütün etkenlerinin doğru hesaplanması gerekiyor. Irak’ın geleceği için yapılan planlamalarda toplamın yüzde 18’ini meydana getiren ve 3.5 milyon gibi önemli bir rakama ulaşan Türkmen nüfusunun da dikkate alınması gerekiyor.

Türkmen heyetlerinin ABD temasları da bu yönde gelişmeler olduğu şeklide.

Ancak, Irak’ta uzun soluklu bir barış ve istikrar sağlanması için, ki bu aynı zamanda bütün Avrasya dengeleri açısından birincil seviyede önemli, farkına varmak daha fazlası, önemini kavramak gerekiyor.

20. Yüzyılın başında Irak'ta homojen bir halk yaşamamaktaydı, bugün de yok. Irak’ta bugün, bütün tarihi boyunca olduğu gibi çeşitli topluluklar yan yana ve iç içe yaşıyor. Haliyle Irak’ı bir Arap ülkesi veya Araplarla onların yanında bazı Kürt aşiretlerinin bulunduğu bir ülke olarak görmek, Irak’ın geleceğine ilişkin yapılacak en büyük hata olur.

Irak’ta bugün Araplar, Kürtler, Türkmenler, Süryaniler, Acemler, Yahudiler, Ermeniler,
Yezidiler ve Sabialar yaşıyor. Bu ana topluluklar bünyesinde çeşitli unsurlar veya alt kimlikler barınıyor. Örneğin en büyük topluluk olan Araplarda Bedeviler ve şehirliler olmak üzere iki farklı kimlik mevcut. Ayrıca Araplar arasında mezhep, bölge ve kabile farklılığı da belirleyici nitelikte

Kürtler ise, Bahdinan (Kırmanç) ve Soran olmak üzere iki farklı topluluk ve bunlara bağlı aşiretler ve şehirliler olmak üzere çeşitlilik gösteriyor.

Az sayıdaki Süryaniler bile üç grup; Asuriler, Keldaniler ve Aramiler.

Bundan çıkan sonuç çok açık: Irak'ta çözüm bir topluluğa bağlı veya bağımlı değil. Sorunu bir topluluğa bağlı veya bağımlı görmek, çözümü engelleyeceği gibi sorunu daha da çözümsüz hale getirir.

Irak'ta Türkmenler; Kuzeyde Telafer'den başlayarak Bağdat'ın güney batısında Mendeli kasabasına kadar uzanan şerit üzerinde yaşıyorlar. Ancak Türkmen şeridi sürekliliği olan bir hat durumunda değil. Birçok bölgede araya Arap ve Kürt topluluklar karışıyor.
Bu durum, Türkmenler arasında amaç birliğini gerçekleştirmeyi de güçleştiriyor.

Lozan anlaşması ve 1926 Ankara anlaşmaları, Türkmenlerle ilgili herhangi bir hüküm içermiyor. Bu nedenle Türkmenler sıradan bir Irak vatandaşı muamelesi görüyorlar. Müzakereler sırasında, Türkmenlerin statüleri ve hakları ile ilgili Türk tarafının görüş ve önerileri de olmadı.

Irak mozaik yapısıyla çözüm için bir paket gerektiriyor. Iraklı yöneticiler ise, bu gerçeği hiçbir zaman göz önünde bulundurmadılar. Toplulukları eritme ve asimile etme yolunu seçtiler ve tarihin en korkunç soykırım suçlarını işlediler.

İngilizler Irak'ı işgal ettiklerinde en sert muhalefeti Şiiler ve Türkmenlerden gördüler. Necef ve Kerbela'da bulunan Şii Ulemalar, gidenin Müslüman, gelenin ise Gayri Müslim olduğu yönünde fetvalar verdiler. Fetvalar kısa sürede etkisini göstererek Haziran 1920'de Irak'ta büyük bir isyan patlak verdi. İsyan genellikle Şii ve Türkmen bölgesinde odaklaştı ve bu iki kesim açıkça Osmanlı ve Türk taraftarı olduklarını belli ettiler. İsyanın önemli merkezlerinden Telafer, Anadolu'ya yakın olmasından dolayı, Ankara Hükümeti ile isyancıların temasını sağlıyordu. Bu durum İngilizleri rahatsız ediyordu.

