ATATÜRK DÖNEMİ (1922-1938) - AÇIKLAMALAR-2

(3)- ANKARA'nın başşehir olması, bazılarının sandığı gibi duygusal sebeplere dayanmaz. Yani "Padişahlar İstanbul'da otururdu, biz Cumhuriyetçiler oraya gitmeyiz" gibi bir düşünceden kaynaklanmamıştır. Bu konuyu CUMHURİYETÇİLİK bahsinde de ele almıştık. Burada tekrarlıyacağız.

İstanbul'un TÜRK insanı üzerindeki büyüleyici etkisi ve TÜRk TARİHİ içindeki önemli yerine rağmen, o dönemde feda edilmesi; çok gerçekçi ve önemli başka sebeplere dayanıyordu. Bu sebepler hala da varittir.

İstanbul, fethi ile TÜRK'ün AVRUPA'daki söz hakkının ve hükümranlığının sembolü haline gelmişti. Bu sebepledir ki, FATİH SULTAN MEHMET, dönemin Halife'sinin YILDIRIM BAYEZİD'e NİĞBOLU'dan sonra verdiği "Sultan-ı İklim-i Rum" ünvanını benimsemiş ve bu ünvanı ondan sonraki bütün padişahlar kullanmıştı.

SULTAN-I İKLİM-İ RUM eski ROMA İMPARATORLUĞU topraklarının hükümdarı demektir!.. Yani FATİH, 450'de yıkılan BATI ROMA'dan sonra 1000 yıl Avrupa'da varlığını sürdüren DOĞU ROMA'yı almakla; sadece TRAKYA ve BALKANLAR'da değil; ROMA'ya kadar uzanan topraklarda hüküm sürmek istediğini açıklamış oluyordu!

Bu, FATİH'in bir ihtiras nöbeti sonucu kapıldığı hayal değil; 1096'dan beri İSLAM dünyasının başına belâ kesilmiş olan HAÇLI SEFERLERİ'nin kaynağı, PAPA'NIN İKAMETGÂHI ROMA'nın sonunu getirmek amacına yönelikti. Bu amaç ve hedef sonraki dönemlere KIZILELMA EFSANESİ olarak yansımıştır.

Bu amaca ulaşmak ve HIRİSTİYAN DÜNYASI'nın bölünmüşlüğünü sürdürmek için FATİH, İstanbul'da ORTODOKS RUM PATRİKHANESİ'nin faaliyetine izin vermiş, ve böylece Hıristiyanların yarısını himayesine almıştı!.. 1492'de ENDÜLÜS'ten kovulan YAHUDİLER'in TÜRKİYE'ye sığınması, ve 1517'de YAVUZ SULTAN SELİM'in HİLAFET'i üstlenmesiyle TÜRKLER hem MÜSLÜMANLAR'ın, hem ORTODOKS HIRİSTİYANLAR'ın hem de YAHUDİLER'in hâmisi olmuştu!.. Bu çok büyük bir siyasî başarıdır. Ne yazık ki, KIZILELMA ÜLKÜSÜ, YAVUZ'un oğlu Süleyman Viyana kapısından dönünce, terkedilmiştir. (1527)

1600'lerden itibaren İstanbul menfi bir rol oynamaya başlamıştır. Barındırdığı Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Levantenler ve onlara benzeyip Türklüğünü kaybetmiş kişiler âdeta yabancıların gönüllü ajanı gibi hareket edip sarayı, vezirleri sıkıştırmışlar, askeri kışkırtmışlar, ahlâkın gittikçe bozulmasına ANADOLU'nun unutulmasına sebep olmuşlardır. (İstanbul'un işgâl sırasındaki halini MİLLİ MÜCADELE yazımızda naklettik.)

Son dönemde İstanbul kozmopolitliğin, ihanetin, ahlâksızlığın, entrikanın merkezi; ANADOLU da saflığın, dürüstlüğün, faziletin timsali haline gelmişti. İlkinde para imkân bolmuş, ikincisinde fakirlik, sefalet varmış!.. Varsın, olsun!

İşte MUSTAFA KEMÂL, hükûmet merkezi İstanbul'da kaldığı takdirde, bu eski hastalığın yeni DEVLET'e de kolaylıkla bulaşacağını farkettiği için, ANADOLU'nun tam ortasını, ANKARA'yı başkent seçmiş; kendini sadece dış düşmanlardan değil; içteki fesat yuvalarından da korumak istemiştir... Bizce teşhisi doğru, tercihi son derece yerindedir.

Ayrıca Rıza Nur'un dile getirdiği gibi; RUMELİ yakası ve İSTANBUL'un işgâli, elden çıkması TOPOĞRAFİK açıdan çok kolaydır. 1878'de Ruslar Yeşilköy'e, 1912'de Bulgarlar Çatalca'ya, 1918'de müttefikler İstanbul'a girebilmişlerdi. Yabancı etkisi ve eli hiç bir zaman İstanbul'un uzağında değildi. Böyle bir şehir, hele SALTANAT ve HİLAFET kalktıktan sonra, BAŞKENT olarak kalamazdı.

Bu durumda ne olması gerekirdi?..

Bu durumda İstanbul zamanla önemini kaybetmeli ve bir TARİH ŞEHİR, UĞRAK LİMAN haline dönüşmeliydi. BATI etkisindeki azınlıklar, levantenler ve onların yerli çömezleri yavaş yavaş küçülmeli, eriyip gitmeliydiler. Koç, Sabancı gibi Ankaralı, Kayserili, Adanalı, Sivaslı müteşebbisler ortaya çıkmalıydı.

Çıktı da!.. Ancak ATATÜRK'ten sonra ANADOLU ihmal edildiği için, SERMAYE yine İSTANBUL'a yığıldı. Bu yerli müteşebbisler kendilerine Rum, Yahudi, hatta yabancı ortaklar buldular, kendileri "İstanbullu" oldular. Bunlardan Rahmi Koç, Rum Patriği'nin elini öpecek kadar benliğini kaybetti. İstanbul ülke ekonomisinin neredeyse yarısına hükmeder hale geldi, SALTANAT döneminden daha etkili oldu. Nüfusun beşte birini topladı. Potamyalı Erdoğan, Belediye Başkanlığı ve Başbakanlığı dönemlerinde İstanbul'un mutenâ semtlerini talan etti. Çirkin gökdelenlerle âdeta İstanbul'un semâsının ırzına geçti. İstanbul'un nüfusu 15 milyonu aşıp yaşanamaz hale gelmişken, bir "çılgın proje"si ile ona iki şehir daha katmaya kalktı.

İşte bu sebepledir ki, biz bu gelişmeye sebep olan İsmet'i, bilhassa Sabetayist Menderes'i, Mason Demirel ve Ermeni yetimlerinin çocuğu Özal'ı, ve tabii Potamyalı Erdoğan'ı şiddetle suçlarız. İki elimiz bu dünyada ve âhirette yakalarındadır... Ankara'nın başkent oluşunu kutlayanlara da kendimizi tutamayıp güleriz. Bütün siyasîler önemli toplantılarını, uluslararası konferansları tıpkı PADİŞAHLIK zamanında olduğu gibi İstanbul'da yapar, sonra da "atatürkçü" geçinirler de, ondan!..

