Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!
bannerim


Ayin FRP Hikayesi
CHAOTICS'de FRP
             Eden son bir kez yarim dogan mavi günese baktiktan sonra arkasini dondu. Curumus çelik ve tahtadan yapilma tekneye son bir kez bakti. Ucları lime lime acilmis celik halatlarin yanlarina sarili kenevire benzeyen olu otlarin toplamda olusturduklari haklatlari cozmeye hazirlandi. Arkadan tum esyalari sirtinda kuvvetli bir genc adam yaklasiyordu. Eden son kez Nackila'nin soguk mavi gozlerine bakti cebinden bir parsomen cikardı ve iki elinde gerdi. Tekrar Nackila'nin suratina bakti ve soguk bir ruzgar tuylerini urpertti, belki de soguk ruzgar degil Nackila'nin kesin karariydi onu urperten.
-Nackila su elimde tuttugum satis belgesinin hic bir anlami yok anliyor musun? Sunu su an surda yirtabilirim. İstersen verdigin para da sende kalsin. Bak Nackila buralari her gecen gun daha guvensizlesiyor. Senin gibilere ihtiyac var anliyor musun? Gitmemelisin! Hem nereye gidiceksin ki? Lanet bir efsanenin pesinde alacakaranliktan denize açiliyorsun!
-Kendinizi koruyabilmeniz için yeterli kuvvetiniz var. Düsünebilmektir herseyin asli dostum, bunu sana daha önce de söyledim. Sizi kisiler koruyamaz, siz kendi kendinizi koruyabilirsiniz ancak... Çünkü kisilerin varligi geçicidir. Toplulugunuzun varligi ise kisilerden daha uzundur. Size biraktigim silahlari kullanin. Ama unutmayin erdem silahta degildir onu kullanandadir, elimize bu silahlarin gecebilmesi de onlari kullananlarin akilsizligindandir.
-Bilgeligi git baskasina tasla Nackila, daha senin o Naeorum denen karabüyücünün pesinden intikam çiğliklariyla kosusunu ve her seferinde eli bos dönüsünü hatirliyorum. Sana durumu acikliyorum kalmak veya kalmamak senin elinde; bunlarin hepsi köylü hiçbiri savasamaz. Pek cogunun savasmayip teslim olmak için daha fazla nedeni var; aileleri, evleri, çocuklari...
-Size saldiran düsman teslim olmanızı beklemeyecek. Size saldıran düşman yoketmek ve hakkettiğini almak için gelecek. İnsanların iki seçeneği olacak: Savaşmak veya ölmek. Bu oldukça açık sanıyorum.
-Pekala git. Git ama daha sonra yarattığın felaketi aramak için asla buraya geri dönme. 
-Geri geleceğim, ama gerçek ile ve sanırım daha büyük bir tekneyle.
Eden ve Nackila acı acı güldüler. Yaşlı denizci bu son sözlerin tabuta çakılan son çiviler olduğunu biliyordu. Hiçbir şey söylemedi ve halatları çözmeye başladı. Nackila yükünü teknenin güvertesine bıraktıktan sonra Eden'in hiç umursamıyormuş gibi görünse de özenle hazırladığı azığı gördü. Tam bunun yanında da koca bir varil şarapla su fıçısı duruyordu.
-Sen de mi benimle gelmeyi düşünüyorsun yoksa yaşlı adam?
-Hah! Ben mi? Klasik bir kelam olacak ama dostum, sanırım bu işler için çok fazla yaşlandım. Eğer bunu azığın fazla oluşundan dolayı söylüyorsan Genç Adam, sanırım kimse sana okyanusla bardakta gördüğün su arasındaki farkı anlatmadı! Orada yediğin her lokmada bana şükredeceksin! Bunları öyle bir güçle söyleyeceksin ki oralarda bir kaç yıl hırpalanıp geri döndüğünde beni hala buralarda ağ örüyorken bulabilicek..sin
Eden bir kaç kez gelen kuru öksürükle sarsıldı ve ekledi:
-Tabi o kadar duayı dinleyecek bir Minaos kaldıysa buralarda. 
Sonra birden çok uzaklarda birşey gözlerine takılmış gibi pür dikkat kesildi ve ufuğa bakarak telaşla söylendi:
-Fırtına geliyor Nackila, sanırım gündönüşünü benim kulübende geçirsen daha iyi olur, en azından artık kalacak bir evin yok heryeri bana sattın!
-Davetini memnuniyetle karşılıyorum dostum, ama bil ki bu gidişim de bir gündönüşü, yarım mavi güneş batıyormuş gibi gözükse de bir kaç saat içersinde geri çıkar herzaman. Evime gelince, ona senden daha iyi bakabilecek birini tanımadığımdan sana sattım...
-Biliyorum, sanırım bu kulübeden de iyi bir ağıl olur artık. Artık daha büyük bir evim olduğuna göre oraya yerleşebilirim değil mi?
Bir kaç adım ilerdeki kulübeye ilerlerken bu iki dost bir baba oğul samimiyetinde süren muhabbetlerine arada kesik kesik çıkan kahkaha sesleriyle devam ettiler. Bu sırada Mavi Güneş bütün haşmetiyle ortaya çıktı ve Gündönümü başladı. 
Küçük bir kıpırtı aldı dalları... Sonra küçük esinti kuvvetlenmeye başladı. Küçük kulübenin birbirine geçme duvarlarında küçük küçük gıcırtılar gelmeye başladı. Birden aydınlık gökyüzünü ve Mavi GÜneş'in üst kısmını tamamen kaplayan kara bulutlar geldi deniz tarafından. Ve mavi yeşil görünen yabani otlar ve biraz daha yükseklerdeki çimenler ıslanmaya başladı. Ama bu tatlı bir bahar yağmuru gibi değildi. Kuvvetlenen rüzgar ile yönünü değiştirmeye başladı ve ağaçlar gittikçe artan bir ivmeyle büküldüler. Çakan şimşekler zaten aydınlık görünen ufuktaki Mavi Güneşle birleşiyor gibi görünüyorlardı. Sanki bütün bunlar Mavi Güneş'in etkisi gibiydi, dolaylı yoldan zaten öyleydi ama bunun böyle daha belli olması biraz ürkütücüydü. Sonunda havada kalan son kuşlar da bir yerlere sığındılar. Ağıllardaki hayvanların sesleri baş gösteren korkunç fırtınanın uğultusu içinde kayboluyordu.
İçerde ise dışarda kopan fırtınanın tersine herşey sakin geçiyordu. Eden güzel kokulu çayların bir karışımından hazırladığı harmanlı çay filitresini demliğe koyup üzerine kaynar yağmur suyu döktü. İçine yaban fesleğeninden bir tutam daha attı. Bunları yaparken o kadar sakin ve huzurluydu ki karşısındaki de kendini iyi ve rahat hissediyordu. Oturduğu kanape benzeri şişirilmiş boğa derisinden yapılma destekli divanın üzerini kaplayan keçi kılı örtünün verdiği hisle, oda içersinde gözlerini anıların soluk sarımsı boşluğunda tatlı bir yolculuğa çıkaran ve o binbir çeşit aromanın toparlandığı hafif çay buharıyla dolduran hisle Nackila aslında sadece buraya ait olması gerektiğini düşündü. Dışarda gerçekten büyük bir fırtına vardı. Bu Sempxia için de geçerliydi. Sempxia'daki olaylar sadece küçük esintilerdi. Dışarda ise fırtınalar esiyordu. Naeorum'un söylediklerine aklı gitti: Asania'daki saf ölüm, Urdiax'ın bilinmezliği, Luxornia'nın idealistliği ve Kraden Osaris'in umursamazlığı çerçevesinde gelişen olaylar basit bir Sempxia savaşçısına göre değildi belki. Genede.....
-Sevdiğin gibi az sütlü çok şekerli çayın hazır. Gel al bakalım bildiğin gibi mafsallarım çok iyi tutmuyor! Gerçi güreşte seni hala devirebilirim ama sanırım titremem dezavantaj olur !
...Genede bilinmeyenin çekiciliği vardı oralarda. Orada hayatta kalması demek Sempxia için bir şans olacaktı. Oralarda öğrendiği her kelime Sempxia'nın adını yükseltecekti. Evet bu insanları koruyamazdı şu an belki ama o zaman da koruyamayacağını kim söyleyebiliridi ki?
-Nackila gel ve şu lanet çayını soğumadan veya ben onu daha kısa bir yoldan sana yollamadan al!
Kendisi için de yapıyordu bunu Nackila, bunu hiç bir şekilde yalanlayamazdı. Daha iyi olabilmek. Daha güçlü olmak. Daha akıllı olmak. İnsanlar hep Nackila'nın zeki olduğunu söyleyip dururlardı ama Nackila artık bir şeyin farkına varmaya başlamıştı. Zeki olabilirdi fakat akıllı değildi. Yani zekasını kullanabilme yeteneğini geliştirmeye ihtiyaç duyuyordu. Bunu nasıl yapabileceğini bilmiyordu belki ama buralarda artık kazanabileceği birşey kalmamıştı. Zaten baştan beri biliyordu buralarda fazla birşey alamayacağını. Naeorum'un peşinden bilinçsizce koşuşlarının bilinç altındaki gerçek nedeni bu değil miydi?
-Nackila? Nackila iyi misin? Fead-un Nackila Ihziax! Oradaki siyahlar giyinmiş insan azmanına duyurulur dış dünyadan çağrı var! 
Naeorum'la benzeştiğini düşündü onca yapılan konuşmadan sonra. Ve ani bir korkuyla sarsıldı. Naeorum'un hatalarına tekrar düşmek onun geçtiği yollardan geçerken onun gibi insanlığını kaybetmek bir anda rahat bedenini titretti. Ve başka bir şey daha...
Eden aniden Nackila'nın koluna asılarak onu iyice salladı. Nackila koca bir kabustan kurtulan küçük bir çocuk gibi zıpladı. Eden önceden endişeli bir şekilde baktığı mavi gözlere bu sefer huysuz bir ihtiyarın sahte kızgınlığıyla baktı ve homurdanmaya başladı:
-Ben tam altmış sekiz yaz gördüm ama hayatımda senin gibi uyanıkken bu şekilde ayakta uyumadım. 
-Gözlerim dalmış Eden, endişelendirdiysem affet beni. Arasıra olur böyle. Uzaklarda Katatoni derlermiş buna....
-Ne endişeleneceğim ki yahu? Açık açık, gözlerin açık vaziyette rüya görüyordun! 
Sonra yumuşamaya başlayan suratıyla beraber yumuşayan bir sesle ekledi:
-Derdin ne Nackila ? Hala şu yolculuğa çıkmak istediğinden emin misin? Bak az önce yaptığım teklif hala geçerli, anlaşma da cebimde bunu biliyorsun değil mi?
-Bence o anlaşmanın olması gereken yer asla çöp değil, senin cebinde daha çok işlev bulur dostum. En azından o evde benden daha çok yaşayacağın kesin ve onu benden daha çok hakkediyorsun. 
Eden acı acı gülümsedi. Dışardaki fırtına onlar çaylarının ilk yudumlarını alırken hafiflemeye başlamıştı bile. ....
Mavi Güneş ufka tekrar değdiğinde Nackila kopmuş yaprak dolan güverteyi temizlemiş ve eşyalarını tekrar yerleştirmişti. Farkettiği ilk şey Eden'in o gemiye yaklaştıkça daha az konuşmasıydı. Yaşlı adam gidişine çok üzülüyor olmalıydı. Gerçekten de buralarda olduğu sürece Eden Nackila'ya nerdeyse eksiksiz bir arkadaş olmuş daha ötesi babalık yapmıştı. Ailesi parçalanmadan önce babasının bir arkadaşıydı Eden... Şimdi ona rahatlıkla baba diyebilirdi. Ama eskiden, daha çocukluktan gelen bir alışkanlıkla Nackila onu umursamaz gibi davranır o da Nackila'yı yarı deli bir maceracı olarak adlandırırdı. Ama bu maceracı çocuk ile yaşlı denizci arasında ikisi de kabullenemeseler bile çok sıkı bir bağlılık oluşmuştu. Nackila uzaklara gittiğinde onu burada Eden beklerdi. Nackila etrafta olduğunda onunla havadan sudan konuşan, onu yemeğe davet eden oydu. Nackila yok iken de Eden ve karısı Milowea -ki o yıllar önce erken sayılabilicek bir yaşta ölmüştü- evine göz kulak olurlardı. Farkettiği ikinci şey ise aslında gitmemesine sebep olabilecek nedenler ne kadar artarsa içindeki ayrılma isteğinin de o kadar arttığıydı. Gerçekten gitmeliydi. Arkasındaki bu kadar insan için ve gitmemesini gerektiren nedenler için gitmeliydi.
Eden ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Onca yıl boyunca Milowea ve o Nackila'yı oğlu gibi sevmiş ailesinin ölümünden sonra çıktığı garip yolculuklardan gelişini beklemişti. Bir arkadaşın emanetinden daha fazla şeyler vardı içinde bu çocuk için; ama o gidiyordu. Aslında içinden bir ses Nackila'nın bu yolculuktan da geri döneceğini söylüyordu ve gitme nedeninin aslında onu Eden'e ve karısına sevdiren nedenle yakından ilişkili oldunu da ekliyordu ama genede Eden birçok gündönümü görmüştü ve Nackila'yı tekrar görebilecek kadar uzun yaşayamaya bilirdi. Kendini bunun gerçekten onu son görüşü olduğu fikrine inandırdı. Yaban topraklar çok büyük ve tehlikeliydi. Sonra birden Nackila'nın unuttuğu birşey olduğunu farketti. Hemen biraz da yaşından ileri gelen alaycı bir tavırla:
-Bunu bana mı bırakıyorsun? dedi.
Elinde tuttuğu kendi eliyle Nackila için yaptığı Tumenola'yı tekneye salladı ve ekledi:
-Bak Nackila, aklını başına al salaklık etme oralarda çünkü arkandan yediğin naneleri düzeltecek ve peşinden koşturacak bir Eden bulamayacaksın!
-Senin burdaki varlığın yeter babalık! diye cevapladı. Senin varlığın burda da yeter, okyanusun ortasında da, öbür dünyada da!
-Gene cevabı yapıştırdın aferin sana e mi? Azımsanamayacak kadar çok gündönümü gördün, bilgelik taslamaya başladın ama bir türlü kendinden yaşlılara saygı göstermeyi öğrenemedin serseri!
-Eheh, bunu senden öğrenecek de değilim değil mi? Daha evvelki hafta bana köy şefine gençken nasıl kök söktürdüğünü anlatıyordun! 
-Hatırlarsan ana geçen haftalardan birinde şunu da söylemiştim; benim söylediğimi yapıp yaptıklarımı taklit etmeye çalışmasaydın çoktan adam olurdun! Şimdi de aynısını söyleyeceğim ve bir kaç kelime daha ekleyerek: adam olurdun ve evini bırakıp başka yerlerde seni adam etmelerini beklemezdin!
-Hmmm. Sonuçta gidiyorum. Söyleyecek son birşeylerin var mı? 
-Halat ipine dikkat et fazla kuzeye gitme denizde mavi güneş etkisi diye birşey duydum, kendine dikkat et!
-Başka bir şey var mı? Gerçekten bu gidiyorum baba!
Nackila önceden tasarlamadığı bir küçük münakaşadan sonra gelen, önceden kesinlikle tasarlamadığı ve söyledikten sonra kalbini burkmaya başlayan bu iki heceli kelimeyi telaffuz ettikten sonra birden duraksadı. Kafasını uğraştığı güverte iplerinin hizasından arkaya çevirdi ve Edenle göz göze geldi. Yaşlı adamın artık gözyaşlarını tutamadığını gördü. 
-Lanet olsun Eden! Neden ağlıyorsun? Lanet olsun! diye bağırdıktan sonra yaşlı adama sıkıca sarıldı. İkisi dakikalarca ve yaşlarına yakışmayacak şekilde ağladılar.
Onlara bakıp iç çeken başka biri daha vardı ama onu ne onlar farkedebildiler, ne de kuşlar... Hatta üzerine bastığı toprak bile...
Nackila rüzgarda soğuk ıslaklığını hissettiği gözlerini sildi ve iskotayı çekerek,yamalı ve tozlu yelkenin pırpırlamasını kesip teknenin iyice hızlanmasını sağladı. Yeterince uzaklaştığını düşündüğü zaman arkasına baktı. Orda hala beklemekte olan yaşlı adamın siluetini gördü. Hala orda duruyordu ve NAckila'nın teknesine bakıyordu. Nackila daha dikkatli baktığında Eden'in yanında daha silik başka bir siluet daha gördü. Eden bunu farketmemiş gibiydi ama yanında gerçekten biri, bir kadın vardı. Nackila'nın içini bir anda şimşek gibi çakan bir korku kapladı. Bu inanılmaz korkuyu uzaktaki kadın siluetinin el sallaması bir bıçak gibi kesip attı ve mutluluğa dönüştürdü. Bir anda yokalan siluet Eden'in ölen eşi Milowea'ya aitti, Nackila bundan başı üzerine yemin edebilirdi. Eden -kendisi bilmese de- güvenilir ellerdeydi ve Nackila'nın arkada gözü kalmayacaktı. Son bir iç çekişten sonra önüne dönüp iskotaya biraz daha asıldı. 
