Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!
 
TANGOWEB
 

Referanslar

http://come.to/tangoweb

Kaynaklar
 

K O N U L A R 

ANA MENÜ
ULUSLARARASI TERÖRİZM
OSAMA BİN LADEN BİN MUHAMMED
ULUSLARARASI TERÖR ÖRGÜTLERİ
ULUSLARARASI TERÖR ÖRGÜTLERİ - TÜRKÇE -
ÜLKE ETÜDLERİ
T Ü R K İ Y E
KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ
YUNANİSTAN
BATI TRAKYA
ERMENİSTAN
GÜNEY KIBRIS RUM KESİMİ
I R A K
KUZEY IRAK
İRAN İSLÂM CUMHURİYETİ
RADİKAL İSLÂMİ HAREKETLER
SURİYE
FİLİSTİN
ALEVİLİK
AZINLIKLAR
ASURİLER, KELDANİLER, YEZİDİLER
KAFKASYA, ORTA ASYA,   TÜRK DÜNYASI
ASYA, ORTA DOĞU, ATLAS, KÖRFEZ ÜLKELERİ
İSTİHBARAT VE GÜVENLİK KURULUŞLARI
TÜRKİYE'DEKİ  DİPLOMATİK MİSYONLAR
ULUSLARARASI  KURULUŞLAR
DİNLER, MEZHEPLER, TARİKATLAR
ANARŞİZM - ANARŞİSTLER
BİZANS, PONTUS, KIBRIS, ANTİ-TÜRK
ORGANİZE SUÇLAR
ÖNEMLİ GÜNLER
YAZILAR
FORUMLAR
ÇEŞİTLİ
INTERNET MEDYA

D O W N L O A D

 
GÜNCEL
ABD'NİN TERÖRLE
TANIŞTIĞI GÜN
EN ÇOK ARANAN
22 TERÖRİST
OSAMA BİN LADEN, AFGANİSTAN, TALİBAN
PROFİLLER
OSAMA BİN LADEN
  Video Bantın Çözümü
  Veda Mesajı
 
GÜNEY ASYA TERÖR ÖRGÜTLERİ
HİNDİSTAN VE PAKİSTAN'DA 
 FAALİYET GÖSTEREN TERÖR  ÖRGÜTLERİ
 
GÖRÜŞ, ÖNERİ VE KATKILARINIZ İÇİN
tangoweb@hotmail.com
   
Kuruluş 30 Ağustos 1999
Güncelleme 25 Şubat 2002
R.YÜRÜKOĞLU
(NİHAT AKSEYMEN)
 
Türkiye Sosyal Araştırmalar Vakfı (TÜSTAV) Yönetim Kurulunca yapılan açıklamada,
"Vakıf üyelerinden Nihat Akseymen (Rıza Yürükoğlu)'nun gözlerini yaşama yumduğu,
vasiyeti gereği küllerinin Heybeliada'dan eski TKP bileşenlerince Marmara Denizi'ne
serpileceği" belirtildi.
R.Yürükoğlu'nun Son Yazısı
 
İŞÇİNİN SESİ NEDEN BAŞARILI OLAMADI?
 


Önce şunu soralım: Devrimci solda başarılı bir parti ya da örgüt var mı?

Tabii, başarının değişik ölçütleri olabilir. Somut bir anda nesnel koşulların gerektirdiği şeyleri denkleştirebilmişsen bu da başarıdır. Yani 50 kişilik bir örgüt başarılı olabilir, 1 milyon üye başarısızlığa engel değildir. Bu anlamda başarılı örgütler eminim vardır. Ancak, toplumda yer tutan, büyüyen, çekim gücünü arttıran, sosyalizm anlayışını yenileyen dinamik bir örgüt anlamında yok. Yalnızca Türkiye'de değil, tüm dünyada yok. Demek ki, durumun bir nesnelliği var. O zaman ne konuşacaksak bu çerçevenin içine koymak zorundayız.

Tabii ki  bu bizi rahatlatmamalı, başarısızlığın temel nedenlerini arayıp bulmalıyız. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım. Bu yazının bu konuda son söz olacağını düşünmüyorum, gelecek katkılarla daha tam bir resme ulaşacağımıza inanıyorum. Kolay değil, 1976-2000 arası, 24 yılın bilançosu. Başından bugüne dek içinde olduğum, bazı yoldaşların uzun bir bölümünde, bazı yoldaşların kısa bir bölümünde yer aldıkları bir 24 yıl.

