Önce
şunu soralım: Devrimci solda başarılı bir parti ya da örgüt var mı?
Tabii, başarının değişik ölçütleri olabilir. Somut bir anda nesnel
koşulların gerektirdiği şeyleri denkleştirebilmişsen bu da başarıdır.
Yani 50 kişilik bir örgüt başarılı olabilir, 1 milyon üye başarısızlığa
engel değildir. Bu anlamda başarılı örgütler eminim vardır. Ancak,
toplumda yer tutan, büyüyen, çekim gücünü arttıran, sosyalizm anlayışını
yenileyen dinamik bir örgüt anlamında yok. Yalnızca Türkiye'de değil,
tüm dünyada yok. Demek ki, durumun bir nesnelliği var. O zaman ne konuşacaksak
bu çerçevenin içine koymak zorundayız.
Tabii
ki bu bizi rahatlatmamalı, başarısızlığın temel nedenlerini
arayıp bulmalıyız. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım. Bu yazının
bu konuda son söz olacağını düşünmüyorum, gelecek katkılarla daha
tam bir resme ulaşacağımıza inanıyorum. Kolay değil, 1976-2000 arası,
24 yılın bilançosu. Başından bugüne dek içinde olduğum, bazı
yoldaşların uzun bir bölümünde, bazı yoldaşların kısa bir bölümünde
yer aldıkları bir 24 yıl.
Başarısızlığın
bazı nedenleri, tüm öteki örgütlerle ortak nedenlerdir, bazıları
ise bize özgü nedenlerdir. Örneğin, biz yapılabilecek her şeyi yaptık
mı? Değerlendirmelerin sonunda aldığımız
uygulama kararları sonuç vermedi. O zaman bu kararlar izlendi mi, sonuna
dek uygulanabildi mi? Örgüt yaşamında bunlar da önemlidir.
Önce
bu 24 yılın dönemlerini belirleyelim. Bunu yaptığımızda, yukarıda
sözünü ettiğim nesnellik daha iyi anlaşılacaktır: 1976-79, Zayıf
Halka'nın yazılışı, SBKP ve TKP'nin siyasal çizgilerine karşı çıkış
ve parti içi muhalefet. 1980-84, TKP-İşçinin Sesi olarak ayrı örgütlenme,
ülkenin ve Avrupa'nın çok yerinde başarılı bir örgütlenme, oldukça
iyi bir durum. 1984-87 arası duraklama. 1990 sonrası gerileme. 1993-94,
legale çıkma ve İngiltere'de yığın örgütleri için belediye yardımlarını
reddetme üzerine karar alınmak üzere.
1994-95 provakasyon ve ardından Gazi olayları: yeniden eski çizgiye
geri dönüş.
Yukarıda
ayırdığım dönemlere bakınca şu hemen farkediliyor ki, bu tarihler,
dünya ve ülkedeki değişimlerle üst üste oturmaktadır. Tabii, bire
bir, matematiksel bir eşitlenme beklenemez ama üst üste oturuyor. Öyleyse,
temel nedenler buralarda aranmalıdır.
DÜNYA
ve TÜRKİYE
1980-90
arası ama özellikle bu dönemin son yarısı (1985 sonrası), dünya komünist
hareketinde büyük bir krizin ortaya çıkışı ve giderek derinleşmesi
yılları. Güçten düşmeyen, hatta bölünmeyen parti yok gibi. (Tam da
örgütümüzün yükselişinin sonu, duraklamanın başlayışıyla aynı
tarihlere denk düşüyor.)
Ardından,
SSCB'nin "komünistler" eliyle içeriden yıkılması, 20. Yüzyılın
en büyük olayı. Yıllardır amentü gibi yineleriz ama önemini
yeterince kavramış değiliz. 1917'den de daha büyük olay.
Gerçekten tarihsel önemdeki olaylar, yalnızca dünyayı değiştirmekle
kalmaz, dünya hakkındaki düşüncelerimizi de, anlayışımızı da değiştirir.
