LOZAN BARIŞI - AÇIKLAMALAR

(1)- Bu yazı da yine Rıza Nur, Kemal Tahir gibi yazarlarımızın ifadelerinin hemen aynen alınmasıyla hazırlanmıştır. Amaç, üzerinde çok az şey bilinen, ve hemen hiç tartışılmamış olan Lozan Anlaşması hakkında insanımızın fikir sahibi olması, ve ATATÜRK'ün düşüncelerinin bunun ışığında incelenmesidir. Bu arada Kadir Mısırlıoğlu'nun "LOZAN ZAFER Mİ, HEZİMET Mİ?" kitabının da kayda değer olduğunu belirtmek isteriz.

(2)- Şimdi değişti sanılmasın!.. 1970'lerde Bülent Ecevit'e Amerika'da iken suikast yapmaya teşebbüs eden Ermeni'yi de, ABD "hastalık" sebebiyle serbest bırakmıştır!.. ABD bizim EZELİ ve EBEDİ DÜŞMANIMIZDIR!..

(3)- Rıza Nur'a göre, EDİRNE ve TRAKYA âdeta bizden gitmeye mahkûmdur! Bunun için orayı savunmak amacıyla kuvvet yığmak, yatırım yapmak mahzurlu ve masraflıdır. Elden çıkmasa da SAVAŞ ALANI'dır. Para harcamak hata olur. Ahali kırılacak, yapılanlar eninde sonunda yıkılacaktır.

TRAKYA'ya fazla asker çıkarmak bile tehlikelidir. BOĞAZLAR düşerse, bu orduyu ANADOLU'ya geçirmek mümkün olamaz. ANADOLU'nun güçsüz kalmasına, işgal edilmesine yol açar.

Bizce Rıza Nur bazı açılardan haklıdır. 93 Harbi'nde Ruslar Yeşilköy'e, Balkan Harbi'nde de Bulgarlar Çatalca'ya kadar gelebilmişlerdir. İlerde de benzer durumlar olması ihtimali vardır.

Yapılmış olan Boğaz köprüleri de Rıza Nur'un belirttiği mahzurları gidermeye yeterli değildir, çünkü köprü kolay hedeftir, iki bomba veya füze ile yıkılır.

Ama sorunun çözümü vardır: ANADOLU, çok derinden giderek BOĞAZLAR'ı geçen geniş tüneller ile, TRAKYA'ya bağlanmalıdır!.. Hem İSTANBUL'dan, hem de ÇANAKKALE'den!..

Öte yandan Edirne ve İstanbul'un güven altında olması için BATI TRAKYA, ŞARKİ RUMELİ'nin TÜRKİYE'ye dahil edilmesi, MAKEDONYA ile sınırdaş olmamız şarttır. Ancak bu iki tedbir alındığında hem TRAKYA'nın güvenliği sağlanacak, hem de ulaşım kolaylaşacaktır.

Rıza Nur EGE'deki ADALAR için de benzer düşüncededir. Yani adaları savunmak için kuvvet yığmak gereksizdir. DENİZ GÜCÜ kuvvetli olan adayı alır!..

Rıza Nur haklıdır... Nitekim 1981'de İngiltere'nin Falkland Adaları'nda 250 askeri vardı. Arjantin adaları kolayca ele geçirdi. Fakat binlerce mil öteden savaş gemileri gönderen İngiltere Falkland Adaları'nı geri aldı!..

O dönemde Ege adalarının bir kısmı Yunan'ın, 12 ada ise İtalyanların elinde idi. OSMANLI'ya ait olan 12 ADA İtalyanlar'a Ouchy Anlaşması ile 1912'de verilmişti. Hareket üsleri Rodos ve Kuş adası idi. Yunanların elinde o tarihte Limni, Midilli, Sakız ve Sisam vardı.

2. Dünya savaşından sonra İtalyanlar 12 Ada'yı Yunanistan'a savaş tazminatı olarak verdiler.(1945) Böylece Ege'de Gökçeada ve Bozcaada'dan gayrısı Yunan'ın oldu.

Halbuki Lozan'da "TÜRKİYE'nin terketmiş olduğu toprak ve adalardan İŞGALCİ devletlerin çekilmesi halinde o toprak ve adaların SAHİBİ'ne aide edileceği" hükmü konulabilirdi!..Böylece 12 ADA'yı, KIBRIS'ı, hatta MUSUL, KERKÜK, HALEB'i geri alabilirdik.

Lozan'da biz sadece Yunan adalarının silahtan arındırılması hususunu elde edebildik, yani 4 adanın!.. Ancak 12 Ada onların olunca, Lozan hükmünün onlara da tatbik edilmesi gerekirdi.

Yunanistan bu maddeyi ne 4 adada, ne de 12 Ada'da uygulamaktadır. Bu dahi bir savaş sebebidir!..

Almanlar, Ruslar savaş sırasında defalarca "kendilerine engel çıkartmama" kaydıyla bu adaları bize teklif etmişlerdir. Hatta Almanlar'ın 1944'de savaşı kaybedeceği anlaşılınca bize, "kendilerine karşı savaşa girmemizi ve 12 Ada'yı işgal etmemizi" teklif ettikleri, İsmet'in bunu kabul etmediği iddiası vardır.

