ATATÜRK DÖNEMİ (1922-1938) - AÇIKLAMALAR-4

(16)- O güne kadar uyulanan hukukta TANZİMAT'ın getirdiği karmaşa devam ediyordu. Şer'iye Mahkemeleri ile Hukuk Mahkemeleri bir arada işliyordu. Şer'i mahkemeler İSLAM HUKUKU'na, diğerleri ise çağdaş bir islâmî anlayışla düzenlenmiş olan MECELLE'ye göre faaliyet gösterirlerdi. Mecelle 1851 yılında tamamlanmış 16 ciltten ibaretti. 1917 yılında da bir AİLE HUKUKU kanunu çıkartılmıştı.

İşte İSVİÇRE'den alınan KOPYA "medeni" HUKUK bu ikiliği kaldırdı. Ama sadece görünüşte!.. Bizce MİLLET'in MÂŞERÎ VİCDANI'nda oluşan HUKUK ile, yazılı hukuk arasındaki ikilik ve derin uçurum hâlâ mevcuttur.

MEDENİ KANUN için ATATÜRK, önce İSVİÇRE KANUNU'nun TÜRK TOPLUMU'nun örf ve adetlerine uyacak şekilde "ADAPTE edilerek alınması" için bir komisyon kurdu.

Ancak komisyon çalışmaları uzun sürünce, kanunu aynen TERCÜME edecek yeni bir komisyon kuruldu. Bu komisyonun hazırladığı metin MADDELERİ MECLİS'TE MÜZAKERE EDİLMEDEN kabul edildi, İsmet Paşa'nın marifetiyle!.. Nasıl mı?.. İsmet Paşa tercüme metnini havaya kaldırarak, "Kabul edenler?.. Etmeyenler?.. Kabul edilmiştir" şeklinde oyladı!.. Bizim kabul ettiğimiz metni, üç yıl sonra İSVİÇRE yetersiz bularak değiştirdi... İyi mi?..

MECLİS'teki usülsüz uygulamadan dolayı, MEDENÎ KANUN'un pek çok eksiği vardır. Bizim bünyemize uymayan pek çok temel hüküm getirmiştir. DEVLET ile MİLLET'in arasını açmıştır. Üstelik HIRİSTİYAN BATI'da uygulanan anlayışla dahi alınmadığı için, ikilik ortadan kalkmamıştır. En basit örneği RESMİ NİKÂH'tır.

En "lâik" BATI ülkelerinde dahi nikâh kilisede kıyılır, çocukların nüfus kaydı kiliselerde tutulur, kilisede vaftiz edilirler. Cenaze töreni kilisede yapılır. Çünkü NİKÂH, DOĞUM, ve ÖLÜM dinî birer faaliyettir. TÜRKİYE bu "inceliği" kopya etmediği için bu işlemlerden sadece cenazeyi DİNÎ saymış, diğerlerine kuru bir resmiyet havası vermiştir.

Peki, sonuç ne olmuştur?.. Halk kendi çözümünü kendi bulmuştur. Hiç istifini bozmadan Belediye'nin nikâh dairesinde resmî nikâh muamelesini yaptırır, ama bunu yeterli görmediği için ayrıca bir de DİNÎ NİKÂH kıydırır. Çocuğu oldu mu, ailenin büyüğü abdest alıp sağ kulağına EZAN okuyup, sol kulağına KAMET getirerek adını koyar.

Biz daha önce de belirttik: Lâikliğin kişilerin dünya hayatının temel faaliyetleri ile bir rabıtası yoktur...(Bakınız: LÂİKLİK yazımız) DİNSİZ MİLLETLERİN KISA ZAMANDA YOK OLDUĞU, ATATÜRK'ün de dile getirdiği bir realitedir. En yakın ve somut örneği Sovyet İmparatorluğu'dur. Bir insanın dindar olması kadar tabii bir şey olamaz. Hatta bu, ATATÜRK'ün ifadesi ile "TÜRK MİLLETİ DAHA DİNDAR OLMALIDIR. HERKES KENDİ DİNİNİ HOCALAR KADAR ÖĞRENMELİDİR" anlayışıyla, bir mecburiyettir. Dindar insanların da inandıkları dinin icaplarını yerine getirmelerinden daha tabii bir şey olamaz.

Onun için biz deriz ki, nikâh gene Belediye'de kıyılsın, gene resmî kayıtlara aynen geçsin. Zaten eskiden dinî nikâh ta kayıtlara geçerdi. Ama cenazede olduğu gibi bu işi belediyede görevli bir İMAM yapsın ve DİNÎ KURALLARI da resmîleri kadar itinayla yerine getirsin ki, insanımız DEVLET'inden gizli nikâh tazelemesin!.. Bunu istemiyen de memura nikâh kıydırsın.

