IRAK ARAŞTIRMASI
TÜRKİYE’NİN IRAK
KONUSUNDA TEMEL PARAMETRELERİ VE BAZI SAPTAMALAR
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana izlediği Irak ve Orta Doğu
politikaları incelendiğinde, süreklilik göstermektedir. Türkiye’nin
Irak konusunda bugüne kadar sergilediği tutum şu esasları ortaya
koymaktadır:
Irak’ın toprak bütünlüğü
vazgeçilmezdir.
Irak merkezli tartışmaların
tek zemini uluslararası hukuk olmalıdır.
Türkiye’nin Irak sınırları
cetvelle değil, stratejik gerçeklere göre çizilmiştir. Dolayısıyla
sınırların korunması ve hiçbir şekilde değiştirilmemesi önemlidir.
Türkiye’nin Irak
konusuna bakış açısı dünyadan ekonomik yardım alma veya dış dünyadan
destek sağlamak amacı ile sınırlı değildir.
Türkiye’nin çıkarı
“Türkiye’nin doğusunun güveliğinin Musul ve kuzeyinin istikrarlı
olmasına bağlı olduğu” saptamasına dayanmaktadır.
Türkiye’nin Irak
konusunda bugüne kadar asla kendi çıkarlarına uygun olmayan bir adım
atmamıştır.
Irak’a yapılacak hiçbir
harekat Irak’ın toprağını işgal amacı taşımamalıdır.
Harekat Irak’a veya
Irak halkına karşı değil, onu ezen Saddam rejimine karşı olmalıdır
Irak’ın geleceğine
Irak halkının karar vermesi, bugüne kadar Irak halkı böyle bir
sorumluluk üstlenmediği için isabetli olmayacaktır.
Irak’ta merkezi
sistemin, her ne biçimde olursa olsun sürmesi gerekmektedir. Irak’ın
geleceğine yönelik fikir jimnastiklerinde bölgede istikrara ve refaha
duyulan büyük gereksinim esas alınmalı ve Bağdat’ta bir merkezi
otoritenin olması temin edilmelidir.
Türkiye demografik
hinterlandı, tarihi misyonu ve temsil ettiği ilkeler nedeniyle batı
ittifakından ve uluslararası toplumdan lazım gelen desteği ve dayanışmayı
görmelidir.
Türkiye’nin yeniden
kurulacak Irak’ta aktif olması, siyasi etkinlik, iktisadi ve ticari gücü
ile dış güvenliği perspektiflerinden hareketle “Basra çıkışına”
ulaşması ve Avrasya’nın kritik enerji nakil güzergahlarında daha
etkin olmasını mecburi kılmaktadır.
Bu durumda Türkiye;
Kafkasya, Balkanlar, Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Ege coğrafyalarında
sahip olduğu önemin yanında bunu tahkim eden Türk boğazları, Fırat
ve Dicle gibi jeo-stratejik, Yumurtalık, Hazar ve Kabil gibi ekostratejik
avantajlara Basra’yı da bir bütün çerçevesinde ekleyecektir.
IRAK’IN PARAMETRELERİ
VE BAZI SAPTAMALAR
Irak konusunda bir çalışması
yapılması için yanıtları bilinmesi gereken ve sonucu belirleyecek
nitelikteki soruların başında “Iraklı” ve “Irak Devleti”
kimliklerinin tanımı gelir.
Her ne kadar günümüzde
de tarihte de tek tip bir Iraklıdan söz edilemezse de bazı ortak
noktalar sonucunda birtakım ortak veriler ortaya çıkmıştır. Iraklı
korku içerisinde yaşar. Onun için devletin bütün organları
kendisine ve ailesine zarar verebilecek niteliktedir. Iraklı komşularına
da güvenemez. Çünkü komşuları onun aleyhinde hareket edebilir. Iraklı
için komşu ülkeler de uluslararası düzen de büyük birer tehdittir.
Çünkü, onlar kendi çıkarları peşinde koşan ve onun hayatına değer
vermeyen adreslerdir.
Iraklının güvenebilecekleri,
sadece yakın kan bağı bulunan kimseler ve bağlı olduğu aşirettir.
Bir Iraklı açısından
Türkiye’nin resmini çizmek kolay değildir. Çünkü Türkiye, onun gözünde;
Osmanlı İmparatorluğudur,
Kerkük ve Musul’u
kendi toprağı haline getirmek istemektedir.
Tarihi boyunca Araplara
ve İslam’a zarar vermiştir.
İslam’ın ve bütün Müslümanların
düşmanı İsrail ile işbirliği içerisindedir.
Türkiye’yi perde
gerisinden Yahudiler yönetmektedir.
Çok kuvvetli bir ordusu
vardır.
Türk milliyetçisi bir
devlet idaresi vardır.
Özgürlükler son derece
geniştir.
Yaşam standartları ve
refah düzeyi çok yüksektir.
Herkesin istediğini
yapabilme ve zengin olma şansı vardır.
Bir ayağı Avrupa’da
olan bir ülkedir.
Sınırı geçen herkesin
Avrupa’ya göç etme şansı vardır.
Türkiye’de yaşamak
ileride Avrupalı olmak anlamındadır.
Irak vatandaşı olmak
yerine Türkiye Cumhuriyeti uyruğunda olmak çok daha iyidir.
- Çanak antenler aracılığı ile
izlenilen Türk televizyonlarına göre Türkiye “Amerika
gibidir”
Bütün bu unsurlar,
Iraklının Türkiye bakış açısının temel taşlarıdır. Bu yüzden
bugün hiçbir Iraklı Türkiye’ye duyduğu korku ve kıskançlıkla karışık
duyguları açıklıkla ortaya koymaz. Onun yerine saygılı ve mesafeli
olmayı tercih eder. Okulda verilen Türk düşmanlığı kuvvetlidir.
Buna karşılık Türkiye’nin önemli bir cazibe merkezi olması hayatta
kalmanın sanat olduğu Irak’ta halk için dikkat çekicidir.
IRAK’IN DEVLET YAPISI
Irak’taki mevcut rejim
1968 yılında darbe ile kuruldu. Sosyalist Arap Baas Partisi iktidara
gelince ilk iş olarak, bugüne kadar güvenliğini sağlayan sistematiği
hayata geçirdi.
Bağdat rejiminin dört
sac ayağı var. Birincisi sisteme hayat veren ve her şeyden üstün olan
Baas partisi. İkincisi güvenlik örgütleri ve üçüncüsü ise ordu.