Bu yıkılış çok şeyi açığa çıkardı. Yanlış hesapların, yanlış
teorilerin, yanlış siyasetlerin Bağdat'tan döneceğini gösterdi.
Bu
yıkılışla tüm devrimci hareketler, KP'ler tüm dünyada marjinalleştiler.
Adlarını değiştirenler, sosyal demokrat olanlar vb. Ancak, tüm komünist
partileri marjinalleştiler. Şu parti de bunun dışında diyen olursa,
hep birlikte öğrenmiş oluruz. Bu, tüm örgütleri içine
alan büyük bir oluşumdur. "Aynı sandaldayız" sözü bir
tarihsel gerçeği anlatıyor. Tepesinden tırnağına karşı olduğumuz
çok komünist partisi var. Onlarla da aynı sandaldaymışız. Sovyetler
Birliği yıkıldıktan sonra, Sovyetçisi, Maocusu, Troçkisti, birlikte zayıflamaya başladık. Demek ki, onlarla
da aynı sandaldaymışız.
Biz,
eleştirilerimizi 1978'den itibaren açıktan yaptığımız için belki
hemen üye kaybetmeye başlamadık ama yeni üye kazanma giderek yavaşladı
ve sonunda durdu. Bu sürecin bir noktasından başlayarak da, üyeler
arasından, kimisi inancını yitirerek, kimisi bin çeşit başka
nedenle, azalma başladı.
Bu
sürecin sonunda, "kritik kütle" (critical mass) noktası çevresine
düştük. Bizden daha büyük olan hareketler henüz bu noktaya düşmemiş
olabilirler ama doğru tutumu almazlarsa onlar da düşeceklerdir.
Bunu
önlemenin (o da olabildiğince, çünkü nesnel, tarihsel bir olgudan söz
ediyoruz, tümüyle önlemenin, nehri tam tersine akıtmanın olanağı
yoktur) tek yolu, "sosyalizmi nasıl anlıyoruz ve nasıl bir
sosyalizm istiyoruz"u, düzgün ve erken ortaya koyabilmekti.
Sovyetik anlayıştan farkımızı koyabilmekti. Bunu yapabilmek,
kendimizi de yenilemek anlamına gelecekti. Ki bu gerçeği biz ta 1989'da
dile getirdik. Ama yetiştiremedik. 1994-95'de karşı karşıya kaldığımız
provakasyon da bunda önemli rol oynadı.
SSCB'nin
yıkılışının ardından, bu anlamda tek merkezli bir dünya ortaya çıktı.
Bunun, konumuz açısından, 2 temel sonucu oldu: Birincisi, silahlı mücadelenin,
silahlı devrimin ve illegal çalışmanın önü tıkandı. Biz buna
uyamadık. İkincisi, halkların baskısı altında siyasal parlans değişti.
Daha hümanist, açık, aleni, şeffaf, sakin, demokratik bir yaklaşım
gelişti. Bu değişime de, emperyalizm bile uymaya çabalıyor ama biz
uyamadık.
Dünyada
siyaset parlansı değişti derken, emperyalizm rengini değiştirdi
demiyorum. Emperyalizm değişmedi. Halkların baskısı ile siyaset
parlansı değişti, daha demokratik, daha saydam tutum isteniyor.
Emperyalizm de buna uymaya çalışıyor, azınlıkları vb
"korumak" için gidiyor ama emperyalizmin cibilliyeti değişmedi.
Demek
ki, Sovyetler Birliği'nden sonra biçimlenen dünyanın iki büyük gerçeğine
biz uyamadık.
Türkiye'de
de, 1980'lerden bu yana büyük değişimler ortaya çıktı. Hızlı bir
ekonomik değişim ve güçleniş tabanı üzerinde halkın demokrasi
istemi olağanüstü şiddetlendi. Avrupa Birliği süreciyle de bütünleşen
bu istem, adeta yeni bir toplum biçimlendirdi. Tabii, hala faili meçhuller,
derin devlet zorbalıkları sürüyor ama geriliyor.