ATATÜRK pek çok ifadesinde "milletlerin her birinin kendine has karakteri olduğunu" dile getirmesine, ve onlara aynı şablonun uygulanmak istenmesindeki saçmalığa işaret etmesine rağmen, neden böyle bir hata yaptı?.. Neden TERCÜME, TAKLİT, hatta KOPYA KANUNLAR ile yeni TÜRK DEVLETİ'ne "don" biçilmesine göz yumdu?..

Bulabildiğimiz tek mantıklı sebep BATI'nın saldırılarını önlemek ve yeni DEVLET'e desteğini sağlamak! Tıpkı Sovyet desteği için Komünist partisi kurulması gibi!.. Ama bu sebebi, bu kadar temel değişiklikler için yeterli göremiyoruz.

Bu elbette ki hata idi!.. Biz bunda "mandacı" tiynetinden bir türlü kurtulamamış İSMET'in parmağı, aldatması, teşviği olduğu inancındayız.

Sadece o mu?.. "BATILILAR devrimler tutmadı sanırsa, mahvolduk!" diyen Tevfik Rüştü Aras gibileri, hep ATATÜRK'ü MUSTAFA KEMÂL olmaktan çıkarmışlar, sonra da o dönemde yapılan saçmalıkların vebali hep ATATÜRK'e maledilmiştir... MUSTAFA KEMÂL'in çevresinin iyice daralmış, hatta boşalmış olmasının bunda etkisi büyüktür.

Burada hatırlatalım ki, ATATÜRK MECLİS görüşmeleri ile fazla ilgilenmezdi. Hükûmet işlerine de problem çıkmadıkça karışmazdı. Onun "işleri İsmet'e bırakma" tavrının, bu duruma gelinmesinde etkisi büyüktür.

Ama sahte "atatürkçüler" bunu bilmezler. ATATÜRK'ün her zaman geçerli ÜLKÜ ve İLKE'lerini bırakırlar da, bu değişmeye mahkûm, tartışmaya açık kanunlardan ibaret "devrimler"ine sarılırlar.

Biz ise başta belirttiğimiz gibi, ATATÜRKÇÜLÜĞÜ, ONUN DOĞRULARINI UYGULAMAK olarak anladığımız için, yanlışlarını da eleştirmekten kaçınmayız.

Bu "devrimler" konusunda ilerde toplu bir değerlendirme yapacağız.

(17)- Bu konuda ATATÜRK'ün TÜRKÇÜLÜK İLKESİ başlığı altında verdiğimiz ifadeleri, MİLLÎ SİYASET görüşü ve bizim açıklamalarımız tekrar incelenmelidir.

ATATÜRK'ün TAKLİTÇİLİK konusunda söyledikleri ortadadır ve bizce son derece doğrudur. HER MİLLETİN KENDİNE HAS KARAKTERİ OLDUĞU teşhisi de doğrudur. Ama yapılan yanlıştır. Bizce bunda gene o hinoğlu hin İsmet'in parmağı vardır!

Sadece şu kadarını söyliyelim: Bir "devrim" gibi yutturulmak istenen bu kanunlar hakkında YARGITAY Genel Kurulu Başkanı 1996 yılında "Ceza Kanunu'nun tamamen değiştirilmesi gerekir" dedi.

(18)- MUSTAFA KEMÂL bu suikast girişimi üzerine muhaliflerini tevkif ettirdi. MUSTAFA KEMÂL bu vesile ile MİLLÎ MÜCADELE'nin başından beri huzursuzluk yaratan İttihatçılar kadrosunu tasviye etti.

(19)- Biz DEVLET'in dini olmaz diyoruz. Ama DİN DEVLETİ olur. Dünyada hiç kimsenin itiraz edemiyeceği iki din devleti vardır: VATİKAN ve İSRAİL... Bu ikisi, DİN DEVLETİ olmanın "gericilik" olmadığının en açık delilleridir. İkisi de hem "medenî" sayılırlar, hem de kalkınmış dünyada yerlerini almışlardır.

Aslında VATİKAN, BATI DÜNYASI HIRİSTİYAN DEVLETLERİ'nin birbirleri ile olan sürtüşmeleri sonucu İTALYA'dan ayrılarak bugünkü statüsünü almıştır. Gördüğü itibar ve saygınlık, bütün bu devletlerin HIRİSTİYANLIK temeline dayandığına işaret eder. AĞCA'nın PAPA'yı vurması, JOHN KENNEDY'inin vurulmasından büyük yankı uyandırmıştı!.. Sebep papa hazretlerinin, mikroskopik Vatikan devletinin değil, HIRİSTİYAN ÂLEMİ'nin reisi olmasındandı!..

