Yağmur yağar, kar yağar, güneş doğar, güneş batar, ilkbahar olur, yaz gelir, kış gelir. Bütün bunlar doğal olaylardır. Ama nedense deprem doğal olay değildir. Doğadışıdır.
Her yıl İstanbul'un fethi kutlanır, ama İstanbul'u yerle bir eden büyük depremlerden hiç biri anımsanmaz. Yaşadığımız coğrafyada doğa olayları tarihin dışına itilmiştir. Çok büyük olaylar olsalar da tarih dışıdırlar.
Peki ya mimarlık eğitimi?
Osmanlı dönemindeki depremleri biliyor musunuz? 1509'daki Büyük İstanbul
depremini tarih kitaplarında okuyanınız var
mı? Ya 1542'de olanı, ya 15 Mayıs 1556'da olanını? 1567'de İzmit'te
olanı? 1894 İstanbul depremini?...
1453 yılında Fatih'in kentin surlarında önemli gedikler açtığını biliyoruz.
Peki, İstanbul depremleri sırasında oluşan tsunami
adı verilen dev dalgalar kaç kere tarihi yarımadadaki surları yıkmıştır?
1500'den günümüze kadar Akdeniz'de saptanan
300'e yakın tsunaminin kaç tanesi İstanbul' u vurmuştur?
Fatih Camii' nin kaç yılında yapıldığını biliyoruz, hangi depremler
onu kaç kez yıkmıştır? Galata Kulesi ' nin Cenevizliler
tarafından yapıldığını biliyoruz, peki, depremlerde kaç kez yıkılmıştır
bu kule ?
Bir başka soru: Her yıl İstanbul'un fethinin kutlandığını biliyoruz.
Peki bu kutlamayı yapanların, bu tür doğa olaylarının
yıldönümlerinde bir anma yaptıklarını hiç duydunuz mu? Örneğin 1509
depremi ile ilgili her yıl bir toplantı yapıldığını ve o
vesileyle olası bir İstanbul depreminin tartışılıp, konunun gündemde
tutulmak istendiğine tanık oldunuz mu? Ya da
Ayasofya 'nın minarelerinin birinin dibinde 1509 depreminde
yıkılmış ve yeniden yapılmıştır, gibi bir küçük yazı ?
İnanmak belki çok zor ama, gerçek bu. Yaşadığımız coğrafyada doğa olayları,
tarihin dışına itilmiştir. Çok büyük olaylar
olsalar da tarih-dışıdırlar.
Bu bir ideoloji.
Donanma Komutanı'nın "Donanmayı taşımayacağız" demesi de aynı, Tüpraş
Müdürünün "Tüpraş taşınmayacak, onarılıp,
aynen devam edilecek"demesi de...
Deprem olacak, ama onun tarihi bir önemi olmayacak. Tarih aynen devam edecek!
Deprem bölgesi olan Akkuyu 'ya nükleer santral yapılacak, İzmit
oto geçişi, fay hattı üzerine yapılacak; aynı müteahhitler
tarafından, aynı anlayışla onarılan binalara, "Korkmayın deprem atlatmış
bina bu!" deyip girilecek, aynı kat izinleri
verilmeye devam edilecek, depremden yıkılmış binaların kalıntıları
aynen denize dökülüp, deniz doldurulmaya devam
edilecek. Hayat bir dahaki depreme kadar normale dönecek.
Bu doğa olaylarını değil anmak, unutmak için ne lazımsa yapılacak, hatırlatanlar ise tarih dışına itilecek.
Ne yalan söyleyeyim "İnsan ölmediği sürece yaşar" felsefesi çok da fena
bir şey değil. Ama çadırda yaşıyorsanız, ata binip,
oradan oraya savrulup, 'doğal seleksiyon' ile hayatta kalıyorsanız.
Deniz kenarında, yedi katlı, bir apartmanda yaşıyor, bakkaldan aldığınız,
bisküviti yiyip, coca cola içip, geceleri uydu
anteniyle bütün dünyadaki TV kanallarına bakıyorsanız bu felsefe sizi
depresyona itmekten başka bir işe yaramaz.
"Doğa olayları" tarihle ilgili birşey değildir. O işlerle daha çok coğrafyacılar, yer bilimciler ilgilenir" diyebilirsiniz.
Diyelim ki haklısınız.
Lisede coğrafya dersinde "yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı"nın
yanında fay kırıklarından bahseden aklı evvel bir
hocanız oldu mu?
Depremlerin nedenlerinden ve tarihinden detaylı olarak bahseden bir ders herhalde görmemişsinizdir.
Doğa ile ilgili bilgiler son derece yararcı bir eğitim anlayışıyla verilir.
Nerde ne yetişir? Nereden hangi maden çıkar? Nerelerde hangi endüstri
tesislerimiz vardır? Hangi bölgelerimizde
hayvancılık gelişmiştir?
Eğitimde yararlı bilgiler öğretilir. Doğa sadece bir şeyler alınan,
istifade edilen bir şey olduğuna göre, böyle bir bakış
doğaldır.
"Avare mahluk" ve deprem
Yıllar önce Gülhane Parkı'ndaki pelikanın karşısında bir köylüye rastlamıştım;
"Bunun eti yenir mi ?" diye sormuş, ben de
"hayır " diye cevap vermiştim.
"Peki sütü içilir mi ?"
"Hayır"
"Peki, yumurtası yenir mi ?"
"Hayır"
Köylü garip garip pelikana bakıp, kafasında uçuşan düşünceleri sert
bir kol hareketiyle silmiş ve
"Avare bir mahluk desene !" diye bağırmıştı.
Deprem işe yaramayan, ne zaman olacağı belli olmayan avare bir mahluktur. Resmi eğitimde yeri olamaz.
Bir çok konuda, halkın basit inançlarının ötesine geçememiştir resmi eğitim.
Yağmur yağar, kar yağar, güneş doğar, güneş batar, ilkbahar olur, yaz
gelir, kış gelir. Bütün bunlar doğal olaylardır. Ama
nedense deprem doğal olay değildir. Doğa-dışıdır. Doğal olaylar,
bir insanın işten eve, evden işe gitmesi gibi, periyodik
olarak tekrar eden olaylardır. Bu periyodik davranışı göstermeyen olaylar,
(tıpkı bu periyodik davranışı göstermeyen,
faydasız, avare insanlar gibi) garip bir önyargıyla doğa dışına
itilir.Tıpkı tarih dışına itildiği gibi.
Birinci derece deprem bölgesinde tam fay kırığının üzerindeki bir okulda
eğitim alan bir lise öğrencisi Depremi "doğal bir
olay" olarak görerek, mezun olmaz. Onun için deprem ya bir felakettir
veya hiç hesaplanmadık bir durum ya da Tanrının
bir cezası ya da "kader".
Bu yüzden böyle bir eğitim sisteminden geçmiş bir milletvekilinin, depremin
olmasını, yörede "dönme" lerin artmasına
bağlamasına hiç şaşırmamak gerekir.
Cumhurbaşkanının "deprem suçludur" demesine de.
Deprem olduktan sonra, "lisede sineklerin trake borularını öğreteceklerine,
'deprem sırasında nasıl davranacağız ?' gibi
yararlı şeyleri öğretsinler" diyen insanlar da, ne yazık ki aynı bakışın
kurbanı olmaktan kendilerini kurtaramazlar.
Amaçlarının depremle ilgili bilgilenmekten çok, sineklerin trake borularını
veya midyenin kan dolaşımını öğrenmekten
paçayı kurtarmak olduğunu anlamanız için, bu insanlarla iki dakika
konuşmanız yeter.
İçinizden birileri, "Biz sıradan insanlar deprem üzerine bilgileneceğiz de ne olacak? Mimarlar mühendisler bilsin" diyebilirler.
Mimarlar depremi tanıyor mu?
Ayıptır söylemesi, bu satırların yazarı olan ben, birinci derece deprem
bölgesi olan İstanbul' da 7 yıl mimarlık okudum.
Deprem dersi falan görmedim. Bu neden böyle oldu? Daha çok inşaat mühendislerinin
ilgi alanına giren bir konu olarak
görüldüğü için mi, aslında deprem gibi olmayacak birşeye, "avare bir
mahluk"a bu kadar vakit ayırmak gereksiz görüldüğü
için mi? Bilmiyorum.