Böyle
bir süreç içinde, 1984 sonrasında ülkede "legal olanaklardan
yararlanma" durumu giderek arttı. 1990 sonrasında ise, "legal
parti" olanağı doğdu.
Biz
bu değişimleri de doğru dürüst yakalayamadık. Güçten düştük, başarılı
olamadık, çünkü ülkenin nesnel gelişmesinin, ortamın gerisinde kaldık.
O
zaman bir ara sonuç söylersem, başarısızlığımızın temel nedeni,
hem dünya, hem ülke koşullarının gerisine düşmemizde yatmaktadır.
PARTİ
TEORİSİ
Neden
ortamın gerisine düştük? Marksizm bilgimiz, teorik anlayışımız öteki
örgütlerle kıyaslanmayacak kadar ileri olduğu halde neden değişimleri
yakalayamadık?
Bu
soruya da benim yanıtım şöyledir: Nedeni Stalinci parti anlayışında
yatıyor. Bizler daha I. Konferansta Stalin'e kapsamlı eleştiri getirdiğimiz
halde, Stalinci parti anlayışını terkedemedik, yerine, Marksçı,
Leninci, demokratik anlayışı getiremedik.
Neden
partide her düzeyde, hücre sekreterinden başlayarak, MK sekreterine
kadar, kişi diktatörlüğü oldu? Bunun yanıtını onun bunun diktatörlük
sevdasına bağlarsanız, çok yanlış yaparsınız. Bu durum yalnızca
bizde değil, tüm komünist partilerinde böyleydi. Avrupa'nın
demokratik ülkelerindeki legal partilerde bile böyleydi. O demokratik koşullarda
doğmuş büyümüş, bizim ülkemizdeki gibi koşulları ancak romanlarda
okumuş toplumların partilerinde de böyleydi. Neden partimizde her düzeyde
kişi diktatörlüğü oldu? Herkesin nasıl sekreterlik yaptığını
biliyorum. Üsluplar değişebilir, ama kişi diktatörlüğü
vardı. Neden? Çünkü Stalinci parti anlayışı bize, "KP
monolitik olur" diye öğretti. Parti tek sesli olur.
İllegal
parti demokratik olamaz, illegal parti çoğunluk diktası dışında çalışamaz.
Ama, Avrupa'da, Amerika'daki legal partiler de sekreter diktası altında
çalıştılar. Bu ne anlatır? Demek ki, KP'lerde görülen her düzeyde
sekreter diktatörlüğü, illegaliteyle doğrudan bağlı değildir.
Hatta, devrimini yapıyor, devletini kuruyor, yine diktatörlük. İllegalitede,
tabii ki, düşman sızmasın, polis sızmasın diye demokrasiyi askıya
almak zorunludur. Ama bu uygulama illegal parti ile sınırlı değildi, tüm
partilerde böyleydi. Onun için Stalinci
anlayışla bağlıdır.
"Bizim
tarihimizde legal çalışma olanağı olmadı, dolayısıyla her düzeyde
sekreter diktası bizde Stalinci parti anlayışının yansıması değildi"
denebilir mi? Hayır, denemez, çünkü örgütümüzde Stalinci parti
teorisinin varlığının sayısız kanıtları vardır..
"Monolitik
parti" anlayışı, kaçınılmaz olarak, her düzeyde, sekreter
diktasına ve kadrolarda bürokratlaşmaya varır ve vardı. Parti
monolitik olur dediğin zaman diktatörlük vardır, bürokratlık vardır.
Yalnızca bizde değil, her partide bunu görüyorsun. (Biz bu bürokratlaşmayı
Avrupa'da yığın örgütlerine yapılan belediye yardımlarının
etkilerine yorduk. Neden belediye yardımlarını reddedelim diye konuştuk?