Lozan'da karasuları 3 mil olarak belirlenmişti. Yunanlılar bunu 1936'da 6 mile çıkardılar. Böylece Ege'nin %35'ine hakim oldular. Nedense o tarihte ATATÜRK sesini çıkartmamış. İSMET PAŞA Hükümeti aynı uygulamaya dahi gerek görmemiş!..

Biz ise ancak 1964'de, yani ilk Kıbrıs harekatından sonra, 6 mil uygulamasını getirdik, ama sadece sahillerimizin az ötesine gidebildik. Şimdi Yunanistan'ın 12 mil uygulamasına geçmesi, Ege'nin %75'ine hükmetmesi ve bizi hapsetmesi demektir.

Ancak Yunan bunu tek başına yapamaz. Teşebbüs ettiğine göre, Batı Avrupa ve belki de Amerika "korkma, biz arkandayız" demektedirler. Tıpkı, 1919'da olduğu gibi!..

Bizce, ANADOLU sahilleri için EGE ADALARI önemlidir. Hele şimdi uçaklar için FIR hattı, deniz trafiği ve petrol için "karasuları" açısından önemlidir.

Eğer Yunanlar "Dünya Deniz Hukuku Anlaşması"nın tanıdığı hakka dayanarak karasularını 12 mile çıkarırlarsa, adalar vasıtasiyle Ege'yi TÜRKİYE'ye "yasak bölge" haline getirirler!.. Ne gemilerimiz denize açılabilir, ne de uçaklarımız uçabilir.

Bunun içindir ki, TÜRKİYE 12 mili "savaş sebebi" saydığını ilan etmekte, ama yeteri kadar kararlı görünmemektedir. Korkarız ki, bu konu 2004'den sonra başımıza belâ olacaktır.

Bu sorunun da çaresi vardır, ve ATATÜRK'ün "MİSAK-I MİLLİ'DE MUAYYEN ve SABİT HAT YOKTUR! HUDUDU KUVVETİMİZ TESBİT EDECEKTİR!" anlayışına uygundur.

ANADOLU kıta sahanlığına giren adalar, Ege değil; ANADOLU ADALARI'dır. TÜRKİYE önce bu görüşünü ilan etmeli, ANADOLU ADALARI üzerindeki talebini dile getirmelidir. Bu tutum Yunanistan'ı ve destekçisi BATI'yı frenlemeye yetecektir.

Öte yandan BATI TRAKYA TÜRK'tür!. 1927 yılında bile nüfusunun 3/5'i TÜRK'tü.(120.000 TÜRK, 34.000 Rum, 26.000 Bulgar vardı. 1968'de ise hiç Bulgar kalmadı, TÜRK nüfus azalıp 100.000'e indi) Bu yüzden er-geç TÜRKİYE'ye katılması hedefimiz olmalıdır!.. Yunan'ın ilk çıkardığı sorunda kendimizi MAKEDONYA sınırında ve SELANİK'te bulmalıyız!..

SELANİK'ten İSTANKÖY'e çekilen bir HAT, EGE'de TÜRK-YUNAN sınırını belirler!.. Hattın doğusunda kalanlar ANADOLU ADALARI'dır, TÜRK olur; BATI TRAKYA dışındaki Yunanistan'a yakın adalar YUNAN adası olur!.. Bize yakın olan adalar ilk savaş sırasında ele geçirilir. Ayrıca KIBRIS'ın tümü TÜRK'tür, kuzeyi falan değil!..

TÜRKİYE'nin GÖKLER'de ve DENİZLER'de, hatta AVRUPA'daki geleceği, bu ÜLKÜ'nün gerçekleşmesine bağlıdır. Tabii bunu sağlamak için DENİZ GÜCÜMÜZ ve HAVA GÜCÜMÜZ AKDENİZ'in en güçlü filoları haline getirilmelidir. TÜRKİYE, mutlaka NÜKLEER SANTRAL, SİLAH ve DENİZALTI ve FÜZELER'e sahip olmalıdır!..

Bir alternatif te Avrupa Birliği'dir.

Aslında biz Avrupa milletlerini TÜRKİYE'nin ezeli düşmanı olarak görürüz. Onun için Avrupa Birliği'ne girmeyi "ayı inine girme"ye benzetiriz, taraftar değiliz!. Ancak Avrupa milletlerinin bir "siyasi birlik" içinde olmasını, TÜRKİYE açısından daha büyük bir tehlike olarak görürüz... Bu bakımdan içine girersek bu geminin "DİBİNİ DELME"yi, dışında kalırsak, bu binanın "ALTINI OYMA"yı amaç edinmişizdir.

Ama AB'ye girersek, ANADOLU ADALARI ile BATI TRAKYA'nın kapıları bize açılmış demektir. Son derece planlı bir şekilde bu adalara ve MAKEDONYA'ya kadar olan bölgeye TÜRK "işçi" gönderip yerleştirmeliyiz. Öyle ki, o bölgelerde Yunan sakinlerden fazla TÜRK "işçi" olsun. Bunları gerekirse, zenginlerimiz gizlice mâlî yönden desteklemeli, iş bulamasalar da orada kalıp, Rum kızları ile evlenip, onları müslüman yapıp çoğalmalıdırlar. Böylece eninde sonunda dağılacak A.B.'den sonra adalarda söz hakkımız olur ve ilk fırsatta el koyabiliriz.