Başarısızlığın bazı nedenleri, tüm öteki örgütlerle ortak nedenlerdir, bazıları ise bize özgü nedenlerdir. Örneğin, biz yapılabilecek her şeyi yaptık mı? Değerlendirmelerin sonunda aldığımız uygulama kararları sonuç vermedi. O zaman bu kararlar izlendi mi, sonuna dek uygulanabildi mi? Örgüt yaşamında bunlar da önemlidir.

Önce bu 24 yılın dönemlerini belirleyelim. Bunu yaptığımızda, yukarıda sözünü ettiğim nesnellik daha iyi anlaşılacaktır: 1976-79, Zayıf Halka'nın yazılışı, SBKP ve TKP'nin siyasal çizgilerine karşı çıkış ve parti içi muhalefet. 1980-84, TKP-İşçinin Sesi olarak ayrı örgütlenme, ülkenin ve Avrupa'nın çok yerinde başarılı bir örgütlenme, oldukça iyi bir durum. 1984-87 arası duraklama. 1990 sonrası gerileme. 1993-94, legale çıkma ve İngiltere'de yığın örgütleri için belediye yardımlarını reddetme üzerine karar alınmak üzere. 1994-95 provakasyon ve ardından Gazi olayları: yeniden eski çizgiye geri dönüş.

Yukarıda ayırdığım dönemlere bakınca şu hemen farkediliyor ki, bu tarihler, dünya ve ülkedeki değişimlerle üst üste oturmaktadır. Tabii, bire bir, matematiksel bir eşitlenme beklenemez ama üst üste oturuyor. Öyleyse, temel nedenler buralarda aranmalıdır.

DÜNYA ve TÜRKİYE

1980-90 arası ama özellikle bu dönemin son yarısı (1985 sonrası), dünya komünist hareketinde büyük bir krizin ortaya çıkışı ve giderek derinleşmesi yılları. Güçten düşmeyen, hatta bölünmeyen parti yok gibi. (Tam da örgütümüzün yükselişinin sonu, duraklamanın başlayışıyla aynı tarihlere denk düşüyor.)

Ardından, SSCB'nin "komünistler" eliyle içeriden yıkılması, 20. Yüzyılın en büyük olayı. Yıllardır amentü gibi yineleriz ama önemini yeterince kavramış değiliz.  1917'den de daha  büyük olay. Gerçekten tarihsel önemdeki olaylar, yalnızca dünyayı değiştirmekle kalmaz, dünya hakkındaki düşüncelerimizi de, anlayışımızı da değiştirir. Bu yıkılış çok şeyi açığa çıkardı. Yanlış hesapların, yanlış teorilerin, yanlış siyasetlerin Bağdat'tan döneceğini gösterdi.

Bu yıkılışla tüm devrimci hareketler, KP'ler tüm dünyada marjinalleştiler. Adlarını değiştirenler, sosyal demokrat olanlar vb. Ancak, tüm komünist partileri marjinalleştiler. Şu parti de bunun dışında diyen olursa, hep birlikte öğrenmiş oluruz. Bu, tüm örgütleri içine alan büyük bir oluşumdur. "Aynı sandaldayız" sözü bir tarihsel gerçeği anlatıyor. Tepesinden tırnağına karşı olduğumuz çok komünist partisi var. Onlarla da aynı sandaldaymışız. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra, Sovyetçisi, Maocusu, Troçkisti, birlikte zayıflamaya başladık. Demek ki, onlarla da aynı sandaldaymışız.

Biz, eleştirilerimizi 1978'den itibaren açıktan yaptığımız için belki hemen üye kaybetmeye başlamadık ama yeni üye kazanma giderek yavaşladı ve sonunda durdu. Bu sürecin bir noktasından başlayarak da, üyeler arasından, kimisi inancını yitirerek, kimisi bin çeşit başka nedenle, azalma başladı.

Bu sürecin sonunda, "kritik kütle" (critical mass) noktası çevresine düştük. Bizden daha büyük olan hareketler henüz bu noktaya düşmemiş olabilirler ama doğru tutumu almazlarsa onlar da düşeceklerdir.

Bunu önlemenin (o da olabildiğince, çünkü nesnel, tarihsel bir olgudan söz ediyoruz, tümüyle önlemenin, nehri tam tersine akıtmanın olanağı yoktur) tek yolu,  "sosyalizmi nasıl anlıyoruz ve nasıl bir sosyalizm istiyoruz"u, düzgün ve erken ortaya koyabilmekti. Sovyetik anlayıştan farkımızı koyabilmekti. Bunu yapabilmek, kendimizi de yenilemek anlamına gelecekti. Ki bu gerçeği biz ta 1989'da dile getirdik. Ama yetiştiremedik. 1994-95'de karşı karşıya kaldığımız provakasyon da bunda önemli rol oynadı.

SSCB'nin yıkılışının ardından, bu anlamda tek merkezli bir dünya ortaya çıktı. Bunun, konumuz açısından, 2 temel sonucu oldu: Birincisi, silahlı mücadelenin, silahlı devrimin ve illegal çalışmanın önü tıkandı. Biz buna uyamadık. İkincisi, halkların baskısı altında siyasal parlans değişti. Daha hümanist, açık, aleni, şeffaf, sakin, demokratik bir yaklaşım gelişti. Bu değişime de, emperyalizm bile uymaya çabalıyor ama biz uyamadık.

Dünyada siyaset parlansı değişti derken, emperyalizm rengini değiştirdi demiyorum. Emperyalizm değişmedi. Halkların baskısı ile siyaset parlansı değişti, daha demokratik, daha saydam tutum isteniyor. Emperyalizm de buna uymaya çalışıyor, azınlıkları vb "korumak" için gidiyor ama emperyalizmin cibilliyeti değişmedi.

Demek ki, Sovyetler Birliği'nden sonra biçimlenen dünyanın iki büyük gerçeğine biz uyamadık.

Türkiye'de de, 1980'lerden bu yana büyük değişimler ortaya çıktı. Hızlı bir ekonomik değişim ve güçleniş tabanı üzerinde halkın demokrasi istemi olağanüstü şiddetlendi. Avrupa Birliği süreciyle de bütünleşen bu istem, adeta yeni bir toplum biçimlendirdi. Tabii, hala faili meçhuller, derin devlet zorbalıkları sürüyor ama geriliyor.

Böyle bir süreç içinde, 1984 sonrasında ülkede "legal olanaklardan yararlanma" durumu giderek arttı. 1990 sonrasında ise, "legal parti" olanağı doğdu.

Biz bu değişimleri de doğru dürüst yakalayamadık. Güçten düştük, başarılı olamadık, çünkü ülkenin nesnel gelişmesinin, ortamın gerisinde kaldık.

O zaman bir ara sonuç söylersem, başarısızlığımızın temel nedeni, hem dünya, hem ülke koşullarının gerisine düşmemizde yatmaktadır.

PARTİ TEORİSİ

Neden ortamın gerisine düştük? Marksizm bilgimiz, teorik anlayışımız öteki örgütlerle kıyaslanmayacak kadar ileri olduğu halde neden değişimleri yakalayamadık?

Bu soruya da benim yanıtım şöyledir: Nedeni Stalinci parti anlayışında yatıyor. Bizler daha I. Konferansta Stalin'e kapsamlı eleştiri getirdiğimiz halde, Stalinci parti anlayışını terkedemedik, yerine, Marksçı, Leninci, demokratik anlayışı getiremedik.

Neden partide her düzeyde, hücre sekreterinden başlayarak, MK sekreterine kadar, kişi diktatörlüğü oldu? Bunun yanıtını onun bunun diktatörlük sevdasına bağlarsanız, çok yanlış yaparsınız. Bu durum yalnızca bizde değil, tüm komünist partilerinde böyleydi. Avrupa'nın demokratik ülkelerindeki legal partilerde bile böyleydi. O demokratik koşullarda doğmuş büyümüş, bizim ülkemizdeki gibi koşulları ancak romanlarda okumuş toplumların partilerinde de böyleydi. Neden partimizde her düzeyde kişi diktatörlüğü oldu? Herkesin nasıl sekreterlik yaptığını biliyorum. Üsluplar değişebilir, ama kişi diktatörlüğü vardı. Neden? Çünkü Stalinci parti anlayışı bize, "KP monolitik olur" diye öğretti. Parti tek sesli olur.

