Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!
İSTANBUL'U KURTARALIM
Oktay Ekinci, Cumhuriyet Dergi, 05.12.1999

İstanbul, riskinin iyiden iyiye arttığı söylenen ürkütücü fayların tehdidi altında 21. yüzyılı karşılıyor. Olası yıkımlar, can ve mal kaybı konuşuluyor, çoğu kişi de bireysel çözümler arıyor. Oysa "dünya mirasımız"ı kurtaracak olan, kentsel bir restorasyon seferberliği. Yoksa...

İnsanoğlu binlerce yıllık tarihi boyunca depreme hep ''habersiz'' yakalandı. Çünkü; ''depremin nerelerde ve yaklaşık kaç yıl içerisinde olabileceğini biliyoruz; ancak kesin tarihini bilmemiz olanaksız'' diyebilen, yani bir anlamda depremi de artık
''haber verebilen'' bilim insanlarıyla tanışması, şunun şurasında yarım yüzyılı bile henüz bulmadı...

Yine insanoğlu, tarih boyunca depreme hep habersiz yakalandığı için, Tanrı'nın ya da başka doğaüstü güçlerin böylesine
acımasız bir ''baskın felaketle'' kendisini cezalandırdığını zannetti.

Dahası, kimileri de aynı cezalandırmanın aslında kendi özlemleri olan ''Tanrı buyruklarına'' karşı gelenler yüzünden
yaşandığını dile getirerek, doğayı bile siyasetlerine alet etmekten çekinmediler. Tıpkı Falih Rıfkı Atay'ın anlattığı şekilde,
örneğin Osmanlı dönemindeki ''ulema''nın bu felakete neden olarak ''fuhuşun artmasını'' göstermesi ve hatta sorumluları
cezalandırmak adına üç beş fahişenin asılması gibi... (Şimdiki; ''7.4 yetmedi mi'' diye camilerde broşür dağıtıp pankart
açanlar da işte o ulemayla hâlâ aynı kafayı taşıyanlar olmalılar...)

Ne var ki olanın bitenin temelinde şu ''fay'' denilen uzun yer kırıkları olduğu ve iki yanındaki levhaların her yıl birkaç santim
yer değiştirmesiyle doğan hareketin de eninde sonunda depreme yol açtığı bilimin rehberliğinde anlaşılınca, geçenlerde Prof. Dr. Ülkü Azrak'ın söylediği deyimle, yaşanan felaketlerin ''takdiri-i ilahi'' değil ''takdir-i idari'' olduğu açığa çıkıverdi.

Çünkü, yine eninde sonunda deprem olacağı kesinlikle bilinen fay güzergâhlarının yatırım, sanayi, ticaret ve yerleşme
bölgeleri olarak yoğun yapılaşma alanlarına dönüştürülmesi aynı felaketlerin temel nedeniydi. Böylesi büyük bir aymazlık
içinde ve fayın varlığı ile riskleri bilinerek yer seçimlerinin yapılması da ''ilahi'' değil, ''idari'' (yönetsel) kararlardı...

İşte şimdi koca İstanbul da ''varlığı bilinen'' ve ''riskinin'' de iyiden iyiye arttığı söylenen bir (ya da birkaç) fayın tehdidi
altında 21. yüzyılı karşılıyor. Kimi bilim adamlarına göre belki de bu yazı bile yayımlanmadan, kimi daha ''soğukkanlı''
olanlarına göre ise bir yıl ile kırk yıl içerisindeki bir zamanda, ama ''mutlaka'' Marmara Denizi'nin derinlerinde kırılacak olan
ünlü fay ya da faylar, bu dev metropolü de temelinden sarsacak...

2700 yıllık kenti bir kez daha felaketle karşı karşıya getirecek olan bu depremin, yine öngörüldüğü şekilde 7'nin üzerindeki
bir büyüklükte ve 25-30 saniyeyi aşan sürelerde gerçekleşmesi durumunda ise yıkılacak bina sayısını ve buna bağlı ölüm
oranını hemen hiç kimse yaklaşık olarak bile tahmin edemiyor.

Çünkü İstanbul, tarihinde ilk kez bir depremi artık ''haberli'' olarak beklerken, bu büyük fırsatı (haberli olmasını)
değerlendirme olanağından da yoksun olmanın açmazını yaşıyor.

Milyonlarca kişiyi barındıran yüz binlerce ''kaçak'' yapının deprem karşısındaki ''tavrını'' kestirmeye dayanak olabilecek
güvenilir bir proje ya da uygulama belgesi olmadığı gibi, bir o kadar yasal yapının da sözde onaylı projeleri ile sözde
denetlenmiş ruhsatlı inşaatları ya ''eskimiş yönetmeliklere'' göre yapılmışlar ya da sonradan gerçekleştirilen kat ilaveleri
veya projeye aykırı tadilatlarla taşıyıcı güç ve dengelerini belki de çoktan yitirmişler.

Bu ürkütücü tablo karşısında ise ''yetkililer'' bir yandan kentin ve kent halkının esenliği için ne denli büyük ve özverili
hazırlıklar içerisinde olduklarını (kendilerinin bile inanmadıkları) ciddi görünümlü söylemlerle dile getirmeyi hem politikanın
gereği, hem de ''kamu görevi''(!) sayarlarken, öbür yandan hayret edilecek bir aldırmazlık içinde yine kenti bu duruma
getiren imar politikalarını savunmaya ve sürdürmeye de devam ediyorlar...

Aslına bakılırsa, İstanbul bundan önceki büyük depremleri hep habersiz karşılamış olsa bile, yine de bugünkü haberli
durumunda gözlenen kadar ''hazırlıksız'' , hatta çaresizlik içinde kalmamıştı.

Bunun nedeni de İ.Ö. 7. yüzyılda başlayan ve üç imparatorluğa başkent olan uzun ve yoğun kentsel yaşamı boyunca,
hemen her depremden sonra yapı kültürünü ve mimarisini daha da geliştirmesi, depreme dayanıklı yapılaşma konusunda
''dünyaya ders verecek ilerlemeleri'' de hep bu büyük deneyimlerin birikimleriyle elde etmiş olmasıydı.

Örneğin Kanuni döneminde (16. yy.), İstanbul'da her türlü yapının mutlaka ''işinin erbabı'' ve ustalığını kanıtlamış kişilerce
ve yine mimarların denetiminde inşa edilmesini sıkı bir disiplin altına alan kuralların yanı sıra, kente getirilen yapı
malzemelerinin bile daha limana indirilmeden gemilerde aynı kurallara bağlı mimarlar örgütünce denetlendiği ve uygun
görülmeyenlerin geri çevrildiği biliniyor.

Onca büyük depremleri, hasar görseler bile çökmeden ve yıkılmadan ayakta geçirerek bugünlere dek ulaşan, 1500 yıllık,
1000 yıllık, 500 yıllık anıtsal yapıların ötesinde, örneğin Süleymaniye, Zeyrek gibi semtlerdeki 1894 depremine de meydan
okumuş çok katlı ahşap yapı geleneğinin ve yığma yapılar arasında da dolu tuğla duvarlı ve sarsıntıların hatıllarla emildiği
binaların da yine aynı ''tarihsel deneyimlerin ürünü'' olduğunu görmek gerekiyor.

1894'ün kahramanı ahşap...

Nitekim, aradan 100 yıldan fazla zaman geçtiği için şimdiki deprem beklentisinin de tarihsel dayanaklarından olan 1894
depreminin ardından, Atina Rasathanesi Müdürü Eginitis'in 3/15 Ağustos 1894 tarihli ve ''Rapport sur le tremblement de
terre de Constantinople'' adlı ünlü raporunda bu gerçek bakın nasıl vurgulanıyor:

''Binaların çoğunun ahşap olması zararın az olmasını sağlamıştır. İstanbul'daki binaların diğer yerler gibi bütünüyle kârgir
olmaması memnuniyetle karşılanmalıdır. Ahşap binalar depreme şaşılacak derecede dayanmışlardır. Kalitesiz olan eski
ahşap binalar bile ayakta kalmışken, yanlarında olan iyi yapılmış güzel ve yeni, hatta demirle bağlanmış olan kârgir binalar
yıkılmışlardır.''