Avcılar kampusunda kendi fakülteleri bile yıkılan inşaat mühendislerinin
de, deprem konusunda çok bilinçli olduğunu da
sanmıyorum.
Statik hocamız Prof. Turgut Paylı 'yı anmadan geçemeyeceğim.
Biz burnu büyük mimarlara, statik dersi vermek için ne
taklalar atardı.
Sınavları unutulmazdı. Önce bütün sınıfa tahtaya yazdığı son derece zor bir soru sorardı.
Bu sorunun cevabını hiç birimiz bilemezdik.
Muzip bir gülümsemeyle ikinci etapta, ilk soruyu bilememiş bizleri,
tek tek sınıfa alır ve kendi eliyle hazırladığı kartları
çekmemizi ister ve kartın üzerindeki iki sorudan birini yapmamızı söylerdi.
Bu sorulardan biri zor, diğeri ise çok kolay
olurdu. Genellikle kolay olan soruyu yapar ve bunun sonucunda sınıfı
geçerdik.
Turgut Bey'in bu tavrı hep kafamı karıştırmıştır. Ne yapmak istediğini
eğitimin sonuna doğru anladım. Onun aslında bize
öğretmek istediği tek bir şey vardı.
"Hiç bir şeyi bilmeden mezun oluyorsunuz !"
Mimarların taşıyıcı sistemleri ve depremi öğrenebilmeleri için bu konulara
daha fazla vakit ayıracakları bir eğitim sisteminin
olması gerektiğini düşünürdü.
Turgut Bey'in o alaycı gülümsemesinin üzerimizde oluşturduğu eziklikle "mimar olduk."
"Biz mimarlar bu işi biliriz, depremi tanırız" diyenlere hiç güvenmedim bu yüzden.
Keşke yıkılan yüzlerce yapıyı çizen mimarlar arasında da bir araştırma
yapılsa, hatta anketler yapılsa "deprem denen
avare" ile ilgili daha önce kafalarında nasıl bir fikir vardı araştırılsa.
Bu araştırma sonusunda uygulamada yapılan çalma
çırpmaların yanında, planlama ve karar hatalarından dolayı da binalar
göçmüş olduğu görülecektir. Ülkemizde bina
yapımının "asıl aktörü" mimarlar olmasa da, bunun dikkate alınması
gerekir
Ne önemli: Anlamak mı, yapmak mı?
Ne yazık ki okullarımızda verilen Mimarlık eğitimi, yararcı, düz ve
sentetik bir eğitimdir. Bizde mimarlık bölümüne girmiş
olan öğrenciye, daha ilk seneden itibaren yapı yapmayı öğretirler ve
bitip tükenmek bilmeyen bir çizgi çizme pratiğiyle
öğrenciyi oyalarlar. Sabahlara kadar çizgi çizdirilerek aptallaştırılmış
öğrencilere, sürekli "anlamanın" değil, "yapmanın"
önemli olduğu" söylenir. Önemli olan "iş" tir, diğeri "boş
laf" tır.
Zaten mimarlıkla ilgisi olmayan, bir tesadüf sonucu oraya girmiş olan
öğrencilerin çoğunun da istediği budur. Bilgili
hocalardan biri çıkıp, biraz entelektüel seviyeyi yükseltse, öğrencinin
çoğunluğu "Eğitim, üretimden çok kopuk" diye
serzenişte bulunmaya başlar. Entelektüel seviyesi yüksek olan hocalar
ve meraklı öğrenciler (ki mimarlık bölümlerinde
sayıları hiç de az değildir ) ortalama öğrenci ve eğitim sistemi tarafından
devamlı aşağıya çekilirler ve "ödevlere bakan basit
bir eğitmen ve ev ödevi hazırlayan basit bir öğrenci" durumuna düşürülürler.
Öğrenci, böyle bir eğitim sistemi içinde bırakınız "deprem" gibi bir
konuyu anlamayı, "mimarlğın tarihini" bile bilmeden apar
topar mezun edilir. (Dünya üniversitelerindeki mimarlık tarihi derslerinin
diğer derslere oranıyla, bizimkini
karşılaştırdığınızda, mimarlık bölümlerimizde "anlama" pratiğinin ne
kadar az olduğu görülür).