İllegal parti demokratik olamaz, illegal parti çoğunluk diktası dışında çalışamaz. Ama, Avrupa'da, Amerika'daki legal partiler de sekreter diktası altında çalıştılar. Bu ne anlatır? Demek ki, KP'lerde görülen her düzeyde sekreter diktatörlüğü, illegaliteyle doğrudan bağlı değildir. Hatta, devrimini yapıyor, devletini kuruyor, yine diktatörlük. İllegalitede, tabii ki, düşman sızmasın, polis sızmasın diye demokrasiyi askıya almak zorunludur. Ama bu uygulama illegal parti ile sınırlı değildi, tüm partilerde böyleydi. Onun için Stalinci anlayışla bağlıdır.

"Bizim tarihimizde legal çalışma olanağı olmadı, dolayısıyla her düzeyde sekreter diktası bizde Stalinci parti anlayışının yansıması değildi" denebilir mi? Hayır, denemez, çünkü örgütümüzde Stalinci parti teorisinin varlığının sayısız kanıtları vardır..

"Monolitik parti" anlayışı, kaçınılmaz olarak, her düzeyde, sekreter diktasına ve kadrolarda bürokratlaşmaya varır ve vardı. Parti monolitik olur dediğin zaman diktatörlük vardır, bürokratlık vardır. Yalnızca bizde değil, her partide bunu görüyorsun.  (Biz bu bürokratlaşmayı Avrupa'da yığın örgütlerine yapılan belediye yardımlarının etkilerine yorduk. Neden belediye yardımlarını reddedelim diye konuştuk? Çok iyi hatırlıyorum, bürokratlaştırıyor bizi dedik. Yani biz olguyu gördük, saptadık ama hatayı götürüp, asıl büyük kapı dururken, küçük bir kapının önüne koyduk.)

Şunu da farkedemedik ki, böyle bir durumda, kongreler ya da MK seçimleri de gerçek anlamını kazanamaz. Kongrelerimizde tüm kararlar oybirliğiyle alındı? Bu ne demektir?  Ya gerçek bir fikir birliği vardı (ama o zaman alınan kararların yaşama geçirilmesi gerekirdi), ya kararlar herkesin içinde birşeyler bulabildiği ortalama kararlardı (ki böyle olduklarını düşünmüyorum), ya da bazıları düşüncelerini gizliyordu.

Yoldaşlara II. Konferans'ta hazırlanan tüzüğü yeniden okumalarını öneririm, çok iyi açılımlar vardı. Ama V. Kongre'de gelen tüzükle geriye devşirildi. Daha sonraları tüzüğe yapılan eklemeler bu hataları biraz hafifletti ama örgütsel anlayış olarak ciddi bir geri dönüş yapılmış oldu. İkinci Konferans hala monolitik kavramını aşmamıştı ama monolitikliğe farklı bir yorum getirmişti. Monolitiklik farklı görüşleri dışlamaz, farklı görüş söyleyen kanatlar olabilir diye bir anlayışı vardı. Muhalefet olmanın getirdiği psikoloji içinde, "farklı görüşlere partide yer verilmelidir" dedik ama sonra sonra diktanın getirdiği kolaylıklar öne çıktı. Farklı sesler "dert" getiriyor. Dolayısıyla o noktada geriye kaydık, monolitikliğin klasik anlayışına oturduk.

Bu süreçte ne oluyor? Farklı düşünce ya da yaklaşım getiren ve de bunu ısrarla savunan eleniyor. (Partiden çıkartılması gerekmiyor, çoğunlukla kendiliğinden eleniyor. Partimizde 20 küsür yıl içinde partiden çıkarılanların sayısının iki elin parmağını geçmeyişi bu dediğimi doğrular.) Geride, evet efendimcilerle, evet efendimciliğe zorlananlar kalıyor... Kişilik kırılması doğuyor, hem illegaliteden geliyor bu kişilik kırılması, kapı arkasında iş yapma, hem de Stalinci parti anlayışından geliyor. Parti içi tartışma, yeni düşünce üretme canlılığı duruyor, parti donuklaşıyor. Böylece, yaşamı yakından izleme yeteneği düşüyor. Bizde de olan budur. Komünist partilerinin dünya çapında yaşadığı derttir bu.