Çok iyi hatırlıyorum, bürokratlaştırıyor bizi dedik. Yani biz
olguyu gördük, saptadık ama hatayı götürüp, asıl büyük kapı
dururken, küçük bir kapının önüne koyduk.)
Şunu
da farkedemedik ki, böyle bir durumda, kongreler ya da MK seçimleri de
gerçek anlamını kazanamaz. Kongrelerimizde tüm kararlar oybirliğiyle
alındı? Bu ne demektir? Ya gerçek bir fikir birliği vardı (ama
o zaman alınan kararların yaşama geçirilmesi gerekirdi), ya kararlar
herkesin içinde birşeyler bulabildiği ortalama kararlardı (ki böyle
olduklarını düşünmüyorum), ya da bazıları düşüncelerini
gizliyordu.
Yoldaşlara
II. Konferans'ta hazırlanan tüzüğü yeniden okumalarını öneririm,
çok iyi açılımlar vardı. Ama V. Kongre'de gelen tüzükle geriye devşirildi.
Daha sonraları tüzüğe yapılan eklemeler bu hataları biraz hafifletti
ama örgütsel anlayış olarak ciddi bir geri dönüş yapılmış oldu.
İkinci Konferans hala monolitik kavramını aşmamıştı ama monolitikliğe
farklı bir yorum getirmişti. Monolitiklik farklı görüşleri dışlamaz,
farklı görüş söyleyen kanatlar olabilir diye bir anlayışı vardı.
Muhalefet olmanın getirdiği psikoloji içinde, "farklı görüşlere
partide yer verilmelidir" dedik ama sonra sonra diktanın getirdiği
kolaylıklar öne çıktı. Farklı sesler "dert" getiriyor.
Dolayısıyla o noktada geriye kaydık, monolitikliğin klasik anlayışına
oturduk.
Bu
süreçte ne oluyor? Farklı düşünce ya da yaklaşım getiren ve de
bunu ısrarla savunan eleniyor. (Partiden çıkartılması gerekmiyor, çoğunlukla
kendiliğinden eleniyor. Partimizde 20 küsür yıl içinde partiden çıkarılanların
sayısının iki elin parmağını geçmeyişi bu dediğimi doğrular.)
Geride, evet efendimcilerle, evet efendimciliğe zorlananlar kalıyor...
Kişilik kırılması doğuyor, hem illegaliteden geliyor bu kişilik kırılması,
kapı arkasında iş yapma, hem de Stalinci parti anlayışından geliyor.
Parti içi tartışma, yeni düşünce üretme canlılığı duruyor,
parti donuklaşıyor. Böylece, yaşamı yakından izleme yeteneği düşüyor.
Bizde de olan budur. Komünist partilerinin dünya çapında yaşadığı
derttir bu.
Oysa,
parti içinde doğruyu aramanın, yaratıcı çalışmayı zorlamanın
standart haline geldiği bir ortam gerekiyor. Bizim tarihimizde böyle dönemler
vardır, biz bu yolda çok adım atmaya çalışmışızdır. Geriye bakınca
daha iyi görülüyor. Ne zaman bu alanda adım atmamışız, çalışmamız
daralmış. Somut birşey yapmak istiyorsan, önce azınlık fikrini kabul
etmen gerekiyor. Geniş bir teorik tartışma, derine giden bir tartışma,
örgütsel yapıda da yansımasını bulan bir tartışma. Tartışmaya
olanak vermeden hiçbir örgüt ileri gidemez.
Bir
de, mistik bir parti anlayışı var. Bunu yıkmak da çok zor. Çünkü
örgüt kültürünün içine girmiş. Olduğundan başka anlamlar yüklememek
gerekir, ne kişilere, ne örgüte, ne kurullara. "Örgüt bilir,
genel sekreter bilir." Bu Marksist bir anlayış değil, idealist bir
anlayıştır. Marksizmi bir din durumuna sokan bir anlayış.