Eginitis, geleneksel tuğla duvarlı yığma binaların deprem sınavını nasıl geçtiğini de raporunda şöyle anlatıyor:

''Ahşap binaların depreme daha fazla dayandıkları ortaya çıkmış, kârgirler aksine nadiren ayakta kalmışlardır. Ahşaptan
sonra depreme en çok dayanan binalar tuğla ile yapılanlardır. Tuğla ile yapılan duvarlar elastik ve sağlam olduklarından
kolay dağılmazlar ise de, güzel bağ ve istinatları olmayanlar yıkılmışlardır. Fakat duvarları diğerine güzel bağlanmış ve civar
evlere bitişik olan evler çok hafif çatlamışlardır. Büyükada'da tuğla ile yapılan bir evin taştan yapılmış olan orta kısmı
yıkılmış, tuğladan olan kısmının ayakta kaldığı görülmüştür. Bu da tuğla ile güzel inşa olunarak, demirler ile bağlanan
binaların depreme dayandıklarını kanıtlar...'' (Toplumsal Tarih dergisi, Eylül 1999)

10 Temmuz 1894'te, Osmanlı belgelerine ''Büyük Hareket-i Arz'' olarak geçen depremde Çatalca'dan Kartal'a ve
Sarıyer'den Eminönü'ne dek tüm İstanbul depremi yaşamış, ancak ölü sayısı (Kapalıçarşı'da ölen 130 kişiyle birlikte)
500'ü aşmamıştı.

17 Ağustos 1999 depreminde ise bir İstanbul depremi olmamasına rağmen, sadece Avcılar'da 300'e yakın kişi öldü.
Üstelik çöken yapıların tümü de geleneksel ahşap karkası ya da yığma tuğla sistemleri çağdışı bularak ''terk eden'' bir
anlayışın ülkeye egemen kıldığı, ''çağdaş ve modern''(!) betonarme karkas sistemde inşa edilmişlerdi...

İşte şimdi İstanbul, gerek olağanüstü sayı ve oranlara tırmanmış olan kaçak ve denetimsiz yapılarıyla, gerekse ruhsatlı bile
olsalar depreme karşı güvenilirlikleri ''tartışılır'' olduğundan toplumsal bir paniğe de yol açan taşıyıcı güç ve yetenekleri
''meçhul'' sayısız betonarme binasıyla, bilimin ''ufukta'' dediği yeni büyük depremini 1894'tekine göre çok daha ''hazırlıksız''
bekliyor.

Bu ''kaos'' ortamında hükümetin, belediyelerin ve halkın ''çözüm'' adına dört elle sarıldıkları kimi uygulamalar ise sorunun
''dev boyutu'' göz ardı edildiğinden ve köklü çözümlere yönelme yerine ''geçici ve göstermelik davranışlarla''
yetinildiğinden, deprem tarihine belki de ''yanlışlardan arınmak yerine ört bas edilerek huzurun arandığı'' en büyük
toplumsal aymazlık olarak geçiyor...

Örneğin, önce şu ''sağlam görünümlü'' binaların genel durumuna bakalım. Kadıköy Belediyesi'ne yapılan ve depreme karşı
dayanıklı olup olmadığının saptanması istenen bina sayısının 5000'i geçtiği açıklandı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nce
oluşturulan hasar tespit komisyonuna ise aynı amaçla ''günde 500'ün üzerinde'' başvuru olduğu belirtiliyor.

Benzer komisyonlar oluşturan diğer belediyeler ile meslek odaları, üniversiteler ve Bayındırlık Müdürlüğü'ndeki başvurular
da göz önüne alındığında, İstanbul'daki büyük çoğunluğu betonarme karkas sistemde inşa edilmiş 800 bini aşkın binadan
en az üçte birinin kullanıcıları ''güvensizlik'' içindeler ve ''bir şeyler yapılmasını'' bekliyorlar.

Böylesine büyük bir yapı kitlesini (yaklaşık 250-300 bin) depreme dayanıklı hale getirmek bir yana, taşıyıcılığının ne
durumda olduğunu saptamak için gerekli ön tespit çalışmaları için bile ne belediyelerin teknik ekipman gücü yetebilir, ne
üniversitelerin ne de meslek odalarının.

Nitekim, bu durumu en iyi değerlendiren de yine ''pazar ekonomisi'' oluyor ve kamusal hizmetin yetersizliği ile oluşan açığı
ranta çevirmek üzere çok sayıda ''ücretli bina denetimi'' firması deprem paniği piyasasında ''tarihsel fırsatı'' kaçırmıyorlar.