Oysa, parti içinde doğruyu aramanın, yaratıcı çalışmayı zorlamanın standart haline geldiği bir ortam gerekiyor. Bizim tarihimizde böyle dönemler vardır, biz bu yolda çok adım atmaya çalışmışızdır. Geriye bakınca daha iyi görülüyor. Ne zaman bu alanda adım atmamışız, çalışmamız daralmış. Somut birşey yapmak istiyorsan, önce azınlık fikrini kabul etmen gerekiyor. Geniş bir teorik tartışma, derine giden bir tartışma, örgütsel yapıda da yansımasını bulan bir tartışma. Tartışmaya olanak vermeden hiçbir örgüt ileri gidemez.

Bir de, mistik bir parti anlayışı var. Bunu yıkmak da çok zor. Çünkü örgüt kültürünün içine girmiş. Olduğundan başka anlamlar yüklememek gerekir, ne kişilere, ne örgüte, ne kurullara. "Örgüt bilir, genel sekreter bilir." Bu Marksist bir anlayış değil, idealist bir anlayıştır. Marksizmi bir din durumuna sokan bir anlayış.

Dolayısıyla, 24 yıllık bir süreci, tüm iniş-çıkışları içinde değerlendireceksek, ve bu değerlendirme sosyolojik bir değer taşıyacaksa, başarısızlığı kişilerde değil, parti teorimizde aramalıyız. Değişen koşullara uyan bir siyaset geliştiremeyişimizi kişilerde değil, parti teorimizde aramalıyız. Öyle inandığımız için, hep birlikte öyle davrandık. Bu, kişilerin yanlışlarını aklamaz ve ben bunları, kendi yanlışlarımı aklamak ya da gizlemek için de yazmıyorum.

KİŞİSEL NOT

Güzel bir söz vardır, "hayat ileriye doğru yaşanır, fakat ancak geriye doğru anlaşılır" der. Bu, hem kişisel yaşamlarımız için, hem de tarihsel dönemler, çağlar için geçerlidir. Kişisel yaşantımızda ya da  toplumsal evrelerde, içinde yaşadığımız dönemin gerçeği genellikle ancak sonuna yaklaşıldığında berraklık kazanır. Ya da Hegel'in Doğrunun Felsefesi'nde dediği gibi, "Minerva'nın (akıl tanrıçası) baykuşu, kanatlarını ancak hava kararmaya başladığında açar." İnsan yaşatısında ya da tarihsel aşamalarda, daha doğru ve derin bir anlayışa, ancak o dönemin sonuna gelmekte olduğu zaman varılır.

Neden söylüyorum bunları? Beş yıl önce yaşadığım evi değiştirdikten ve hayatımın son 30 yılında ilk kez ailemle yalnız yaşamaya başladıktan sonra, düşünmeye çok zamanım oldu. Hem parti teorisini yeniden çalıştım, hem kendi yanlışlarımı masaya yatırdım. Sahte alçakgönüllülüğe gerek görmüyorum, var olan kadro içinde, benim görevimde bir başkası olsaydı, bugünlere de gelemezdik diyorum. Ancak, şimdi görüyorum ki, önemli yanlışlar da yaptım. En önemli yanlışım, parti içinde demokratik bir ortam, MK'da bir ekip çalışması yaratamayışımdır.

Marks, babasına yazdığı 10 Kasım 1837 tarihli mektupta şöyle diyor: "Kişinin yaşamında öyle anlar vardır ki, bir dönemin kapanışını ama aynı zamanda yeni bir doğrultuyu anlatan sınır kuleleri gibidir. Böyle geçiş anlarında, içinde bulunduğumuz gerçek konumun bilincine erebilmek için, geçmişi ve günü düşüncenin kartal gözleriyle incelemek zorunluluğunu duyarız." Kartal gözleri deyimi bizler için çok fazla ama o zorunluluğu ben de duyuyorum. Yaşamımın yeni bir döneminin eşiğinde olduğumu hissediyorum. Yaşama fal bakılmaz ama şunu iyi biliyorum, içinde yaşadığım dönem benim için kapanıyor. Nasıl bir dönem açılacak, onu yaşayıp görürüm ancak. 