Dolayısıyla,
24 yıllık bir süreci, tüm iniş-çıkışları içinde değerlendireceksek,
ve bu değerlendirme sosyolojik bir değer taşıyacaksa, başarısızlığı
kişilerde değil, parti teorimizde aramalıyız. Değişen koşullara
uyan bir siyaset geliştiremeyişimizi kişilerde değil, parti teorimizde
aramalıyız. Öyle inandığımız için, hep birlikte öyle davrandık.
Bu, kişilerin yanlışlarını aklamaz ve ben bunları, kendi yanlışlarımı
aklamak ya da gizlemek için de yazmıyorum.
KİŞİSEL
NOT
Güzel
bir söz vardır, "hayat ileriye doğru yaşanır, fakat ancak geriye
doğru anlaşılır" der. Bu, hem kişisel yaşamlarımız için, hem
de tarihsel dönemler, çağlar için geçerlidir. Kişisel yaşantımızda
ya da toplumsal evrelerde, içinde yaşadığımız dönemin gerçeği
genellikle ancak sonuna yaklaşıldığında berraklık kazanır. Ya da
Hegel'in Doğrunun Felsefesi'nde dediği gibi, "Minerva'nın (akıl
tanrıçası) baykuşu, kanatlarını ancak hava kararmaya başladığında
açar." İnsan yaşatısında ya da tarihsel aşamalarda, daha doğru
ve derin bir anlayışa, ancak o dönemin sonuna gelmekte olduğu zaman
varılır.
Neden
söylüyorum bunları? Beş yıl önce yaşadığım evi değiştirdikten
ve hayatımın son 30 yılında ilk kez ailemle yalnız yaşamaya başladıktan
sonra, düşünmeye çok zamanım oldu. Hem parti teorisini yeniden çalıştım,
hem kendi yanlışlarımı masaya yatırdım. Sahte alçakgönüllülüğe
gerek görmüyorum, var olan kadro içinde, benim görevimde bir başkası
olsaydı, bugünlere de gelemezdik diyorum. Ancak, şimdi görüyorum ki,
önemli yanlışlar da yaptım. En önemli yanlışım, parti içinde
demokratik bir ortam, MK'da bir ekip çalışması yaratamayışımdır.
Marks,
babasına yazdığı 10 Kasım 1837 tarihli mektupta şöyle diyor:
"Kişinin yaşamında öyle anlar vardır ki, bir dönemin kapanışını
ama aynı zamanda yeni bir doğrultuyu anlatan sınır kuleleri gibidir. Böyle
geçiş anlarında, içinde bulunduğumuz gerçek konumun bilincine
erebilmek için, geçmişi ve günü düşüncenin kartal gözleriyle
incelemek zorunluluğunu duyarız." Kartal gözleri deyimi bizler için
çok fazla ama o zorunluluğu ben de duyuyorum. Yaşamımın yeni bir döneminin
eşiğinde olduğumu hissediyorum. Yaşama fal bakılmaz ama şunu iyi
biliyorum, içinde yaşadığım dönem benim için kapanıyor. Nasıl bir
dönem açılacak, onu yaşayıp görürüm ancak.
Bu
nedenle, kişisel düzeyde bir amacım var: Yıllar içinde bilerek
bilmeyerek haksızlık ettiğim, kalplerini kırdığım yoldaşlardan özür
dilemek, yeniden gönüllerini kazanmak. Buna başladığımı da söyleyebilirim.
Ancak bu, tek tek yoldaşlarla aramda olan birşey. Öte yanda, kişilerle
ilişkiden daha önemlisi, örgütün 24 yıllık lideri olarak, örgütün
geri kalmasında üstlendiğim bir sorumluluk var. Bunun değerlendirmesini
ve özeleştirisini, hiç belirsiz olmayan bir dille, 10. Kongrede yaptım,
"başarılı olamadım, genel sekreterlikten ayrılmalıyım"
dedim.