Bir de Suudi Arabistan, İran gibi MÜSLÜMAN din devletleri vardır. Bunların millî geliri, kalkınma seviyesi, hatta dünya politikasındaki etkileri de TÜRKİYE'den fazladır. Irak Kuveyt'e saldırınca, ABD Suudi Arabistan'ı korumak ve Kuveyt'i kurtarmak için 500.000 asker getirmekten kaçınmadı. Acaba TÜRKİYE'ye saldırsaydı, böyle bir zahmete girer miydi?..İran'a gelince, desteklediği Hizbullah ve Hamas gerillaları İsrail'e kök söktürüp, ABD'nin Ortadoğu politikasını altüst ediyorlar.

Ayrıca bir de "din devleti" olmasalar bile, devlet işlerinde dinin etkisinden kurtulamamış Hindistan gibi ülkeler var. Onların da kalkınmışlık seviyesi bizden yukarda. Hindistan'ın ATOM bombası, uzayda uyduları var.

Öyleyse önyargıları bırakıp, sâkin ve tarafsız değerlendirmeler yapmak gerekir.

Yanlış anlaşılmasın!.. Biz DİN DEVLETİ OLALIM, DEMİYORUZ. Biz sadece DİN DEVLETİ OLMAYI, bütün bu örneklere rağmen GERİCİLİK sayanların gözünü açmaya çalışıyoruz. Dünyada DİN'e önem vermeyen rejimlerin; ister FAŞİST, isterse KOMÜNİST olsun, kısa zamanda çöktüğünü; özendiğimiz bütün ülkelerin DİNE ÖNEM VERME hususunda bizden daha faal olduğunu göstermeye çalışıyoruz.

ATATÜRK, TÜRK MİLLETİ'nin daha DİNDAR, daha AHLÂKLI, daha FAZİLETLİ, üstün SECİYELİ olmasını istemişti. Biz bunu ATATÜRKÇÜLÜK sayıyoruz. Eğer yapılanlar, müslüman geçinen Potamyalı Erdoğan döneminde dahi bu sonuca ulaşmadıysa, en çok dinciler bu umemleketi soyup soğana çevirip, hatta sattıysa, biz şimdi 1920'lerden daha dinsiz, ahlâksız ve seciyesiz isek; bunun YANLIŞ olduğunu anlatmak istiyoruz! İSLÂM'ın gerçek ESASLARI'nın öğretilmesini, uygulanmasını istiyoruz!

Öte yandan İSLAM'ın 4 temeli vardır: İTİKAT (inanç), İBADET, UKUBAT (ahıretteki cezalar) ve MUAMELÂT (insanlar arası ilişkiler)... İlk üçüne DEVLET karışmaz... İşte bizce BATI'dan alınan LÂİKLİK kavramının taşıdığı iddia edilen DİN ve VİCDAN HÜRRİYETİ, bu noktada ortaya çıkar. Bizce LÂİKLİK, din ve vicdan hürriyeti ise, bu üç temele karışmamak gerekir. Zaten üçüncüsüne isteseniz de karışamazsınız.

4.sü, yani MUAMELÂT ise, sadece KİŞİ'yle değil TOPLUM'la da ilgilidir, kanunlarla belirlenmiştir. Bu kanunlar arasında İSLAM'a aykırı şeyler olursa, vatandaş tereddüte düşer. DEVLET'e mi uyacak, yoksa inandığı DİN'e mi?.. Bir de çelişki vardır. DEVLET hem DİN'e karışmaz, saygı gösterdiğini iddia eder; hem de DİN'e aykırı kanunlar yapar!.. İşte şimdiki durum budur.

(20)- TÜRKİYE'de bilinen iki tip RAKAM vardır. Biri ROMEN RAKAMI, diğeri yeni kabul edilen.

Şimdi çoğu kitap, yenisini LÂTİN RAKAMI diye lânse eder. Halbuki BATI'da bu 1,2,3... rakamları ARAP RAKAMI diye geçer!.. Çünkü BATILILAR bu sistemi 1492'de fethettikleri Endülüs Arapları'ndan almışlar. sadece bazılarının şeklini değiştirmişlerdir. İşte biz bu değişik şekilleri kabul ettik. Yoksa sistem ARAP SİSTEMİ'dir. BATILILAR o tarihte "sıfır"ı bilmiyorlardı!