Ne demişti ATATÜRK:

" SİYASİ MERKEZ'imiz ANADOLU'NUN ORTASINDA kalacaktır!.. BATI'nın ve DOĞU'nun temsilcileri bu başkentte temas edeceklerdir. Bu başkentte her türlü diplomatik meseleler görüşülecektir. BU BAŞKENT'TE MEMLEKETİN İÇ VE DIŞ POLİTİKASI İDARE EDİLECEKTİR!.."

Şimdi öyle mi ya?..

(4)- Mudanya Mütarekesi'nden sonra Ali Kemâl tevkif edilmiş, Anadolu'ya getirilmişti. İzmit'te Nurettin Paşa'nın teşviki ile linç edildi. Sonra da ölüsü asıldı.

Bir de Ali Şükrü'yü öldüren Topal Osman, çatışmada ölmüş, gömülmüştü. Muhalifler idam edilmesi gerektiğini öne sürüp cesedini çıkarttırıp asmışlardır!

Son zamanlarda ATATÜRK düşmanları tarafından çıkartılmış bir "İstiklâl mahkemelerinde idama mahkûm edilenlerin ölmüş bile olsalar, mezardan çıkartılıp asıldıkları" iddiası vardır. İşte bu iddia ve bu konuda yapılan "Yalnızlar" filmi (1994), bu iki olaydan kaynaklanmaktadır.

Uygulamayı yapanlar Nurettin Paşa gibi işgüzarlar ile, Ziya Hurşit gibi muhaliflerdir. Yoksa ATATÜRK'ün böyle bir uygulaması yoktur, tam tersine, bunu önlemek isterken Meclis çoğunluğu karşısına çıkmıştır.

(5)- Hatırlanacağı üzere Hüseyin Cahit Lozan görüşmeleri sırasında da yabancıların hakkını savunur tavırlara girmişti.

Buna benzer mâlî ve iktisadî düşünceler hâlâ devlet adamlarımızın resmî beyanlarında yer almaktadır. İsmet Paşa, Menderes, Demirel, Özal, Çiller ve Erdoğan hep öyle düşünmüştür. Bunun sebebi, hiç birinin TÜRK MİLLETİ'ne ATATÜRK kadar güvenmemesidir. Hiç birinin TÜRK İNSANI'ni onun kadar tanımamasıdır. Ve hiç birinin EKONOMİ'yi, SİYASET'i ATATÜRK kadar bilmemesidir.

(6)- Bizi çok tedirgin eden bir konu var: İSMET PAŞA NE ZAMAN İKTİDARDA İSE, ÜLKEDE "KÜRT AYAKLANMASI" YOK!..NE ZAMAN AYRILMASI GEREKİYORSA, o zaman sanki bu olaya en çok Güneydoğu'daki Kürt asıllı vatandaşlarımız üzülüyormuş gibi, SİLAHA SARILIYORLAR!.. 1930'da Serbest Fırka olayından hemen önce, 1937'de CELÂL BAYAR başbakan olunca da aynı şey tekrarlanıyor!..

Ondan sonra da 1970'lerin sonuna kadar Güneydoğu sâkin!.. Deniz Gezmiş neslinden Sinan Cemgil gibi bazı teröristlerin Nurhak Dağları'nı "Kurtarılmış Bölge" ilan etmeleri bile, onları harekete geçirmiyor!..

Hatta Mustafa Barzanî ayaklanması bile bizim taraftakileri etkilemiyor. Hoş, o da daha sonra Irak dize getirilince, fonksiyonunu tamamlayıp Amerika'da istirahate çekiliyor ya, neyse!..

Ne zamanki AMERİKA ve BATI yanlısı politikanın sökmediği, artık çoğunluk tarafından dile getirilmeye başlıyor, o zaman bizim Kürt asıllı vatandaşlarımızı tekrar hatırlayıp "kurtarma"ya kalkanlar artıyor!.

Bu hususun dikkatle incelenmesi, özellikle İsmet Paşa ve onun partisi CHP ile bağlantısının mutlaka bulunması gerekir. Çünkü 1984 sonraki terör olaylarında SHP-DEP işbirliğinin etkisi inkâr edilemez. Onur Kumbaracıbaşı, , Mehmet Moğoltay gibi kürtçü, bölücü milletvekili ve bakanların ardından, Kemâl Kılıçdaroğlu gibi kendini kürt-alevi diye tanıtıp ta ne idüğü belirsit biri oılarak ortaya çıkan CHP Genel Başkanı'ndan sonra (2011), DHP-HDP'den daha kürtçü ve bölücü bir parti haline geldi CNP!.. Değil ATATÜRK'le, CUMHURİYET'le; TÜRKİYE'yle, TÜRKLÜK'le alâkası kalmadı!..

Burada "Yazıktır, Kürtler insan değil mi?.. Bunca yıldır uğraşıp duruyorlar. Onlar da devlet kuruversin" diyen ahmaklara bir çift sözümüz var. Hele bunlardan birisi "Atakürt" diye bir yazı karalayıp, "Eğer MUSTAFA KEMÂL Kürt olsaydı, burası şimdi Kürdiye olacaktı, TÜRKLER de kendi dilini, kendi televizyonunu, kendi tarihini istiyor olacaktı" diye bir iddiada bulundu... (Ahmet Altan, Milliyet, Nisan 1995) Bunların hepsi TARİH bilmemenin, kendine ve üzerinde konuştuğu konuya yabancı olmanın sonucu!...

Hemen cevap verelim: Ne Kürt kelimesinin duyulduğu son 1000 Anadolu tarihinde, ne de daha önce Kürtler bir devlet kuramadıkları gibi, bir tek meşhur Kürt bile çıkmamıştır!.. Bir Kürt paşası çıkacak ta, hem Kürtleri, hem Türkleri kurtaracak, devlet kuracak!..

Bunun olamıyacağı son 30 yılın olayları ile belli değil mi?.. Ne Barzanî'si, ne Talabanî'si, ne Apo'su bırak devlet kurmayı; Kürt kökenli aşiretleri bile bir araya toplıyamıyorlar!.. Onların tek özelliği var. Amerikalılar'ın, Fransızlar'ın taharetsiz kıçlarını yalamak!..

Ahmet Altan denen zırcahilin böyle bir dağ halkını (Kürt kalın kar tabakası demektir. Önce karlı dağlara Kürdistan denmiş, sonra burada yaşıyan halk Kürt diye anılmaya başlamıştır. Kürdistan kelimesinin Dağıstan'dan, Gülistan'dan farkı yoktur) yüzlerce devlet kurmuş TÜRK milleti ile kıyaslaması, Anadolu'da nüfus çokluğuna rağmen Kürtler'in hakim olacağı bir devlet senaryosu kurması, bizi şaşırtmıyor. Ona kapılan sözde "aydın"lara hayret ediyoruz.