Birşey
daha söyleyebilirim; bugün, Stalinci parti anlayışını aştığımı,
demokratik anlayışı içime sindirdiğimi samimi olarak söyleyebilirim.
Buna iki de kanıt verebilirim. Birincisi, 10. Kongredeki değişiklik,
genel sekreterlikten ayrılmam. Böyle bir zorlama mı vardı? Hayır. İkincisi,
dünkü parti anlayışım olsaydı, hiçbir şekilde birlikte olmayı
kabul etmeyeceğim yoldaşlarla bugün aynı partideyim ve onların çok
aykırı düşüncelerini her platformda dile getirebilmelerini ısrarla
savunuyorum.
SONUÇ
Kişisel
parantezi kapatırsam, İşçinin Sesi'nin başarısızlığının en önemli
nedeni, çoktan değişmiş bir dünyada, Stalinci parti anlayışını
terkedemeyişimiz nedeniyle, yaşama uyamayışımızdır.
Stalinci
parti anlayışını zamanında terkedebilseydik, çok başarılı
olabilir miydik? Kesinlikle hayır. Bunu kastetmiyorum. Başarısızlığın
üzerine otuduğu bir nesnellik var. Başarılı olabilirdik diyen, dünyada
bir başarı örneği de göstermek zorundadır. Yüzlerce komünist
partisi, daha da fazla devrimci örgüt var. Ancak, eğer bu Stalinci
parti anlayışını zamanında terketseydik, bugünkü noktada da olmazdık.
Bir kere daha söyleyeyim, son çözümlemede gerçek başarı ve başarısızlığı
dikte eden konjonktürdür, nesnel ortamdır.
Tarihten
çok örnek verebilirim. Marks iyi bir komünist değil midir? Ama, kaç
tane örgüt kuruyor, hiçbirisi çok ve kalıcı başarılı değil.
Demek ki ne olursan ol, konjonktürün dışında hiçbir şey olamıyorsun,
ama onun içinde yapabileceğinin azamisini yaptın mı yapmadın mı, o
ayrı bir konu. Bakın 1864'de, Lasal'in ölümünün ardından Marks ne
diyor: "Tanrı biliyor ki, saflarımız sürekli olarak azalıyor ve
ufukta yeni katılımlar da görünmüyor." (Marks'dan Engels'e
mektup, 7 Eylül 1864.) Böyle bir dev, yanında başka devler de var, böyle
bir ortamdan kurtulamıyor, kapıyı çalan yok diyor, ufukta da yok
diyor. Bunları yerine oturtmak zorunludur. Sovyetler Birliği'nin çöküşünün
ardından, ne yaparsak yapalım, başarılı olamazdık. Ama ortama daha
iyi uyabilirdik ve bu denli gerilemezdik.
"Bu
parti oportünisttir, çünkü söylediğini yapmıyor, ya da yapmamış"
denebilir mi? Hayır, denemez. Böyle bir anlayışla hiçbir yere varılamaz.
Bu anlayış Lenin, Kimilsung, Mao, bir kaç kişi dışında, oportünist
olmayan komünist bulamaz. Marks ve Engels en başta olmak üzere,
milyonlarca komünist ömür boyu söylemişler ama yapamamışlar!
10.
kongre ile, tüzük açısından, sekreterler diktasından çoğunluk
diktasına geçtik ama pratikte henüz tam geçemedik. Bu bir süreç
ve eğitim işidir. Ama şimdi, çoğunluk diktasından tam demokratik örgüt
anlayışına, hem teorik, hem pratik olarak geçeceğiz. Ve yaşamı
yakalayacağız.