Bunlara, Bayındırlık Bakanlığı'nca ''yetki belgesi'' verilmiş 500 kadar ''mühendis-müşavir bürosu'' da eklenerek, İstanbul'un
yaklaşan depreme hazırlanması, sadece ''denetim ve onarım paralarını verebilecek'' durumdaki yapı sahiplerinin, bu
hizmetten para kazanmak üzere örgütlenmiş firmalarla oluşturacakları profesyonel ilişkilerle ''sınırlı'' bir düzeyde
bırakılıyor...

Peki, bu profesyonel hizmete yüzlerce milyon, hatta milyar lirayı ''veremeyecek'' durumdaki kullanıcıları ve sahipleri
bulunan ''birkaç yüz bina'' ve içinde yaşayan ''milyonlarca insan'' ne olacak?..

Parayı verenin evini sağlamlaştırdığı bir ortamda, bu olanağı bulamadığı için sürekli bir kaygı ve gerilim içinde yaşayan
milyonlar, daha deprem olmadan bile ''ruhsal çöküntü'' içine girerlerken, yaklaşan büyük depremin ''öncelikli kurbanları''
olarak da gözden mi çıkarılacaklar?..

Ayrıca şu da bir gerçek ki kimi firmaların ya da ''sivil'' görünümlü kuruluşların milyarlar karşılığında hazırladıkları ''inceleme
raporları'' sonucunda yapı sahiplerine önerdikleri ''takviye projelerini'' uygulayabilmek için de neredeyse o binanın yeniden
yapımına yakın, yüksek bir ''inşaat maliyeti'' çıkıyor. Bunu ödeyemeyecekleri için, ellerinde kalan ''takviye raporlarıyla''
daha da büyük gerilimlere giren bina sakinleri ise toplumsal paniğin bu kez de ''yaklaşan tehlikeyi açıkça ve belgeli olarak
gören'' ve bunun için de ciddi paralar harcamış ''isyankârları'' olarak kaos ortamına katkıda bulunuyorlar...

Tek tek değil, 'toplu' çözüm

Bütün bunlar karşısında, İstanbul için acaba ''köklü çözüm'' nedir? Yıllardır yasadışı yapılaşmanın ve başıboş bir imar,
inşaat düzeninin tutsağı kılınan, ''gözbebeğimiz'' ve ''dünya mirasımız'' İstanbul'u, eli kulağında olduğu söylenen büyük
depreme karşı nasıl koruyacağız? Yüz binlerce takviye gereken binayı ve güvenilir mekânlar bekleyen milyonlarca insanı
nasıl güvenceye alacağız?..

Yukarıda özetlenen ''tablo'' gösteriyor ki ''bireysel olanaklarla'' ve tek tek yürütülen ''özel çabalarla'' bu önceden haberimiz
olan felaketten kurtulabilmek artık mümkün değildir.

Yanılmıyorsam, Emre Kongar'ın son yazılarından birinde okumuştum; ''Her koyun kendi bacağından asılır, ama bunun
nedeni koyun olmasıdır'' diyordu.

Bu özlü vurgulamayı İstanbul'daki binalar için de söyleyebilir, hatta şu gerçeği de ekleyebiliriz. Tek tek bazı yapılar, kendi
olanakları ile depreme hazırlansalar bile, yüz binlerce binayla birlikte ''koca bir kent çöktüğünde'', o ayakta ve ''azınlıkta''
kalanların da yaşamını aynı kent içinde sürdürmesi çok zor olacaktır...

İşte bu nedenle İstanbul için tek ''kurtarıcı'' çözüm, aslında deprem kapıda olmasaydı bile bugüne dek çoktan başlanması
gereken ''kentsel restorasyon ve yenileme'' seferberliğidir.

Geçen haftaki yazımızda (28/11/1999-Dergi) ayrıntılarıyla dile getirdiğimiz ''Olağanüstü Hal'' (OHAL) uygulaması içinde
ve yine aynı yazıda vurgulamış olduğumuz; ''tüm imar planlarının ve yeni imar uygulamalarının hemen ve belli bir süre için
durdurulması'' koşuluna bağlı olarak başlatılacak bir kentsel restorasyon ve yenileme kampanyasında, sadece yerel ve
ulusal değil, ''uluslararası kaynakların'' da devreye sokulması gerekiyor.