Irak'ı yönetemeyeceklerini anlayan İngilizler, Iraklılardan oluşan bir hükümet kurma yoluna gittiler. 11 Ekim 1920'de ilk Irak Hükümeti kuruldu ve alelacele Mekke Şerifi Hüseyin'in oğlu Faysal Irak'a getirildi. 23 Ağustos 1921'de taç giydirilerek Irak Kralı ilan edildi. Yeni hükümet, İngilizlerle Irak aleyhine çok ağır şartlar içeren yirmi yıl süreli bir anlaşma imzaladı. Yeni Irak Devletinin temel politikası, 1920'de isyanın iki ana unsuru olan Türkmen ve Şiileri sistemin dışına itmek olmuştur. Bunda elbette ki Kerkük ve Musul ihtilafının da payı vardır. Bu politika günümüze kadar da devam etmektedir.

Kasım 1996'da Kuzey Irak'ta çarpışan iki Kürt grubunu barıştırmak maksadı ile Ankara'da yapılan toplantılara Türkmenlerin katılması ve oluşturulacak Barış İzleme Gücünün, Türkmenler ve Asurilerden oluşmasına sıcak bakan Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı Celal Talabani'ye, Saddam Hüseyin tehdit mektubu göndererek sert bir şekilde uyardı.

Mektupta hiç alakası olmamakla birlikte Şiilere de atıfta bulunarak, bu iki unsurdan uzak durulmasını talep etti. "Bunlar bizim yasaklarımızdır, bu yasakları aşarsanız sonuçlarına da katlanırsınız" dedi.

Sosyalist ve Arap Milliyetçisi olduğunu iddia eden Saddam ve Baas Partisi, İngilizlerden devraldıkları bu kötü mirasa sıkı sıkıya bağlı olduklarını ispat ettiler.

Irak'ta ilk kurucu meclis, 27 Mart 1924'te ilk toplantısını yapmıştı. Kurucu meclisi iki önemli görev beklemekteydi. İlki Irak-İngiliz Anlaşmasını onaylamak, ikincisi ülkenin Anayasasını ve tabii ki seçim yasasını hazırlamaktı. Kurucu Meclis hazırlanan Anayasayı 10 Temmuz 1924'de kabul etti. Anayasa 21 Mart 1925'te Kral tarafından tasdik edilerek yürürlüğe girdi.

1925 Anayasası Irak'ın ilk anayasası. Krallık döneminde kabul edilen veya tadil edilen anayasalarda, Türkmenler ve diğer etnik grup ve milliyetlerle ilgili hiçbir hükme yer verilmedi. 1958 ihtilalinden sonra kabul edilen geçici Anayasanın üçüncü maddesi, Kürt varlığını kabul ederken, yine Türkmenlerden söz etmedi. İsim verilmeden azınlıkların haklarının güvence altında olduğu yazıldı.

Irak'ta Türkmenlerin varlığını kabul eden ve Türkmenlere bazı haklar tanıyan iki önemli belge bulunuyor. Birincisi 24 Ocak 1970 tarihli Devrim Komuta Konseyi kararı. Türkmen Vatandaşların Kültürel Hakları adı altındaki kararname yedi maddeden oluşuyordu. İlk üç madde Türkmence eğitim ile ilgiliydi ve ilkokullarda Türkmence eğitimi öngörmektedir. Geri kalan dört madde ise, Kültürel Haklarla ilgiliydi. Türkmen Şair ve Edebiyatçılar Birliği ile Kültür Bakanlığı'nda Türkmen Kültür Müdürlüğünün kurulması, Türkmence haftalık bir gazete ve aylık bir derginin çıkarılması planlanıyordu.

Türkmence eğitimi ile ilgili maddeler, iki sene kısmen uygulandıktan sonra askıya alındı. Diğer dört madde ise, kısmen de olsa günümüze kadar uygulandı.

Bütün bu hususlar dikkate alınması ve kamuoyunun duyarlılığına sunulmalıdır.

Bu arada; bazı Türkmen gruplarında olan “bağımsız Türkmen Devleti” gibi yaklaşımlar zarar vericidir. Buna mukabil Kürt Devleti kurulması yönündeki tartışmalar ve bu yöndeki hazırlıklar açısında, böyle bir ihtimalin amacını aşmayacak şekilde gündeme getirilmesi istifadeli olacaktır.

Türkmenlere otonom bölge verilmesi yönündeki görüşler Türkmenlerin haklarının savunmakta yeterli değildir.

Türkmenler azınlık olarak kabul edilecek, Irak devlet sistematiğinin dışında tutulacaktır.

Türkmenler sürekli baskı altına girecektir.

Türkiye’nin Irak konusundaki çıkarları konunun bütünü ile ilgili olması nedeniyle, araç ve hedef olmayacaktır.

Türkmenler, Bağdat’ın Saddam sonrası dönemde Kürtlere karşı denge unsuru olabilecek niteliktedir.

Türkmenler, fikir çatışması veya silahlı çatışma yaşayan bütün gruplar arasında arabulucu olma imkanına sahiptir.

Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda Türkmenler, Irak’ın eşit vatandaşları arasında yer almalıdır.

Buna mukabil Türkiye açısından yakınlık göstermek ve destek vermek için gerekli ölçüt hiçbir zaman kan veya soy bağı olmamış, Cumhuriyetin ve uygar dünyanın erdemleri olmuştur.

Ancak Irak Devletinin penceresinden Türkiye, daha çok önyargıların etkisinde algılanmaktadır. Önyargıların temelinde ise “Osmanlı İmparatorluğu” vardır.

Ayrıca Bağdat’ın gizli kodlarında görüldüğü gibi mevcut Bağdat rejimi için, Irak’ın kuzeyinde devam eden durum olumludur. Nihayetinde Barzani ve Talabani’nin Bağdat ile çok yakın temasta olması dolayısıyla Saddam Hüseyin açısından kaygılanılacak bir durum söz konusu değildir.

Barzani ve Talabani’nin etkenliği sürdükçe, Bağdat bir taraftan petrol kaçakçılığı sayesinde rahat edeceği gibi, diğer taraftan da Türkiye’ye pürüz üretecektir. Saddam Hüseyin’in bu nedenlerden dolayı Barzani’ye “bağımsızlığını ilan edersen, seni ilk ben tanırım” vaadinde bulunduğu iddiası gerçekçidir.

Kürt Devletinin kurulması Bağdat açısından “kabul edilebilir” ve “göze alınabilir” bir durumdur.

Bu noktada gerek IKDP gerekse KYB tarafından parti okullarında yürütülen şiddetli Türk düşmanı propaganda Bağdat’ın da işine gelmektedir. IKDP ve KYB’nin Türkiye ile ilgili değerlendirmeleri, Irak Devletinin değerlendirmelerinden farklı değildir.

Buna karşılık en zor siyasi iklimin egemen olduğu Irak’ta devlet de, söz konusu Kürt gruplar da, Türkiye ile ilişkilerinin önemine inanmakta, Ankara ile faydacı bir yaklaşımla ilişki kurmakla beraber, bu durumu her zaman dengeleyici unsurlarla beraber, örneğin bölge ile yakından ilgilenen devletlerle yakınlaşma ile yürütülmektedir.

BAĞDAT AÇISINDA KUZEY’İN KONUMU

IKDP ve KYB açısından da birçok göz ardı edilemeyecek husus vardır;

IKDP kontrol ettiği Bahdinan bölgesindeki, özellikle Türkiye sınırı kesiminde yaşayan aşiretlerle uyumda güçlük yaşamaktadır.

Barzanilerin Yahudi kökenli olduğu yönündeki kuvvetli bilgiler ve bundan hareketle yapılan varsayım ve yorumlar Barzaniler açısından sıkıntı vericidir.

Talabani Soran bölgesindeki İslami örgütlerle büyük sorunlar yaşamaktadır.

Her iki liderin de Irak istihbaratı ve Bağdat ile ilişkileri tabanlarına izah etmekte güçlük çekecekleri meselelerdir.

Her iki örgütün de liderlerinin yerinin doldurulması mümkün değildir.

Habur sınır kapısı KDP’nin soluk borusudur. Bölgenin dış dünya ile ilişkisi Habur sayesinde yürümektedir.

Erbil her iki grup için de eşit derecede hayati öneme sahiptir.

Her iki örgüt de Türkiye’ye diğerinden daha yakın olma gayretindedir.

Hassas dengelere dayalı çok ince bir siyaset güden Bağdat hakkında belirtilmesi gereken önemi bir husus vardır. Bağdat, Türkiye açısından “Saddam’dan önceki dönem, Saddam dönemi ve Saddam sonrası dönem” olarak bölümlenmemeli ve Bağdat’ın gerek ulusal çıkarlarının gerekse Osmanlı dönemine dayanan perde arkası sorunları yüzünden hiçbir zaman Türkiye’nin paralelinde olmamıştır. Bundan sonra da olması, ancak Ankara’nın Saddam sonrasında en üst düzeyde etkinlik sağlaması ile mümkündür.

Ayrıca IKDP ve KYB, Bağdat’ın Türkiye politikasında elindeki koz ve sürekli başvurduğu enstrümanlarıdır.

Irak, Türkiye’ye bakış açısında bir terazi kurmaya çalışmaktadır. Bağdat söz konusu terazinin bir kefesine, Türkiye’den ve batı ittifakından algıladığı tehditleri ve potansiyel tehditleri koymakta ve diğer kefeye de yine Türkiye’den batı ittifakından gelen, bunları dengeleyecek unsurları yerleştirmektedir.

Örneğin:

Türkiye’nin Kuzey Irak’taki varlığı ile kamuoyunun Musul ve Kerkük’te ilgisi ürkütücüdür, ancak ABD ve İngiltere'ye karşı dengeleyicidir.

Aynı şekilde ABD ve İngiltere’nin Irak’ı dağıtabilecekleri kaygısı kuvvetlidir, ama Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasındaki ısrarı fren görevi görmektedir.

Türkiye’nin Türkmenlerle işbirliği kaygı vericidir, ancak yine aynı nedenlerden dolayı olumlu görülmektedir.

Türkiye’nin Kuzey Irak’ta varlığı tehlikelidir, fakat Kürtlerin denetimsiz hareket ihtimaline karşı önemlidir.

Özetle: Türkiye Irak açısından “işbirliği yapılabilecek düşmandır”.

Bundan başka; Kerkük ve çevresinde yaşanan askeri hareketlilik, Bağdat’ın bir sıcak kriz anında zaten artık elinde olmayan Kuzey Irak’tan feragat edeceği ve Kerkük’te direneceğini göstermektedir.

Irak dış politikasında “işbirliği yapılabilir düşman” Türkiye ile sorunlar giderilebilecek pürüzler değil, doğrudan Irak’ın varlığına, “geleceğine ve yaşam hakkına” kast edilmesidir. Türkiye’nin;

Musul ve Kerkük’e gireceği kaygısı,

GAP çerçevesinde yapılan barajlar ile Fırat ve Dicle’nin Türk denetimine girmesi,

ABD’nin planlarında Türkiye’nin ön plana çıkması,

Milli devlet yapısının muhafazası yönündeki kararlılık,

Batı dünyasında güçlü olmak için doğu dünyasına daha fazla önem vermesi,

Suriye’yi yola getirmesi,

Doğu Akdeniz’de etkinliğini arttıracak adımlar atması,

bu çerçevede ele alınmakta ve Irak tarafından “yaşamın kaynağı olan suya ve neredeyse tek gelir kapısı olan petrole göz konması” olarak değerlendirilmektedir.

Bunun yanı sıra Türkiye, Cumhuriyetin ilanı ile tarihinde yeni bir sayfa açmasına rağmen;

Misak –ı Milli,

Türkiye’nin Kuzey Irak’taki “kalıcı gibi görünen” askeri varlığı,

Irak idaresi için gücü Türkmen varlığına dayanan Abbasilerin kudretli dönemi,

Türklerin İslam mimarisine olan katkıları,

Bağdat’ı, Samarra’yı ve Kerkük’ü kurmuş olmaları,

4. Murat’ın Bağdat’ı fethi ve diğer benzeri tarihi olaylar

hatırlandıkça kaygı ve ızdırap veren meselelerdir.

Bu noktaya kadar belirtilen hususlardan hareketle; Bağdat’ın Ankara’ya “tarih kökenli travmaların izin verdiği ölçüde sağlıklı bakabildiği” kabul edilmelidir.

Türkiye, bugüne kadar çeşitli yöntemlerle Bağdat’ı kaygıları konusunda teskin etmeye çalışmıştır. Türkiye’nin bu siyasası isabetlidir.

Arap çevrelerinde Türkiye’nin “Kürdistan” çağrıştıran ifade, yorum ve adımlardan duyduğu rahatsızlığı ortaya koyması, “batı kampında çatlak” olarak görülmektedir.