Dar
bir kilise mi kuracağız? Legal parti dediğimizde, Sosyalizm Nedir ve Büyük
Dönemeç'deki düşünceleri kabul eden gelsin, gerisi gelmesin diye bir
yaklaşım olamaz. Mutlaka geniş bir kilise olmalıdır. Kendi sosyalizm
anlayışımız dediğimizde buna ancak ikiz kardeşlerimiz gelir. Biz TKP
adını alamadık, kendimiz kendimize ne ad verirsek verelim. Yarın başkaları
da TKP der, önemli değil, ana gövde oradaydı ve hala oradadır. Ülkenin
her yanında diri kadrolar var, çalışıyorlar, ellerinden geleni yapıyorlar,
onlar da parça pürçükler. Ayrıca yeni insanlar ortaya çıkıyor, genç
insanlar.
Bugün
Türkiye işçi sınıfının sosyalizmle ilgisi yok. Ama bizim ona ulaşmak
gibi bir görevimiz var. Nasıl ulaşacağız? Steril bir küçük gurup
olarak, (herkes aynı şeyi söylüyor, herkesin sosyalizm anlayışı aynı)
nasıl sınıfın içine girilir?
Dünyanın
koşulları böyle, Türkiye'nin koşulları böyle diyoruz, ondan sonra
öyle bir yol öneriyoruz ki, bize mikrop bulaşmasın! Bilmem kaç yılda
işçi sınıfına girelim, önce iki kişi, sonra 5 kişi... Ama şunu
unutmayalım ki, "iyi komünistler" olarak bizler aşılı mıyız?
Bu sermaye düzeni her dakika hepimizi etkilemiyor mu? Biz kendi küçük
partimizle, en doğru fikirlerle işçi sınıfına gidiyoruz, iki yıl
sonra baktığında o küçük güzel partimizin bir bölümü, sınıfın
nesnel çıkarlarına ters şeyler söylüyor. Küçük güzel partide
bunun kaçınılırlığı yoktur. Ters gelecek belki ama bundan kaçınmanın
tek yolu yığınla buluşmaktır. Çünkü yığının içinde sınıf
gerçeği var. Küçük partilerde, küçük guruplarda böyle bir gerçek
yok.
Tüm
bu tartışmalar ne için? İşçi sınıfına nasıl gideceğiz? Siyaset
yapmak istiyorsak, kalabalık olmadan siyaset yapılmıyor, kalabalık
olmadan işçi sınıfı da bakmıyor zaten. Bir fikir gurubu olarak,
kenarda kitaplarımızı yazalım, o da yararlı, saygı değer bir davranıştır
ama onu amaçlamıyoruz.
Burada
hem kendime, hem herkese bir uyarım var: "Allah rızası için",
dogmatizmi ve sekterliği artık tam olarak yıkıyoruz, gerçekten
demokratik olacağız dedikten sonra, insanımıza yeni bir dogma sunmaya
kalkışmayalım. Tüm görüşler tartışılmalıdır. Düzeyli tartışmaya
ve polemiğe ihtiyacımız var. Ülkemize, bilgili ve uzak görüşlü
toleransın örneğini sunalım. Özellikle yöneticiler olarak bizler,
yeni bir toleranssızlığın liderleri olmayalım. Marks'ın sık sık
yinelediği Dante'nin sözleri ne diyor: Segui il tuo corso, e
lascia dir le genti – kendi yoluna git ve bırak diller oynasın.
TKP'nin
içinde olumlu ne varsa, İS ona sahip çıkmaya çalışmıştır. Bugün
de aynı noktadadır. Yalnızca TKP'nin değil, dünya komünist
hareketinin geçmişinde olumlu ne varsa, onlara sahip çıkmaktadır.
TKP
İS, günümüz Türkiyesinin her yerinden kendi doğallığı içinde
yeniden filizlenmekte olan Partinin tarihinde yalnızca bir olgudur, bir
andır. Dönem, büyük ve güçlü TKP'yi, anasının ak sütü gibi hakkı
olan legalite içinde yükseltme dönemidir. Bu görev de ancak kıran kırana
bir demokrasi mücadelesiyle, yeni güçlere ulaşabilme, onlarla bağlanabilme
yeteneğini ve cesaretini göstermek koşuluyla yerine getirilebilir.