Bu sistematik Saddam'ın 1979 yılında cumhurbaşkanı olması ile
birlikte, sistemi kuvvetlendirdi. Saddam sosyalist ülkelerin yönetim,
sistem ve deneyimlerinden yararlanarak, istihbarat ve parti teşkilatlarını
yeniden örgütledi.
Irak’taki sistematiğin
en kısa özeti şöyle formüle edilebilir: Başta her şeyi gören ve
her şeye tek başına karar veren Başkan. Başkanın arkasında onu
destekleyen ve koruyan parti, istihbarat ağı ve ordu. Başkanın devamlılığını
sağlayan parti, istihbarat ağı ve orduyu besleyen aşiretler. Aşiretleri
destekleyen ise Başkandır.
Personeli Doğu Almanya,
Romanya ve Bulgaristan'da eğitti. Bu ülkelerin kamuya ve bireye baskı
deneyiminden daha çok yararlanmak için, uzmanlarından Irak istihbarat
teşkilatları ve diğer güvenlik birimlerinde yararlandı. Saddam bu
sayede bir taraftan birey, kamu ve devlet arasındaki köprüleri yıktı,
diğer taraftan her üç zeminde de kendine yabancılaşmayı körükleyerek,
geriye dönüşü imkansız kıldı. Dolayısıyla Irak’ta başka
partilerin kurulması, sivil toplumun oluşması, lider gelişimi ve
muhalif hareketlerin taban bulması olanaksız hale geldi.
Bu nedenle Saddam sonrası
düşünce egzersizlerinde Irak toplumunun bir lider üretmesi kadar aynı
rejimin çıkaracağı bir başka isim üzerinde durmak ta isabetli olmaz.
Çünkü bütün Irak içerisinde bütünü kontrol edecek güce sahip
isim olarak sadece Saddam’ın oğulları Uday ve Kusay dikkat çekiyor.
Aralık 1996'da Uday’ın bir suikast girişiminde sakat kalmasından bu
yana Kusay ülkenin gizli başkanı gibi görülüyor. Mayıs 2000’de
Kusay Baas Partisi yürütme Konseyi üyeliğine ve Askeri Büro Başkan
yardımcısı görevine getirildi.
Ağustos 2000’de Silahlı
Kuvvetler Başkomutan Yardımcılığına atanan Kusay, rahatsızlanan
Devrim Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı İzzet İbrahim EL-Duri’nin
yetkilerine devraldı. Bu haliyle sistemin iki numaralı ismi haline gelen
Kusay, aynı zamanda alınan gizli bir kararla olağanüstü durumlarda
Saddam Hüseyin’in vekili konumuna geldi. Kusay şu anda istihbarat ve güvenlik
teşkilatları, Cumhuriyet Muhafızları ile Saddam’ı ve sarayı
koruyan bütün özel koruma örgütlerinin başında.
Bu noktalardan hareketle
şunu kabul etmek gerekiyor: Sadece Saddam karşıtları değil, Saddam da
Saddam sonrası dönemde Irak için çalışmalar yürütüyor.
Kuşku yok ki, Irak’ta
kalıcı bir çözüm için muhakkak ağır ekonomik buhranı aşacak ve
birey, kamu ve devlet arasında olmaması dahi sorgulanmayan köprüleri
kuracak bir yaklaşım gerekiyor.
MEVCUT SİSTEM
Bu arada Irak’ta devlet
yapısının da dikkate alınması gerekir. Irak’ta devlet; Saddam,
BAAS, istihbarat, ordu ve sadık aşiretler üzerine kuruludur. Mevcut yapının
özellikleri şöyle görülebilir:
Sistemde toprak, refah,
inanç, vatan veya bayrak gibi bir ortak payda yoktur.
Sistem korkuya ve güvensizliğe
dayalıdır.
Sistemde ortak payda baskıdır.
Sistemde üst düzey
kadar taban da Saddam’a inanmakta ve/veya Saddam hakkında çıkan
haberleri, söylentileri dikkate alarak batının atacağı adımları görmeye
çalışmaktadır.
Sistemin yapısı
dedikodu ve söylentilere duyarlıdır.
Sistem halkı ve
kamuoyunu yok farz etmesi ve İran-Irak Savaşı, Kuveyt’in işgali, Körfez
Savaşı ve sonrasında yaşanan gelişmeler, Irak’ta devleti halktan
fazlasıyla koparmıştır.
Sistemin avantajı
herkesin herkesi kontrol etmesi olsa da, fakirlik, ölüm korkusu ve
insani hırslar risk almayı gerektirmektedir.
Sistemde aşiret bağları
belirleyicidir.
Sistemde yer alan ve şartlanmışlığın
sonucu Saddam Hüseyin’e inanan çevrelerde Bağdat’a ilişkin ahlak
ve sağlık zeminli haberler üzüntü ve kaygı yaratmaktadır.
Bağdat’taki son gelişmeler
en özet haliyle;
Saddam’ın yerini küçük
oğlu Kusay’a bırakmayı tasarladığını ortaya koymaktadır. Son iki
yıldır adım adım gerçekleştirilen yetki devirleri de buna işaret
etmektedir. Dolayısıyla çalışmada Kusay’a da ağırlık
verilmelidir.
Irak’ta devlet egemen
olan aile, aşiret ve akrabaların kişisel çıkarlarının korunması ve
geliştirilmesi hedefine dayalıdır. Dolayısıyla Bağdat’taki egemen
kesim açısından ülke çıkarları ve ulusal çıkarlar, ancak hükümran
olanların çıkarlarına uygun olduğu ölçüde desteklenebilir.
Bu noktada Irak’ta sade
vatandaş ile ayrıcalıklı kesimin mensupları arasındaki yaşam
standardı farkı insani boyutu ön plana çıkartılarak ele alınabilir.
IRAK DEVLETİ-IRAK MİLLETİ
ÇATIŞMASI
Irak devletinin statüsü
ve yapısı, kurucu meclisin hazırladığı, Irak Kralı Birinci
Faysal’ın anayasasından sonra yayınlanmış olan 21 Mart 1925 tarihli
anayasayla tespit edilmiştir. Aslında bu anayasanın ilk şekli, manda
idaresinin hazırladığı 1921 taslağıyla tespit edilmiş ve Irak’ta
milliyet, din veya dilden kaynaklanan farkların kabul edilemeyeceğini hükme
bağlamıştır.
Bahsi geçen belge, ilk
anayasa taslağı olarak 1921’de İngiliz mandası idaresinde ve İngiliz
Temsilcisi Percy Cox başkanlığında bazı teknisyenler tarafından hazırlanmış,
Irak hükümetinin daha fikri alınmadan Müstemlekeler Bakanlığı’na
arz edilmiş ve bakanlığın bazı tadil istekleri yerine getirilmiştir.