Halbuki aslen Kürt olan Said-i Nursi, bundan 50 yıl önce şu sözleri ile son derece doğru bir tesbitte bulunmuştur:

- "ALLAH-ü ZÜLCELAL Hazretleri Kur'an-ı Kerim'de , "Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar ALLAH'ı severler, ALLAH da onları sever," diye buyurmuştur. Bu kavmin 1000 yıldan beri ÂLEM-İ İSLÂM'ın bayraktarlığını yapan TÜRK milleti olduğunu anladım. Bir akılsız Kürt kavmiyetçisinin peşinden gitmem! Bu milleti TÜRKLER idare etmiştir. Bundan sonra da yine onlar idare edecektir!..."

(7)- Bu gaflet 1970'den sonraki ayaklanmalarda da tekrarlanmış, olayların arkasındaki yabancı parmağı üzerinde durulmamıştır.

Nasıl olup ta fakirliğe, hatta açlığa mahkûm edildiği öne sürülen Kürt halkı, milyarlarca lira tutan top, tüfek, mayın, bomba ve mermiyi alacak parayı buluyor?.. Nasıl oluyor da, bu paralar kolayca silaha çevriliyor?. Düşmanı ile savaşan Bosna-Hersek ambargoyu aşamazken; dil bilmez, okuma-yazma dahi bilmez Kürtler onca silahı, roketi nasıl elde edebiliyor?.. Nasıl oluyor da, ayırımcı militanlar uyuşturucu imal edecek teknolojiyi buluyor, fabrikalarını kuruyor, sonra ürettikleri zehiri hiç bir kotaya tâbi olmadan Avrupa'ya "ihraç" edebiliyorlar?.. Nasıl oluyor da, bilim adamlarımız bile elçilik kapılarında günlerce vize beklerken, bu militanlar ellerini kollarını sallıya sallıya "diplomatik personel" gibi Suriye, Irak, Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika'da dolanabiliyorlar?.. Hatta televizyonları için Amerikan uydularında kanal kiralıyabiliyorlar?..

Bunlar hiç "yabancı desteği" olmadan olur mu hiç?..

(8)- Maalesef ülkemizde TARİH bilen az olduğu için, geçmişten yararlanmak mümkün olmamıştır. Bu yüzden benzer bir durum 1990'lardaki PKK olayları ve SHP-DEP ittifakı ile tekrarlanmıştır.

Babasının oğlu, üstüne üstlük biraz da ahmak olan Erdal Efendi, üç-beş oya tamah ederek PKK'nın örtülü temsilcisi DEP ile seçim ittifakı yapmış ve 20 kadar eşkiyanın T.B.M.M.'ne girmesine sebep olmuştur. Bunların arasında PKK militanı komutan Sırrı Sakık'ın kardeşi Selim Sakık, eşkiya karısı Leyla Zana da vardı.

Hem bunlar, hem de aslında bunlardan farklı davranmıyan diğer bazı "başka millet"in vekilleri, hükûmetin eşkiyaya karşı almak istediği bütün önemli tedbirleri engellemişlerdir. Mesela SHP'nin iktidar ortağı olur olmaz ilk yaptığı iş, Eskişehir Hapishanesi'ni boşaltmak, teröristleri kaçabilecekleri hapishanelere nakletmek olmuştur!..

Bizce sadece onlar değil, uyduruk parti ve seçim kanunlarıyla onları 1990'larda da, 2000'lerde de Meclis'e sokanlar da İDAM'ı hak etmişlerdir!..

(9)- Mandacı İsmet'in kara ihaneti burada bitmez. CHP son iktidar yıllarında sessizce çıkartılan bir DEVLET Şurası tefsir ve kararıyla tapuya bağlanmış toprakların dahi, yeni sahiplerinden alınıp eski sahiplerine iadesi sağlandı!

İsmet Paşa'yı başarılı gösterme çabası içinde olan Şevket Süreyya dahi, bu konuda şöyle der:

1950 seçimlerinden önce, Diyarbakır-Çinar'da 20 yıl önce oraya yerleştirilmiş, fakat bir türlü tapuları verilmemiş büyükçe bir "Rumeli göçmenleri köyü" halkının tekrar göçe hazırlandıklarına şahit olmuştum.

İki yaşlı Kürt çobanının şahitliğine dayanılarak, bu uçsuz bucaksız toprakların, isyandan sonra güneye kaçan beylere ait olduğuna hüküm verilmişti!..Burada yaşıyan göçmenlere mahalli idareler ve yerli memurlar tapu vermemişlerdi.

Şikayet üzerine gelen hakim, gözleri yaşararak onlara, topraklarını terketmeleri gerektiğini bildirmişti.

Göçe hazırlanan bu köy halkının toplandığı meydana bakan kahvenin duvarında ise CHP'nin seçim afişleri asılmıştı. Bunlarda 6 OK ve şu sloganlar görülüyordu:

KÖYLÜYE TOPRAK!.. TOPRAĞA TAPU!..

İşin en enteresan yönü nedir, biliyor musunuz?.. TÜRKİYE'ye DEMOKRASİ getirdiği iddia edilen İsmet'in iktidarda kalabilmek için DOĞU ve GÜNEYDOĞU'yu isyancılara peşkeş çekmesi, ona bölgede oy sağlamadı!..

O tarihten sonra da hiç bir parti, memleket aleyhine olup ta oy için vatandaşa verdiği tavizlerden oy alamadı. Özal hem "özelleştireceğim" dedi, hem iki misli işçi doldurdu Zonguldak madenlerine... 4 ilçeyi seçim öncesi il yaptı, hiç birinden oy alamadı. SHP İstanbul'un güzelim tepelerini gecekondularla doldurdu, militan Alevi ve Kürtler'i DEVLET ve belediye kadrolarına yerleştirdi, oy alamadı!..

Ama TARİH ibret içindir, ders almak içindir. ATATÜRK'ün teşhisi doğru, aldığı tedbir yerinde idi.

Şimdi de aynı sorunla karşı karşıyayız. DOĞU ve GÜNEYDOĞU'da anarşi yüzünden, geçim sıkıntısından Kürt asıllı aşiretler batıya göç ediyorlar... Topraklar boşalıyor, evler viraneye dönüyor.

Öte yandan GAP projesi ile bir kısım arazi de kıymetleniyor... Suriyeli zenginlerin, karanlık kişilerin eline geçiyor. Bölgeyi elimizde tutmak istiyorsak, çok iyi bir STRATEJİ tesbit edip, çok iyi bir TAKTİK uygulamamız lazım.

Bizim teklifimiz şudur: DOĞU ve GÜNEYDOĞU'daki bütün tapu el değiştirmeleri denetim altına alınmalıdır!.. Boşaltılmış köyler, evler istimlâk edilmeli, böylece batıya göçenlerin eline bir kaç kuruş para geçmesi sağlanmalı, mağdur edilmemelidir. Bu suretle hazineye geçen toprak, iyi bir kadastro işleminden sonra DEVLET ÇİFTLİKLERİ haline getirilip BATI ANADOLU halkına, ve RUMELİ, KAFKAS göçmenlerine 20-50 sene için kiralanmalıdır.

Dikkat ediniz, KİRALAMA diyoruz... Çünkü dünyanın her tarafında dağıtım yolu ile gerçekleştirilmeye çalışılan toprak reformları hep arazinin zengin ağaların elinde toplanmasına yol açmıştır. Bunlar kendileri şehirlerde oturur, köylüleri tarlada çalıştırır, üstelik te ancak sürünecek kadar ücret öderler.

Bu bakımdan biz toprak satışı, bina satışı yerine uzun vadeli kiralamayı tercih ederiz.

Bu arada bilhassa 1980 yıllarında Özal'ın gafletinden GAP bölgesinde büyük araziler kapattıkları söylenen Suriyeli ve Avrupalı kişilerin ellerindeki araziler kesinlikle istimlâk edilmeli, ve bölgede TÜRKLER dışındakilere toprak tahsisi yasaklanmalıdır.

Yörede kalan Kürt asıllı ailelere de aile ölçeğinde toprak kiralanmalı, zıraat memuru, öğretmen, veteriner gibi kişiler ile irtibatı arttırılarak onların da her bakımdan DEVLET'e bağlanması, ve TÜRKLEŞMESİ sağlanmalıdır. Unutmıyalım ki, "KARNIMIN DOYDUĞU YER VATANIMDIR" ifadesi pek anlamsız değildir.

(10)- Bazıları "GAZİ MUSTAFA KEMÂL ile ATATÜRK'ün İKİ ayrı KİŞİ olduğunu, MUSTAFA KEMAL'in MİLLİYETÇİ, İSLAMCI, ŞARKÇI, DEMOKRAT, FEDAKÂR, ÇALIŞKAN olma vasıfları ile göze çarptığını; ancak CUMHURBAŞKANI ATATÜRK'ün BATICI, TESLİMİYETÇİ, DİKTATÖR, UYDURUK DEVRİMCİ nitelikleri ile ilkinden ayrıldığını" söylerler.

Biz ATATÜRK'ü çok yakından inceledik... Âdeta RÛHEN onunla beraber olduk. Onun hangi sözü hangi duygular ve ihtiyaçlar içinde söylediğini hissetmeye çalıştık.

Onu bazen bir DÂHİ gibi inanılmaz derecede başarılı gördük, bazen her BEŞER gibi hata yaptığını tesbit ettik. Ve 1918'den sonra ÜÇ ayrı DÖNEM olduğunu farkettik onun hayatında...

Bunlardan birincisi 1918-1922 arasındaki ANTİ-EMPERYALİST, MİLLİYETÇİ, ŞARKÇI, İSLÂMCI, TAM İSTİKLÂLCİ, YILMAZ MÜCADELECİ ve MUZAFFER MUSTAFA KEMÂL!..Bütün BATI aleyhtarı sözleri, İSLÂMCI ifadeleri bu dönemdedir. (Bakınız: TÜRKÇÜLÜK , İSLAMİ ESASLARA BAĞLILIK , TAM İSTİKLAL , ŞARKÇILIK VE EMPERYALİZMLE MÜCADELE yazılarımız)

İkincisi 1923-1930 arasındaki bir an önce BARIŞ isteyen; bunun için "BATI'ya taviz verilmesi, BATI'ya benzer bir sistem getirilmesi, BATI'ya hoş görünecek devrimler, değişiklikler yapılması" hususunda telkinde bulunan mandacı İsmet ile Tevfik Rüştü gibilerine uyan HARP YORGUNU GAZİ HAZRETLERİ!..

Hasan İzzettin Dinamo, çok yerinde bir teşhisle, GAZİ'nin yönünü BATI'ya çeviren kişinin Franclin Boullion olduğunu söyler... (Bakınız: Kutsal İsyan cilt 1 sf.15) Mustafa Kemâl Boullion ile 1921 Haziranında karşılaşıp görüşmüş, arkasından Türk-Fransız anlaşması imzalanmış ve Fransızlar işgâl ettikleri Güneydoğu'dan çekilip ellerindeki silah ve malzemeyi Türkler'e bırakmışlardı.

Mustafa Kemâl-Boullion görüşmesi, Türkler'i DOST olarak sadece Bolşevikler'e güvenmek ve bağımlı kalmaktan kurtarmıştı. Bu suretle Enver Paşa, Çerkez Ethem ve Mustafa Suphi vasıtasıyla Anadolu'da başlatılmak istenen sosyalist hareket önlenebilmişti.

İngilizler de Cumhuriyet ilan etmek, halifeliği kaldırmak kaydıyla TÜRKLER'e hayat hakkı tanıyabileceklerini, savaş sırasında çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdi.

GAZİ'nin şuuraltına yerleşmiş olan bu hususlar, ilerde "TÜRKİYE'yi BATI uygarlığının bir kenara yerleştirerek hiç olmazsa İSTİKLÂL'ini ve MEVCUDİYET'ini güven altına alma" politikası şeklinde ortaya çıkmıştır.

En önemlisi, İsmet Paşa Lozan'dan çok hırpalanmış ve değişmiş olarak dönmüştü... BATILI delegelerin baskısı, "Kabul etmediğiniz tekliflerimizi cebimize koyuyoruz, sıkıştığınızda çıkarıp önünüze atacağız," demeleri; bu ÜRKEK, EVHAMLI, KARARSIZ ve SAPLANTILI adamı bir daha BATILILAR'ın karşısına çıkamayacak bir halet-i ruhiyeye itmişti.

Rauf Orbay, hatıralarında İsmet Paşa'nın HİLÂFET'in kaldırılmasında da büyük rolü olduğunu anlatır... İsmet Paşa'nın 17.11.1922'de Muslim Standard gazetesine verdiği beyanatta:

" TÜRK MİLLETİ İSLAM'IN KILICIDIR! HİLÂFET, TÜRK MİLLETİ'NE EMANETTİR! Kanımızın son damlasına kadar HİLAFET'i tutup yaşatacağız"

demesine rağmen; Lozan'dan dönüşünde tamamen aksi fikir ve kanaatle yaman bir HİLAFET düşmanı kesildiğini söyler... Bunun da "bazı DÜŞMAN telkinlerine kapılışından ileri geldiğinin anlaşıldığını" belirtir.

Rauf Orbay şöyle devam eder:

İsmet Paşa LOZAN'da İngilizler'le bir nevi GİZLİ ARABULUCULUK rolü oynayan İstanbullu meşhur HAHAMBAŞI Hayim Naum Efendi'nin telkinleriyle, "HİLÂFET'in artık ne şekilde olursa olsun TÜRKİYE'de devamına müsaade edilmeyip derhal atılması lüzumu" fikrini tamamiyle benimsemiş bulunuyordu.

Tevfik Rüştü, "BATILILAR devrimler tutmadı sanırlarsa, mahvoluruz," demiyor muydu?.. Tevfik Rüştü'ye göre devrimler bizim için değil, BATILILAR için yapılmamış mıydı!.. Lord Curzon, Lozan'da İsmet'e "Şimdi reddettiklerinizi cebimize koyuyoruz. Sonra bize geldiğinizde birer birer çıkartıp önünüze koyacağız" dememiş miydi?..Lozan'dan 2 yıl sonra Şeyh Sait isyanı, 3 yıl sonra suikast olayı meydana gelmemiş miydi?..Bunların hepsinin GAZİ'yi bunalttığını kabul etmek gerekir.

Sıkıntı sadece bu kadar da değildi... 300 yıldır ihmal edilmiş, 15 yıldır ardı arkası kesilmeyen harpler ile perişan hale gelmiş TÜRKİYE halkı artık sulh ve refah istiyordu.

Ayrıca Rauf Orbay'ın deyimiyle İsmet Paşa kendisini "Avrupa politika âlemini ve dünya ahvalini herkesten iyi anlamış ve bilmiş bir politika adamı" olarak GAZİ de dahil olmak üzere herkese yutturmasını bilmişti!.. Ne diyordu Rauf Orbay:

- "Bunu böyle kabul edişimiz, bizim GAFLET'imiz olmuştur!.. Zira MUSTAFA KEMÂL PAŞA da, ben de, KARABEKİR ve ALİ FUAT PAŞALAR da, diğer bir çok arkadaşlar da yıllardanberi çeşitli vazifelerle gidip gelerek, dillerini bildiğimiz, matbuatını ve neşriyatını da yakından takip ettiğimiz dış âlemin ve bilhassa Avrupa politikasının hiç te yabancısı olmadığımız halde; şimdi ömründe İLK defa gittiği Avrupa'da bir kaç haftacık kalan İsmet Paşa'ya "dünya ahvalini herkesten iyi bilen bir dış politika uzmanı" gözü ile bakmak gafletine nasıl düştüğümüzü anlamıyorum!"

- "Büyük Millet Meclisi'ndeki EKONOMİ-POLİTİK tahsillerini Avrupa'da yapmış, bu sahada İHTİSAS sahibi olmuş, muntazaman dünya ahvalini takip eden genç mebuslar bile, Lozan'dan dönen İsmet Paşa'yı dinlerken, ağzından çıkan her sözü mahz-ı keramet telâkki edecek derecede tesiri altında kalmışlardı!"

Tarihçi Cemal Kutay, MİLLİ MÜCADELE'nin önde gelen isimlerini ikiye ayırır... Bir televizyon programında bunları "önceden katılanlar, sonradan katılanlar" diye tarif etmiştir... Önceden katılanları MİLLİYETPERVER, VATANSEVER, FEDAKÂR olarak nitelemiş; aralarında İsmet Paşa'nın da bulunduğu ikinci grubun ise MEVKİ DÜŞKÜNÜ, MENFAATPEREST, MANDACI olduğunu belirtmiştir. (Ceviz Kabuğu, 1997) İsmet Paşa kısa zamanda bu birinci grubu GAZİ'nin yanından uzaklaştırmıştır!

Böylece İsmet Paşa, Başbakan olduğu ve olmadığı 1923-1937 döneminde ATATÜRK'ün etrafından ayrılmamış, onun en yakını olmuş, sürekli ona "BATI'yla kaynaşma, BATI'ya ters düşmeme" telkinlerinde bulunmuştur. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüstü Aras'ın,"BATILILAR, devrimler tutmadı sanırsa, mahvoluruz!" ifadesi; aslında İsmet Paşa'nın bütün hayatınca sürmüş olan MANDACILIK zihniyetinin, onun hükümetlerindeki yansımasıdır.

Daha sonradan koyu TÜRKÇÜ olan Mahmut Esat Bozkurt, "TÜRK ihtilâlinin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mal etmek, benimsemektir. Önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdurlar. Bu prensip bakımından, kanunlarımızı olduğu gibi Batı'dan almak zorundayız," diyordu... Yani ATATÜRK'ün etrafı o dönemde BATI HAYRANI, MANDACI tiplerle çevrili idi!..

İşte bu yüzden 1923-1930 arasında ülkenin çehresini değiştiren kanunlar birbiri peşine, acele ile çıkarıldı... Bunlardan bir kısmı halkın kalkınmasına, ilerlemesine matuf iken; bir kısmı da BATI'nın TÜRKİYE ile uğraşmasını önliyecek tavizler şeklinde gelişti... Bunların arasında Şapka Kanunu, imam-hatip okullarının kapatılması, EZAN'ın "TÜRKÇE"leştirilmesi, hatta harap camilerin satılması veya kapatılması, Medenî Kanun, Ticaret ve Ceza kanunları'nın BATI'dan kopya edilmesini sayabiliriz... Bir örnek olarak vermek isteriz ki, medreselerin üniversiteye döndürülüp Maarif Vekâleti'ne bağlanmasından sonra, din eğitimi için açılan 29 imam-hatip okulundan 3'ü 1925'te, 6'sı 1926'da, 18'i 1927'de, son 2'si de 1930 yılında kapatılmış, ilerki yıllarda millet ölüsünü yıkatacak imam bulamaz hâle gelmiştir! Yine 1926-1950 yılları arasında (GAZİ PAŞA ve İSMET PAŞA dönemleri) 513 cami, 1070 mescit satılmış yani ibadete kapatılmış veya tahrip olmuştur.

İzmir İktisat Kongresi'nin DEVLETÇİ ifadelerle başlayıp, kararlarının ve 1924 Anayasası'nın LİBERAL nitelikli olmasını da buna bağlıyoruz.

Asla İNKILÂB veya DEVRİM saymadığımız bu uygulamalar, halk tarafından tasvip görmemiş, yer yer isyanlar çıkmış; DEVLET ile insanımızın arasını açmıştır.

MUSUL-KERKÜK bu dönemde kaybedilmiştir... EGE ADALARI, KIBRIS bu dönemde ihmal edilmiş, İLİŞKİMİZ yok sayılmıştır.

Bunu GAZİ mi böyle istedi?.. Hayır!.. Bizce onun vebali sadece, gevşek davranıp "kurtuluşun ancak böyle olabileceğini" telkin eden İsmet Paşa gibilere kapılmasıdır... Dedik ya!.. HARB YORGUNU olmasının, MİLLET'i yeniden savaşa atmak istememesinin bunda etkisi vardır... Ama itiraf etmeli ki, bu dönemin GAZİ'si, MİLLİ MÜCADELE'nin MUSTAFA KEMÂL'i ile ÇELİŞİR görünümdedir.

Üçüncü dönem 1931-1938 dir... Bu dönemde bir ATATÜRK vardır. Kapitalist Buhran'ın BATI'yı sarması ile, MUSTAFA KEMÂL kendine gelir!.. Çevresindekilerin etkisi ile, yina bazı hatalar yapmasına rağmen, ATATÜRK, artık HIRİSTİYAN BATI'dan medet ummayı bırakır, TÜRKLÜK ön plana çıkar, bilhassa 1935'ten sonra muhteşem bir ATATÜRK vardır.

Liberalizm'den ayrılıp DEVLETÇİLİĞE GEÇİŞ, bu dönemdedir... BATI'ya kafa tutup gavur okullarının çoğunun kapatılması bu dönemdedir... General Mc Arthur'la yapılan görüşme, BATI'ya karşı oluşturulan BALKAN PAKTI, SADABAT PAKTI bu dönemdedir... MASON derneklerinin kapatılıp mallarının müsadere edilmesi bu dönemdedir...

Artık o, TÜRKLER'in DÜNYA TARİHi'ndeki İNKÂR EDİLMEZ mevkiini sezmiş, MİLLİYETÇİLİĞİ, ANTİ-EMPERYALİZMİ, ANTİ-KAPİTALİZMİ, DEVLETÇİLİĞİ şiar edinen MUSTAFA KEMÂ ATATÜRK'tür. Sadece bizlerin değil, DÜNYA TÜRKLERİ'nin ATA'sıdır o!..