Önemli olan sistemdir. ROMEN SİSTEMİ'nde aritmetik işlemler bir dert idi. Mesela XXXIX'dan XVI'ü nasıl çıkartıp ta XXIII bulacaksınız?.. Halbuki ARAP SİSTEMİ'nde 39-16=23 dediniz mi iş biter.

O bakımdan ister (100) yazın, isterse (1..); sistem aynıdır. Keşif BATI'ya değil, İSLÂM ÂLEMİ'ne aittir.

(21)- Bu konuda Kemâl Tâhir şu değerlendirmeyi yapar:

- " Medrese Kapatma Devrimi"nden sonra, nice "devrimler" sökün etti. Sıra "Harf Devrimi"ne geldi. Arap harfleri gerici(!), Latin harflerinin ilerici(!) olduğu anlaşılmakla, gerici tepelendi!.."

Yeni alfabeye geçişle, TÜRK İNSANI'nın 1000 yıldır kullandığı bir alfabe kaldırılmıştır. Bu değişikliğin tedbirlerinin de alınması gerekirdi.

ATATÜRK NESLİ Arap harflerini bildiğinden, o dönemde önemli bir problem çıkmamış, hatta yeni harfler kolay olduğu için, okuma-yazma bilenlerin sayısı sür'atle artmıştı. (%30 civarı)

Ancak ondan sonra bu artış durdu!..1970'lerde dahi okuma yazmabilenlerin sayısı ancak %60 idi. 1980'den sonraki okuma-yazma seferberliği ile %80-90'a ulaşabildi.

Öte yandan, bir nesil sonrakiler Arap harflerini öğrenecek yer bulamadıkları için; bütün kütüphanelerimiz, arşivlerimiz, belgelerimiz kısa zamanda "müzelik, seyirlik" oldu. Her türlü araştırma, inceleme durdu. Alfabe değişikliğine bir de uydurma dilcilik eklenince; geçmişimizden, tarihimizden, edebiyatımızdan, soydaşlarımızdan koptuk. Yeni politikacılar, tarihçiler, edebiyatçılar, öğretmenler de geçmişimiz yokmuş gibi davranmaya başladılar. Geçmişi öğrenemiyorlardı ki!..

Arşivlerimizdeki belgeler ilgisizlikten çürüdü. Bir kısmı odun niyetine sobalarda yakıldı, "hurda kâğıt" diye Bulgaristan'a satıldı. Ne olduğunu anlıyamadığımız için pek çok değerli kitap yurt dışına kaçırıldı. Hindistan, Pakistan, Sovyetler Birliği, Avrupa, Amerika kütüphanelerindeki yüzbinlerce cilt eski yazı eserden hiç yararlanamaz olduk.

Esas sıkıntıyı siyaset alanında çektik. TÜRKİYE tam 60 yıl, özellikle mandacı İsmet döneminden itibaren "geçmişi olmayan bir devlet" gibi yaşadı. Tarihten ders alınmadığı için, dış ve iç siyasette pek çok hatalar yapıldı. Bazen "Amerika yeniden keşfedildi".

Mesela Özal efendi tahvil çıkarıp bunu yabancılara satmaya kalktığında bu, "dahice bir buluş" ilan edildi!.. Halbuki, ta 1870'lerde Sultan Abdülaziz, çıkarttığı tahvillere müşteri bulmak için Avrupa'ya seyyahat eden ilk padişah olmuştu!..

İkinci husus, Kemâl Tâhir'in de işaret ettiği gibi, herhangi bir alfabenin "gerici" veya "ilerici" olamıyacağı hususudur.

Ne tuhaftır ki, bugün kendi özel alfabelerini kullanan JAPONYA, ÇİN, KORE, RUSYA, HİNDİSTAN, YUNANİSTAN ve İSRAİL gibi ülkelerin hepsi, gelişmişlik açısından TÜRKİYE'den ileridirler!.. ARAP alfabesi kullanan ülkeler de, milli gelir açısından TÜRKİYE'yi geri bırakırlar.

Bunlardan ÇİN, JAPON ve HİNT alfabeleri, ARAP alfabesinden de zordur. ÇİN ALFABESİ'nde 2000'den fazla karakter ezberlemek gerekir. Ama hiç kimse bunu "ilerlemek, kalkınmak için engel" olarak görmez!.. Dünyada geçmişte kullanılmış pek çok ALFABE olduğu gibi, şimdi kullanılmakta olan 300'e yakın ALFABE vardır!