Bağdat’ın Türkiye’yi hedef alan propaganda çalışmaları büyük nispette basın yoluyla ve dedikodularla yürümektedir. Ana tema Türkiye’nin yayılmacı ve ırkçı olduğu, Türkiye’nin İsrail’in tarafını tuttuğu görüşüne dayalıdır.

Bağdat’ın Türkiye’deki Kürtler ve Araplar konusundaki algılayışına ve yaklaşımına fazla itibar etmemek gerekir. Nihayetinde Bağdat’ın sicilinde yer alan meseleler, Bağdat’ın sözlerinin inandırıcı olmasını engellemektedir. İsrail konusunda ise, Türkiye’nin İsrail-Filistin anlaşmazlığındaki onurlu tutumu, bu yöndeki iddiaların sahipleri için yeterli yanıttır.

Bağdat’ın Türk kamuoyu da dahil olmak üzere, batıya yönelik kapsamlı bir propaganda savaşı yürüttüğü gözlemlenmektedir. Yürütülen propaganda çalışmalarının merkezi Musul Üniversitesi Türkoloji Enstitüsüdür. Bağdat’ın başvurduğu diğer belli başlı aktiviteler ve temalar şöyledir:

Ambargonun yol açtığı yokluk ve fakirlik yüzünden ölen çocuklar.

Yetersiz sağlık ve bakım imkanları yüzünden hayatını kaybedenler.

Halkın Saddam’a destek, ABD ve İsrail’i lanet için meydanları doldurması, stratejik tesisleri korumaya gönüllü olması.

Bombaların öldürdüğü siviller.

Irak ordusunun kahramanlığı ve Irak’ı korumaktaki kararlılığı.

Saddam Hüseyin’in fedakarca Irak’ın namusunu savunduğu.

Saddam Hüseyin’in dindarlığı.

Söz konusu hadiseler ile ilgili gerçekler ise şu şekildedir:

Ambargo halka yansımakla beraber Saddam ve çevresi her türlü lüksü yaşamaktadır.

Bakımsızlıktan hayatını kaybedenlerin teşhiri Bağdat’ın uluslararası toplumun insani meselelere duyarlığını istismar içindir. Bağdat aynı duyarlılığı göstermemektedir.

Halk söz konusu destek ve dayanışma faaliyetlerine “damgalanma korkusu”, ordu ve gizli servis zoruyla katılmaktadır.

Irak ordusu hakkında Bağdat’ın küresel dolaşıma verdiği görüntüler vahşet ve disiplinsizlik içermektedir.

Saddam Hüseyin can güvenliğin endişe ettiği ve ne halkına ne de ordusuna güvendiği için Irak dışına çıkmak bir yana, Irak içinde dahi zorlukla ve çok nadir seyahat etmektedir. Ayrıca Saddam Hüseyin görüntü ve açıklamalarında dindar izlenimi verse de, inandırıcı değildir.

GELECEK İÇİN HAZIRLIK YAPILMALI

Türkiye’de Irak ile ilgili ve Kuzey Irak’ta Bağdat ve Ankara ile ilgili kamuoyu araştırmaları yapılmalıdır.

Türkiye muhtemel Irak harekatı sonrası için kapsamlı bir hazlık yapmalıdır.

Türkiye’nin bugüne kadar barış kurma ve barış koruma faaliyetlerindeki başarısından hareketle kurulacak yeni rejimde Türkiye’nin garantör statüye sahip olması, atılacak temelleri kuvvetlendirecektir.

Bu çerçevede Irak’ın yeniden imarı, Türkiye ile Irak arasında ticaret hacmini yükseltmek amacıyla serbest ticaret bölgesi kurulması, Türkiye ile Irak arasında tercihli sistem içeren ticaret anlaşmaları imzalanması kısa sürede faydasını gösterecektir.

Türkiye’nin ABD kaynaklı veya uluslararası nitelikte bir müdahaleye zemin bırakmayacak şekilde, “silahsız çözümü” desteklediği ve bunun için girişimlerde bulunduğu dünya kamuoyuna anlatılmalıdır.

Aynı çerçevede Türkiye Irak’ın geleceğine dair barış ve toplumsal uzlaşı formülleri üretmelidir.

 
____________________________________________________________________________
Kaynak : INAF Araştırma - Şubat 2002