Bir ara "uyduruk dil" akımına kapılmasına, "Türkçe" EZAN uygulamasına rağmen; bu dönemde, ölümüne yakın iyice uyanarak, 14 yıldır yakasını kaptırdığı İsmet'i onun Anayasa'ya LÂİKLİK ilkesini sokmasından hemen sonra silkeler atar!.. HATAY meselesini çözer.

Koca ATATÜRK'ün İsmet gibi sünepe, ufak tefek bir adamın elinde oyuncak olacağını düşünmek, zor gelebilir... Ama bu yazımızda, ve İSMET PAŞA MUAMMASI yazımızda pek çok değerli tarihçimizden naklettiğimiz hatıralar, İsmet'in ATATÜRK'ü aldattığını, oyuna getirdiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Takrir-i Sükûn kanunu, Terakkiperver Fırka kapatılması, gazeteler ve muhalifler susturulması, "önceden katılan" paşalar ile GAZİ'nin arasını daha da açmıştı. ATATÜRK yalnızdı!.. İsmet ise ne yapmış ne etmiş, ta baştan itibaren Meclis'te kendisine bağlı bir grup meydana getirmişti...

Fethi Okyar bu konuda şu değerlendirmeyi yapar:

- "LİDERLİK üzerinde GAZİ MUSTAFA KEMÂL, söz götürmez OTORİTE idi. FAKAT, kendisini hemen İsmet Paşa takip ediyordu. İki lider arasında başkaca kuvvet dengesi mümkün değildi. HALK FIRKASI içinde o günlerin söyleyişi ile MÜFRİTLER denilen grubun Hükûmet Reisliği için tek adayı, İsmet Paşa idi." (Üç Devirde Bir Adam)

Rauf Orbay'a göre de; "İsmet Paşa daha kuvvetli olmak, rakipsiz uzun süre iş başında kalmak hırsını tatmin için, karşısına çıkması ihtimali olan gerçekten dürüst ve idealist insanları bir punduna getirip MUSTAFA KEMÂL PAŞA'nın yanından uzaklaştırıyordu."

ATATÜRK, bir süre sonra İsmet Paşa'dan kurtulmak için onun karşısına Serbest Fırka ile Fethi Okyar'ı çıkartmaya çalıştı. (2.6.1930) Bu faaliyete girişirken, sanki geleceği görmüş gibi, şöyle demişti:

-" Ben CUMHURİYET'i şahsi menfaatim için kurmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra, ARKAMDA kalacak bir İSTİBDAT MÜESSESESİ'dir!..Ben ise, MİLLET'e miras olarak bir İSTİBDAT MÜESSESESİ bırakmak, ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum. Mesele, memlekette CUMHURİYET'in şahısların hayatına bağlı kalmıyarak kökleşmesidir!"

Fethi Okyar ATATÜRK'ün teklifini kabul ederek bir muhalefet partisi kurmasını şöyle açıklar:

- "İsmet Paşa'nın hodbinliği, nihayetsiz iddialı tavrı, hudutsuz mevki hırsına eklenen yetersizliği ve etrafında cereyan fecaatler yüzünden memleket bir uçuruma doğru sürüklenmekte iken, haykırmamak elimden gelmiyordu!"

Serbest Fırka'ya giren Ağaoğlu Ahmet Bey de durumu, ATATÜRK'ün önünde İsmet Paşa ile şöyle tartışmıştı:

Ağaoğlu - Paşam, öyle bir çevre içinde yaşıyoruz ki, Hükümet'in icraatını tenkit için kimsede şevk ve cesaret bırakılmamıştır.


İsmet - Emekli Kanunu Fırka'da müzakere edilirken, pekala siz de söz aldınız ve kanunu tenkit ettiniz.


Ağaoğlu - Tenkit ettim, ama neye yaradı?..Ben kürsüde iken, sözlerimi mebusların tasvip ettiğini yüzlerinden ve hallerinden görüyordum. Fakat hemen kürsüye geldiniz ve kanunu savundunuz. Ondan sonra da bana hak veren mebuslar kanunu kabul ettiler.

Bahsedilen kanun "bir saat" vekil sandalyesinde oturan bir zatın, vekillikten çekildikten sonra 150 lira emekli maaşı alması hükmünü ihtiva ediyordu. Bu, o güne göre inanılmaz yükseklikte bir maaştı. ATATÜRK, bunun üzerine Fethi Bey'e, "Fransa'da vaziyet nasıldır?" diye sordu. Fethi Bey:

- "Fransa'da düşen vekillere böyle bir emekli maaşı söz konusu olmaz. Böyle bir kanun geçse, kamuoyu kıyameti koparır," cevabını verdi.

Bu söz üzerine İsmet Paşa şu hayret verici cevapla kendini savunmuştur:

- Bu kanun sadece vekillere değil, mebuslara da emeklilik hakkını temin ediyor. Ahmet Bey İdealisttir. Gerçeklerden anlamaz. Ben Hükûmet Reisi sıfatıyla mebus arkadaşlarımın menfaatine ilişkin bu meselede muhalif kalamazdım. PARA MESELESİ'dir. Gerçeklere riayet lâzımdır!

Görüldüğü gibi, İsmet Paşa milletvekillerine şahsi menfaat temin eden kanunlar vasıtasıyla onları safına çekmesi bir yana; milletvekillerinin kendi maaşlarını fahiş oranlarda yükseltip, kendilerine olmayacak imtiyazlar tanıyan kanunlar çıkartmalarına da, emsal teşkil etmiştir. MİLLET'in nefretini çeken bu uygulama, İsmet Paşa ile başlamıştır. Ancak vebali, o dönemde yapılan her yanlış iş gibi, GAZİ'nin omuzlarına yıkılmıştır!

Kemâl Tâhir, İsmet Paşa'nın Serbest Fırka'yı nasıl üç ayda ekarte ettiğini şöyle anlatır:

- "Serbest Fırka kapanmadan iki gün önce Cumhuriyet'te Yunus Nadi, 'Ya partinin başına geç, devrimleri koru, ya da biz sensiz bunu yapacağız!.' diyordu."

- "Yunus Nadi bu gücü kendinde bulamazdı. Öyleyse partiyi eline geçirmiş olan İsmet Paşa, GAZİ'yi göreve çağırıyordu. (Yoksa) GAZİ'yi sarsalamak kimin haddine?.."

- "GAZİ politika yaptı, Fethi Bey'i İsmet Paşa'ya kurban verdi!.. Ancak uzun yıllar sonra, İsmet Paşa'yı görevden alıp Celâl Bayar'ı başbakan yapabildi."

ATATÜRK "politika" yaptı, ama mecburdu. Koca GAZİ, memleketi yöneten partiyi İsmet'e kaptırdığını, aslında Meclis'te hiç te güçlü olmadığını sezmişti!..

İsmet Paşa olaydan daha da güçlenmiş olarak çıktı. 1937'e kadar rakipsiz kaldı.

Şevket Süreyya bu konuda şöyle yazar:

"İsmet Paşa her şeye rağmen TEK PARTİ ADAMI idi ve öyle kalacaktı... Hatta bir kısım politikacılar, GAZİ'nin yeni bir parti yaratma teşebbüsünü, "İsmet Paşa'nın sivrilmiş otoritesi"ne ve "söz sahipliği"ne karşı saydılar. Onlara göre GAZİ, artık harf, dil, tarih ve kültür işlerine kendini vermişti. HER ŞEY GAZİ'NİN ELİNDE GÖRÜNMEKLE BERABER, İSMET PAŞA HÜKÛMETTE TEK SÖZ SAHİBİ GÖRÜNÜYORDU!.."

Gerçekten öyle idi... ATATÜRK CHP'yi İsmet'e bıraktığı gibi, şahsiyetleri açısından Meclis'e girmesini istediği bir kaç kişinin dışındaki mebusların tercihine de karışmazdı. GAZİ'nin aslında parti teşkilâtının tercihine bıraktığı sayının büyük kısmı için, İsmet ne yapar eder, kendine çok yakın ve sâdık adamların listeye alınmasını ve seçilmesini sağlardı. Arada bir çıkan muhalifleri de terörü ile sindirirdi.

Böylece Meclis görüşmelerine fazla katılmayan, Köşk'ten çıkıp halkın arasına fazla karışamıyan GAZİ'ye her şey, "süt liman" görünürdü!.. İsmet, GAZİ'nin çevresinde öyle bir "koruma" halkası oluşturmuştu ki, istemediği kimse o kordonu aşıp GAZİ'ye kolay ulaşamaz, GAZİ de canının istediği gibi Köşk'ten ayrılamazdı. Bir seferinde tek başına "kaybolup" şehre inmişti de, âdeta yer yerinden oynamıştı!

Burada, ATATÜRK'ün bir diktatör olmadığı için her dediğinin yapılmadığını gösteren, herkesce bilinen bir olayı nakletmek isteriz:

Ankara'nın şehir planı yapıldığı zaman, ATATÜRK, Bakanlıklar-Ulus arasındaki bulvarın 100 metre olmasını emreder!.. Bu çok büyük bir basiret örneğidir. Bugünün bile ihtiyacını karşılayacak nitelikte bir planlamadır.

Ancak o zamanlar küçük bir kasaba görünümünde olan Ankara'nın bir kaç yüzlük araç trafiği için bu genişlik çok mubalağalı bulundu. Hatta, "gene rakıyı fazla kaçırmış" diyenler çıktı, ve sözde uzmanlar ATATÜRK'ü ikna ettiler, kaldırımları ile birlikte bulvarı 30 metreye indirdiler!

İşte ATATÜRK böyle biri idi... Doğru olduğuna inansa da, işin uzmanı, bilim adamı diye karşısına çıkanların düşüncelerini dinler, onlar çoğunlukta olursa kendi fikrinden vazgeçerdi. İlerde, yazdırdığı telgrafların bile "gece edebiyatı" diye nitelenerek gönderilmediğini göreceksiniz. Uyduruk dil konusunda da KVERGİE ortaya çıkıncaya kadar Ataç gibilerinin telkinlerine kapılmıştır, 1933'den 1935'e kadar!..

Peki, karşımızda üç ayrı şahsiyet varsa, biz ne yapacağız?.. ATATÜRKÇÜLÜK diye neyi kıstas alacağız?..

GAZİ - MUSTAFA KEMÂL - ATATÜRK'ten bize intikal eden fikir ve ifadelerden hangilerini benimsiyeceğiz?.. O dönem icraatlarından hangilerini devam ettirecek, hangilerini revize edeceğiz?..

Bu soruların cevabı zor, ama önümüzde bir emsal var.

HZ. MUHAMMED'in kendisinden nakledilecek HADİSLER konusunda bir HADİS'i, mealen şöyledir:

" Benden size ulaşanları, ALLAH KELÂMI KUR'AN ile ve AKLINIZ'la değerlendirin... KUR'AN'a uyuyorsa, ve aklınız yatıyorsa bendendir. Uymuyorsa, mantığınıza ters geliyorsa; benden değildir!"

Dikkat edilirse, "kimin naklettiğine, şahidine, ispatına bakın" demiyor!.. Yani o sözü hakikaten MUHAMMED'in söylediği bütün delilleriyle tesbit edilmiş bile olsa; KUR'AN'a ve AKLA ÖNEM VEREN İSLAM gereği, MANTIĞA TERS ise kabul etmiyeceğiz!.. Bu kadar açık!..

Bu prensip HZ. MUHAMMED'e uygulanır da, ATATÜRK'e uygulanmaz mı?.. Elbette uygulanır.

Bizim tanıdığımız ve TÜRKLER'İN ATASI saydığımız ATATÜRK, MİLLÎ MÜCADELE'nin ortaya çıkardığı MUSTAFA KEMÂL'dir!.. BATI'yı çirkin EMPERYALİST yüzüyle TAM TEŞHİS ETMİŞ, bu huyundan ve bize karşı artniyetten vazgeçmedikçe onu EBEDİ DÜŞMAN İLAN ETMİŞ, BÜTÜN DÜNYA TÜRKLERİ'Nİ KUCAKLAYAN, İSLAM DİNİNİ YÜCELTMEK İSTEYEN, DEVLETÇİ, MİLLİYETÇİ, ŞARKÇI, MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK'tür!..

Daha sonraki söz ve davranışlarında da bu özelliği ararız!.. Buna ters düşen sözlerini "DİL SÜRÇMESİ", davranışlarını da HATA sayarız.

Biz ATATÜRK'ün her davranışında bir keramet gören sahte "atatürkçüler"den değiliz!.. Öyle olsaydık, günde iki paket sigara, her akşam da bir ufak rakı içmeyi de "atatürkçülük" sayardık.

O yüzden burada ATATÜRK'ün "batı yanlısı" olarak yorumlanabilecek, bu sebeple katılmadığımız bir sözünü de vermekten kaçınmıyacağız:

"MEDENİYET'e girmeyi arzulayıp BATI'ya yönelmemiş bir millet düşünülemez."

GAZİ PAŞA böyle bir lâf etti mi?.. Üniversitelerde okutulan İNKILÂB TARİHİ ders kitabında yer aldığına göre, demiş veya yazmış olabilir... Ama eğer bunu hakikaten "BATI'yı örnek almak, BATI'ya benzemek" anlamında söylemişse, "gece edebiyatı"na girer, saat üçten sonra söylemiştir, diye düşünürüz, kaale almayız!..(Bakınız: 35 no.lu notumuzda yer alan olay)

Biz bu ifadeyi "batıcılık" lehine yorumlamayız. "MUASIR MEDENİYET BATI'da, kalkınmak isteyen, o seviyeye ulaşmak isteyen BATI'yı örnek almalı," diye bile düşünmek istemeyiz... Çünkü bu sözün dile getirildiği tarihten 10 yıl bile geçmeden o BATI, çocukları, kadınları fırınladı, insan yağından sabun yaptı!..Cezayir'de bağımsızlık isteyen milyonlarca MÜSLÜMAN'ı işkencelerle katletti. O tarihten bu yana Viyetnam'da, Kamboçya'da Laos'da, Irak'ta, Libya'da, Suriye'de milyonlarca insanın kanına girdi, on milyonlarcasını da sefalete mahkûm etti!

Hep söyledik: BATI, HIRİSTİYAN-EMPERYALİST-KAPİTALİST AVRUPA VE AMERİKA'dır. Üstünlüğü sadece PARA ve TEKNOLOJİ'dir. Biz TEKNOLOJİ'yi BATI'dan almaya, vermez ise çalmaya daima varız. O TEKNOLOJİ ile BATI'nın kuramadığı MEDENİYET'i kurmaya ve dünyanın ezilen mazlum milletlerine ÖNDER olmaya tâlibiz. Bunun için İNSANLIĞIMIZA, MİLLÎ KÜLTÜRÜMÜZE ve ruhumuza işlemiş asırların TECRÜBESİNE güveniyoruz.

Biz ancak TEKNOLOJİ kapmak için BATI'ya yöneliriz. Sadece BATI'ya değil; JAPONYA'ya, geleceğin devi ÇİN'e, ATOM TEKNOLOJİSİ ve UZAY SANAYİİ sahibi RUSYA'ya, HİNDİSTAN'a, BREZİLYA'ya yönelebiliriz. Ama pahalı patent hakları ödeyerek değil; karşılıklı MAL ve TEKNOLOJİ değişimi ile!.. Tıpkı ATATÜRK'ün 1920'lerde, 1930'larda yaptığı gibi!..

ATATÜRK'ün yukardaki sözünün bizce yorumu budur... Yok, eğer BATI'yı MEDENİYET TİMSALİ olarak görmüş ve o anlamda söylemiş ise, biz ATATÜRK'ü dahi ATATÜRKÇÜ saymayız!.. Ona MUSTAFA KEMÂL'i hatırlatırız!..

Ülkemizde ATATÜRK döneminde yapılan değişikliklerin hepsi "devrim" diye kabul edilir. Biz İNKILÂB'dan ne anladığımızı daha önce anlattık... Bir kere daha tekrarlıyalım:

ATATÜRK İNKILÂBÇILIĞI aslında TÜRK İNKILÂBI'dır!.. Ve aslında TEK'tir!.. Bütün diğer uygulamalar bu TEK hedefe ulaşmak için yapılmıştır ve TEFERRUAT'tır!..

Bu hususu ATATÜRK şöyle ifade eder:

"TÜRK İNKILÂBI nedir?..Bu İNKILÂB geniş bir değişimi ifade etmektedir!..MİLLET'in, VARLIĞI'nı DEVAM ettirmek için, fertleri arasında düşündüğü MÜŞTEREK BAĞ, asırlardan beri gelen şekli ve mahiyeti değiştirmiş; yani MİLLET, dinî, mezhebî bağlılık yerine TÜRK MİLLİYETİ BAĞIYLA FERTLERİNİ TOPLAMIŞTIR!.."

Yani TÜRKİYE CUMHURİYETİ ve yeni TÜRK DEVLETİ sadece ve sadece TÜRK MİLLETİ'ne dayanır!.. TÜRK MİLLETİ'nin hemen tümü MÜSLÜMAN olmasına rağmen, MÜSLÜMAN olmayıp ta kendini TÜRK sayan herkes bu DEVLET'i kuranlardandır!.. Aksine, MÜSLÜMAN olup ta kendini TÜRK saymıyanların ne bu DEVLET'te, ne de CUMHURİYET'te söz hakkı yoktur!.. İşte GERÇEK ATATÜRK İNKİLÂBI budur, ve adı TÜRK İNKILÂBI'dır!..

Şimdi ortalıkta dolaşıp ta, "atatürk ilkeleri, atatürk devrimleri" diye ortalığı tozu dumana katanlara bir bakınız!.. Hepsi MEZHEPÇİLİK, KÜRTÇÜLÜK, LAZLIK, ÇERKEZLİK peşindedir!.. Hepsi DİN'i, veya kendi çarpık LÂİKLİK anlayışını siyasete âlet eder!.. Bu yüzden de "İNKİLÂB" olarak gösterilen ATATÜRK DÖNEMİ uygulamalarının temelindeki gerçek TÜRK İNKILÂBI unutulup gitmiştir!..

POLİTİKACI ve SÖZDE AYDINLAR'ın bir kısmına sıkı sıkı sarılıp ta, bir kısmını tamamen göz ardı ettikleri ATATÜRK DÖNEMİ UYGULAMALARI'nı, bu gözle değerlendirmek ve hepsinin bu TEK TEMEL İNKILÂB'la bağlantısını kurmak gerekir!..Buna uyan TÜRK DEVLETİ ve TÜRK CUMHURİYETİ'ni TÜRK MİLLETİ üzerinde yücelten, TÜRK MİLLETİ'ni güçlendirenler İNKILÂB'dır, diğerleri değildir!

Biz, İNKILÂB olanları MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK'e mal eder; şükran duyarız.

İNKILÂB olmıyan, hatta sorun yaratmış olanlardan da, ondan daha çok (1923-1937, 1938-1950 arası) DEVLET'e, HÜKÛMET'e, PARTİ'ye hâkim olmuş; sürekli ATATÜRK'ü aldatmış, onu KÖŞK'e âdeta hapsedip arkasından binbir dümen çevirmiş; ATATÜRK ölür ölmez de kendini hayat boyu "millî şef" ilan ettirmiş Bitlisli yanar döner İSMET'i sorumlu tutarız!

Bizce ATATÜRK'ün EN BÜYÜK, AFFEDİLMEZ, ZARARI TELÂFİ EDİLMEZ HATASI bu adamı himayesine almasıdır!.. Bu yüzden bütün değerli arkadaşları devre dışı kalmış, İSMET istediği gibi at oynatmıştır.

Hoş, ATATÜRK son günlerinde bu BÜYÜK HATA'sını tamir için İSMET'in öldürülmesini, kendi İŞ BANKASI HİSSELERİ'nin de İSMET'İN YETİMLERİ'ne verilmesini vasiyet etmiş ise de; KADER bu adamın kurtulmasını ve memleketin başına bir 35 yıl daha belâ olmasını istemiştir. Bunda da elbette alınacak DERS, bilmediğimiz İLÂHÎ bir HİKMET vardır.

Ama mesele BATICILIK olunca; ATATÜRK asla BATICI DEĞİLDİR; TÜRKÇÜ, İSLAMCI, ŞARKÇI, MEDENİYETÇİ'dir!.. İSMET ise BATICI, MANDACI, TESLİMİYETÇİ, DİKTATÖR, KÜRTÇÜ ve DİN DÜŞMANI LÂİK'tir!.. Bu iddiamızı ilerde delilleriyle ispatlıyacağız...

Bu noktadan itibaren de GAZİ HAZRETLERİ dönemi icraatının bir değerlendirmesini yapacağız... ATATÜRK'ü canımız kadar sevmemize rağmen, onu tarafsız bir gözle eleştireceğiz... Aslında buna LOZAN, SALTANAT ve HİLAFET konularıyla başlamıştık. Devam edeceğiz.

-------------------

> İÇİNDEKİLER< > ATATÜRK DÖNEMİ (1922-1938) - AÇIKLAMALAR-3 <