Batı'daki eğitimin farkı budur. Bir İtalyan üniversitesinde, ilk iki
üç yıl mimarlık öğrencisi plan, proje çizmez. Sadece
kendinden önce yapılanları anlamaya çalışır. Çizgi çizmek, kavramlar
oluşturmak, maket yapmak vs. "yapmanın" değil
"anlamanın" yoludur. Eğitim analitiktir. Öğrenci bu ilk yıllar mimarlık
tarihini öğrenmeye, mimarlığın temel yapısal
özelliklerini öğrenmeye çalışır. Yapıyı, bütün yönleriyle tanımaya
çalışır ve tartışmayı öğrenir.
Depremle ilgili bilgilenme de "yapa yapa" değil, depremi analiz ederek,
bilgilenerek edinilir. Bu yüzden bilimsel bir
bilgilenme süreci gerekir.
Bütün dünyada mimarlık eğitimi tıp eğitimi gibidir. Öyle dört yıl içine
sıkıştırılmaz. Biz de ise tam tersidir. Mimarlık eğitimi
işşizlik sigortası yerine geçer, "kahve köşelerinde pinekleyeceğine
mimarlık okusun çocuk" anlayışı yaygındır.
Oysa dünya üniversitelerinde, mimarlık özel bir ilgi istediği için ilk
yıllarda çok sıkı bir eleme vardır. İlk yıl mimarlık
bölümüne giren öğrencilerin bir çoğu elenir. Geriye sadece çok az sayıda
meraklı ve yetenekli öğrenci kalır. Kalan
öğrenciler de yüzmeleri için birdenbire arkadan denize itilmez. Önce
denizi öğrenir ve onunla ilgili bir nosyon edinmeye
çalışırlar.
Çünkü "anlamadan", yapmayı "öğrenen" insanın yıkıcılığı tamir edilemez
bir yıkıcılıktır. O, her durumda sadece kafasındaki
şablonları gerçekleştirmeye çalışır ve ilkeleri olmadığından çok çabuk
teslim olur. Zemini etüt etmez, nereye ne yapılıp ne
yapılmayacağı, iklim koşullarını vs. analiz etmez, bildiği projeyi
yapar. (Zaten analitik bir eğitim almadığı için, nasıl
yapılacağını da bilmez). En kötü projelerin altına imza atmaktan çekinmez,
"Ne
yapalım ben yapmasaydım, başkası
yapacaktı"' diyen bir kötü esnaf olarak mesleğini icra eder.
Kendini bina yapım sürecinin "ana aktörlerinden" biri olarak
görmez. "Ne yapalım müteahhit öyle yaptı" deyip işin içinden sıyrılıverir.
Ciddi bir ortam da olmadığı için eleştiriye de
uğramaz. Bu konuları ciddiye alan, oda çevrelerinde toplanmış bir kaç
toplumcu, idealist mimar ve mühendis, bazı
akademisyenler ve işini ciddiye alan bazı kaliteli mimar ve mühendisler
dışında kimse de yoktur zaten! Onlar da toplumdan
dışlanmışlardır.
Kıyılarımızı mahveden, kötü zeminlere yapılmış ve son depremde binlerce
insanın ölümüne sebep olan birçok projeye,
bizim okullarımızdan mezun olmuş mimarlar ve mühendisler imza atmışlardır.
"Keşke
bu projelerin altına imza atan mimar ve mühendisler kahve köşelerinde pinekleselerdi
de meslek sahibi olmasalardı!" demek için çok geç değil mi?
Umarım bu deprem, liselerdeki eğitim yanında, mimarlık ve mühendislik fakültelerindeki eğitimi de vurur.
Üniversiteler, çok çabuk, çok sayıda, çok kalitesiz mimar ve mühendis
yerine, çok uzun bir eğitimden geçirerek az sayıda,
çok kaliteli mimar ve mühendis yetiştirecek bir eğitim sistemine geçerler.
Belki de mimarlar ve mühendisleri yapı yapma pratiğinin "asıl aktörlerinden biri" haline getirmenin yolu böylelikle açılır.
(*) Yüksek Mimar