Çünkü İstanbul, UNESCO'nun dünya miras listesinde yer alan bütün insanlığa ait bir kültür ve uygarlık değeri olarak,
''tarihinin en zorlu günlerini'' yaşıyor. Hatta, hiç şakası yok, tam bir ''varoluş ya da yokoluş'' sürecine her gün biraz daha
yaklaşıyor.

Örneğin, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra, Berlin'i dünya değerleri arasına ''yeniden kazanabilmek'' için Almanya'nın çabaları
uluslararası bir kampanya ile nasıl desteklendiyse, şimdi de aynı küresel duyarlılığın, elbette ki önce ''ulusal duyarlılığı''
örgütleyerek, depremi bekleyen İstanbul için harekete geçirilmesi kaçınılmaz görünüyor...

'3. Binyıl' projesi

Peki, İstanbul için ''kentsel restorasyonun'' ve ''kentsel yenilemenin'' yöntem ve stratejileri için neler söylenebilir? Öncelikler
ve kaynakların ayrılması, üleşilmesi, kullanılması nasıl programlanabilir?..

Bu sorunun ayrıntılı ve kapsamlı yanıtı için, hiç kuşkusuz önce kentsel restorasyon ve yenileme projesinin ''ön koşulsuz
benimsenmesi'' ve hemen ardından başta üniversiteler olmak üzere, yerel yönetim, ilgili kamu kurumları, meslek odaları ve
diğer uzman, demokratik kuruluşların katılımıyla bir ''eylem planı'' geliştirmek gerekiyor.

Yine de bu yazının sınırlarını biraz daha zorlayarak, ilk akla gelebilen çalışma akslarını ve öncelikleri belirtecek olursak,
şimdilik şunlarla yetinmek doğru olacak:

Tarihsel (merkez) semtler

Kentin en eski yapılarını ve tarihsel belleğini barındıran ''Suriçi'' ile ''Galata-Pera'' bölgesi ve Beşiktaş, Şişli, Kadıköy,
Üsküdar, Bakırköy gibi semtlerdeki yine tarihsel kimliği yaşatan yapı stokları ''yoğun bakıma'' alınmalıdır.

Örneğin Süleymaniye, Zeyrek, Haliç (Fener-Balat-Eyüp) gibi bölgeler ve ''Beyoğlu-Tarlabaşı-Dolapdere-Kasımpaşa''
dokusu, yıllardır barınabilecek nüfusun altında hizmet vererek, metrukluğun ve terk edilmişliğin yıpratıcı etkileriyle harap
durumda. Oysa bu semtler, kentsel restorasyon ve yenileme ile sağlıklaştırıldıkları takdirde, ''altyapısı da yeterli ve
depreme geleneksel olanak dayanıklı kimlikli yapı stokları'' elde edilecektir.

Böylece bir yandan İstanbul'u ''İstanbul'' yapan tarihsel kent karakteri korunup yaşatılabileceği gibi, öbür yandan nüfusun
ve yeni yapılaşmanın kent dışı alanlara kaçarak, ''ormanları ve su havzalarını işgale hazırlanan'' ve şimdi de ''depremi
bahane eden'' spekülatif uydu yerleşme salgınının önüne geçilebilecektir.

Bu projenin gerçekleşebilmesi için ise,

**Tüm ünlü işadamları, zenginler, İstanbul dışında konut yatırımı organize eden firmalar ve Toplu Konut İdaresi (TOKİ),
diğer tüm projeleri yerine, İstanbul'un tarihsel semtlerindeki eski binaları onarmaya ve bu semtleri sağlıklaştırarak iskâna ve
çağdaş yaşama açmaya hizmet edecek kentsel restorasyon ve yenileme kampanyasına katılmaya çağrılmalı, hatta OHAL
kuralları işletilerek yasal olarak zorlanmalıdır.

**Tüm yerel ve ulusal kaynaklar ile TOKİ kredileri ve konut üretimine katılan bankaların teşvik ve kredi olanakları,
örneğin Avrupa Konseyi'nin Fener-Balat projesine olan desteğindeki gibi örgütlenmelerin de yaygınlaştırılması yoluyla
uluslararası kaynaklar harekete geçirilerek, bu büyük ve tarihsel seferberliğe katılmalıdır.