Şu halde tartışılması gereken husus; bir alfabenin "ilerici" veya "gerici" olması, "zor" veya "kolay" olması değil; "dilimize uygun" olup olmadığıdır!

ARAP alfabesinin TÜRKÇE yazmada bazı zorluklar yarattığı, bazı kelimelerin aynı harflerle yazılıp farklı okunduğu, karışıklık yarattığı doğrudur.

Ama aynı sıkıntı yeni alfabede de vardır. ALEM ile AALEM, KATİL ile KAATİL, HALA ile HAALAA, ASKERİ ile ASKERİY 1980'de kapatılan uyduruk DİL KURUMU yüzünden AYNI yazılmakta, AYRI okunmakta, daha doğrusu okunamamaktadır. Kısacası, LÂTİN alfabesi bizim uzun ve ince seslerimizi yansıtamamaktadır. Çare olarak düşünülen kesme (') ve uzatma (^) işaretlerinin kaldırılması, işi büsbütün berbat etmiştir.

Biz deriz ki, bu ALFABE konusunda ACELE edilmiştir.

Bir Japon, kendi dilini JAPON ALFABESİ'nden başkası ile yazmayı, onu "medeniyet" uğruna terketmeyi aklından bile geçirmez. Bir Arap dünyaları verseniz ARAP ALFABESİ'ni bırakmaz!.. İsrailliler'e gelince, 2000 yıl önce ölmüş olan İBRANÎ ALFABESİ'ni diriltip kullanmaya başlamışlardır! Üstelik çoğu AMERİKA, AVRUPA gibi Lâtin Alfabesi kullanan diyarlardan göç etmiş iken!..Bunların hepsi aptal mı, gerici mi?..

Bu ülkeler ÖZ ALFABE'lerini, "varlıklarını sürdürme"nin başlıca şartı olarak görürler!...Bizden tek bir aydın bile çıkıp ta bu konuda KEMÂL TÂHİR gibi kafa yormaz!

Dünyada 10 milyonluk Yunanistan'dan başka GREK ALFABESİ'ni kullanan yoktur, ama hiç bir Yunan, AVRUPA BİRLİĞİ'ne girmelerine rağmen LÂTİN ALFABESİ'ne geçmeyi düşünmez! Yurdumuzdaki sadece 50.000 kadar olan Ermeniler bile, ERMENİ ALFABESİ ile gazete çıkarırlar.

Bunların hepsi MİLLÎ ALFABE'nin MİLLÎ BENLİK olduğunun idrakindedirler!.. Başka bir alfabe kabul etmekle, o kültürde eriyip gideceklerini düşünürler!..

Bu inançla bütün zorlukları yenmişlerdir. Bahsettiğimiz alfabelerde daktilolar, bilgisayar klavyeleri vardır... Yani modernlik için "mutlaka Lâtin Alfabesi" diye bir kural yoktur!.

Öyleyse dünyanın BEŞİNCİ en KALABALIK topluluğunu teşkil eden TÜRKLER için de, kendilerine has bir alfabe olmasını, ta o tarihte düşünmek gerekirdi!

Bu, mesela GÖKTÜRK ALFABESİ olabilirdi, UYGUR ALFABESİ olabilirdi. Hatta Lâtin Alfabesi'nin atası ETRÜSK TÜRK ALFABESİ olabilirdi!.. Çünkü o da Proto-Türk tamgalardan gelişmişti.

Bir alfabeye kapılanmak demek, o ALFABE'nin temsil ettiği KÜLTÜR'e de bağlanmak demektir!.. Bunun en bariz örneği, sadece 70 yıl KRİL ALFABESİ kullanmış olan TÜRK cumhuriyet ve topluluklarının bir türlü RUS KÜLTÜRÜ'nden kopamamalarıdır.

Şimdi, meselenin özüne geliyoruz.

ATATÜRK hem o dönemde %10 civarında olan okuma-yazma bilme oranını sür'atle yükseltmek, hem de bir an evvel MUASIR MEDENİYET SEVİYESİ'ne ulaşmak istiyordu.

GAZİ PAŞA, bir ara BATI'da gördüğü TEKNOLOJİ'yi MUASIR MEDENİYET'le karıştırmış, Lâtin Alfabesi'ni benimsemekle kapıların kolayca açılabileceğini düşünmüştür!.. Bizce bu noktada yanılmıştır. Çünkü kendinden sonra uygulanan politikalar Batı'dan teknik ve bilgi almak yönünde değil; blucin, hamburger transfer etmek yönünde gelişti.