(4)- Uluslararası görüşmelere gidecek kişiler, itina ile seçilmelidir. Bu bir uzmanlık işidir. Bir insanın genel müdür, müsteşar, hatta bakan olması, onun yurt dışında ülkeyi temsil edebileceği anlamına gelmez. Konusuna vakıf, dil bilir, seri düşünür, zeki, yorulmak bilmez, ve cesur olmaları da yetmez.

Bu kişiler mutlaka TÜRKÇÜLÜK İDEALİ taşıyan insanlardan olmalıdır. Ahlâken dürüst ve sinirlerinin sağlam olması şarttır. Çünkü en bilgili insan bile, ufak bir rüşvet karşılığı ülkenin menfaatlerine ters davranabilir. En dürüst bir insan bile, sabırlı ve ruhen güçlü değilse; tahammül edemez, sinirleri yıpranır, vazgeçebilir.

Bunun için uluslararası ihalelere katılacak kişiler de dahil olmak üzere, istisnasız bütün görüşmeler, sözleşmeler, anlaşmalar, taahhütler için görevlendirilecek elemanlar sicillerine bakılarak seçilmeli, özel olarak eğitilmeli, başarısızlar ayıklanmalı, başarı gösterenler daima "yarın görüşmeye gidiyormuş gibi" hazır olmalı, bilgilerini tazelemelidir.

Her temsilcinin mutlaka yedeği bulunmalı ve birlikte çalışmalıdır. Yetişmiş elemanlar asla politik sebeplerle harcanmamalı, görevden alınmamalı, tersine mümkün olduğu sürece onlardan yararlanmalıdır. Rus Dışişleri Bakanı Gromiko bu görevinde 20 küsur yıl kalmıştı. ABD Dışişleri Bakanı Kissenger hâlâ ABD Başkanı'nın ve hükümetinin gayrıresmi danışmandır.

(5)- Hatta şimdiki Rum Patriği Bartalemos (ABD vatandaşıdır) fahiş bedeller ödeyerek PATRİKHANE'nin çevresindeki binaları satın almakta, bununla "Rum arazisi"ni genişletmeyi, orayı ilerde VATİKAN tipi bir devlet haline getirmeyi düşünmektedir. Buna karşı dahi bir tedbir alınmış değildir. Tam tersine, 1997'den sonra gelen Mesut Yılmaz, Ecevit, Erdoğan hükümetleri bu patrik bozuntusu herife pek fazla müsamaha göstermişler, onun kendini "ekümenik" yani dünya hâkimi ilan etmesine dahi ses çıkarmamışlardır. Bu arada Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler falan sözümona İstanbul'un tarihî yapısını kurtarıyoruz diye Fener ve Balat civarına büyük paralar yatırmışlar, orayı âdeta ihyâ etmişlerdir. İş sadece patrik bozuntusuna bir devlet kurmaya kalmıştır.

Her şeyin olduğu gibi, bunun da çaresi vardır. Yapılması gereken, PATRİKHANE çevresindeki binaların hemen hazine tarafından bir bahane ile İSTİMLÂK edilmesi, ancak sahiplerine "gerekinceye kadar" oturma izni verilmesidir. İstimlâk bedelinin de boşaltma talebi tarihindeki rayiç üzerinden ödeneceği belirtilebilir. Böylece bina sahiplerinin mallarını Rum hainlere satması önlenmiş olur.

"...olur" idi.... Çünkü 2003 yılına kadar çıkarılan çeşitli "Avrupa Birliği'ne uyum yasaları" arasına azınlık vakıflara mülk edinme hakkı sokulmuş, böylece sadece Fener Patrikhanesi'nin büyümesi değil, bütün azınlıkların adeta Türkiye içinde kendilerine bağımsız devlet kurma imkânı tanınmıştır. Aklı başında ve vatanperver bir hükûmetin derhal bu kanunları iptal etmesi ve bahsettiğimiz istimlaki gerçekleştirmesi şarttır!!!

(6)- Bu olaydan ders alınmadığı için Demirel-Özal dönemlerinde de İstanbul bir "Kürt" işgaline uğramıştır. Oy uğruna gecekondu yapımına göz yumulması, bu Kürt kafilelerinin İstanbul çevresinde tamamen kendilerinden oluşan mahalleler, semtler oluşturmasına, İstanbul'u âdeta kuşatmasına, hatta 12 Eylül öncesinde "1 Mayıs Mahallesi" gibi "kurtarılmış bölgeler" ilan edilmesine sebep olmuştur.

(7)- Bu konuda tek müsbet hadise, pek hoş olmamasına rağmen 6-7 eylül hadiselerinden sonra İstanbul Rumları'nın çoğunun ülkeyi terketmesidir. (1955) Menderes'in pek çok hatasının yanısıra, pek insani görünmese de, bu olayla hizmeti büyüktür.

