ALTINCI HIS MI, DÖRDÜNCÜ GÖZ MÜ ?

MURAT ÇIFTKAYA

"Altıncı His" mi, kalb gözü mü? "Altıncı His" filmini, hiçbir film tanıtım yazısı okumadan, hiçbir ön düşünce veya hüküm taşımadan seyredenler, filmin sonunda herhalde -benim gibi- tam bir sürpriz yaşamışlardır. Gösterişli ve şa'şaalı, ama çoğu zaman kof Hollywood filmlerinden umulmayacak kadar ince fikirlerle işlenmiş bir film, "Altıncı His." Gerçekliğin iki katmanını aynı anda film diline aktarabilecek ve son sahnede filmi "yeni bir gözle" tekrar seyretmeyi arzu ettirecek kadar da zekâ dolu. Dünyayı hakimiyeti altına alan Amerikan film endüstrisi, zihinleri gerçek hayattan ve ölüm gerçeğinden uzaklaştırmaya hizmet eden hayalî bir eğlence sektörü. Bu bir vakıa. Bu sektör, ölüm ve ruh konusuna yer verdiğinde, ya yapay korkular üretmek için yapageldi bunu, ya da hortlak ve hayalet temalarının ötesine geçemedi. Ölüme ve ötesine "insanî" bir bakış açısıyla bakmayı denemedi.

Bu açıdan, "Altıncı His"sin hem senaryo hem de film olarak, bir Amerikalının değil, ruhanî ve dinî fikirlere açık bir kültür mensubunun, bir Hintlinin elinden çıkmış olması şaşırtıcı gelmiyor. Filmde, dokuz yaşında bir çocuk gündelik hayatında etrafında ölü insanlar görmekte ve onların kendisiyle iletişim kurma çabası karşısında korku duymaktadır.

Sıradan insanların göremediğini görmesi, davranışlarında değişikliklere yol açmakta; annesi dışında herkes ona "kaçık" gözüyle bakmaktadır. Diğer taraftan, daha önce aynı belirtilerle karşısına gelen bir çocuğa yardım edememenin vicdan azabını duyan bir psikiyatrist, çocuğa yardım elini uzatmaya çalışmaktadır. Çocuk, bu korkular karşısında dine ve dinî sembollere sığınmakta, ve sürekli şu duayı mırıldanmaktadır: "Rabbim, ruhumun derinliklerinden sana yakarıyorum!" Onunkisi belki özel bir yetenektir, ama iki gözünün gördüğünden ötesini hayal edemeyenler için o "tuhaf" birisidir. Film, bir taraftan ölülerin yaşayanlarla iletişim kurmaya çalışması, diğer taraftan ise yaşayanların ölülerle temasa geçme ihtiyacı üzerine odaklanmaktadır.

Burada kastedilen ruh çağırma, ispirtizma vs. değil, sevgi ve hasretin şiddetiyle ve ruhların etkileşimiyle oluşan bir haberleşmedir. "Altıncı His," maddî dünyanın cazibesine fazlasıyla kapılıp, ölenleri "O artık yok!" gibi yaftalarla hiçliğe mahkum eden çağdaş insanın ruhuna uyandırıcı bir darbe indiriyor, denilebilir. "Gözümle görmezsem inanmam!" diyerek, ruhlar âleminde bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen sayısız bakî ruhlarla bizim aramızda bulunan son derece ince ve kısa mesafeyi kalınlaştıran ve uzatan maddeciliğin yüzüne de esaslı bir tokat vuruyor. Çağdaş insanın gözü dünya hayatının şatafatıyla boyanmış, sosyal hayatın her köşesine sinen maddecilik ideolojisiyle kalben sersemleşmiş durumda.

Dolayısıyla, başta ruhlar âlemini ve dahası âhiret âlemini görmezden geldiği için, ruhun bekasına [devamlılığına ve ölmemesine] inancı yok denecek kadar az. İşte, "Altıncı His" bir yönüyle bu inanç zayıflığını da gözler önüne seriyor... Filmin kahramanı çocuğun da dile getirdiği gibi "İnsanlar neyi görmek istiyorlarsa, onu görüyorlar." Görmek istemediklerine ilgisiz kalıp, onları görmelerini sağlayacak duygularını körleştiriyorlar. Ki, çağdaş insan da materyalist felsefenin vesvesesine kapıldığından, gerçekliği beş duyusuyla hissedebildiklerine indirgiyor. "Beş hissimle algılayabildiklerim gerçektir, gerisi yoktur" hükmüne sapıyor. Bu yüzden olsa gerek, beş hissinden başka duyguları körelmeye yüz tutmuş insanlara seslenmek için, filme "Altıncı His" ismi verilmiş. Oysa, ruhlar ve melekler âlemine inanmak, "altıncı his"sin çok ötesinde bir konu. Biliriz ki, tek gözü gören bir insan etrafındaki maddî nesneleri oldukları gibi değil, sadece iki boyutlu görebilir. Yani, tıpkı bir resim gibi algılayabilir onları. "Derinlik" boyutundan mahrum olduğu için, meselâ, yükseklik veya uzaklık tahmininde bulunamaz. İki gözüyle birlikte görebilen ise nesneleri üç boyutlu görebilir belki, ama yine de insana yakışan bir algılayış tarzı değildir bu.

Hayvanlar da çevrelerindeki nesneleri üç boyutlu görebilir. Ama yine de hayvandır onlar, çünkü dördüncü boyut, yani "zaman boyutu" eksiktir bu bakışta. İnsan, hayvanın aksine, sadece şu ânı değil, geçmiş ve geleceği de birlikte yaşar. İnsanın zamanı algılayabilmesini sağlayan ise akıldır. İnsan ancak "akıl gözü"nü kullandığı takdirde, geçmişin ibretlerini ve geleceğin imtihanını şu anki tecrübesine dahil edebilir. Bunu yapamadığında, yani aklını iki gözüne mahkum ettiğinde, akıbeti bir hayvan gibi, belki daha aşağı bir seviyede, şu anın lezzetiyle yaşamaya çalışmaktır. Aklını gözüne indirdiğinde belki iki gözü görür, ama insanî açıdan kördür o kişi. Geçmişin elemlerini ve geleceğin belirsizliğini görmezden gelmek için akıl gözünü kapatır.

Geçmiş onun için ölüdür, gelecek ise ölümdür. Bu halden güya kurtulmak için, deve kuşunun avcı korkusuyla kafasını kuma sokması gibi, kafasını hayalî bir "şu an"ın içine gömmeye çalışır. Ama hiç de akıllıca değildir bu tutum. Akıl gözü kritik bir öneme sahiptir, çünkü insan ancak aklını lâyıkıyla kullandığında şu dünyanın ölümlülüğünü farkeder; gelip geçen nesnelerin ardında kalıcı ve esaslı hakikatların var olması gerektiğini uzaktan uzağa da olsa hisseder ve araştırmaya koyulur. Ve bu sayede, kâinatın ötesinden kendisine seslenen ve ebedî hakikatların kaynağı olan vahye muhatap olmaya aday olur. Kısacası, akıl, insanı iki gözüyle gördüğüne razı olmayacak, onun ötesine talip olacak bir dereceye yükseltir. Ancak, gerçekliği nasılsa öylece algılayabilmek için akıl gözü de yetmez. Çünkü, sınırlı bir varlık olan insanın sınırlı aklı, zaten içinde bulunduğu kâinatı kuşatmaya ve kâinatın bütününe ilişkin küllî hakikatlara kendi başına ulaşmaya elverişli değildir. İnsanın "görünen"in ötesini "görebilmesi" ancak kalb gözüyle mümkündür.

Gökteki güneşin ışığı nasıl maddî gözlerle hissedilebiliyorsa, tüm zamanları kudret nuruyla elinde tutan Ezelî Güneş'in ışıkları da ancak kalbin göz bebeğinde aksettiği takdirde hissedilebilir. Yani, insanın görünmeyene ve görünmeyen ama eserleriyle ve fiilleriyle aşikâr olan Yaratıcı'ya iman etmesi, varlığını şu ân'ın ve maddî âlemin hapsinden kurtarması, geçmiş ve geleceğe nüfuz edebilmesi anlamına gelir. Ancak bu takdirde, ne geçmişin ölü, ne de geleceğin karanlık olmadığını anlarız. Gördüğümüz, Onun ilminde olanın şuur sahiplerinin nazarına sunulmak üzere kudret sayfalarında yazılması ve daha sonra yine Onun ilmine döndürülmesidir. Maddî gözlere ölü görünen geçmiş ve gelecek, kalb ve ruh için canlıdır, hayat doludur ve mevcuttur.

Aklıyla beraber kalbi de körelmiş, gördüğünden başkasına inanmamakta inat edenler belki bunu göremez. Bunu görmek, kalb gözü iman nuruyla aydınlananların, kulluk için gönderildikleri şu âlemde hayat görevlerini bitiren varlıkların gelecek tarafına geçtiklerini ve orada vücutlarını devam ettirdiklerini görebilenlerin kârıdır.

Bu yazı Zafer Dergisinden alınmışır. ( Dergi çalışanlarına teşekkürü bir borç bilirim. )

Geri