Bu nedenle, kişisel düzeyde bir amacım var: Yıllar içinde bilerek bilmeyerek haksızlık ettiğim, kalplerini kırdığım yoldaşlardan özür dilemek, yeniden gönüllerini kazanmak. Buna başladığımı da söyleyebilirim. Ancak bu, tek tek yoldaşlarla aramda olan birşey. Öte yanda, kişilerle ilişkiden daha önemlisi, örgütün 24 yıllık lideri olarak, örgütün geri kalmasında üstlendiğim bir sorumluluk var. Bunun değerlendirmesini ve özeleştirisini, hiç belirsiz olmayan bir dille, 10. Kongrede yaptım, "başarılı olamadım, genel sekreterlikten ayrılmalıyım" dedim.

Birşey daha söyleyebilirim; bugün, Stalinci parti anlayışını aştığımı, demokratik anlayışı içime sindirdiğimi samimi olarak söyleyebilirim. Buna iki de kanıt verebilirim. Birincisi, 10. Kongredeki değişiklik, genel sekreterlikten ayrılmam. Böyle bir zorlama mı vardı? Hayır. İkincisi, dünkü parti anlayışım olsaydı, hiçbir şekilde birlikte olmayı kabul etmeyeceğim yoldaşlarla bugün aynı partideyim ve onların çok aykırı düşüncelerini her platformda dile getirebilmelerini ısrarla savunuyorum.

SONUÇ

Kişisel parantezi kapatırsam, İşçinin Sesi'nin başarısızlığının en önemli nedeni, çoktan değişmiş bir dünyada, Stalinci parti anlayışını terkedemeyişimiz nedeniyle, yaşama uyamayışımızdır.

Stalinci parti anlayışını zamanında terkedebilseydik, çok başarılı olabilir miydik? Kesinlikle hayır. Bunu kastetmiyorum. Başarısızlığın üzerine otuduğu bir nesnellik var. Başarılı olabilirdik diyen, dünyada bir başarı örneği de göstermek zorundadır. Yüzlerce komünist partisi, daha da fazla devrimci örgüt var. Ancak, eğer bu Stalinci parti anlayışını zamanında terketseydik, bugünkü noktada da olmazdık. Bir kere daha söyleyeyim, son çözümlemede gerçek başarı ve başarısızlığı dikte eden konjonktürdür, nesnel ortamdır.

Tarihten çok örnek verebilirim. Marks iyi bir komünist değil midir? Ama, kaç tane örgüt kuruyor, hiçbirisi çok ve kalıcı başarılı değil. Demek ki ne olursan ol, konjonktürün dışında hiçbir şey olamıyorsun, ama onun içinde yapabileceğinin azamisini yaptın mı yapmadın mı, o ayrı bir konu. Bakın 1864'de, Lasal'in ölümünün ardından Marks ne diyor: "Tanrı biliyor ki, saflarımız sürekli olarak azalıyor ve ufukta yeni katılımlar da görünmüyor." (Marks'dan Engels'e mektup, 7 Eylül 1864.) Böyle bir dev, yanında başka devler de var, böyle bir ortamdan kurtulamıyor, kapıyı çalan yok diyor, ufukta da yok diyor. Bunları yerine oturtmak zorunludur. Sovyetler Birliği'nin çöküşünün ardından, ne yaparsak yapalım, başarılı olamazdık. Ama ortama daha iyi uyabilirdik ve bu denli gerilemezdik.

"Bu parti oportünisttir, çünkü söylediğini yapmıyor, ya da yapmamış" denebilir mi? Hayır, denemez. Böyle bir anlayışla hiçbir yere varılamaz. Bu anlayış Lenin, Kimilsung, Mao, bir kaç kişi dışında, oportünist olmayan komünist bulamaz. Marks ve Engels en başta olmak üzere, milyonlarca komünist ömür boyu söylemişler ama yapamamışlar!

10. kongre ile, tüzük açısından, sekreterler diktasından çoğunluk diktasına geçtik  ama pratikte henüz tam geçemedik. Bu bir süreç ve eğitim işidir. Ama şimdi, çoğunluk diktasından tam demokratik örgüt anlayışına, hem teorik, hem pratik olarak geçeceğiz. Ve yaşamı yakalayacağız.