**Hükümet bu kampanya için özel yasa, özel yetkilendirmeler ve Birleşmiş Milletler'den başlanarak uluslararası ilişkiler
konusunda etkin ve kararlı olarak devreye girmelidir...

Diğer semtler ve binalar

** Tarihsel nitelik taşımayan, ancak İstanbul'un yerleşik dokusunu oluşturan diğer yeni binaların bulunduğu semtlerde de
yapıların tek tek ve sadece yapı sahiplerinin parasal olanaklarıyla sağlamlaştırılması çabasının kenti ve insanları deprem
yıkımından kurtaramayacağı açıktır.

**Bu semtler için de yine tüm binaların denetim ve bakımını belli bir çalışma programı ve ''yapıların durumuna göre
saptanacak öncelikler'' içerisinde (şu anda öncelik, parası olanlar için geçerlidir) yürütebilecek, kamusal sorumluluklar
içinde örgütlenmiş bir ''teknik elemanlar ordusuna'' (TEO) ivedili gereksinme vardır.

**Yine, geçen haftaki yazımızda ele aldığımız TEO'nun kuruluş ve çalışma koşulları ile olanakları konusunda OHAL
kuralları içerisinde gerekli kaynaklar bulunabilir. Ayrıca, ulusal ve uluslararası kredi olanaklarıyla birlikte, yine TOKİ ve
Dünya Bankası olanakları da bu semtlerdeki kentsel restorasyon ve yenileme seferliği için devreye sokulabilir.

Kamusal mekânlar, çarşılar...

İstanbul, ''haberdar'' olduğu bir büyük depreme hazırlanırken, sosyal-kültürel ve ekonomik yaşamını da sürdüreceği gibi,
kamusal hizmet olanaklarını da güvence altına alma durumundadır. Bu nedenle,

**Okullar, hastaneler, kamusal mekânlar, çarşılar, sinema-tiyatro-konser salonları, toplantı ve kapalıspor mekânları.. ''özel
ve ivedi bir programla'' derhal bakım ve onarım seferberliğine alınmalıdır.

**Bu tür tüm mekânlar yine özel bir TEO ile ivedi denetlenerek, risk taşıyan binalar kullanıma ''hemen'' kapatılmalı ve yine
okullar ile hastanelere öncelik verilerek yapısal durumları teknik güvenceye alınmadan hizmete açılmamalıdır. Çarşı,
sinema, tiyatro, alışveriş merkezleri vb. gibi mekânların ise yapı ve işletme sahiplerine banka kredileri sağlanarak güvenilir
duruma getirilmeleri ''kesin koşul'' olarak belirlenmelidir.

Deniz ulaşımı 'ivedi' planlanmalı

İstanbul için yıllardır dile getirilen, ancak hep ihmal edilen ''denizden ulaşım olanağını'' bir an önce yaşama geçirmek için de
artık ''yaşamsal durum'' vardır. Deprem anında kent içi ulaşımın tümüyle tıkanacağı, insanların evlerine ulaşması ya da
yaralıların hastanelere taşınması ve her türlü yardımın koordinasyonu konusunda en büyük sorunun ''tümüyle tıkanacak
yollar olacağı'' kesindir.

Bu açık gerçek karşısında İstanbul için artık deniz ulaşımı en yaygın ve en örgün bir biçimde hemen başlatılmalıdır.
Şimdiden devreye sokulacak ve Boğaziçi-Marmara-Haliç üçgeninde yeterli yeni iskeleler ve deniz taşıtı olanaklarıyla
oluşturulacak bir su yolu taşıma sistemi, son günlerde Beşiktaş Belediyesi'nin gündeme getirdiği gibi özel motorlarla veya
Şehir Hatları ile İETT'nin birlikte proje geliştirmesiyle de yaşama geçirilebilir...

Demiryolu tüp geçişe bağlanmalı

Ulaşım konusunda artık daha fazla geç kalınmaması gereken diğer önemli proje ise, İstanbul için yılların bir başka büyük
özlemi olan demiryolu tüp geçiştir.