Arkada, Sempxia'nın arkasındaki yüksek dağların mavi beyaz dorukları yokolduğunda üç saat geçmişti. Pruvası açık rüzgar iyiydi. Ama görülebilecek son şeyler de yokolduğunda etrafı korkunç bir mavilik kapladı. Özellikle gündönümlerinde bu, dayanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Saniyeler dakikalar, dakikalar saatler, saatler de sonunda günler oldu. Esen rüzgara ve böyle devam giderse bunların hepsinden kurtulabileceği dost bir kıyı şeridi düşüne güvendi Nackila. 
Ama beterin beteri vardı. Ve o beter çok yakındaydı. Gene de onu davet eden Nackila'nın aptalca dikkatsizlikleriydi. Şimdiye kadar kimseye söylemediği halde Luxornia'ya gitmeyi düşünüyordu. Ancak Luxornia'nın batıda olduğu dışında başka hiçbir bilgisi yoktu. Üstelik yön gösterecek birşey de almadığını farketti. Bir anlık yaşadığı kaybolmuşluk hissinin sonunda şansının da yardımıyla Tumenolasının cebinde bir pusula bulunduğunu farketti ve Eden'in gerçekten de nerde olursa olsun ona yardım ettiği gerçeği içini ürpertti. Aceleci bir şekilde pusulasına baktı ve günlerdir, belki de bir haftadır beyinsizce, gelişigüzel hazırlanmış bir rota yüzünden kuzey batıya gittiğini farketti. Bu, gündönümlerinin uzamasını, siyah güneşin üçte birinden başka hiçbir tarafının gözükmemesini ve mavi güneşin gök yüzünde saatlerce kalmasını gayet iyi bir şekilde açıklıyordu. Zaten artık yıldızlar da iyi görünmüyordu. Bütün bunlardan Nackila tescilli bir şapşal olmasının yanında bir anlam daha çıkarttı; düşündüğünden ve hatta düşenemediğinden çok daha soğuk olacaktı ve Tumenola olmasaydı rahatlıkla denizin üzerinde salaklığından donup ölen ilk insan olma ünvanını elinde bulundurabilecekti. 
Elbette şansın da bir sınırı vardı ve bu kadar fazla yardım beklenince o bile şımarabilirdi. Öyle de oldu. Bütün bunları farkedip rotayı bayıya çevirdikten bir kaç saat sonra rüzgar sanki birisi üflemeyi kesmiş gibi aniden kesildi. Ve Nackila hepsinden öte bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığını farketti. Dalgaların kesilmesi ve denizin çarşaf gibi olmasıyla gökyüzündeki mavi güneşin renginin bütün okyanusa yayıldığını gördü. Öncelikle bunu umursamadı. Ama ne kadar umursamayabilirdi ki? Dalga yoktu, bu nedenle ilgilenecek bir yön, tekne, trim yapılacak yelken hiçbirinin anlamı da yoktu. Çünkü ayarlarını bozacak bir rüzgar yoktu. Önceleri herşeyin geçici olduğunu düşündü. Ama lanet mavi güneş artık gökyüzünden hiç inmiyordu. Kendisini kötü yapılmış masmavi bir resmin ortasındaki siyah bir lekeymiş gibi hissediyordu. Siyah giyinmesine şükretti ama bunun espiri olabilecek nitelikte olduğunu düşündü hemen sonra. Önüne baktığında enazından ellerini görebiliyordu değil mi?
Zaman kavramı yoktu. Yıllardır, aylardı orda duruyor olabilirdi. Sonra daha kötüsü de geldi. Denizden yukarı kalkan garip bir sis tekneyi yuttu ve Nackila bir kol açıklığından uzaktaki herşeyi masmavi bir cehennemin içine gömülmüş olarak gördü, daha doğrusu göremedi. Korkacak birşey yoktu hepsinin mantıklı açıklaması vardı; havanın soğumasıyla buharı inceltecek sıcaklığın olmaması sisi doğuruyordu. Ama aklını ne kadar koruyabilirdi ki açıklamalar? Koca okyanus hertarafındaydı, yukarıda, aşağıda, her yönde yüzüyordu Nackila. Daha sonra gözlerini kapattığında da mavi görmeye başladığını, ve gözlerinin açık veya kapalı olmasının önceleri çok büyük, sonralarıysa hiçbir fark doğurmadığını anladı. Bütün bunlardan bir anlam çıkarmak gerekirse kör olmuştu, gerçi karanlığını hayattaki gerekliliğini de bir kere daha anlamıştı ama kesinlikle işin o tarafıyla hiç ilgilenmiyordu.
-Kör oldum galiba yahu dedi. Sonra gülmeye başladı. Böyle birşeyin kendisine, özellikle kendi akılsızlıkları neticesinde olması ona komik gelmeye başladı. Sonra olayın acı boyutlarını farketti. Saatlerce durmadan gülmeyle ağlama arasındaki ince kıyıda kahkahalarla koşturduktan sonra o kadar da kör olmadığını keşfetti. Gövdeye boylu boyunca yatıp Tumenolayı üzerine çektikten sonra ellerini gözlerinin önünden geçirdiğinde hala hatırladıkları yerlerde olduklarına hükmetti. Üstelik bir kaç koyuluk da seçebiliyordu ellerini geçirdiğinde. Korkunç bir kahkaha attı. Kendisinin tam anlamıyla içinde bulunduğu durumdan dolayı deliren bir insanın davranışlarına sahip olduğunu kendisine itiraf edince bir kahkaha daha attı. Saatlerce günlerce öyle yattı. Gerçi zamanı bilmiyordu, ama içtiği su - şarap stokunda kalan suyun el yordamıyla tespit ettiği kadarıyla uzun bir zaman geçmişti. Gerçi bir anlamı da yoktu stoğun çünkü Nackila artık ne yiyor ne de içiyordu. Zaten kendisi istese de daha fazla hareket edemeyecekti. Önce en azından hareket ettirebildiği gözlerini yuvalarına yapıştıran soğuk daha sonra nerdeyse tüm eklemlerini dondurdu. Tumenolayı örtebildiği boynu ve gövdesi dışında tamamen felçlenmişti. 
-Bu sefer ölüyorum dedi. Naeorum'un peşinde koşturduğu yıllarda birçok kez ölümle burun buruna gelmişti ama hepsinden bir şekilde kurtulmuştu ama bu sefer gerçekten ölüyordu, çünkü kaçma imkanı, ve umudu yoktu. Hiçbir zaman burdan kurtulamayacaktı. 
-Lanet Naeorum!!! diye haykırdı. Ben burda neler çekiyorum, sen ise gününü gün ediyorsundur nerdeysen. Bu sefer şansımı kötü zorladım ve o da beni alaşağı etti. Şansım varsa seni bulacağım oralarda bi yerlerde. Gerçekten yaban ellerin karşılama komitesi çok iyiymiş. Baksana savaşmaya bile fırsat bulamadığım bir düşmana karşı felçli ve kör uzamnıp seninle konuştuğumu sanıyorum. Kimseyle dövüşmeme bile izin vermedi lanet şey. Bir damla kanım akmadı... Sadece soğuk... çok soğuk...
Bu son sözler dökülürken Nackila'nın ağzından gözleri bu dünyaya kapandı ve başka bir tanesine açıldı.
....
Nackila kapkaranlıkta uyandı. Sanki alacakaranlıktan çok daha aşağılara, Naeorum'un peşinden gittiği Coordexon'dan bile çok gerilere düşmüş gibiydi. Oraya nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Gerçi açık mavi bir karanlıktan geldiğini hatırlıyordu ama arası sanki silinmiş gibiydi. İlk şaşkınlığını üzerinden atıp gözleri karanlığa alıştıktan sonra dikkatlice etrafı incelemeye başladığında ilk farkettiği artık saçlarının omuzlarına geliyor olmasıydı. İşin ilginci bu ne bir peruk ne de göz yanılmasıydı. Sonra bir ses... Ve yanlız olmadığını hayretle farketti. Çevresinde insanlar vardı. Onlara insan topluluğu demek güçtü çünkü hepsi tek başına hareket ediyor başkalarını görmüyordu. Sonuçta, bu insan siluetlerinin hepsi, gözlerinde aç gözlü bir arayışla Nackila'ya doğru yaklaşıyorlardı. Bellerinde kılıçsız kınlar vardı ama hemen hemen hepsi kında olması gereken hayali kılıçlarının hayali saplarını tutmuşlardı ve saldırıya hazırlanan vahşi hayvanlar gibiydiler. Gözlerindeki ışık korkunçtu. Gerçi arkalarında da ışık vardı ama gözleri bütün ışıkları kör eder gibiydi. İyice yaklaştıklarında Nackila kılıcını çekmeye karar verdi. Elini attığında ise kendisinin kınının da boş olduğunu gördü. Ancak yaklaşan ahali Nackila'yı hiç farketmeden yanından geçtiler. Nackila başını çevirdiğinde ise hepsinin vücudunun arkasındaki karanlıkta yokoluşunu izledi. Tam "Çok saçma bu olanaksız!" diyecekken ileriden gelen bir sesle irkildi. 
Uzaklardan bir ışık yaklaşıyordu. Nackila dayanılmaz bir istekle ışığın kaynağını bilmek istedi. İşte o anda çevresindeki ağaçların kara dalları ve hastalıklı yaprakları ayrıldı, ve ışığın kaynağının beş altı kulaç boyunda şeffaf, şekilsiz, ama alabildiğince ışık dolu, su benzeri bir sıvı olduğunu gördü. İşin ilginç yanı boyuna yükselen kabarcık dolu su tipli bu "şey" yaklaşıyordu. Yaklaştıkça kısalmaya ve insan şeklini almaya başlayan varlık Nackila'da ne korku ne de sevgi uyandırmıştı. Yanlız çok uzaklardan gelen bir kadın sesi çok tiz ama kulak tırmalamayan bir sesle şarkılar söylüyor kah ağıt yakar gibi kah da coşkulu bir tonda melodileri buraya olukça garip bir hava veriyordu.
Nackila neler olduğunu anlayamadığı bu garip yere nasıl gelmiş olabiliceğini düşündü. Olaylar hiç olmadığı kadar garip gelişiyordu. Kendini boşlukta hissediyordu ve bunda oldukça haklıydı. Çevrede ona güven veren bir tek unsur bile yoktu. Işıklar karanlığa dönüyor, karanlık ışık oluyor, mutluluk hüzün hüzün ise aynıdan coşkulu bir melodiye dönüşüyordu. İşte o sırada önündeki varlık durdu ve Nackila şaşkınlık içinde şekillenmesinin bitmesini bekledi ve karşısında hiç de hoşuna gitmeyen ama tanıdık bir siluet buldu.
Bu onun için buraya çok uzaklardan gelmiş olabilecek bir misafirdi. Belki de ev sahibiydi kimbilir? Nackila o okyanusun ortasında nekadar kaldığını tahmin etmekte güçlük çekiyordu. Önünde duran, buz mavisi kamasıyla ve soluk soluk parlayan gümüş kabzasıyla muhteşem bir kılıcı ters olarak kamasından tutan Naeorum'un ta kendisiydi. Naeorum elindeki kılıcı Nackila'ya uzattı ve Nackila Naeorum'un ellerinden süzülen koyu kırmızı kanı dehşet içinde izledi. Kılıç çok keskin olmalıydı. Kılıcı aldı. Birden sapsarı bir ışıkla ışıldadı kılıç. Nackila gözlerinin önünde bir hayal gibi renk değiştirem kılıca uzun süre hayretle baktı. Sonra Kına sürdü. Birden bir ışık demeti parladı. Naeorum'un soluk suratından geçen kaçamak bir gülümseyiş de Nackila'nın dikkatinden kaçmadı. Nackila gözlerini Naeorum'un karanlık gözlerinin içine dikti ve tam ağzını açacakken Naeorum konuşmaya başladı:
-Onu aramak boşunadır. Çünkü o seni istediğinde bulur. Ve seni buldu Nackila. Buna sevin, çünkü sen de bizdensin. O çok güçlüdür ve onun gücünün altına girmek irade ister. Bundan kork çünkü bunun imtıhanı çok emek ister. İlerdeki hayatını çok etkileyecek. Buna üzül. Çünkü hiç bir zaman olabileceğinden daha iyi olmayacak.
-Burası neresi? O kim? Neler oluyor ve sen nasıl buraya geldin?
-Hala eski aptal çocuksun değil mi? Hala anlayamadın değil mi? Rüya görüyorsun! Ben, sen, burası, şu geçen gerizekalılar, hiçbiri yok! Ama söylediklerim ciddiydi. O seni de seçti. O'nun kim olduğunu ilerde öğreneceksin. Aslında biliyorsun ama sadece farkedeceksin. Seni gördüğüm zaman eski Nackila'yı bulacağıma eminim. Ama sen beni bulduğunda eski Naeorum'dan eser kalmamış olacak. Hala doğru edip etmediğim konusunda kararsızım ama ... neyse gereksiz lakırdı bunların hepsi. Hem rüya olduğunu da biliyorsun artık. Bir anlamı yok dediklerimin. Elveda Sempxia'lı Nackila. Nerde olursan ol bu ünvan seni takip edecek. Kaderinden kaçamazsın. Elveda.
-Dur NAEORUM! Seninle hesaplaşmamız hiç bitmedi. Bitmeyecek de! Ne kadar kaçarsan kaç, hangi tarafa sığınırsan sığın! 
Bu sözleri çığırırken Nackila, Naeorum çoktan arkasını dönüp karanlığa karışmıştı bile. Birden Nackila aslında üzerinde durduğu bir yerin olmadığını farketti ve düşmeye başladı. Arkadan birisi ismini çağırıyordu. Bütün bunalrın bir rüya olduğunu bildiği halde uyanamıyordu. Sonra savaşlar görmeye başldı gözlerinin önünde. Korkunç savaşlardı bunlar. Ellerinden alevler fışkıran insanlar, inanılmaz silahlar, bir anda milyonlarca insanın ölümü, kana susamış orduların kızışan dişi kurtlar gibi birbirlerine girmesi, heryerde asırlar süren açlık, sefalet, kan, ölüm ve birbiriyle cebelleşen aydınlıkla korkunç karanlık. Bir yandan inanılmaz mucizeler gerçekleşirken diğer yandan insanlar batılla inanmaya başlıyorlar, bir yandan herkes birbirini gözetirken diğer yandan vahşice bir ikinci liderlik kavgasıyla nehirler kan akıyor, kıtaların yerleri değişiyordu. Hepsinin nedeni bir insandı. Karanlığın lideriydi ve olan bitenden hoşnut görünüyordu. Sonra Nackila kınında olması gereken kılıcın yarı boyuna kadar ordan çıktığını hissetti. Kılıç savaşmak istiyordu. 
-Bunu ben yapamam. Hiçbirşey değilim ve olabileceğimi de sanmıyorum! Bu ordularla savaşamam veya dünyayı kurtaramam. Saçma hayaller peşinde kendimi harcayamam! diye bağırdı Nackila. O sırada zorla kınına soktuğu kılıcı parlak bir ışıkla tamamiyle dışarı çıktı ve çıkarken de parmağını kesti. Uzaklardan şarkı söyleyen ses şarkı söylemeyi kesti. Nackila kendini daha da büyük bir boşluk içinde hissetti. 
-Öyleyse neden evini terkedip ölümün ortasında kendini hiçesaydın? diye gürledi bu sefer çok yakından bir ses.
-Ben ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Buna hazir degilim. diye haykirdi Nackila saga sola şaşkinca bakarak çevresinde bir tur attiktan sonra. Sesin geldiği yeri bulmaya çalişiyordu ama o Nackila'nin kafasinin içindeydi. 
-Hazır olmadığını biz de biliyoruz. Şimdilik Dünya'da kılıç seninle olmayacak. Sadece yaşa Nackila. Kaderinin dışına çıkamazsın zaten.
Neler olduğunu anlayamadan tekrar boşlukla boğuştuğunu farketti Nackila. Uyanmak istiyordu ama uyanamıyordu. 
-Belki de öldüm. Belki de hiç olmadım. Lanet olsun neler diyorum? Hayal bu kadar gerçekse gerçeğin anlamı nedir ki? Gerçek de zaten uyanamadığımız bir uyku değil mi sanki?
Birden bire sarsıldı ve o tanıdık mavilikte olduğunu farketti. Teknesi iki büyük adımla suya biraz daha gömülüp çıktı. İki kuvvetli kolun kollarından tuttuğunu hissetti ve başka bir tekneye veya daha büyük bir gemiye taşındığını duydu. Kör olması dışında başka bir rahatsızlık çekmiyordu gerçi. Yanlız birilenin vücudunu ıslak bir şeyle silip temizledikten sonra onu yumuşak ve rahat bir şilteye yatırdığını hissetti. Sonraki Hafta Yüzüklerin Efendisi gelecek !!