Dar bir kilise mi kuracağız? Legal parti dediğimizde, Sosyalizm Nedir ve Büyük Dönemeç'deki düşünceleri kabul eden gelsin, gerisi gelmesin diye bir yaklaşım olamaz. Mutlaka geniş bir kilise olmalıdır. Kendi sosyalizm anlayışımız dediğimizde buna ancak ikiz kardeşlerimiz gelir. Biz TKP adını alamadık, kendimiz kendimize ne ad verirsek verelim. Yarın başkaları da TKP der, önemli değil, ana gövde oradaydı ve hala oradadır. Ülkenin her yanında diri kadrolar var, çalışıyorlar, ellerinden geleni yapıyorlar, onlar da parça pürçükler. Ayrıca yeni insanlar ortaya çıkıyor, genç insanlar.

Bugün Türkiye işçi sınıfının sosyalizmle ilgisi yok. Ama bizim ona ulaşmak gibi bir görevimiz var. Nasıl ulaşacağız? Steril bir küçük gurup olarak, (herkes aynı şeyi söylüyor, herkesin sosyalizm anlayışı aynı) nasıl sınıfın içine girilir?

Dünyanın koşulları böyle, Türkiye'nin koşulları böyle diyoruz, ondan sonra öyle bir yol öneriyoruz ki, bize mikrop bulaşmasın! Bilmem kaç yılda işçi sınıfına girelim, önce iki kişi, sonra 5 kişi... Ama şunu unutmayalım ki, "iyi komünistler" olarak bizler aşılı mıyız? Bu sermaye düzeni her dakika hepimizi etkilemiyor mu? Biz kendi küçük partimizle, en doğru fikirlerle işçi sınıfına gidiyoruz, iki yıl sonra baktığında o küçük güzel partimizin bir bölümü, sınıfın nesnel çıkarlarına ters şeyler söylüyor. Küçük güzel partide bunun kaçınılırlığı yoktur. Ters gelecek belki ama bundan kaçınmanın tek yolu yığınla buluşmaktır. Çünkü yığının içinde sınıf gerçeği var. Küçük partilerde, küçük guruplarda böyle bir gerçek yok.

Tüm bu tartışmalar ne için? İşçi sınıfına nasıl gideceğiz? Siyaset yapmak istiyorsak, kalabalık olmadan siyaset yapılmıyor, kalabalık olmadan işçi sınıfı da bakmıyor zaten. Bir fikir gurubu olarak, kenarda kitaplarımızı yazalım, o da yararlı, saygı değer bir davranıştır ama onu amaçlamıyoruz.

Burada hem kendime, hem herkese bir uyarım var: "Allah rızası için",  dogmatizmi ve sekterliği artık tam olarak yıkıyoruz, gerçekten demokratik olacağız dedikten sonra, insanımıza yeni bir dogma sunmaya kalkışmayalım. Tüm görüşler tartışılmalıdır. Düzeyli tartışmaya ve polemiğe ihtiyacımız var. Ülkemize, bilgili ve uzak görüşlü toleransın örneğini sunalım. Özellikle yöneticiler olarak bizler, yeni bir toleranssızlığın liderleri olmayalım. Marks'ın sık sık yinelediği Dante'nin sözleri ne diyor:  Segui il tuo corso, e lascia dir le genti – kendi yoluna git ve bırak diller oynasın.

TKP'nin içinde olumlu ne varsa, İS ona sahip çıkmaya çalışmıştır. Bugün de aynı noktadadır. Yalnızca TKP'nin değil, dünya komünist hareketinin geçmişinde olumlu ne varsa, onlara sahip çıkmaktadır.

TKP İS, günümüz Türkiyesinin her yerinden kendi doğallığı içinde yeniden filizlenmekte olan Partinin tarihinde yalnızca bir olgudur, bir andır. Dönem, büyük ve güçlü TKP'yi, anasının ak sütü gibi hakkı olan legalite içinde yükseltme dönemidir. Bu görev de ancak kıran kırana bir demokrasi mücadelesiyle, yeni güçlere ulaşabilme, onlarla bağlanabilme yeteneğini ve cesaretini göstermek koşuluyla yerine getirilebilir.