(8)- Bundan çıkacak pek çok ders vardır. Birincisi TÜRK milleti içindir. BATILILAR korkak adam bulurlarsa derhal sırtına binerler, daha fazlasını isterler. Kuvvetli görürlerse, işi dostluğa dökerler, en olmıyacak şeylerden bile vazgeçerler.

Bu sebeble devlet adamlarının "kibarlık ve yumuşaklıkla iş görme" prensipleri tamamiyle geçersizdir.

İkinci ders küçük millet ve topluluklar içindir. BATILILAR Ermeniler'i, Rumlar'ı, Araplar'ı, Kürtler'i hep kullanmışlar; sonra terketmişlerdir. Onların vaadlerine kanan bu zavallı insanlar kırılmış, sürülmüş, geri kalmış; bizden kopsa da BATI'nın uşağı haline gelmiştir.

Şimdi zengin görünen Araplar'ın bile, başından bizden ayrıldıktan sonra 8 büyük savaş geçmiştir. (2. Dünya, 3 İsrail savaşı, Irak-İran, Libya'nın bombalanması, 1991 Irak-ABD savaşı, 2003 Irak'a A.B.D. saldırısı) Araplar topraklarını ve kaynaklarını hep başkalarına kaptırmışlardır.

Rumlar, Ermeniler koca TÜRKİYE'nin imkânlarından yararlanabilecekken, Yunanistan'a, dağlık Ermenistan'a sıkışmak durumunda kalmışlardır. Hiç biri TÜRKİYE kadar bağımsız değildir. Daima güçlü bir devletin himayesine muhtaçtır. Bunun için de o devlete UŞAKLIK etmek zorundadır.

BATILILAR'ın şu andaki maşası Kürtler'e gelince; eğer "bağımsızlık"tan söz etmeye devam ederlerse; kendilerini de öyle bir akıbet beklemektedir. Koca TÜRKİYE yerine kendilerini Hakkari'nin dağları, aşiret savaşları, cahillik, göçebelik beklemektedir.

(9)- Suikast, Ermeni insanının tabiatı haline gelmiştir.

Aslında çağımızın vebası gizli örgüt ve suikast, İtalyan Piyomonte ve Risorte mason localarının bir icadıdır. (1850'ler) Önce Makedonya mason komitacıları (Sırp ve Bulgarlar) tarafından kullanılmış, sonra Ermeni örgütlerince benimsenmiş bir metottur. Bize de ilk İttihatçılar vasıtasıyla bulaşmıştır. Komünizm'in vazgeçilmez aracı olmuştur... Sözde müslüman Arap terör örgütleri de 1970'lerde bu sistemi benimsedi. Şimdi de Kürt gizli terör örgütlerin propoganda aracı olarak kullanılıyor.

Bir defa İSLAM'DA TERÖR YOKTUR!.. CİHAD ve KISAS VARDIR. Yani, zalimle savaşırsın ve ona onun yaptığını uygularsın!.. Masumlara zarar vermek, veya kimi öldüreceği belli olmayan bombalar yerleştirmek İSLAM'a aykırıdır...

Geçmişte HAŞHAŞİLER'in lideri HASAN SABBAH ta devlet adamlarına suikastler düzenlemiş;(1100'ler) ancak İSLAM devletleri tarafından takibe uğramış, nihayet Alamut kalesi Moğol ordusu tarafından fethedilerek bu fesat yuvasına son verilmiştir.

Terörden caydırmanın tek yolu vardır: AYNI METODU KULLANMAK!.. Hangi örgüt veya devlet, terör ve suikaste başvuruyorsa;, Amerikalı, İngiliz, ve onlarla birlikte hareket eden Yahudiler gibi Irak'ta, Afganistan'da, Lübnan'da, Somali'de masum halkın üzerine misket bombaları, kimyasal silahlar ve seyreltilmiş uranyum mermi ve bombaları ile saldırıyorsa, düğün evlerini bile katliama tâbi tutuyorsa; ona önce misliyle (kısas), sonra 10 misliyle mukabele etmek gerekir!.. Belki vazgeçer. Bu yüzden biz, bu ülkelerdeki mücahitlerin yabancılara saldırılarını asla terör olarak görmüyoruz!

Terörden sonuç alınmaz. Ancak güçlü taraf sonunda kazanır. Filistin-İsrail mücadelesinde Araplar terörle hiç bir sonuç alamadıkları, İsrail her terör olayına bire yüz karşılık verdiği halde; ABD'nin saf değiştirmesi yüzünden İsrail yelkenleri indirmek durumunda kalmıştır. Biz de Balkanlar'da aynı şeyi yapmıştık.

(10)- Şimdi de "İnsan Hakları", Paris Şartları, Helsinki Nihai Sözleşmesi, Kopenhag Kriterleri, AGİT esasları şeklinde karşımıza çıkmakta, ama bunlardan hiç bir zaman TÜRKLER, MÜSLÜMANLAR ve geri kalmış ülkelerin insanları yararlanamamaktadır.

"İnsan Hakları Komisyonu" temsilcileri TÜRKİYE'ye geldi mi, teröristler tarafından çoluk çoluk katledilmiş ailelere, bombalanmış yerlere uğramaz. Hapishanelerdeki canileri ve onların yakınlarını ziyaret ederler. Çünkü BATI tipi "insan hakları" aslında "suçlu hakları"dır!