Irak tarafından Naci Süveydi, Sason Hüskail ve Rüstem Haydar ile İngiliz
memurlardan oluşan bir komite taslağı incelemiş ve bazı noktalara
itiraz etmiştir. Başta parlamentonun yetkileri ve uygulamayı
denetlemesi konularındaki noktalar Müstemlekeler Bakanlığı’nca da
uygun bulunmuş ve ilk taslakta krala tanınmış olan bu yetkiler, yasama
organına verilmiştir.
Milletin görüşlerini
almak için Arapça, Kürtçe, Türkçe ve İngilizce olarak basılan bu
ilk Anayasa taslağını Süleymaniye Devlet kitaplığında bulunmaktadır.
Genel bir kabul gören bu
taslak kurucu meclise ancak Haziran 1924’te intikal ettirildi. Meclisin
özel bir komisyonu taslağı daha detaylı bir hale dönüştürecek, 123
madde haline getirdi.
Kurucu Meclis anayasayı
10 Temmuz 1924 tarihinde onayladı. Ancak Irak-İngiltere antlaşmasının
bakanlar kurulundan rahat bir şekilde geçişini sağlamak için 21 Mart
1925 tarihine kadar açıklanmadı. Buna sebep olan başka bir husus da
petrol ve hudut meseleleri idi. Anayasanın114.maddesi bunu açıkça
ortaya koyarak manda idaresi ile Kral Faysal’ın 1914 yılından
Anayasanın uygulanma tarihine kadar olan bütün kanun ve kararlarının
geçerli olduğuna işaret etmektedir.
1925 anayasası iki defa
tadil edildi. Birinci tadil Temmuz 1925 tarihinde olup, sadece kralın
yurt dışına çıkması, Millet ve Ayan (Senato) meclisinin tahsisatı
ve Yüksek Mahkemenin kuruluşuyla sınırlı kalmıştı. 27 Ekim 1943
tarihinde yapılan değişiklik ise 50 maddelik bir tadil metni olarak hem
anayasanın bazı hükümlerini hem de bazı cümle bozukluklarını düzeltmiştir.
Bu tadil gereğince eski anayasada 123 olan madde adedi 125 maddeye çıkmış,
120. Maddeye ikinci bir fıkra ilave edilerek sıkı yönetim hükümleri
belirlenmiş, ayrıca Millet Meclisi’nin hangi konularda af çıkaramayacağını
hükme bağlayan esaslar getirildiği gibi başka ülkelerde kabul görmüş
anayasal kuralların müşterek bir oturumda karara bağlanmak kaydıyla
anayasa kuralı olarak kabul edilmesi hükmü öngörülmüştür.
Bu konuda en önemli değişiklik
18.maddede yapılmış ve bütün Iraklıların hak ve görevlerde eşit
olduğunu düzenleyen bu madde şöyle değiştirilmiştir:
Iraklılar sivil ve
politik haklara sahip olma konusunda olduğu gibi genel teklif ve görevlerde
de eşittirler. Aralarında köken, dil veya din ayrılıkları dolayısıyla
ayrım yapılamaz. Sivil ve askeri amme memuriyetleri ancak kendilerine
verilir. Bu memuriyetlere, kanunun tayin edeceği özel durumlar dışında
yabancılar alınamaz.(3)
1925 anayasasının Irak
halklarıyla ilgili en önemli maddesi şüphesiz 6.madde olmuştur.
Milliyet, din ve lisan ayrılıkları olsa da bütün Iraklıların
kanunla korunan haklarda eşit olduklarını hükme bağlayan bu madde,
Irak devletinin demokratik yapısını tesis etmiş ve 16.maddeyle de her
grubun kendi lisanıyla eğitim vermek üzere okul açmasını bir hak
olarak kabul etmiştir.
1958 yılında Kraliyet
rejimini deviren darbe, 27 Temmuz 1958’de yayınladığı Geçici
Anayasada en büyük çelişkisini 30 maddelik bu anayasanın 2., 3. ve
9.maddelerinde vücuda getirmiştir. Görüldüğü gibi 9.maddede vatandaşları,
ırk, köken, dil, din ve inanç bakımından bir ayrıma tabi
tutulamayacaklarını hükme bağlayan ve bu hükümleri eski anayasadan
daha geniş bir şekilde benimseyen bu Geçici Anayasa, 2.maddede Irak’ın
Arap milletinin bir parçası oluşunu, 3.maddede de bu vatanda Araplarla
Kürtlerin ortak olup anayasal haklarının Anayasa tarafından güvenceye
alındığı ifade ediliyor.
1968 yılı darbesinden
sonra çıkarılan ve hâlâ geçicilik statüsünde olan bütün
anayasalar da azıcık ileriye gidip “bütün azınlıkların” haklarının
saklı kaldığını içeren ifadelerine rağmen aynı çelişkilerle
doludur.
Bu konuya girmeden önce
bizce çok önemli bir hususun altını çizmek gerekmektedir. Gördüğümüz
kadarıyla Irak’ta yaşayan Kürt vatandaşlar olsun, resmi hükümet
olsun Türkmenlerin sayısını saklamaya çalışmakla büyük bir yanılgıya
düşmüşlerdir. Belki bazı Türkmen aydınları da kendilerini ve Türkmen
halkının haklarını savunmak adına aynı yanılgının ters tarafına
takılmışlardır.
Aslında herhangi bir
vatandaşın veya etnik toplumun hakkı çoğunluk veya azınlık hesabına
göre yapılmamalıdır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi Irak anayasaları
hiç bir zaman bir üstün ırk ve azınlıklar prensibini kabul etmemiş,
tersine dini, dili ve kökeni ne olursa olsun bütün vatandaşları eşit
ve milli haklarını kullanmaya ehil olarak görmüştür. Artık herkesin
bildiği gibi bu konu anayasal hak konusu olmaktan çıkmış, uluslararası
kabullerde ve insan hakları bildirgesinde olduğu gibi Birleşmiş
milletler Genel Kurulunun çeşitli karar ve belgelerinde de açık olarak
hükme bağlanmıştır. Buna göre konuyu inceleyecek olursak, Kürt aydınlarının
abartılı bir şekilde Türkmenlerin nüfusunu az göstermeye kalkışmaları
karşısında kabul ettikleri bir kaç yüz bin nüfusu da, şu anda Birleşmiş
Milletlere üye özgür bazı devletlerin nüfusunun altında değildir.
Bu gibi ülkelere Arap Körfezi’nde, Avrupa ve Afrika’da da rahatlıkla
rastlamak mümkündür.
