Türkiye'de hırsız müteahhitlerin "cinayetlerinden" kurtulmanın en etkin yollarından biri de şüphesiz ihale yasasını değiştirmek ve bunu dış rekabete açmak. Ama "devletimizin bağımsızlığı" naraları bu çökmüş ve kokuşmuş sistemi sürdürmeyi amaçladığı için bu da yapılamıyor….
KÖKTEN DEVLETÇİLERİN BAĞIMSIZ TÜRKİYE'Sİ
(Mehmet ALTAN, Türk Henkel Dergisi, Eylül 1999)
Bazı ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de "yönetenler" ile "yönetilenler" var.
Ne var ki, "yönetenlerin" arabalarını, lojmanlarını, sosyal statülerini, her türlü ayrıcalığını "vergileriyle" ödeyen "yönetilenlerin", ortaya çıkan beceriksizliklerin "hesabını sormasını" önlemek için, "yönetenler" bu ayrımı gözlerden milliyetçilik afyonu ile saklamaya uğraşmışlar.
Sürekli olarak, "dünya bize düşman" anlayışını vurgulamışlar. Dünyaya karşı devletin itibarını koruyalım diyerek eleştri oklarından sıyrılmayı da başarmışlar.
Sıradan, güçsüz bir vatandaş bile kendini "devletin sahibi" sanarak hakkını aramaktan vazgeçer olmuş. Devleti koruyacağım diye yönetenlerin hırsızlıklarını, beceriksizliklerini görmezden gelmiş.
Devletin bir hizmet örgütü olduğu unutulup, sadece kutsanması gereken bir "ulu varlık" olarak kabul edilmesi, yönetenlerin sorumluluğunun "kutsal devlet" anlayışının ardına saklanması hep yönetenleri korumak için.
Ciddi bir denetimin ve dört dörtlük demokrasi geleneğinin olmadığı bir ülkede, sadece egemen konumdaki "yönetenin" keyfiliğini sağlama alan "kutsal devlet", "egemenliği" ve "bağımsızlığı" ön plana çıkaran bir harekete hız vermiş, ama egemen ve bağımsız olanlar hep yönetenler olmuş... Halk ne egemenlik ne de bağımsızlıktan payını alabilmiş. Eğer hepimiz egemen ve bağımsızsak neden hep ben acı çekiyorum, neden hep ben ölüyorum" diye sormamış. "yönetenleri", "yönetilenler" hiç bir zaman denetliyememişler.
Bu denetimsizliğin sonuçlarını da son deprem faciasında hep birlikte acı çekerek gördük ve görmeye devam ediyoruz.
Dünya televizyonları ve yayın organları Türkiye'deki yönetimi yerden yere vuruyor. Hem her yandan insani yardım yağıyor ve enkaz altındaki çaresiz vatandaşlarımıza devletin uzatamadığı eli dünya uzatıyor, hem de aynı dünya evrensel bir akılla olup biteni anlamaya çalışıyor.
Anladığı şey, Türkiye'de devlet etiketi altında yan gelip yatanların hiç bir işe yaramadığı.
AP haber ajansı, aynı şiddetteki bir depremin ABD'nin deprem kuşağında bulunan San Fransisco'da pek bir şey yapamıyacağını vurgularken, Türkiye'deki bir haber de Amerikalıların bu tespitini köküne kadar doğruluyor.
Haberin ilgili bölümü şöyle :
"Bundan 40 yıl önce Karamürsel ve Yalova arasında kurulan NATO üssü için iki bin beşyüz Amerikalı asker, buraya geldi. Askerlerin bir kısmı otokaravan tipi evlerde kalmak yerine Yalova'da ev yaptırma yolunu tercih ettiler. Bunun üzerine o dönemde harekete geçen müteahhitler, Amerikalılar için konut yapımına başladılar.
Ancak o dönemde Amerikan askerlerinin evlerde kullanılacak malzeme ve bina planına ilişkin projelerde büyük hassasiyet gösterdikleri ve deprem hattındaki Yalova'da istenilen standartlar sağlanmadan ev almayı reddettikleri öğrenildi."
Amerikalılar için yapılan evler deprem sonrasında dimdik ayakta kalmış.
Halbuki, Gölcük'teki Donanma komutanlığı'nın yeni binaları bile çökmüş durumda, acaba neden ?
Nedeni, yaşamakta olduğumuz inanılmaz boyuttaki facia sırasında Türkiye şu sloganı yakaladı : "Deprem öldürmüyor, binalar öldürüyor."
Yıllardır ölen onca insana rağmen, bu "cinayet ekonomisinin" neden değişmediğini, kısa bir süre önce, sanki gelmekte olan felaketi sezmiş gibi, Bahçeşehir Üniversitesi İşletme Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Karakaş, Neşe Düzel'e şöyle açıklıyordu:
"Türkiye'deki siyaseti çok ağırlıklı olarak müteahhitler finanse ediyor. Bu finansman karşılığında da siyasetçi, buna bütün siyasi partiler dahil, o müteahhitlere dünya standartlarının çok üzerinde fiyatlarla ihaleler veriyor. Mesela ANAP, dünya standartlarında yüz lira olan bir ihaleyi 170 liraya veriyor. Bu 70 liralık farkın bir miktarı müteahhidin ve siyasetçinin cebine giriyor. Ama 50-55 lirası doğrudan siyasetin finansmanına gidiyor. Böyle bir kısır döngü var.
Geçen sene sıradan bir lodos fırtınasında Bursa'da bir okulun çatısı uçtu, 6 çocuk öldü. Müteahhit geçenlerde beraat etti. O okul ihalesine Gümrük Birliği Anlaşması'nın öngördüğü gibi Avrupalı firmalar girseydi, o çocuklar bugün yaşıyor olacaklardı, ölmeyeceklerdi.
Ama o zaman da ne olacaktı, Türkiye'de siyasetin yapısı, finansman biçimi değişecekti. Para artık parti üyelerinden alınacak ve o üyeler de siyasi parti yöneticilerini denetliyeceklerdi. Ama bu tercih edilmiyor. Sonuçta da 4.5 şiddetinde bir zelzelede önce kaymakamlık, vilayet, emniyet binaları çöküyor
Gümrük Birliği'nin 48. maddesi Türkiye'de ciddi bir slogan olmalı. Çünkü muammen bedeli dolar bazında belirli bir rakamı aşan her türlü ihaleye on beş AB üyesi ülkenin müteahhidi girsin dediğinizde, o zaman mafya babalarının işi de çok zor olacak. Türkiye'de mafya babaları devlet ihalelerinden baba olmuşlardır. Her mafya babasının mutlaka bir devlet ihalesi vardır. Mafyayla mücadelenin birinci adımı bu kararı yürürlüğe geçirmek olmalıdır."
Türkiye'de hırsız müteahhitlerin "cinayetlerinden" kurtulmanın en etkin yollarından biri de şüphesiz ihale yasasını değiştirmek ve bunu dış rekabete açmak. Ama "devletimizin bağımsızlığı" naraları bu çökmüş ve kokuşmuş sistemi sürdürmeyi amaçladığı için bu da yapılamıyor.
Türkiye'nin vatandaşları, Ankara'daki soygun sistemi sürebilsin diye ölüyor.
Türkiye, gerçekleri maalesef büyük acılar yaşayıp, büyük faturalar ödeyerek görüyor.
Tek kanallı resmi televizyon dönemini yaşıyor olsaydık, burada devlet denen şeyin olmadığını gene anlıyamayacaktık.
Hamaset kara bir şal gibi olup biteni saklıyacaktı. Aynen bugüne kadar olduğu gibi...
Ankara, Türk halkının paralarıyla besleniyor ama "kökten devletçilik" ve "milliyetçilik" propagandalarıyla yönetilenlere hesap vermiyor.
Yönetilenlerin San Fransisco'da olmaları halinde ölmeyecekleri bir depremde yitip gitmelerinden Ankara'nın kodamanları ve savundukları sistem suçlu değil de kim suçlu?
Denetlenmeyi reddeden "kutsal devlet" anlayışı ve dünya rekabetini ülkeye sokmayan "bağımsız Türkiye" katil müteahhitleri zengin edip, çapsız siyasetçilere iktidar yolunu açtı.
Bunun bedelini binlerce insanımız ölerek ödedi.
Kutsal devleti insandan daha üstün tutmasak ve "bağımsızlık" diye bağıranların bu bağırtının ardında neyi sakladıklarını merak edip, hesap sorsaydık o insanlar ölmeyecekti.
Ama geride korkunç bir acı ve bütün ülkeyi sarsan bir vicdan azabı bırakarak ayrıldılar aramızdan.
Dileriz hiç olmazsa kaybettiklerimize borcumuzu ödemek için hesap sormayı öğreniriz.
Not: 30.09.1999 tarihinde, Meksika'da 7.5 şiddetinde deprem oldu. 1985 yılında 8.1'lik depremde yaklasik 9 bin can kaybı veren Mexico City (ki, en az Istanbul kadar karmaşık ve kalabalıktır, bu deprem Istanbul'da olsa en azından 90 bin can kaybı olurdu..) bu kez depreme sağlam binalarla yeniden yapılmış olduğundan, depreme dayanıklı binalarda yıkılma görülmedi..
Türkiye'de müteahhitlik sistemi değiştirilmelidir (1)