Kısacası BATI'nın "ALLAH BİR"" demesine bile güvenilmez!..

(11)- Aslında her kendini bilen milletin böyle bir hülyası, ÜLKÜ'sü, hedefi vardır. Biz hariç!..

SİYONİZM, Filistin topraklarında bir İsrail devleti kurmayı ve Kudüs'ü başşehir yapmayı vazgeçilmez hedef olarak belirlemişti. Yahudiler bunda muvaffak oldular.

Ermeniler'in "Erzincan'dan Adana'ya inen Büyük Ermenistan" hayalleri vardır. Sırplar'ın "Büyük Sırbistan" hayalleri vardır. Buna eski Yugoslavya toprakları dahil olduğu gibi, tüm Makedonya da girer.

Bizim ÜLKÜ'müz ATATÜRK'ÜN ÜLKÜSÜ'dür!..Önce TÜRK İNSANI'nı üstün MEZİYETLİ, SECİYELİ hale getirmek, ülkeyi taklitten kurtarıp MUASIR MEDENİYET SEVİYESİ'ne çıkartmak; sonra EGE'de, AVRUPA'da, KAFKASYA'da ve MEZOPOTAMYA'da GÜVENLİ SINIRLAR'a ulaşmaktır!..

Aynı zamanda TÜRK CUMHURİYETLERİ ve TÜRK TOPLULUKLARI yakınlaşmak, DİL'de, FİKİR'de, KÜLTÜR'de, İŞ'de birlik sağlamak; ve HIRİSTİYAN BATI'ya karşı bir İTTİFAK oluşturmaktır.

Bundan sonraki aşama, BİRLEŞİK DÜNYA TÜRKLERİ ile MÜSLÜMAN DEVLETLER arasındaki münasebetleri güçlendirerek bir ittifak oluşturmaktır ki, ATATÜRK'ün "Bizim MÜSLÜMAN olmamız hasebiyle ÜMMETÇİLİĞİMİZ de vardır. Bu da bizim MİLLİYETÇİLİK ile ulaştığımız sınırların genişlemesini sağlıyacaktır" fikrine uygundur.

TÜRKİYE'nin bir sonraki hedefi ise, diğer mazlum ve geri bırakılmış ülkeleri yanına almak ve hep birlikte HIRİSTİYAN BATI HEGEMONYASI ile doğuda oluşabilecek bir ÇİN-JAPON HEGEMONYASI'na direnecek bir CEPHE oluşturmaktır. Dünyanın üçte ikisini açlıktan, kuraklıktan, hastalık ve sefaletten kurtaracak TEK yol budur.

TÜRK İNSANI küçük işlerin adamı değildir. 10 yıl, 50 yıl, 100 yıl sonra da olsa ulaşmak istediği hedefi bugünden koymalı ve şimdiden çalışmaya başlamalıdır. ATATÜRKÇÜLÜK budur!..

(12)- TÜRKİYE her meselede olduğu gibi KIBRIS konusunda da böyle yapmış, ve kaybetmiştir. Federasyon'a razı idi, MARAŞ'ı gözden çıkartabilirdi. Bunları ortaya koymuş, ancak gerilemeye zorlanmıştır.

Halbuki daha baştan KIBRIS'ın tümünü almalı; İngiliz üslerini kuşatıp havasını bile tahdit etmeliydik. Eğer bunu yapsaydık, BATI'nın yapabileceği daha fazla bir şey yoktu. Zaten ambargo uygulamışlar, ülkeyi terörle karıştırmışlar, Ermeniler'i diplomatlarımızı vurdurmak için kiralamışlardı. Olsa olsa biraz daha bağırır, çağırırlardı.

Üstelik böyle bir durumda adadaki Rumlar kaçar, biz de kısa sürede TÜRK aileler sevkederek 1950'den önceki nüfus oranını sağlardık. Sonra da görüşmeler ile "lutfen" bazı Rumlar'ın adada yaşamasına izin verirdik!..Şimdi de KIBRIS diye bir meselemiz olmazdı.

Bu konuda nadirattan da olsa, Erbakan haklı idi. Ecevit koalisyon ortağını dinlememiş, hatta Kuzey KIBRIS'ın su ve enerji kaynağı bölgelerini dahi almamıştır. Bu yüzden halen Rumlar elektrik ve su keserek soydaşlarımızı sıkıntıya sokmaktadırlar. Hele Maraş'ın boş bırakılması, "burayı size ayırdık, isterseniz verelim" anlamına gelmiş, bütün pazarlık gücümüzü kaybetmişizdir.

Halbuki İsrail, uyduruk Filistin devleti ile anlaşma imzalamasına rağmen onlara bıraktığı topraklara hâlâ yahudi yerleştiriyor!.. Böylece yeni toprak tartışmalarını önlüyor, görüşmeler "yerleştirmeden vazgeçmesi" üzerine yoğunlaşıyor.

(13)- PATRİKHANE halen başımızın en büyük derdidir. Şu andaki Rum Patriği Bartalameos adlı bir ABD vatandaşıdır. Sözde T.C. vatandaşlığını da kabul etmiştir. Fazla TÜRKÇE bilmez. Patrikhane'ye VATİKAN gibi devlet statüsü kazandırma, arazisini genişletme, yetkileri tekrar elde etme gayretindedir. Ama esas amaç ABD'nin Rusya ve Doğu Avrupa Ortodoksları'na hükmetmesidir.

Bu yüzden TÜRKİYE tekrar "Patrikhane'nin TÜRKİYE'den çıkarılması" hususunu gündeme getirmeli, bunu Ege, Batı Trakya ve Kıbrıs meselelerine koz olarak kullanmalıdır.

Aslında Rumlar'ın PATRİK seçebilmesi için Patrikhane'deki mecliste yeteri kadar METROPOLİT bulunması gerekir. Bu METROPOLİTLER'in seçimi için de SEÇİM BÖLGELERİ'nde yeteri kadar RUM olması gerekir!.. Bugün bütün TÜRKİYE'de 5000 kadar RUM kalmış iken, OSMANLI dönemindeki PATRİK seçimi usülünün uygulanması saçma ve tehlikedir.

Hükümet Patrik seçimini onaylamadan önce, bu hususu kontrol etmelidir. PATRİKHANE'nin eskiden yaptığı gibi, hiç Rum hatta hıristiyan bulunmıyan yerlerden METROPOLİT göstermesi önlenmelidir!.

Aynı hususlar ERMENİ PATRİKHANESİ için de geçerlidir!.. Son ERMENİ PATRİĞİ seçimlerinde (1998) türlü dolaplar dönmüş, MUTAFYAN adlı TÜRK DÜŞMANI biri PATRİK olmuştur!

Azınlık liderlerinin sadece "T.C. vatandaşı" olmaları yeterli değildir. En az son 10 yıldır TÜRKİYE'de oturmuş olmaları istenmelidir!..

Kendi seçimlerimizde OY kullanmak için bile belli bir süre o mahalle oturuyor olmak şart iken; PATRİK, HAHAM seçimlerinde bunun aranmaması tuhaftır!

Şurası unutulmamalıdır ki, ülkemizdeki hiç bir topluluğun örgütlü faaliyeti "kendi iç işi" değildir. MEMLEKET MESELESİ'dir, ve mutlaka denetime tabi olmalıdır.

ATATÜRK, HİLAFET'i kaldırırken bir DENGE unsuru olarak PATRİKHANE, HAHAMHANE yabancı DİNİ OKULLAR'ın kapatılması gerektiğini dile getirmiştir. (Bakınız: LÂİKLİK BİR ATATÜRK İLKESİ VEYA İNKILABI MIDIR? - 2 ve ATATÜRK DÖNEMİ - AÇIKLAMALAR)

İkinci husus ise, bu örnekte de görüldüğü gibi "lâik" BATI ülkeleri siyası kararlarını hep HIRİSTİYANLIK açısından değerlendirerek alırlar!..Kilise hâlâ iktidar üzerinde etkilidir.

Biz "lâik" değiliz; ama hacı-hoca takımının, hele ki uyduruk tarikatların siyasette söz sahibi olmasını da istemeyiz!.. Bu, her şeyden önce İSLAM'a aykırıdır!.. Hal böyle iken, bir Hıristiyan mezhebin TÜRKİYE siyasetinde DEVLET gibi hareket etmesine hiç göz yummayız!.. Biz yummayız da, "lâik"ler ne yapar, bilinmez.

(14)- Bu konuda ATATÜRK'ün koyduğu prensip çok gerçekçidir. İsteyen kendi kanını dökerek bağımsızlığını kazanır. Sonra ister TÜRKİYE ile bütünleşir, isterse kendi başının çaresine bakar. Millet canıyla uğraşırken, başkası için TÜRK kanı dökülmez!..

Ama TÜRKİYE'nin güçlü olduğu dönemlerde, gerekli yardımlar elbette esirgenmez. Tabii burada tercih te çok önemlidir. AZERBEYCAN ile Ermenistan çarpışırken, Ermenistan'a yiyecek gönderip, sonra "Komşusu açken tok yatan bizden değildir," hadisine sığınan imansız Demirel gibi yanlış tercihi, veya Menderes döneminde Fransa Cezayir'in bağımsızlığı için oy kullanırken "çekimser" kalmak gibi bir tercihi ancak cahiller yapabilir.

Unutmamalıdır ki, Ermeniler Azerbeycan'a, 1986 depreminden sonra BATILILAR tarafından "yardım" diye gönderilen silahlar ile saldırmışlardı.(1988)

(15)- Gavura mal, can, namus emanet edilmez. Emanete ihanet eder!..

Bu olay ayrıca o dönem DEVLET'i idare edenlerin enayiliğini gösteriyor. Senin bastırdığın kâğıt paradan gavura ne?.. Ne diye karşılığını götürüp onun bankasına koyuyorsun?.. Kendi bankanda tutsana!.. Eğer "kâğıt paramı kabul etmez" diyorsan, o zaman altın ödersin, veya kabul edenle iş görürsün!..

Şu anda da benzer bir tehlike ile karşı karşıyayız. Türk Devleti'nin hazinesine ait altın stoku ABD'nin Fort Knox diye bilinen altın deposunda tutulmaktadır. Bu altınları oraya kim, ne zaman ve niçin gönderdi, belli değildir!.. Ama gerçek olan şudur ki, ALTINLARIMIZ REHİNDE'dir!... Bu sebepten ne ABD'ye , ne de AB'ye kafa tutamayız!.. Biraz sesimizi çıkarsak İngiltere'nin 1918'de yaptığı gibi "el koyduk, vermiyoruz" diyebilirler!... Bir an önce bu altınların Türkiye'ye getirilip Merkez Bankası'nda muhafaza edilmesi şarttır!.. Aynı şekilde Türkiye yurt dışı bankalarda ne devletin ne de özel sektörün paralarını tutmamalıdır!..Halbuki şu anda Merkez Bankası'nın döviz rezervlerinin yabancı bankalarda olduğunu biliyoruz... Bunlara da her an el konma ihtimali vardır!. ABD bunu IRAK için uyguladı.

Ayrıca biz iş amacı ile geçici süreler hariç, yabancı bankalara para yatıranları kuşku ile karşılarız. Kendi DEVLET'ine değil de, gavur bankalarına güvenene, güven olmaz. Yatırılan para da ya hırsızlık, ya yolsuzluk, ya da rüşvetle elde edilmiştir diye düşünürüz. Bu paraları DEVLET talebine rağmen açıklamayan bankaların bulunduğu ülkeler ile ilişkilerin asgariye indirilmesi taraftarıyız.

Ülke içinde yabancı banka açılması, bankacılık hizmetlerinin özel sektör elinde bulunması da son derece tehlikelidir. 2000 ve 2001 yıllarında çıkan ekonomik krizler ülkemizdeki yabancı bankaların eseri idi!.. Kalkınmış ülkelerde bunun örneği yok!.. Almanya ancak bankaların %5'inin yabancıların elinde olmasına izin veriyor. Diğerlerindeki oran en fazla %20!.. Bizde ise, neredeyse hiç "millî" hatta "yerli özel" banka kalmadı!.. Özel olması da yetmez!.. 1990-2003 arasında batmış olan 25 kadar özel bankanın yükünü de millet çekmiştir.

Sıkıntısını millet çekecekse, devlet bankasının zarar etmesinin ne mahzuru var?.. Özel bankanınkinden çok daha az idi onların zararları!...

(16)- Son dönemde de Özal büyük bir hainlikle yabancılara toprak satışı için kanun çıkarttı!.. Ondan sonra gelenler Çillerler, Yılmazlar, Ecevitler, Erdoğanlar "biz daha da hainiz" diyerek bu kanunun hükümlerini yabancılar lehine genişlettiler. Bununla Ermeni'nin, Rum'un, Yahudi'nin, Arab'ın, hatta Amerikalı, Japon ve Avrupalı'nın yurdumuzun en güzel yerlerini gelip işgal edebileceğini, sonradan buralara sahip çıkabileceğini hiç hesaba katmadılar.

Halbuki önümüzde örnek var: Daha 50 yıl önce yahudiler İsrail devletinin temelini böyle attılar!... Araplar'dan toprak satın alarak Filistin'e yerleştiler. Güçlenince de çoğunlukta olan Araplar'ı kovdular.

Halbuki SİYONİZM'in kurucusu THEODOR HERZL taraftarları, 1890'larda SULTAN ABDÜLHAMİD HAN'a gelerek, "FİLİSTİN'de YAHUDİLER için küçük bir toprak parçası" talep etmiş, karşılığında bütün OSMANLI BORÇLARI'nı ödeyeceklerini belirtmişti!.. Cennetmekan ABDÜLHAMİD HAN, bu herifi, "TOPRAK benim değil, MİLLET'indir," diyerek huzurundan kovmuştu!...

Aynı dirayeti TÜRKİYE CUMHURİYETİ döneminde gösteremedik!.. MANDACI İSMET'ten sonra ondan bin beter UŞAK tiynetli ÖZAL da üç kuruş uğruna yabancılara TOPRAK satışına göz yummuş, kapı açmıştır.

ATATÜRK sağ olsaydı, para için VATAN TOPRAĞI'nı satan İsmet'i de, Özal'ı da, Erdoğan'ı da asardı!..

Benzer bir hatayı 1990'dan sonra TÜRK CUMHURİYETLERİ yapmış, DEVLET mülkiyetindeki bina ve arsaları satmaya başlamışlardır. Ancak özellikle KIRGIZİSTAN'da, Çinliler'in bina ve toprak alıp batıya doğru yayılma teşebbüsü görülünce, "yabancıya mülk satışı" yasaklanmıştır.

Ama gavurun gözü açıktır!.. "90 yıllık" kira sözleşmeleri yaparak mülk almaya devam edenler vardır. Bunun da çaresi, 10 yıldan uzun kira sözleşmelerinin DEVLET denetimine tâbi olmasıdır!

Bu konuda esas büyük tehlike AVRUPA BİRLİĞİ'dir!..

Eğer biz A.B.'ye girersek, İSTANBUL, TRAKYA, MARMARA bölgesi elden çıkacak, TÜRKİYE'nin EGE, AKDENİZ, hatta KARADENİZ sahilleri İtalya ve Yunanistan olacaktır!... Yani İtalyan ve Rum kendi ülkesinde imiş gibi gelip, bu sahillerde toprak alabilecektir. Tabii İngiliz, Alman, Fransız, Belçikalı da!.. Ve bu kişiler bizden daha zengin olduğu için, kısa zamanda sahiller onların eline geçecektir...Zaten şimdiden geçmeye başladı... Ama eğer sınırlar ortadan kalkarsa, bu iş çok kısa zamanda hızlanacaktır!.. Ve biz o zaman İSTİKLÂL SAVAŞI'nı boşuna yapmış olacağız!.. Çünkü o tarihte kurtardığımız topraklar bu sefer SAVAŞSIZ düşmanlarımızın eline geçecek, biz de ANADOLU'nun ortasına sıkışıp kalacağız!

Buna ihtimal vermiyen, bizi "evhamlı" olmakla suçlayanların gözünü açmak için bir örnek verelim: Bu sahiller 50 yıl önce yöre köylüsünün değil miydi?.. Sonra zengin şehirli gelip almadı mı?.. Köylü ne oldu?.. Kısa bir süre şehirliyi kandırdığını zannetti. Ama bir gördü ki, kendi gerilere itilmiş, veya şehre gelip küçük esnaf olmuş!..

Aynı durum Tahiti, Haiti, ve bütün Pasifik Adaları için de geçerlidir. Japon, Avrupalı ve Amerikalılar bu dünya cenneti diyarların en güzel yerlerini ele geçirmişler, oteller kurmuşlardır. Onlar milyarları vururken, yerli halk kulübelerde barınıp, turistlere maskaralık yaparak hayatlarını kazanmaya çalışmaktadır. TRT'de gösterilen (1995) Alman yapımı "Ada-Der Insel" adlı dizi bu konuyu işler.

A.B.'ye girersek, biz bu tehlikeden nasıl kurtulabiliriz?.. Her şeyin olduğu gibi bunun da çaresi vardır. ZOR, OYUNU BOZAR!.. Resmen yabancıların gelip yerleşme hakkı vardır ama, el altından TÜRKLER mallarını satmamaya ikna edilir, satmaya kalkanlara aldığı para zehir edilir. Yine de satanların arazileri bir bahane ile istimlak edilip "tesis" yapılır. Tapu dairelerinde müşgülat çıkarılır. Gerekirse sahte kayıtla "hissedarlar" bulunur. Her şeye rağmen toprak almış yabancılar taciz edilir. Evlerine sık sık "hırsız" girer, arabaları çalınır. Hatta "kaza" yangınları çıkar!.. BU ÜLKE göz göre göre GAVURA SATILAMAZ!.. Satmaya kalkanlar PEZEVENK'tir, VATAN HAİNİ'dir!.. Böylelerinin mezarına tükürmek gerekir! Oraya ANIT dikilmiş olsa dahi!..

(17)- Aslında bu, barbar HIRİSTİYAN BATI'nın bütün geri kalmış dünyaya borcudur, yaptığı zulüm ve soygunların keffaretidir.

Çünkü Avrupa ve Amerika bugünkü zenginlik ve refahını 500 yıldan beri dünyanın diğer kesimlerindeki insanları boğazlıyarak; köle yapıp boğaz tokluğun çalıştırarak; malını, ürününü bedavaya alıp kendi ürettiklerini onlara fahiş fiyata satarak elde etmiştir.

BATI sadece insanları değil; toprağı, ormanları, suları, denizleri, bütün canlıları sömürmüş; dünyanın dengesinin bozulmasına, Afrika'nın çölleşmesine, hayvanların neslinin tükenmesine sebep olmuştur.

BATI, insanları açlığa, sefalete, fuhşa mahkum etmiştir. İLAHİ ADALET bunu bir gün BATI'ya mutlaka ödetecektir. Bu feci sondan kurtulmasının tek yolu, eski günahlarını bir ölçüde affettirecek şekilde, sömürdüğü ülkelerin gerçekten kalkınmasını sağlamaktır.

Bu da arada bir üç-beş kutu ilaç göndererek olmaz. Her türlü BATI refah teknolojisinin geri kalmış ülkelere patentsiz, "royalty"siz, "know-how" bedelsiz, telif hakkı istenmeden transferi ile olur.

Özellikle ilaç, bilgisayar programları, sağlık, ulaşım ve üretim araçları, ve kitaplarda bu transfer mutlaka sağlanmalı, asıl bu yönde bir uluslararası bir anlaşma imzalanmalıdır. Şöyle ki:

"MİLLİ GELİRİ BATI STANDARTLARINA GÖRE İNSANCA YAŞAMA SEVİYESİNİN ALTINDA OLAN ÜLKELERDEN BATI TEKNOLOJİSİ, İCATLARI VE KİTAPLARI İÇİN PATENT, TELİF VE KNOW-HOW BEDELİ ALINMAZ!.."

Ancak o zaman zengin BATI, fakir ülkelerin kalkınmasına yardımcı olmuş sayılır!

***

> İÇİNDEKİLER< > LOZAN BARIŞI AÇIKLAMALAR 2 <; ATATÜRK DÖNEMİ <