Yine görüldüğü gibi
Türkmenler, Kerkük’te veya etrafında Kürt kökenli vatandaşların
bulunduğunu hiç bir zaman inkâr etmemişlerdir. Kürtler de kendi açılarından
Türkmenlerin varlığını inkâr etme yoluna gitmemişler, ancak Kürt
aydınlarının çoğu Kerkük’te çoğunluğunun Türkmen olduğu savına
karşı çıkarak, bu şeklide Kerkük’ün Kürt bölgesinin bir parçası
oluşu teorisine hizmet edecekleri zannına kapılmışlardır.
Sağlıklı sayımların
bulunması ve mevcut donelerin hem saklanması, hem de her türlü baskı
yoluna gidilerek değiştirilmeye kalkışılması karşısında Türkmen
vatandaşlarının sayılarının tespiti her zaman sorun olmuştur.
Bahsettiğimiz gibi ırkçı, saldırgan ve oportünist politikalar
nedeniyle bu rakamın azaltılması çabaları veya Türkmen aydınlarının
aynı yanılgıya düşerek, hiç bir bilimsel açıklaması olmayan
rakamları savunmaları bu meseleyi ciddi bir çelişki haline getirmiştir.
Nüfus konusuna değinmeden
önce çok önemli bir ayrıntıya da temas etmek yerinde olur. Aslında Türkmenler
de, Kürtler de Irak Devletinin kabul etmiş olduğu ve milliyet, din ve
dil ayrımının gözetilmeyeceğini ifade eden sosyal sözleşmeden
sonra, hiç bir zaman azınlık olarak kabul edilmelerini istememiş ve
devlette eşit oldukları prensibini benimsemişlerdir.
Onun için Türkmen ve Kürt
aydınları, Irak hükümetinin 30 Mayıs 1932’de İngiliz mandasının
sona ermesi ve Irak’ın Milletler Cemiyeti’ne girişini sağlamak için
yayınladığı deklarasyona fazla önem vermemişler, uygun bulmamışlar
ve daha doğrusu kâfi görmemişlerdir. Bunun sebebi bu deklarasyonun 28
Ocak 1932 tarihli Milletler Cemiyeti Konseyi’nin Arap olmayan
milletleri, korunması gereken azınlıklar olarak kabul eden bir kararının
ürünü olmasıydı.
Bilindiği gibi bu
deklarasyonun metni, Konseyin özel bir komitesi tarafından hazırlanmış
ve 28 Ocak 1932’de karara bağlanmış, Irak Millet Meclisi’nde görüşüldükten
sonra 5 Mayıs 1932 tarihinde hükümete bu deklarasyonun sunulması
yetkisi verilmişti. Bu metin 19 Mayıs 1932 tarihinde konseye iletilmiş
ve onun son onayından sonra yukarıda da belirtildiği gibi 30 Mayıs
1932’de Irak’ın Başbakanı Nuri Sait tarafından Bağdat’ta açıklanmıştı.
Deklarasyonun 9. ve 10.
maddelerinde Kürt ve Türkmenlerin bazı haklarına değinilmişse de
bunlar, sadece resmi Arap dilinin kullanılması, ayrıca bu dilleri bilen
memurların istihdamı prensibini getirmesi ve bu toplulukları ilk defa
azınlık olarak kabul etmesi nedeniyle yukarıda belirttiğimiz tepkiye
sebep olmuştu.
Bu arada dikkatimizi çeken
bir husus, Dr. Ömer Turan’ın 1996 yılında yayınlanan Avrasya Dosyasında,
ardından da Türk Kültürü dergisi Eylül 1998 sayısında bu konu ile
ilgili yazılarıdır. Dr. Turan bu yazılarında, Türkmenlerin hiç bir
zaman bu tür hakları olduklarını dahi bilmediklerini ifade ettiği
gibi, bu deklarasyonu İngiliz arşivlerinde bularak yayınladığını,
hatta ilk defa olarak ilim ve uluslararası politika camiasının
dikkatine sunduğunu beyan etmesinin sebebini doğrusu anlayamadık.
Arapça bilmediği ve bu
konuda yayınlanan çeşitli kitapları ve yayınları görmediği
ihtimali ile bu yanılgıya kapıldığını kabul etsek dahi, bu yazdıklarını
yayınladığı zaman herkesin okuyabileceği bir şekilde bu belgenin aslının
İngilizce olarak internette olduğunu da hesaba katarsak, gerçekten
belgenin aslından habersiz olduğunu ve ancak İngiliz büyükelçiliği
kanalıyla Dışişleri Bakanlığı’na intikal eden taslak suretini görmüş
olabileceğini anlıyoruz.
Dr. Turan’ın Avrasya
Dosyasında Türkçesini yayınladığı belge, eksik haliyle ve son bölümünü
buraya alıyoruz:
16.maddenin ikinci
paragrafından sonra:
“Aşağıda imzası
bulunan ve yetkili kılınan, tasdike bağlı olarak Irak adına bu hükümleri,
Milletler Cemiyeti kurulunun 19 Mayıs 1932 tarihli kararına uygun bir
deklarasyon olarak kabul eder.
30 Mayıs 1932 tarihinde
Bağdat’ta açıklanmıştır.
Milletler Cemiyeti
Sekreterliği arşivlerinde saklanacak tek nüsha olarak tanzim edilmiştir.
İmza
Nuri Said
Irak Başbakanı
Turan’ın Irak Krallığı
Deklarasyonu başlığı altında verdiği “Irak’ta manda rejiminin
bitimi münasebetiyle kanun” olarak verdiği ifade de doğru değildir
ve orijinal metinde geçmemektedir. Ayrıca Turan orijinal metinde bulunan
ve bahsettiğimiz tepkiye sebep olan birinci bölümün başlığını da
atlamıştır. Orada açıkça yazılan metinde “Azınlıkların
Korunması” başlığı göze çarpmaktadır.
1970 yılında Irak’ın
Devrim Komuta Konseyince yayınlanan ve Irak Türkmenleriyle ilgili olan Kültürel
Haklar Kararnamesi de bu uygulamanın bir parçasıydı. İlkokullarda Türkmence
tedrisatı, haftalık ve aylık Türkmence gazete ve dergilerin çıkarılması
ve Türkmen Eğitim ve Kültür müdürlüklerinin kurulmasını öngören
bu kararnameyi Türkmenler ısrarla kültürel hakların verilmesi değil,
tanınması olarak kabul etmişler ve bütün edebiyatlarında ve şehirlerde
asılan dövizlerde bu söylemi kullanmışlardır; hatta daha sonra hükümetin
bu kararlardan rücu etmesi ve hakları, ehil olmayan ve ciddiyetten
yoksun hükümet yanlısı insanlara vermesinden sonra, kültürel hakların
meşru sahiplerine iadesi taleplerini yoğunlaştırmışlar ve bu bağlamda
1971’de maruz kaldıkları çok acı insan hakları ihlalleriyle karşı
karşıya kalmışlardır.
Türkmenlerin bir çoğu
dahil olmak üzere büyük kitleler, aslında Irak hükümetinin bizzat bu
dönemde niye durup dururken Türkmenlerin kültürel haklarını tanıdığının
sebebini anlayamamış ve bu konuda bir çok spekülasyonlar duymuşlardır.
Aslında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 21 Aralık 1965 tarihinde her
türlü ırkçı uygulamaların tasfiyesi ve her ülkede yaşayan bütün
milletlerin tabii haklarını kullanmasını sağlayan bir karar almış
ve bu doğrultuda bir belge de üye ülkelerin imzası açılmıştı.
Kararname yeterli çoğunluğu 4 Ocak 1969’da bulmuş ve yürürlüğe
girmişti. Irak hükümeti ise belgeyi 18 Şubat 1969’da imzalamış,
ancak tasdik işlemleri gerektiği için artık yasama organı olarak
kabul edilen ve kararları kanun kuvvetinde olan Devrim Komuta Konseyine
sunulmuştu. Bu onay 14 Ocak 1970 tarihinde gerçekleşmiş ve Birleşmiş
Milletlere tevdi edilmişti. Tam bir hafta sonra 21 Ocak 1970 tarihinde
Devrim Komuta Konseyinin 21 Ocak kararı yayınlanmıştır. Böylece Irak
hükümeti bu konuda pozitif bir adım attığını ispatlamaya çalışıyor,
bunun arkasından Asurîlere tanınan kültürel haklar ve Kürtler için
11 Mart kararnamesi ile
Irak hükümeti kendini temize çıkarıyordu.
Bir yıl geçmeden Irak hükümetinin
bu kararlardan çark etmesi ve Kerkük’te çoğunlukta olan Türkmen
okullarını kapatmasıyla başlayan öbür uygulamaları ise her zamanki
gibi dünya kamu oyunun umursamaz ve iç işlere müdahale etmeme savıyla
göz yumulan ihtilaller haline gelmişti.
Irak Türkmenlerinin Gerçek
Nüfusu: Irak Türkmenlerinin hükümetçe açıklanan sayılarına bakılırsa
1957 sayımı akabinde en düşük rakam olarak açıklanan adet 136.800
olarak verilmiştir. Bu sayının bütün ölçülere ve Irak devletince
sonradan açıklandığına göre de doğru olmadığı ortada iken bu
rakamdan hareket ederek yola çıkıldığında ve ileride açıklayacağımız
verilere göre 2000 yılı sonlarına doğru 505.000 kişi olmaları
gerekmektedir. Ne yazık ki misyonları gerçeği araştırmak değil,
sadece Kerkük’ün Türkmen değil Kürt veya Arap olduğunu ispatlamaya
kalkışmak olan bütün yazarlar da, sadece Türkmenler söz konusu
olunca bu rakamları gerçek olarak kabul ederler. Halbuki sadece Irak’ın
kuzey batısındaki Telafer ilçesinin nüfusuna bakılırsa, başka ırak
mensup olanlar yok denecek kadar az olan ve sadece Türkmenlerden oluşan
bu ilçe ve etrafındaki köyler nüfusunun iki yüz elli bini aşkın
olduğu açıkça görülmekte ve yukarıda bahsedilen rakamların ne
kadar gerçek dışı olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Bunlara Musul civarındaki köy ve kasabalar, Erbil, Altın Köprü, Tuz
Hurmatu, Bayat köyleri, Karatepe, Hanekin, Mendeli ve Kerkük ilave
edilirse bu sayının gerçek boyutu ortaya çıkar.
TÜRKMENLERİN IRAK’IN
GELECEĞİNDEKİ YERİ
Irak’ın geleceğini çizmeye
yönelik adımlar hızlanırken, kalıcı ve sağlıklı bir yapı
kurulması için konunun bütün etkenlerinin doğru hesaplanması
gerekiyor. Irak’ın geleceği için yapılan planlamalarda toplamın yüzde
18’ini meydana getiren ve 3.5 milyon gibi önemli bir rakama ulaşan Türkmen
nüfusunun da dikkate alınması gerekiyor.
Türkmen heyetlerinin ABD
temasları da bu yönde gelişmeler olduğu şeklide.
Ancak, Irak’ta uzun
soluklu bir barış ve istikrar sağlanması için, ki bu aynı zamanda bütün
Avrasya dengeleri açısından birincil seviyede önemli, farkına varmak
daha fazlası, önemini kavramak gerekiyor.
20. Yüzyılın başında
Irak'ta homojen bir halk yaşamamaktaydı, bugün de yok. Irak’ta bugün,
bütün tarihi boyunca olduğu gibi çeşitli topluluklar yan yana ve iç
içe yaşıyor. Haliyle Irak’ı bir Arap ülkesi veya Araplarla onların
yanında bazı Kürt aşiretlerinin bulunduğu bir ülke olarak görmek,
Irak’ın geleceğine ilişkin yapılacak en büyük hata olur.
Irak’ta bugün Araplar,
Kürtler, Türkmenler, Süryaniler, Acemler, Yahudiler, Ermeniler,
Yezidiler ve Sabialar yaşıyor. Bu ana topluluklar bünyesinde çeşitli
unsurlar veya alt kimlikler barınıyor. Örneğin en büyük topluluk
olan Araplarda Bedeviler ve şehirliler olmak üzere iki farklı kimlik
mevcut. Ayrıca Araplar arasında mezhep, bölge ve kabile farklılığı
da belirleyici nitelikte
Kürtler ise, Bahdinan (Kırmanç)
ve Soran olmak üzere iki farklı topluluk ve bunlara bağlı aşiretler
ve şehirliler olmak üzere çeşitlilik gösteriyor.
Az sayıdaki Süryaniler
bile üç grup; Asuriler, Keldaniler ve Aramiler.
Bundan çıkan sonuç çok
açık: Irak'ta çözüm bir topluluğa bağlı veya bağımlı değil.
Sorunu bir topluluğa bağlı veya bağımlı görmek, çözümü
engelleyeceği gibi sorunu daha da çözümsüz hale getirir.
Irak'ta Türkmenler;
Kuzeyde Telafer'den başlayarak Bağdat'ın güney batısında Mendeli
kasabasına kadar uzanan şerit üzerinde yaşıyorlar. Ancak Türkmen şeridi
sürekliliği olan bir hat durumunda değil. Birçok bölgede araya Arap
ve Kürt topluluklar karışıyor.
Bu durum, Türkmenler arasında amaç birliğini gerçekleştirmeyi de güçleştiriyor.
Lozan anlaşması ve 1926
Ankara anlaşmaları, Türkmenlerle ilgili herhangi bir hüküm içermiyor.
Bu nedenle Türkmenler sıradan bir Irak vatandaşı muamelesi görüyorlar.
Müzakereler sırasında, Türkmenlerin statüleri ve hakları ile ilgili
Türk tarafının görüş ve önerileri de olmadı.
Irak mozaik yapısıyla
çözüm için bir paket gerektiriyor. Iraklı yöneticiler ise, bu gerçeği
hiçbir zaman göz önünde bulundurmadılar. Toplulukları eritme ve
asimile etme yolunu seçtiler ve tarihin en korkunç soykırım suçlarını
işlediler.
İngilizler Irak'ı işgal
ettiklerinde en sert muhalefeti Şiiler ve Türkmenlerden gördüler.
Necef ve Kerbela'da bulunan Şii Ulemalar, gidenin Müslüman, gelenin ise
Gayri Müslim olduğu yönünde fetvalar verdiler. Fetvalar kısa sürede
etkisini göstererek Haziran 1920'de Irak'ta büyük bir isyan patlak
verdi. İsyan genellikle Şii ve Türkmen bölgesinde odaklaştı ve bu
iki kesim açıkça Osmanlı ve Türk taraftarı olduklarını belli
ettiler. İsyanın önemli merkezlerinden Telafer, Anadolu'ya yakın olmasından
dolayı, Ankara Hükümeti ile isyancıların temasını sağlıyordu. Bu
durum İngilizleri rahatsız ediyordu.
Irak'ı yönetemeyeceklerini
anlayan İngilizler, Iraklılardan oluşan bir hükümet kurma yoluna
gittiler. 11 Ekim 1920'de ilk Irak Hükümeti kuruldu ve alelacele Mekke
Şerifi Hüseyin'in oğlu Faysal Irak'a getirildi. 23 Ağustos 1921'de taç
giydirilerek Irak Kralı ilan edildi. Yeni hükümet, İngilizlerle Irak
aleyhine çok ağır şartlar içeren yirmi yıl süreli bir anlaşma
imzaladı. Yeni Irak Devletinin temel politikası, 1920'de isyanın iki
ana unsuru olan Türkmen ve Şiileri sistemin dışına itmek olmuştur.
Bunda elbette ki Kerkük ve Musul ihtilafının da payı vardır. Bu
politika günümüze kadar da devam etmektedir.
Kasım 1996'da Kuzey
Irak'ta çarpışan iki Kürt grubunu barıştırmak maksadı ile
Ankara'da yapılan toplantılara Türkmenlerin katılması ve oluşturulacak
Barış İzleme Gücünün, Türkmenler ve Asurilerden oluşmasına sıcak
bakan Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı Celal Talabani'ye, Saddam
Hüseyin tehdit mektubu göndererek sert bir şekilde uyardı.
Mektupta hiç alakası
olmamakla birlikte Şiilere de atıfta bulunarak, bu iki unsurdan uzak
durulmasını talep etti. "Bunlar bizim yasaklarımızdır, bu
yasakları aşarsanız sonuçlarına da katlanırsınız" dedi.
Sosyalist ve Arap
Milliyetçisi olduğunu iddia eden Saddam ve Baas Partisi, İngilizlerden
devraldıkları bu kötü mirasa sıkı sıkıya bağlı olduklarını
ispat ettiler.
Irak'ta ilk kurucu
meclis, 27 Mart 1924'te ilk toplantısını yapmıştı. Kurucu meclisi
iki önemli görev beklemekteydi. İlki Irak-İngiliz Anlaşmasını
onaylamak, ikincisi ülkenin Anayasasını ve tabii ki seçim yasasını
hazırlamaktı. Kurucu Meclis hazırlanan Anayasayı 10 Temmuz 1924'de
kabul etti. Anayasa 21 Mart 1925'te Kral tarafından tasdik edilerek yürürlüğe
girdi.
1925 Anayasası Irak'ın
ilk anayasası. Krallık döneminde kabul edilen veya tadil edilen
anayasalarda, Türkmenler ve diğer etnik grup ve milliyetlerle ilgili hiçbir
hükme yer verilmedi. 1958 ihtilalinden sonra kabul edilen geçici
Anayasanın üçüncü maddesi, Kürt varlığını kabul ederken, yine Türkmenlerden
söz etmedi. İsim verilmeden azınlıkların haklarının güvence altında
olduğu yazıldı.
Irak'ta Türkmenlerin
varlığını kabul eden ve Türkmenlere bazı haklar tanıyan iki önemli
belge bulunuyor. Birincisi 24 Ocak 1970 tarihli Devrim Komuta Konseyi
kararı. Türkmen Vatandaşların Kültürel Hakları adı altındaki
kararname yedi maddeden oluşuyordu. İlk üç madde Türkmence eğitim
ile ilgiliydi ve ilkokullarda Türkmence eğitimi öngörmektedir. Geri
kalan dört madde ise, Kültürel Haklarla ilgiliydi. Türkmen Şair ve
Edebiyatçılar Birliği ile Kültür Bakanlığı'nda Türkmen Kültür Müdürlüğünün
kurulması, Türkmence haftalık bir gazete ve aylık bir derginin çıkarılması
planlanıyordu.
Türkmence eğitimi ile
ilgili maddeler, iki sene kısmen uygulandıktan sonra askıya alındı.
Diğer dört madde ise, kısmen de olsa günümüze kadar uygulandı.
Bütün bu hususlar
dikkate alınması ve kamuoyunun duyarlılığına sunulmalıdır.
Bu arada; bazı Türkmen
gruplarında olan “bağımsız Türkmen Devleti” gibi yaklaşımlar
zarar vericidir. Buna mukabil Kürt Devleti kurulması yönündeki tartışmalar
ve bu yöndeki hazırlıklar açısında, böyle bir ihtimalin amacını aşmayacak
şekilde gündeme getirilmesi istifadeli olacaktır.
Türkmenlere otonom bölge
verilmesi yönündeki görüşler Türkmenlerin haklarının savunmakta
yeterli değildir.
Türkmenler azınlık
olarak kabul edilecek, Irak devlet sistematiğinin dışında tutulacaktır.
Türkmenler sürekli baskı
altına girecektir.
Türkiye’nin Irak
konusundaki çıkarları konunun bütünü ile ilgili olması nedeniyle,
araç ve hedef olmayacaktır.
Türkmenler, Bağdat’ın
Saddam sonrası dönemde Kürtlere karşı denge unsuru olabilecek
niteliktedir.
Türkmenler, fikir çatışması
veya silahlı çatışma yaşayan bütün gruplar arasında arabulucu olma
imkanına sahiptir.
Türkiye’nin çıkarları
doğrultusunda Türkmenler, Irak’ın eşit vatandaşları arasında yer
almalıdır.
Buna mukabil Türkiye açısından
yakınlık göstermek ve destek vermek için gerekli ölçüt hiçbir
zaman kan veya soy bağı olmamış, Cumhuriyetin ve uygar dünyanın
erdemleri olmuştur.
Ancak Irak Devletinin
penceresinden Türkiye, daha çok önyargıların etkisinde algılanmaktadır.
Önyargıların temelinde ise “Osmanlı İmparatorluğu” vardır.
Ayrıca Bağdat’ın
gizli kodlarında görüldüğü gibi mevcut Bağdat rejimi için, Irak’ın
kuzeyinde devam eden durum olumludur. Nihayetinde Barzani ve
Talabani’nin Bağdat ile çok yakın temasta olması dolayısıyla
Saddam Hüseyin açısından kaygılanılacak bir durum söz konusu değildir.
Barzani ve Talabani’nin
etkenliği sürdükçe, Bağdat bir taraftan petrol kaçakçılığı
sayesinde rahat edeceği gibi, diğer taraftan da Türkiye’ye pürüz üretecektir.
Saddam Hüseyin’in bu nedenlerden dolayı Barzani’ye “bağımsızlığını
ilan edersen, seni ilk ben tanırım” vaadinde bulunduğu iddiası gerçekçidir.
Kürt Devletinin kurulması
Bağdat açısından “kabul edilebilir” ve “göze alınabilir” bir
durumdur.
Bu noktada gerek IKDP
gerekse KYB tarafından parti okullarında yürütülen şiddetli Türk düşmanı
propaganda Bağdat’ın da işine gelmektedir. IKDP ve KYB’nin Türkiye
ile ilgili değerlendirmeleri, Irak Devletinin değerlendirmelerinden
farklı değildir.
Buna karşılık en zor
siyasi iklimin egemen olduğu Irak’ta devlet de, söz konusu Kürt
gruplar da, Türkiye ile ilişkilerinin önemine inanmakta, Ankara ile
faydacı bir yaklaşımla ilişki kurmakla beraber, bu durumu her zaman
dengeleyici unsurlarla beraber, örneğin bölge ile yakından ilgilenen
devletlerle yakınlaşma ile yürütülmektedir.
BAĞDAT AÇISINDA
KUZEY’İN KONUMU
IKDP ve KYB açısından
da birçok göz ardı edilemeyecek husus vardır;
IKDP kontrol ettiği
Bahdinan bölgesindeki, özellikle Türkiye sınırı kesiminde yaşayan aşiretlerle
uyumda güçlük yaşamaktadır.
Barzanilerin Yahudi kökenli
olduğu yönündeki kuvvetli bilgiler ve bundan hareketle yapılan varsayım
ve yorumlar Barzaniler açısından sıkıntı vericidir.
Talabani Soran bölgesindeki
İslami örgütlerle büyük sorunlar yaşamaktadır.
Her iki liderin de Irak
istihbaratı ve Bağdat ile ilişkileri tabanlarına izah etmekte güçlük
çekecekleri meselelerdir.
Her iki örgütün de
liderlerinin yerinin doldurulması mümkün değildir.
Habur sınır kapısı
KDP’nin soluk borusudur. Bölgenin dış dünya ile ilişkisi Habur
sayesinde yürümektedir.
Erbil her iki grup için
de eşit derecede hayati öneme sahiptir.
Her iki örgüt de Türkiye’ye
diğerinden daha yakın olma gayretindedir.
Hassas dengelere dayalı
çok ince bir siyaset güden Bağdat hakkında belirtilmesi gereken önemi
bir husus vardır. Bağdat, Türkiye açısından “Saddam’dan önceki
dönem, Saddam dönemi ve Saddam sonrası dönem” olarak bölümlenmemeli
ve Bağdat’ın gerek ulusal çıkarlarının gerekse Osmanlı dönemine
dayanan perde arkası sorunları yüzünden hiçbir zaman Türkiye’nin
paralelinde olmamıştır. Bundan sonra da olması, ancak Ankara’nın
Saddam sonrasında en üst düzeyde etkinlik sağlaması ile mümkündür.
Ayrıca IKDP ve KYB, Bağdat’ın
Türkiye politikasında elindeki koz ve sürekli başvurduğu enstrümanlarıdır.
Irak, Türkiye’ye bakış
açısında bir terazi kurmaya çalışmaktadır. Bağdat söz konusu
terazinin bir kefesine, Türkiye’den ve batı ittifakından algıladığı
tehditleri ve potansiyel tehditleri koymakta ve diğer kefeye de yine Türkiye’den
batı ittifakından gelen, bunları dengeleyecek unsurları yerleştirmektedir.
Örneğin:
Türkiye’nin Kuzey
Irak’taki varlığı ile kamuoyunun Musul ve Kerkük’te ilgisi ürkütücüdür,
ancak ABD ve İngiltere'ye karşı dengeleyicidir.
Aynı şekilde ABD ve İngiltere’nin
Irak’ı dağıtabilecekleri kaygısı kuvvetlidir, ama Türkiye’nin
toprak bütünlüğünün korunmasındaki ısrarı fren görevi görmektedir.
Türkiye’nin Türkmenlerle
işbirliği kaygı vericidir, ancak yine aynı nedenlerden dolayı olumlu
görülmektedir.
Türkiye’nin Kuzey
Irak’ta varlığı tehlikelidir, fakat Kürtlerin denetimsiz hareket
ihtimaline karşı önemlidir.
Özetle: Türkiye Irak açısından
“işbirliği yapılabilecek düşmandır”.
Bundan başka; Kerkük ve
çevresinde yaşanan askeri hareketlilik, Bağdat’ın bir sıcak kriz anında
zaten artık elinde olmayan Kuzey Irak’tan feragat edeceği ve Kerkük’te
direneceğini göstermektedir.
Irak dış politikasında
“işbirliği yapılabilir düşman” Türkiye ile sorunlar
giderilebilecek pürüzler değil, doğrudan Irak’ın varlığına,
“geleceğine ve yaşam hakkına” kast edilmesidir. Türkiye’nin;
Musul ve Kerkük’e
gireceği kaygısı,
GAP çerçevesinde yapılan
barajlar ile Fırat ve Dicle’nin Türk denetimine girmesi,
ABD’nin planlarında Türkiye’nin
ön plana çıkması,
Milli devlet yapısının
muhafazası yönündeki kararlılık,
Batı dünyasında güçlü
olmak için doğu dünyasına daha fazla önem vermesi,
Suriye’yi yola
getirmesi,
Doğu Akdeniz’de
etkinliğini arttıracak adımlar atması,
bu çerçevede ele alınmakta
ve Irak tarafından “yaşamın kaynağı olan suya ve neredeyse tek
gelir kapısı olan petrole göz konması” olarak değerlendirilmektedir.
Bunun yanı sıra Türkiye,
Cumhuriyetin ilanı ile tarihinde yeni bir sayfa açmasına rağmen;
Misak –ı Milli,
Türkiye’nin Kuzey
Irak’taki “kalıcı gibi görünen” askeri varlığı,
Irak idaresi için gücü
Türkmen varlığına dayanan Abbasilerin kudretli dönemi,
Türklerin İslam
mimarisine olan katkıları,
Bağdat’ı, Samarra’yı
ve Kerkük’ü kurmuş olmaları,
4. Murat’ın Bağdat’ı
fethi ve diğer benzeri tarihi olaylar
hatırlandıkça kaygı
ve ızdırap veren meselelerdir.
Bu noktaya kadar
belirtilen hususlardan hareketle; Bağdat’ın Ankara’ya “tarih kökenli
travmaların izin verdiği ölçüde sağlıklı bakabildiği” kabul
edilmelidir.
Türkiye, bugüne kadar
çeşitli yöntemlerle Bağdat’ı kaygıları konusunda teskin etmeye çalışmıştır.
Türkiye’nin bu siyasası isabetlidir.
Arap çevrelerinde Türkiye’nin
“Kürdistan” çağrıştıran ifade, yorum ve adımlardan duyduğu
rahatsızlığı ortaya koyması, “batı kampında çatlak” olarak görülmektedir.
Bağdat’ın Türkiye’yi
hedef alan propaganda çalışmaları büyük nispette basın yoluyla ve
dedikodularla yürümektedir. Ana tema Türkiye’nin yayılmacı ve ırkçı
olduğu, Türkiye’nin İsrail’in tarafını tuttuğu görüşüne
dayalıdır.
Bağdat’ın Türkiye’deki
Kürtler ve Araplar konusundaki algılayışına ve yaklaşımına fazla
itibar etmemek gerekir. Nihayetinde Bağdat’ın sicilinde yer alan
meseleler, Bağdat’ın sözlerinin inandırıcı olmasını
engellemektedir. İsrail konusunda ise, Türkiye’nin İsrail-Filistin
anlaşmazlığındaki onurlu tutumu, bu yöndeki iddiaların sahipleri için
yeterli yanıttır.
Bağdat’ın Türk
kamuoyu da dahil olmak üzere, batıya yönelik kapsamlı bir propaganda
savaşı yürüttüğü gözlemlenmektedir. Yürütülen propaganda çalışmalarının
merkezi Musul Üniversitesi Türkoloji Enstitüsüdür. Bağdat’ın başvurduğu
diğer belli başlı aktiviteler ve temalar şöyledir:
Ambargonun yol açtığı
yokluk ve fakirlik yüzünden ölen çocuklar.
Yetersiz sağlık ve bakım
imkanları yüzünden hayatını kaybedenler.
Halkın Saddam’a
destek, ABD ve İsrail’i lanet için meydanları doldurması, stratejik
tesisleri korumaya gönüllü olması.
Bombaların öldürdüğü
siviller.
Irak ordusunun kahramanlığı
ve Irak’ı korumaktaki kararlılığı.
Saddam Hüseyin’in
fedakarca Irak’ın namusunu savunduğu.
Saddam Hüseyin’in
dindarlığı.
Söz konusu hadiseler ile
ilgili gerçekler ise şu şekildedir:
Ambargo halka yansımakla
beraber Saddam ve çevresi her türlü lüksü yaşamaktadır.
Bakımsızlıktan hayatını
kaybedenlerin teşhiri Bağdat’ın uluslararası toplumun insani
meselelere duyarlığını istismar içindir. Bağdat aynı duyarlılığı
göstermemektedir.
Halk söz konusu destek
ve dayanışma faaliyetlerine “damgalanma korkusu”, ordu ve gizli
servis zoruyla katılmaktadır.
Irak ordusu hakkında Bağdat’ın
küresel dolaşıma verdiği görüntüler vahşet ve disiplinsizlik içermektedir.
Saddam Hüseyin can güvenliğin
endişe ettiği ve ne halkına ne de ordusuna güvendiği için Irak dışına
çıkmak bir yana, Irak içinde dahi zorlukla ve çok nadir seyahat
etmektedir. Ayrıca Saddam Hüseyin görüntü ve açıklamalarında
dindar izlenimi verse de, inandırıcı değildir.
GELECEK İÇİN HAZIRLIK
YAPILMALI
Türkiye’de Irak ile
ilgili ve Kuzey Irak’ta Bağdat ve Ankara ile ilgili kamuoyu araştırmaları
yapılmalıdır.
Türkiye muhtemel Irak
harekatı sonrası için kapsamlı bir hazlık yapmalıdır.
Türkiye’nin bugüne
kadar barış kurma ve barış koruma faaliyetlerindeki başarısından
hareketle kurulacak yeni rejimde Türkiye’nin garantör statüye sahip
olması, atılacak temelleri kuvvetlendirecektir.
Bu çerçevede Irak’ın
yeniden imarı, Türkiye ile Irak arasında ticaret hacmini yükseltmek
amacıyla serbest ticaret bölgesi kurulması, Türkiye ile Irak arasında
tercihli sistem içeren ticaret anlaşmaları imzalanması kısa sürede
faydasını gösterecektir.
Türkiye’nin ABD
kaynaklı veya uluslararası nitelikte bir müdahaleye zemin bırakmayacak
şekilde, “silahsız çözümü” desteklediği ve bunun için girişimlerde
bulunduğu dünya kamuoyuna anlatılmalıdır.
Aynı çerçevede Türkiye
Irak’ın geleceğine dair barış ve toplumsal uzlaşı formülleri üretmelidir.