''Eğer Yalova il merkezi olmaya öykünmeseydi ve eskisi gibi doğasıyla ünlü bir ilçe kimliğini korusaydı, nüfus ve yapı yığılması bu denli yüksek olmayacak, riskli arazilerini bile imara açarak karşılaştığı deprem yıkımlarını bu denli bir felaket düzeyinde de yaşamayacaktı...''
17 Ağustos 1999'daki 7.4'lük depremin en büyük şokunu yaşayan Yalova' da yukarıdaki görüş çoğu toplantılarda artık yüksek sesle dile getirilirken, Yalova'yla aynı deprem kuşağında bulunan ve dahası Kuzey Anadolu Fayı' nın (KAF) ''henüz kırılmayan'' kesiminde bulunduğu için deprem riski çok daha yüksek olan Düzce için de devlet; ''sizi de il merkezi yapacağız'' sözü veriyordu.
Bunun en ''trajik'' görüşmesi ise, şimdi de Düzce, Kaynaşlı ve Bolu'
yu yıkan 12 Kasım 1999 depreminden yaklaşık ''bir saat'' önce Çankaya Köşkü'
nde gerçekleşiyordu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, aralarında Bolu milletvekilleri
ile Düzce Belediye Başkanı' nın da bulunduğu heyeti 12 Kasım 1999 günü
saat 18.00 sularında kabul edip, ''il olma isteklerini'' dinledikten sonra,
daha önce ''85 il numarasının ayrıldığını'' da anımsatarak kararını şöyle
özetliyordu:
''Düzce'nin il yapılması lazımdır...'' (Hürriyet, 13 Ekim 1999)
Cumhurbaşkanı ve Düzceliler, işte bu konuşmanın huzuru içinde o günkü akşam programlarına hazırlandıkları sırada, saat 18.57' de gerçekleşen 7.2'lik deprem, bir büyük felaketin, daha 3 ay önceki depremi önemli hasarlarla atlatan bu bölgede yaşanmasına neden oldu.
Çökenler, yine koca koca betonarme apartmanlardı. Sanki burası bir tarım bölgesi değil de ''sağlam zeminli metropolmüş'' gibi yapımına izin verilen 5-6 katlı binalar yine yerle bir olmuştu. Dahası, 17 Ağustos'taki depremin darbesiyle zaten ayakta bile zor duran çok sayıda binanın 12 Kasım'daki şoka artık direnememeleri sonucunda da birçok kişi bunların enkazları altında kalmıştı...
Peki, hem KAF güzergâhındaki ''riskli'' konumu, hem de sahip olduğu
verimli toprakların sağladığı tarıma dayalı yüksek ekonomik olanakları
açısından ''düşük yoğunluklu yerleşmeler'' şeklinde yaşatılarak korunmaları
gereken Düzce ve Kaynaşlı' yı böylesine ''ölümcül'' bir bilim dışı kentsel
yapılaşmaya sürükleyen, dahası, şimdi de aynı spekülatif çarpık gelişmeyi
''il merkezi'' vaatleriyle daha da teşvik eden bir ''devlet'' , acaba yine
sadece müteahhitleri ya da binaları
denetlemeyen teknik elemanları ''tedbirsizsiniz, ihmalkârsınız'' şeklinde
sorgulayarak ''kendi temel sorumluluğundan'' kurtulabilir miydi?..
Bu tedbirsizliğin ve ihmalkârlığın çok daha büyüğü ve depremdeki ''kentsel yıkımlarla'' çok daha belirleyici ve etkin olanı, KAF güzergâhını ve yapılaşma açısından riskli zeminlere sahip bu tarımsal bölgeleri ''sanayi havzası'' haline getirerek yüz binlerce insanı depreme teslim eden siyasi ve ''idari'' kararlar değil miydi?..
O halde ''hukuk devleti'' , öncelikle işte bu ''devlete ait ihmalkârlığı'' sorgulamalı ve devlet adına karar verenler ''anayasaya aykırı'' imar ve kentleşme politikalarından ötürü ortaya çıkan ''zararlar'' için de özellikle depremzedeler, yine devletten ''tazminat'' isteme haklarını kullanmalıydı...
Anayasa'daki yükümlülükler
13 Kasım 1999 Cumartesi günü, yani Düzce-Bolu depreminin üzerinden henüz bir gün bile geçmeden, İstanbul Barosu' nca önceden programlanarak düzenlenen ''Hukuk ve Deprem'' konulu geniş katılımlı yuvarlak masa toplantısına katılanların ''ağırlıklı değerlendirme konusunu'' da işte bu ''devletin deprem yıkımlarındaki hukuksal sorumluluğu'' oluşturdu.
Tartışmacıların arasında mimarların, mühendislerin ve plancıların da bulunduğu toplantıyı yöneten anayasa hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, deprem ve yasama organının sorumluluklarını irdelediği sunuşunda, ''planlı kentleşmenin'' devletin temel anayasal görevleri arasında bulunduğunu anımsattı.
Örneğin Anayasa'nın ''konut hakkıyla'' ilgili 57. maddesinde; ''devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde'' konut ihtiyacını karşılayacak ''tedbirleri almak'' la yükümlü kılındığına göre, son depremlerde yerle bir olan konutların, ''şehirlerin zemin özelliklerini ve doğal, kültürel çevre şartlarını gözetmeyen yerleşme kararlarıyla'' inşa edilmesinden ve bunu önleyecek ''tedbirleri almamaktan'' da sorumlu değil miydi?
Benzer şekilde yine devleti yönetenler, böylesine büyük bir yıkım ve toplumsal ölçekte ekonomik çöküntü yaratan depremden sonra, Anayasa'nın 119. maddesinde öngörülen ''olağanüstü hal'' ilanına da gitmeyerek, deprem zararının azaltılmasını sağlayacak bir anayasal görevi de yerine getirmedikleri için bu zararlardan ayrıca sorumluydular.
Nitekim toplantı katılımcılarından idare hukuku hocası Prof. Dr. A. Ülkü Azrak, bu ihmalden ötürü yapılamayan devlet hizmetlerini de şu tür örneklerle vurguladı: ''Eğer Anayasa'yı dinleyip OHAL ilan etselerdi, örneğin özel kişilerdeki helikopterlere bile el konabilir, trafik tıkanıklığı nedeniyle yaşanan can kayıpları önlenebilirdi. Diğer kurtarma işlerinde de bürokratik gecikmeler yaşanmaz, re'sen müdahale yetkileriyle çok daha hızlı davranılabilirdi...''
Bütün bunların tümünün hukuksal temelde ''hizmet kusuru'' olduğunu da vurgulayan Prof. Dr. Ülkü Azrak, ''Bu açık ihmaller ve kusurlar için de davalar açılmalıdır'' diyerek, özellikle yine devletin, ''bölge planlarını yapma görevini ihmal etmiş olmasının'' ve jeolojik verilere aykırı imar ve yerleşme kararlarını ''özendirip'' bunlara engel olmamasının deprem açısından sonucunu da şöyle özetledi: ''Deprem takdir-i ilahiyse, önceden bilinen bir takdir-i ilahi olduğu için yaşanan yıkım ve zararlar da olsa olsa takdir-i idaridir...''
Danıştay: Devlet kusurludur
Peki, bu ''takdir-i idari'' (idarenin takdir ettiği ihmalkârlıklar) nasıl sorgulanacaktır? Depremden zarar görenler, anayasal görevlerini yerine getirmeyen devletten nasıl ''davacı'' olacaklar; nasıl ''tazminat'' isteyeceklerdir?
Bu soruların yanıtı için de idare hukukçularından Doç. Dr. Celal Erkut, iki ''örnek davayla'' açıklamalarda bulundu. Erzincan depreminde (13 Mart 1992) oturduğu lojman binası çöken DGM hâkimi Ümit Nuri Dündar, eşyalarının ve enkaz altında kalan arabasının ''tazmini'' ve ayrıca manevi zararının da giderilmesi için, bu lojman binasının depreme dayanıksız olduğunu ''incelemeden'' satın alan Adalet Bakanlığı'ndan ''davacı'' olur.
Adalet Bakanlığı savunmasını yaparken, ''deprem, mücbir (zorunlu, kaçınılmaz)
sebeptir; idarenin kusuru aranmaz'' dediyse de, idare mahkemesi davacıya
hak verir. Çünkü mahkemeye göre de, ''Erzincan gibi 1. derece bir deprem
bölgesinde, idare gerekli önlemi almak'' zorundadır. Nitekim, idare mahkemesinin
bozulması yönündeki temyiz istemleri de, son olarak Danıştay Dava Daireleri
Genel Kurulu' nca kesin karara bağlanırken, idarenin ''kusurlu olduğu''
kabul edilir.
''İçtihat'' niteliği de kazanan 27. 10.1997 tarih ve 1997/556 sayılı
yüksek yargı kararında, depremin ''mücbir sebep sayılamayacağı'' , bu nedenle
de gerekli önlemi almakla yükümlü idarenin kusurunun ''depremle ortadan
kalkamayacağı'' açıkça hükme bağlanmaktadır.
Doç. Dr. Celal Erkut'un ikinci örnek davası da yine Erzincan'dandı ve ''işyeri yıkıldığı için devletten istediği kredi verilmeyen'' bir vatandaşın, bu isteğinin karşılanmasının ''devletin yasal ve anayasal yükümlülüğü'' olduğunu vurguluyordu.
Buna yönelik idare mahkemesinin aldığı kararı onaylayan ve Başbakanlığın temyizini reddeden Danıştay 10. Dairesi'nin 18.2.1998 tarih ve 1998/721 sayılı kararında, ''deprem mağdurunun ekonomik ve sosyal düşkünlükten kurtarılmasını amaçlayan'' anayasa ve afet yasaları gereğince davacının yitirdiği işyerine yeniden kavuşması yönünde gerekli kredinin verilmesi hükmü yineleniyordu...
'Tazminat davaları' kampanyası
Bütün bu örneklerin yanı sıra depremzedelerin ''özel hukuk kökenli tazminat istemlerinin'' de önemle düşünülmesi gerektiğini vurgulayan toplantı katılımcılarından medeni ve borçlar hukukçusu Prof. Dr. Rona Serozan, özellikle inşaat ruhsatlarının ''zarar verici eyleme meşruiyet kazandırmayacağını'' vurgulayarak, deprem yıkımlarındaki ''idarenin kusurunun'' da dava konusu yapılması gerektiğini belirtti.
İstanbul Barosu'nun Tünel'deki kültür merkezinde işte bu değerlendirmelerle yaklaşık ''10 saat'' süren toplantı sonucunda ise, ''önce ülke ve bölge planlaması, sonra kent planlaması ve denetimli yapılaşma'' ilkesinin Türkiye'de artık yaşama geçirilmesi talebini de içeren bir sonuç bildirgesi kabul edilerek, depremzedelerin ''anayasal görevlerini ihmal eden devlet kurumlarından davacı olmaları ve tazminat istemeleri'' çağrısında bulunuldu.