Aslında ATATÜRK BATICI DEĞİLDİR!.. Hatta BATI'YA DÜŞMANDIR!..Tek istediği MUASIR MEDENİYET SEVİYESİ'ne ulaşmaktı!

Belki de etrafındaki bazı kimselerce bizi geri bıraktığı sanılan ŞARK kültüründen BATI kültürüne dönmemiz gerektiği de, düşünülmüş olabilir.

Çünkü GAZİ bir ara "MEDENİYET ile KÜLTÜR'ün AYNI olduğu" gibi yanlış bir kanaate kapılmıştı!.. (Bakınız: KÜLTÜR yazımız) Halbuki yukarda halen bizden ilerde olan pek çok milletin TEKNOLOJİ, MEDENİYET ve KÜLTÜR'ü ayırdığını, TEKNOLOJİ'yi alıp kendi MEDENİYET ve KÜLTÜR'ünü korumaya çalıştığını ve bunda ALFABE'nin, DİL ve DİN gibi önemli sayıldığını görüyoruz.

Bir de böyle bir ihtiyacı dile getirdiği zaman, Başbakan mandacı İsmet karşı çıkmış; Halk Partisi de kendisine cephe almıştı. GAZİ, itirazları bertaraf etmek için acele etmek durumunda kalmıştır.

Sebep her ne ise, sonuç hedeflenenden farklı olmuştur!..

ATATÜRK asla TÜRK MİLLETİ'nin geçmişinden, tarihinden, kültüründen kopmasını arzu etmemişti. Millî benliğinden uzaklaşmasını istemezdi. Bu konudaki düşüncelerini daha önce TÜRKÇÜLÜK İLKESİ bölümünde vermiştik.

Ama varılan nokta, işte bu oldu. Özellikle mandacı İsmet döneminden itibaren ve ATATÜRK'ün yaşdaşlarının ahirete göçmesinden sonra meydana gelen kopukluk, 1940-1990 yılları arasında bizi MİLLET olmaktan çıkardı, şahsiyetsiz bir topluluk seviyesine indirdi.

Açıkça söylemek gerekirse TÜRKİYE insanı, kendi ülkesinde köle sayıldı. BATI hayranları ile RUS uşakları birbirleriyle çekişirken, TÜRK ve İSLAM özelliğinin yok edilmesi konusunda İTTİFAK içinde oldular.

Hedeflenen ile varılan nokta farklı ise, bir yerde hata yapıldığını inkâr etmek boşuna olur.

1990'da AVRASYA TÜRKLERİ SLAV HEGAMONYASI'ndan kurtulurken, (bazıları farkında olmayabilir ama) biz de BATI HEGAMONYASI'ndan kurtulmak için silkinişe geçtik! Çünkü durumumuz farklı değildi. Bizler de geçmişimizi, dilimizi unutmuştuk. Yeni yeni öğrenmeye başlıyorduk. Ancak son zamanlarda arşivlerimizi inceleyebilecek kadar ESKİ YAZI bilen elemanlar yetişmeye başlamıştı. Arşivler düzene koymak, yeni yeni akla geliyordu. Yeni yeni MİLLİYETÇİLİK'ten, TÜRKLÜK'ten, DÜNYA TÜRKLERİ'nden, ve DİN BİRLİĞİ'nden, İSLAM'dan söz edebilir olduk.

Problemi ortaya koyduk. Çare nedir?..

Özenle belirtelim ki, biz "tekrar ARAP alfabesine dönelim," demiyoruz!.. Biz, kullandığımız ve AVRASYA TÜRKLERİ'nin de benimsemekte olduğu şimdiki alfabeyi "atalım," da demiyoruz!.

Biz diyoruz ki, LÂTİN ALFABESİ'nin kökü ETRÜSK TÜRK ALFABESİ'ne dayanır. Bir defa bu adı kullanıp BATI'ya yamanmaktan vazgeçelim!. Zaten (Ş,Ç,Ü,Ö,İ,Ğ) harflerimizi gören ASYALI TÜRKLER, "Bu Lâtin değil, TÜRK alfabesi" diyorlar. GAZİ de tanıtırken:

Bu notlarım ASIL HAKİKİ TÜRK HARFLERİ ile yazılmıştır... Bizim ahenkdar, zengin lisanımız YENİ TÜRK HARFLERİ'yle kendini gösterecektir. (8.8.1928)

demiş, "Lâtin Alfabesi" ifadesini kullanmamıştır.

İkincisi, diyoruz ki, kullandığımız ve soydaşlarımıza hararetle tavsiye ettiğimiz bu alfabenin eksikleri vardır!.. TÜRK DİLİ'ni yansıtmakta yetersizdir.

Zaten bizde başka bütün TÜRKLER, 32-34 HARFLİ bir ALFABE üzerinde duruyorlar.

İster 30, isterse 40 harfli olsun; tamamen TÜRK SESLERİ'ni yansıtacak bir "karakter dizisi" benimsenmelidir. Bu benimsenen karakterler artık TÜRK ALFABESİ olacaktır, LÂTİN DEĞİL!.. Daktilo ve bilgisayar klavyesinde de öyle anılır zaten.

Esasen RUS HEGAMONYASI altında TÜRK kardeşlerimiz KRİL alfabesini kendi dillerine uydurmuşlar, bu sebeple birbirinden farklı 19 alfabe meydana gelmiştir!. (Bak. Ahmet Ercilasun, Örnekleriyle Bugünkü TÜRK Alfabeleri)

"Harf Devrimi" deyip işi kapatmak olmaz!.. Maalesef dünyanın en meşhur TÜRKOLOGLAR'ı TÜRKİYE dışındadır. Sebebi 1940'lardan beri eski alfabelerimize ilgi duymamamız, bu yüzden de araştırma yapmamamızdır. Kaldı ki, dünyadaki 300 milyona yakın TÜRK kökenlinin tarihi, edebiyatı, kültürü şimdiye kadar kullandığı 30 küsur alfabe ile yazılmış eserlerde yatmaktadır.

Öyleyse TÜRK İNSANI kendini sadece Lâtin alfabesi ile avutmamalı; TÜRKİYE'nin bir çok eğitim kurumunda ARAP, KRİL, UYGUR, GÖKTÜRK alfabeleri öğretilmelidir. Ayrıca tarihimizin önemli bir kısmı da ÇİN kaynaklarında olduğu için ÇİNCE eğitimine, en az modası geçmiş FRANSIZCA kadar önem verilmelidir!.

Ancak o zaman gerçek bir DEVRİM yapılmış olur!.. ATATÜRK'ün ruhu da huzura kavuşur.

(22)- Kendilerini "lâik" sayanlar bu madde değişikliğine çok önem verirler. Biz daha önce belirttik: DEVLET'in dini olmaz!.. Olsa olsa DİN DEVLETİ olur. TÜRKİYE'nin de böyle bir iddiası yoktur.

"Türkçe EZAN" meselesine gelince; çeşitli hatıralarda belirtildiğine göre ilk olarak 18.7.1932'de Fatih camiinde okunmuş, sonra 7.2.1933'de hem EZAN, hem de KAMET'in Türkçe mealiyle okunmasına geçilmiştir. Ancak bu, "TÜRKİYE'nin her tarafında EZAN Türkçe okunuyordu," anlamına gelmez. Çünkü esas haliyle EZAN yasaklanmamıştı. Böyle bir şey ATATÜRK döneminde olmamıştır.

EZAN'ın aslının yasaklanması, gene İsmet'in devrinde, 6.6.1941 tarihinde olmuştur. Ama bu da her camide EZAN ve KAMET'in Türkçe mealiyle yapıldığı anlamına gelmez. Çünkü çoğu köy ve kasabalarda eski uygulama devam etmiş, ancak jandarma göründüğü zaman, Türkçe'ye başvurulmuştur.

EZAN'ın "türkçe"leşmesi, "lâik"ler de dahil son zamanlara kadar kimsenin savunamadığı bir uygulama olmuştur... Ne var ki, 1998 yılı hem de Ramazan ayında, özel telvizyon ve radyo kanallarındaki o tatlı İFTAR-SAHUR sohbetleri birdenbire "Türkçe EZAN, Türkçe KUR'AN, Türkçe İBADET" tartışmalarına dönüştü. Günlerce hüvanda su döğüldü. Amaç belliydi. Gene ATATÜRK'ü âlet ederek İSLÂM'a saldırmak, MÜSLÜMANLAR'ı kışkırtmak!

Hemen belirtelim ki, EZAN, NAMAZ'ın farzlarından değildir!.. Yani bir müslümanın diğer bir müslümana "Haydi, namaz vakti geldi" demesi bile yeterlidir. Çoğu müslüman da EZAN'ın tümünü ezbere bilmez.

Ancak EZAN, PEYGAMBERİMİZ zamanından beri DÜNYA MÜSLÜMANLARI'nın ORTAK DAVET'i olmuştur. Bu yüzden öyle muhafaza edilmesi hem TÜRKİYE'de MİLLÎ BİRLİK, hem de DÜNYA MÜSLÜMANLARI ile DİNÎ BAĞ'ın sürmesi açısından önemlidir.

Biz, ATATÜRK'ün TÜRK insanı İSLÂM'ı iyi öğrensin diye büyük din âlimi ELMALILI HAMDİ YAZIR'a 9 ciltlik KUR'AN TEFSİRİ hazırlatmasını, yine Peygamberimizin hadislerini içeren SAHİH BUHARİ MUHTASARI'nı hem de MECLİS kararı ile Türkçe'ye tercüme ettirip 13 cilt halinde yayınlatmasını takdirle karşılıyoruz. Bu konuda ATATÜRK'ün İSLÂM'a hizmeti, kendinden sonraki hiç bir politikacı ile kıyaslanamaz. Hele her rant bölgesine bir "mescid-i dırar" dikmeğe çalışan Potamyalı Erdoğan'a hiç benzemez. (Mescid-i Dırar, "zararlı cami" demektir. Gösteriş için yapıldığından, artniyetli yapıldığından Peygamberimiz içinde namaz kılınmasını yasaklamış, yıkılmasını emretmiştir.)

Ancak "EZAN'ı ve KUR'AN'ı kimse TÜRKLER kadar güzel okuyamaz" diyen MUSTAFA KEMAL'in nasıl böyle bir harekete giriştiğini, neden durup dururken "Türkçe EZAN" ile halkın tepkisini çektiğini doğrusu anlıyamadık! ATATÜRK'ten sonra onun her yaptığı iyi şeyi bozan, kötüye sarılan İsmet'in bu uygulamayı sürdürmesini ve EZAN'ın aslını yasaklamasını da, hayra yormadık...

Menderes'in 17.6.1950'de EZAN'ı tekrar serbetst bırakmasını da, DEVLET ile MİLLET arasındaki bu gereksiz sürtüşmeyi kaldırması açısından, doğru olarak değerlendiririz.

Çünkü sun'i şapka "devrim"i gibi, "Türkçe EZAN devrim"i de geri tepmiş, çeşitli isyanlara, Bursa olayına (1933) ve ATATÜRK'ün halk nazarındaki tartışılmaz yerinin yara almasına sebep olmuştur. İNKILÂBÇILIK yazımızda belirttiğimiz ifadesine göre de, MİLLET'in kabullenmediği şey "devrim" olmaz!

Milletin bu konudaki hassasiyeti o kadar yüksektir ve haklıdır ki, aradan geçen 45 yıla rağmen solcu-lâik-atatürkçü-ilerici hiç bir parti, hatta yazar bir daha "türkçe" EZAN'a dönülmesini savunamamıştır.

Burada GAZİ PAŞA'nın tarafsız bir tenkidini yapmak isteriz. Hemen belirtelim ki, amacımız onu küçük düşürmek, başarılarını gölgelemek, TÜRKİYE ile ilgili ÜLKÜ'lerini unutturmak değildir. Sadece onun da her insan gibi hata yaptığını, çelişkili davrandığını göstermek; bazılarının çıkardığı "ilah" mertebesinden "f"ani bir deha" noktasına indirmek istiyoruz.

MUSTAFA KEMÂL diyordu ki:

" Biz, DİN'e saygı gösteririz. Biz sadece DİN işlerini DEVLET ve MİLLET işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz. KASTE ve FİİLE DAYANAN TAASSUPKÂR HAREKETLERDEN SAKINIYORUZ."

"DİN ve MEZHEP herkesin kendi vicdanına kalmış bir iştir. Ve hiç bir zaman POLİTİKAYA ÂLET OLARAK KULLANILAMAZ!.."

"TÜRKİYE CUMHURİYETİ'nde bir dinin merasimi de serbesttir. Yani âyin hürriyeti masundur."

"Lâiklik yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması değildir... Bütün yurttaşların VİCDAN, İBADET ve DİN HÜRRİYETİ'ni tekaful etmek demektir."

"Cuma günlerini teneffüs ve tatil günü yapmakla çok mâkûl bir iş yapmış oldunuz. Haftada bir günlük tatil hem sıhhatiniz için, hem de DİN icabı olarak l"uzumludur. Biliyorsunuz ki, şeriatte Cuma namazından maksat herkesin dükkanlarını kapatarak, işlerini bırakarak bir arada toplanmaları ve İslamların umuma ait meseleler hakkında dertleşmeleri idi. Cuma gününü tatil yapmak ŞERİAT'ın da emri icabıdır." (16.3.23, Adana esnafıyla konuşma)

Peki, o zaman RAMAZAN'ın, ