ATATÜRK DÖNEMİ (1922-1938) - AÇIKLAMALAR-3

(11)- Bursa'da böyle okullardan birine devam eden bir kızın hıristiyan olması üzerine, halk ayaklandı. (1930) Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati de çoğu Amerikan okulu olan bu fesat yuvalarını kapattı. Sadece 5 tanesi fazla tepki çekmemek için bırakıldı.

Bunlardan özellikle Robert Kolej ve Sen Josef bir süre daha fesat saçmaya devam etti. Robert Kolej tam Amerikan kafalı, Amerika'ya hizmete hazır, dilini, dinini, milletini unutmuş fertler yetiştirdi. Çünkü Özal'la birlikte yabancı okullar üzerindeki denetim yok denecek kadar azaldı. Yeni yeni yabancı okullar, hatta yabancı üniversiteler açıldı... Tekrar hatırlatalım ki, yabancı okullar, EMPERYALİZM'in aracıdır!

(12)- Çok açık olarak belirtmek isteriz ki, ATATÜRK TÜRK MUSİKİSİ hayranı idi. Hep onu dinlerdi. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'ndan çok önce Köşkte bir Alaturka Musikî Heyeti vardı!..Ancak ATATÜRK halkın BATI MÜZİĞİ'nin ne olduğunu da öğrenmesini istemiştir...

Onu BATI MÜZİĞİ hayranı, TÜRK MUSİKİSİ düşmanı gösterenler, halt etmişlerdir... MUSİKÎ MEKTEBİ'nin konservatuvara dönüşmesi ve TÜRK MUSİKİSİ'nin ihmal edilmesi hep onun son dönemine ve Hatay gibi önemli konularla ilgilendiği tarihlere rastlar. İsmet'in marifetidir. Bu konuyu SANAT ÜZERİNE yazımızda derinlemesine inceledik.

Ayrıca ATATÜRK TÜRK MEDENİYET ESERLERİ'nin sergilenmesi, dünyaya tanıtılmasını ister, ona önem verirdi. Şu söz onundur:

"Konya'da TÜRK medeniyetinin hakiki şaheserleri kıymette bazı mebani vardır. Karatay Medresesi, Alaeddin Camii, Sahip-Ata medrese, cami ve türbesi, Sırçalı Mescit, ve İnce Minare, derhal ve müstacelen tamire muhtaç bir haldedirler. Mütehassıs zevat nezaretiyle tamirinin temin buyurulmasını rica ederim." (20.11.1931)

Roma ve Yunan eserlerinin ön plana çıkartılması; bu ülkenin âdeta hâlâ bir Yunan ülkesi olduğu intibaını verecek tarzda restorasyonların başlaması, TÜRK-İSLAM eserlerinin ihmali gene İsmet'in marifetidir.

(13)- AŞAR toprak ürünlerinden alınan %10'luk vergi idi. Hububattan aynî, yani mal olarak; bostan ürünlerinden de para olarak alınırdı. Ancak Kanunsuz Süleyman'dan itibaren bozulan TİMAR sistemi yerini İLTİZAM'a bıraktığı için, bu vergiyi DEVLET adına müteahhitler toplar, toplarken de köylüye zulmederdi.

AŞAR'ın yerine herhangi bir vergi konmadan kaldırılması, doğru mu oldu?.. Bizce olmadı. Çünkü esas problem köylünün kazancının %10'unu DEVLET'e vermesi değil; aracılar tarafından ezilmesi idi.

Üstelik hadi fakir köylüyü bu vergi yükünden kurtardınız, büyük toprak sahibi ağaların vergi ödememesi, servetine servet katması ile "devrim" mi olur?.. Hem de fakir DEVLET gelirinin dörtte birini kaybetmişken!..