Olası depremlere karşı yeterli güvenceler içinde projelendirilen ve kentin iki yakasındaki mevcut ve yeni yapılacak raylı
sistemleri birleştirerek, tüm metropolitan alanda hızlı ve güvenilir toplu ulaşımı sağlayacak olan demiryolu tüp geçiş için
''depremde önce hizmete sokma'' hedefini de kentsel restorasyon ve yenileme seferberliği içine katmak gerekiyor...

Dünyaya işbirliği çağrısı...

2700 yaşındaki İstanbul için ''3. Binyıl Projesi'' denebilecek bu büyük restorasyon ve yenileme seferberliği için öncelikli
görev ve sorumluluk, elbette ki ulusal teknik gücümüze ve kendi kamu ve özel inşaat sektörümüze düşüyor.

Ancak, böylesine değerli bir dünya mirasını, deprem karşısında yıkılmaktan kurtaracak uluslararası dayanışma
kampanyasına koşut olarak, yine dünyanın kentsel restorasyon ve yenileme konusundaki deneyimli ülkelerinden teknik ve
profesyonel desteğin sağlanması da aynı evrensel sorumluluklar içerisinde hem anlamlı, hem de gerekli olacaktır.

Bu konuda herhangi bir duygusal duruma düşmeden ve aynı proje için kullanılacak kaynaklardan ''pay kapma'' hırsı içinde
de kalmadan, ulusal teknik gücümüz ve inşaat sektörümüzün yanında yabancı uzman ve firmalara da ''Dünya mirası
İstanbul'u birlikte kurtarma'' çağrısını yapmak, uygulama olanaklarını güçlendireceği gibi, uluslararası finans kaynaklarının
devreye girmesinde de etkili bir ilişkiler zinciri yaratacaktır..

...Ve, toplumsal örgütlenme

İşte, böylesine geniş kapsamlı ve ivedi harekete geçilmesini gerektiren bir seferberliğin, en az kaynak yaratılması ve
kurumsal yapılanma kadar önem taşıyan gerçekleşme koşulu da hiç kuşkusuz toplumun ''kenti sahiplenme bilinci'' içinde
''örgütlenmesidir''.

Tıpkı Japonya'nın Kobe kentinde olduğu gibi, depremzedelerin dayanışma örgütlerine benzer sivil birliklerin, bu kez
İstanbul'da beklenen depremden ''önce'' yaratılması ve kentsel restorasyon ile yenileme projelerinin her aşamasında bu
toplumsal örgütlenmenin denetimden uygulama organizasyonlarına dek etkin olarak devreye girmesi, İstanbul için 3. binyıl
projesinin aynı zamanda bir ''demokrasi okuluna'' dönüşmesini de sağlayacaktır.

Özellikle mahalle ölçeğindeki restorasyon ve sıhhileştirme projeleri için yöre sakinlerince oluşturulacak kentsel hizmet
kooperatiflerinin işlevi kentli bilincinin gelişmesini de sağlayacağı gibi, genelde İstanbul için alınacak karar süreçlerinde
üniversitelerin, meslek odalarının ve diğer ilgili demokratik kuruluşlarının katılımı, bu bilincin kalıcı bir demokratik yönetime
kavuşmasına da büyük katkıda bulunacaktır...

'Başka İstanbul yok...'

Evet... Son olarak şunları yineleyip, bu yazımızı da noktalayalım. İstanbul, yaklaşan depremden olağan önlemlerle değil,
ancak olağanüstü önlemlerle kurtulabilir. Çünkü kentin yıllardır içine itildiği her yönüyle çürük ''imar durumu'', olağanüstü
tıkanıklıklar ve zorluklar içermektedir.

Bu olağanüstü önlemin temel hareket noktasını ise bireysel değil ''toplu kurtulma'', yani ulusal ve evrensel ölçekli bir
seferberlik içinde ''kentsel restorasyon ve yenileme'' hedefi oluşturabilir. Tersi durumda ise İstanbul olası bir yıkımdan
sonra yeniden kurulsa bile, o artık ''dünya mirasımız İstanbul" olmayacaktır...

Istanbul'u vuracak deprem (Prof. Le Pichon)
(Bu makalede beklenen Istanbul depremiyle ilgili başka makalelere bağlantı bulunmaktadır)
Deprem Anasayfası