Bitlisli İsmet bile, köylünün böyle "devrim"e aklının ermediğini şöyle anlatır:

"AŞAR'ı kaldırdığımız zaman, samimi olarak tereddüt ve itirazı biz köylülerden gördük. İhtiyarlar bu kadar büyük bir vergiden vazgeçilirse, bu DEVLET'in nasıl idare edileceğinden endişe etmişlerdir." (30.8.1930)

Peki, yapılması gereken ne idi?.. Elbette önce köylüyü mültezimin elinden kurtarmak gerekirdi. İkinci olarak, kapanın elinde kalmış olan topraklar DEVLET MÜLKÜ sayılıp yeniden ve doğrudan işliyenlere DEVLET ÇİFTLİĞİ olarak AİLE İŞLETMESİ zihniyetiyle kiralanmalı idi. Üçüncüsü verimli arazilerden çok, verimsizlerden az, hatta gerekirse hiç vergi almıyacak yeni bir sistem kurulmalıydı. Doğu'da bastırılan isyan, göç ettirilen ağalar böyle bir TOPRAK REJİMİ için ideal zemini oluşturmuştu.

Şurası unutulmamalıdır ki, sömürgeci olmayan ülkeler için kalkınmanın TEK yolu vardır. O da zıraatten elde ettiği geliri sanayiye yatırmaktır... Hele TÜRKİYE gibi o dönemde nüfusunun %80'i tarımda ve köylerde olan bir millet için tarımdan elde edilecek gelir, vazgeçilmez idi.

(14)- Biz ATATÜRK zamanında çıkan bazı kanunların "inkılâb" diye yutturulmasından son derece rahatsızız. Bunların başta gelenlerinden biri de ŞAPKA KANUNU'dur.

Bizce ŞAPKA KANUNU, GAZİ HAZRETLERİ döneminin hatalarından biridir.

Kendisi şapka giyebilirdi. Giyilmesini tavsiye ve teşvik edebilirdi. Ancak:

- "Bir zamanlar bu milletin başına FES giydirebilmek için şeyhülislamlar tebdil olundu, FETVALAR çıkartıldı," (28.9.1925)

diyen ve halka zorla fes giydirilmesinden şikâyet eden GAZİ'nin bir kanunla şapkadan başka başlıkları yasaklaması, hiç hoş olmamıştır. Bu yüzden isyanlar çıkmış, kıymetli zaman ve kaynaklar boş yere sarfedilmiştir.

Üstelik son zamanlarda dejenere olmasına rağmen, OSMANLILAR'ın başka hiç bir devlette olmayan, her mesleği ve kişinin o meslekteki derecesini belirliyen bir BAŞLIK sistemi vardı. İşin o yönü üzerinde de hiç durulmamıştır.

Sonuç nedir?.. O gün "giyilmesi mecbur" olan "fötr şapka"nın bugün modası geçmiştir!.. Bugün o tip şapkayı Yahudi muhafazakârlardan ve Teksaslı Amerikalılar'dan başkası giymez.

TÜRKİYE'de ise hemen hiç görülmez. İkide birde şapkasını bırakıp kaçan Mason Demirel hariç!.. (O adamın da korkaklığının sembolü olan şapkasının "demokrasi" sembolü haline getirmesi de başka bir komedidir.) Yani aslında bugün bütün DEVLET memurları ve TÜRK erkekleri suç işlemektedirler. Şapka Kanunu'na muhalefetten ceza görebilirler!..

"Şapka"nın bir "devrim" sayılması, insanımızın çoğunun "ATATÜRK devrimleri"ne karşı geliyor görünmesine, gereksiz bir mecburiyetten dolayı, ona kızmasına yol açmıştır. Bu, yanlış olmuştur.

ATATÜRK'ün ŞAPKA ve KIYAFET KANUNU'na temel teşkil eden söz ve açıklamalarını burada aynen nakletmek ve onun gerçek maksadını belirtmek istiyoruz:

- "Şalvarlı elbiseler mi ucuz, yoksa beynelmilel son kıyafet mi?.. Bu elbiseler daha ucuzdur. Hem basittir. Yerli kıyafet daha pahalıdır, aynı kumaştan birer elbise daha yaparsınız."

"İçinde takke, üzerinde fes, abanî sarık... Bunların hepsinin ayrı ayrı parası ecnebilere gidiyor! Bunu söylemekten maksadım şudur: Biz her nokta-ı nazardan insan olmalıyız... Medeni olacağız!" (24.8.1925, Kastamonu)

Görüldüğü gibi ATATÜRK her şeyden önce TÜRK insanının giydiklerinin BASİT, SADE, UCUZ, MEDENÎ olmasını, PARASININ YABANCIYA GİTMEMESİ'ni istiyor! Kendisi de çok sade, ancak çok bakımlı giyinirdi.

Şu halde GERÇEK KIYAFET İNKILÂBI, halkımıza israf ve gösterişten kaçınarak SADE, DÜZGÜN, TEMİZ ve YERLİ KUMAŞ'la giyinmesini öğretmektir. Buna ne MENDERES, ne DEMİREL, ne ÖZAL, ne ERBAKAN, ne de ERDOĞAN uymuştur. Hiç biri halka bu konuda önderlik etmemiştir!.. Hatta "görmemişlik"le mâlûl ÖZAL, meşhur yabancı modacılardan giyinmekle öğünürdü!..

Devam edelim:

- "Bizim kıyafetimiz millî midir?.. Bizim kıyafetimiz medenî ve beynelmilel midir?.. Tabirimi mazur görünüz, altı kaval, üstü şeşhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet ne millîdir ve ne de beynelmileldir. O halde kıyafetsiz bir millet olur mu arkadaşlar?.."(28.8.1925, İnebolu)

- "Her milletin olduğu gibi bizim de bir MİLLÎ KIYAFETİMİZ varmış. Fakat taşıdığımız kıyafet o değildir. Hatta millî kıyafetimizin ne olduğunu bilenler içimizde azdır bile. Meselâ, karşımda bir zat... Başında fes, fesin üstünde bir yeşil sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde bir caket...Medeni bir insan bu acaip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü?.. Devlet memurları bütün milletin kıyafetini tashih edecektir." (30.8.1925, Kastamonu)

Görüldüğü gibi ATATÜRK, bir MİLLÎ KIYAFET olabileceğini, ancak çeşitli topluluklardan meydana gelen OSMANLI'da bu MİLLÎ KIYAFET'in son zamanlarda ortadan kalktığını imâ ediyor.

Gerçekten de her meslek erbabının ayrı kıyafet giydiği, her meslek içindeki kıdemini (çırak, kalfa, usta) gösteren sarık sardığı, ve ölmüş kişilerin bile mezar taşlarından mertebelerinin bilindiği OSMANLI KIYAFET anlayışı, TANZİMAT'la birlikte ortadan kalkmış; BATI'dan alınanlar ile çeşitli toplulukların kıyafetleri bir curcunaya dönüşmüştü. 1920'lerdeki kıyafet millî değildi. Millete bir kıyafet ararken GAZİ, MEDENİ ve BEYNELMİLEL olmasını yeterli görmüştü. Bunu şöyle ifade eder:

-"TURAN kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal yoktur. Medenî ve beynelmilel kıyafet milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Onu iktisap edeceğiz." (28.8.1925)

Nedir bu kıyafet?.. Onu da genel olarak şöyle sayar:

- "Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantalon, yelek, gömlek, kravat, caket ve bittabi başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun ismine ŞAPKA denir." (28.8.1925)

Erkekler için sayılmış olan bu genel kıyafete ÇİZME, KASKET, KEPENEK dahil değildir... Ama elbette ki bu, "kışın çizme giyilmez, çobanlar kravatla koyun güder, kepenek giyemez" anlamına gelmez. Elbette ki "erkek memur" için yapılmış olan bu tarif, işçinin tulum, köylünün kasket giymesini önlemez.

Öte yandan bu sözler BATI'DAN ALINSA DA; PEŞMURDE, ZÜPPE, TAKLİTÇİ, YABANCI MENŞELİ bütün kıyafetleri yasaklar! Yani köylünün şalvarını "ibtidaî" görüp atarken; ayağınıza Amerikan inek çobanlarının yırtık bulucinini geçirip, "medeniyet" ve "beynelmilellik" taslıyamazsınız!.. Bizim "atatürkçü"ler bu konuda da suskundurlar.

GAZİ, ŞAPKA'yı methederken şunları söyler:

-"İşte şapkamız" diyenler vardır. Onlara sormak isterim: Yunan serpuşu olan FES'i giymek caiz olur da, ŞAPKA'yı giymek neden caiz olmaz?..Bizans papazlarının ve Yahudi hahamlarının özel kisvesi olan CÜPPE'yi ne için ve nasıl giydiler?.."(28.8.1925, İnebolu TÜRK Ocağı)

Açıkça belirtmek isteriz ki, bizim insanımız AYAKKABI, PANTALON, CEKET, GÖMLEK ve YELEK giymekte hiç zorlanmamıştır. Çünkü eski kıyafetinde zaten benzerleri vardı. Yalnız KRAVAT ve ŞAPKA daima şehirlinin, okumuşun bir imtiyazı olarak kalmış; köylümüz, esnafımız, işçimiz KASKET'i daha çok benimsemiştir. Az önce de söylediğimiz gibi FÖTR ŞAPKA'nın modası 60'lı yıllardan sonra geçmiştir. KRAVAT'ın adı ise, ZEKİ halkımız arasında hâlâ MEDENİYET YULARI'dır. Medenileşelim derken, BATI boyunduruluğuna girmemizi simgeler!

GAZİ "yabancılardan alınmış FES'in yerine, yine yabancılardan alınan ŞAPKA'yı giymeyi" savunuyor. Niye?.. Biri geçmişi hatırlatıyor diye! Hemen arkasından da yine yabancılardan alındığını iddia ettiği cübbeyi kötülüyor. Papaz ve hahamlardan alındı diye! Bir gericilik sembolü olarak görüyor...

Biz deriz ki, burada hem bir tutarsızlık, hem de bir hata var... Cübbe papazlarda da olabilir ama; ORTAASYA'da KAFTAN ve ÇAPAN, ANADOLU'da KEPENEK tarzı uzun giyimler tamamen TÜRK MİLLÎ KIYAFETİ'dir. HATA bu tariftedir... TUTARSIZLIK ise, yabancıdan alınan BİR kıyafet, sadece ŞEKİL olarak değerlendirilip reddediliyorsa, bu HER kıyafet için geçerlidir. Cübbe kötüyse, fes kötüyse; şapka da kötüdür!.. Kaldı ki, FES Yuunanistan'dan değil, Müslüman ülke FAS'tan alınmıştır. Onun için adı FES'tir!

GAZİ'nin "Kastamonu sanatkarları tarafından imal olunup bir nümunesi bana gönderilen KEÇE ŞAPKA, hal-i hazırıyle bile halkımız tarafından kullanılabilecek mükemmelliyettedir," diyerek (20.9.1925) methettiği keçe başlık dahi, bizce FÖTR ŞAPKA'dan makbuldür!.. Çünkü bu, KAZAKİSTAN-KIRGIZİSTAN bölgesindeki 3 milyon km. kare alanda giyilen BAŞLIK'tır.

Onu kabul etmiş olsaydık, hem YABANCI bir şey almamış olacaktık, hem de ORTA ASYA TÜRKLERİ'ne kıyafet bakımından yakınlaşmış olacaktık.

Bu konuda bizim gözümüzü, ORTAASYA'da sohbet ettiğimiz bir KIRGIZ dostumuz açtı. Dedi ki:

- "Eğer BAŞ farklıysa, (yani kafa yapısı, zihniyet farklıysa) BAŞLIK ta farklı olmalıdır!"

Dünyada kendi başlığını giymeyen çok az topluluk vardır. Amerikan cumhurbaşkanları bile inek çobanı başlığı olan "kovboy şapkası" giyerek dolaşırlar. Yahudi devlet adamları, Bakanlar Kurulu toplantılarına "tepe takkesi" ile katılırlar. Hollandalı köy kadınları hâlâ iki yanında küçük "dikiz aynası" olan millî başlıklarını takarlar... Hiç biri de kendini "gülünç, çağdışı, medeniyetsiz" saymaz. Çünkü BAŞLIK gerçekten giyildiği kafanın farklı yapısını başkalarına ilan eder!

Fötr mecburiyeti sun'i idi. Halbuki TÜRK İNSANI kendine yakışan başlığı, ta MİLLÎ MÜCADELE sırasında bulmuştu: KALPAK!.. Bütün ASYA TÜRKLERİ'nin giydiği, MUSTAFA KEMÂL'in ve TÜRK subaylarının da benimsediği başlıktı KALPAK!.

KALPAK, 1990'da TÜRK CUMHURİYETLERİ'nin bağımsızlığa kavuşmasından sonra, TÜRKİYE'ye tekrar girmiştir. Eminiz ki, "şapka'nın yerini alacaktır. (Aslında bizim kalpak dediğimiz başlığa ORTA ASYA TÜRKLERİ "TİLPEK" diyorlar. KALPAK ise KIRGIZ-KAZAKLAR'ın giydiği şapkaya benzer KEÇE BAŞLIK'tır. TİLPEK'in sarık biçiminde olanına TEPETAY deniyor.)

İşte o zaman adına KALPAK İNKILÂBI denilebilir. Çünkü bu başlık TÜRK İNSANI'nın TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR olan BATI'nın yetiştirdiği insanlardan farklı olduğunun, en az 1500 yıllık tarihi direnişinin sembolüdür. KALPAK TÜRK'ün kendisini bulmasına yardımcı olacaktır.

KIYAFET İNKILÂBI'na gelince; yukardaki esaslar ile birleştirildiğinde TÜRK köylüsü, işçisi, öğrencisi, askeri ve polisi için UCUZ, BASİT, SAĞLAM, MEVSİME UYGUN, YERLİ MAL'DAN ve BİZE HAS ÜNİFORMA ve KIYAFET ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.

"Kıyafet Kanunu" bugün tamamen geçerliliğini yitirmiş, amacından uzaklaşmıştır. Eskiden giyilmesi yasak olan cübbe ve sarıklar, acaip külahlar SADECE kendini dindar sanan cahiller tarafından değil; hâkimler, avukatlar ve üniversite mensupları tarafından giyiliyor.

Yani BATILI cüppe giyince, bizim de giymemiz makbul; onlar beğenmedi diye bizimki "çağdışı" mı oluyor?.. Bu ne biçim mantıktır?.. Hele yabancı okul ve üniversite mezuniyet törenlerinde giyilen o DÖRT KÖŞE acaip KEP, neme nem şeydir ALLAH aşkına?.. TÜRK insanını böyle soytarı kılığına sokmaya kimin hakkı var?.. ATATÜRK şimdi mezarından başını kaldırıp ta ÜNİVERSİTE elemanlarının, hakim ve savcıların PAPAZ CÜBBESİ giydiğini görse, başlarındaki tası görse ne yapardı?

Şimdiki gençlerimizin "altı kaval üstü şeşhane" kıyafetlerini, moda diye bıraktıkları "pis" sakalı, kulaklarına taktıkları küpeleri görse, acaba ne yapardı?.. Acaba "diğer ülkelerdekiler de var" diye, tasvip eder miydi?..

Bizce "Medeni insan, dünyayı kendine güldürür mü?" sözü asıl bu tarz giyimler içindir!

Kadınlarımızın kıyafetine gelince, erkeğin kıyafeti bozulur da kadınınki düzgün kalabilir miydi?.. Elbette ki hayır!.. Köylerden ziyade kasaba ve şehirlerde kadınlar, DİN'in gerektirdiğinden fazla örtünme; çarşafa, ferace ve peçeye bürünme durumunda idiler. Sebep basitti. Köylerde kadın ile erkeği birbirine yakın tutan TÜRK örf ve âdetleri kaybolmamıştı. Şehir ve kasabalar ise Arap kültürü ile yozlaşmıştı.

ATATÜRK bu konuda şunları söyler:

- "Bilhassa kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok kesif ve itina ile kapatmakta olduklarını gördüm. Bilhassa bu sıcak mevsimde bu tarzın, mutlaka kendileri için mucib-i azap ve ıstırap olduğunu tahmin ediyorum."

"Erkek arkadaşlar! Bu biraz bizim hodbinliğimiz eseridir! Onlara mukaddesat-ı ahlâkiyeyi telkin etmek esası üzerinde bulunduktan sonra, fazla hodbinliğe lûzum kalmaz."

"Onlar yüzlerini cihana göstersinler. Ve gözleri ile cihanı dikkatle görebilsinler!.." (28.8.1925)

Görüldüğü gibi ATATÜRK, TÜRK kadının GEREKSİZ kapanmasına karşıdır... Yoksa kadınların ahlâk kurallarını çiğner, erkekleri tahrik eder tarzda açılıp saçılmaları da, KIYAFET İNKILÂBI içinde mütalaa edilemez!.. Nitekim ATATÜRK'ün çevresinde hiç bir zaman toplumun hissiyatına ters düşen tarzda giyinmiş bir kadın görülmemiştir. Sanatçı olsa bile!..

Öte yandan "ATATÜRK TÜRK kadınını peçeden, çarşaftan kurtardı" iddiası dahi tarih ve istatistik bilmezliğin ta kendisidir. O tarihlerde nüfusun ancak %10'u büyük şehirlerde yaşıyordu. Kasaba ve küçük şehirlerin nüfus toplamı ise %20'yi geçmezdi. ATATÜRK'ün dediği ve herkesin bildiği gibi TÜRK köylüsü kadın ne kapalıdır, ne de erkekten kaçar...MİLLÎ MÜCADELE belgesel filimlerinde kağnı ile mermi kaşıyan kadınların hiç biri peçeli ve çarşaflı değildir...Şehirlerdeki sosyetik kadınlar da zaten çarşaf ve peçeye itibar etmezdi. Yani, çarşaf ve peçeden kurtulma, sadece kadın nüfusun %15 kadarıyla ilgili bir husustur.

Son olarak ekliyelim: ATATÜRK'ün bu konuşmasından bir yıl kadar sonra, SOVYETLER de ORTAASYA'da benzer bir kıyafet reformuna gitmişler; ORTAASYA'da kadınlar feracelerini ve peçelerini çıkarıp atmışlardır. Bu, kolay olmamıştır. KIRGIZİSTAN'ın ŞAH-I MERDAN mevkiindeki müzede, 1927 yılında feracesini çıkarttı diye yobazlar taşlanarak öldürülen bir genç kızın resmini gördümüzde, yüreğimiz burkuldu. Halbuki PEYGAMBERİMİZ'in eşi HZ. AYŞE dahi yüzünü örtmezdi.

(15)- Bu kararın alınmasında Şeyh Sait isyanının büyük etkisi olmuştur. Bardağı taşıran son damladır. Daha önceki din kisvesi altındaki isyanlar, sahte şeyhler, imansız hocalar GAZİ PAŞA'nın tepesini attırmıştır.

Kemâl Tâhir'in belirttiğine göre, Cumhuriyet geldiğinde İstanbul'da 178 medrese, bunların 2500 odası, 63 dershanesi, 17 kitaplığı vardı. Hepsi kapatıldı!.. Ama kapatılanlar sadece MÜSLÜMANLAR'ın tekke ve zaviyeleri idi.

Kemâl Tâhir bu kararı şöyle eleştirir:

"Şu bizim medreselerin kapatılıp lâik(!) Fransızlar'ın papaz mektepleri neden açık bırakıldı? Lâik bile değil, düpedüz alık Amerikan misyonerlerinin mektepleri neden işler harıl harıl?..."

"Diyelim, bunlar BATILI!.. Boynumuz kıldan ince(!)... Ya Rumlar'ın Heybeliada'daki PAPAS MEKTEBİ?.."

"Devrimdir(!) bu, TÜRK'ün aklı ermez!"

Evet... Maalesef böyle!..Ve tabii böyle "devrim" olmaz. ATATÜRK'ün gerçek niyeti HALİFELİK bahsinde anlattığımız gibi, bütün gayrımüslim dini kurumlarını kapatmaktı, ama olmadı, "devrim" yarım kaldı.

Tarikat ve dini eğitim konusunda alınan tedbirler hep MÜSLÜMAN TÜRK'e yönelik oldu. Belki dış baskılardan, belki de azınlıkların "az" olmasından dolayı İsmet Paşa tarafından önem verilmediği için onların tarikat, mezhep, eğitim ve dini kurumlarına dokunulmadı. Ama bu, en azından laiklerin "devletin dinlere tarafsız davranması" prensibine ters düşülmesi demekti.

Bu arada kaçırılan bir fırsat ta, Fener Patrikhanesi'nin kapatılması olayıdır.

Zaten Patrikhane 1922 yılında TÜRK ORTODOKSLARI'nın eline geçmişken, BATILILAR'ın tepkisini çekmesin diye gene Rumlar'a bırakılmış ve büyük bir hata yapılmıştı. HIRİSTİYAN TÜRK PAPA EFTİM bu konuda kendisinin desteklenmediğini söyler... Hasan İ. Dinamo eserinde bu olayı bütün detayları ile anlatır.

Peki, MÜSLÜMAN ÂLEMİ'nin lideri HALİFE görevinden alaşağı edilirken, HİLAFET makamı kaldırılırken; aynı ülkede nasıl ORTODOKS HIRİSTİYANLAR'IN RUM DİNİ LİDERİ ve RUMLAR'IN PATRİKHANE MAKAMI varlığını sürdürebilirdi ki?.. Nasıl olur da GREGORYEN ERMENİLER'İN DİNİ LİDERİ ve ERMENİ PATRİKHANESİ kalabilirdi?.. Hem de nüfusun %99'u MÜSLÜMAN iken!.. Rum Patriği'nin ülkesi Rumlar'ın ülkesi Yunanistan'da; Ermeni Patriği'nin de Ermenistan'da olması; daha tabii ve gerçekçi olmaz mıydı?..

Her ikisinin de defedilmesi gerekirdi!..Çünkü azınlıkların ibadet hürriyetinin olması başka, bütün dünyada yaşıyan ORTODOKS RUM ve GREGORYEN ERMENİLER'in DİNİ MERKEZİ'nin MÜSLÜMAN TÜRKİYE'de olması başka şeydir.

Biz bu konudan son derece rahatsızız. Yabancıların bu patrikhaneleri İSTANBUL'da tutmak istemelerinin TEK sebebi; günün birinde İSTANBUL'u bizden çekip almak içindir!

Hele ki, MÜSLÜMANLAR'ın tekke ve zaviyeleri kapanmış iken, üç kuruşluk turizmi geliri uğruna TRABZON, VAN, EFES ve ANTALYA'da KİLİSELER açılmasını, buraların HIRİSTİYAN DİNÎ MERKEZLERİ haline gelmesini çok tehlikeli buluyoruz. İlerde bu bölgelerin yavaş yavaş hıristiyanların oturduğu yerler haline gelmesinden, ve sonunda elimizden çıkmasından endişe ediyoruz. Şunu unutmıyalım ki, Tiflis ve Karabağ "TÜRK nüfusu fazla" yerler iken 15-20 yıl içinde Gürcü ve Ermeni bölgeleri haline gelmiştir...

Turizm derken, kendi yurdumuzda azınlık durumuna düşmeyelim.

-------------------------------

> İÇİNDEKİLER< > ATATÜRK DÖNEMİ (1922-1938) - AÇIKLAMALAR-4 <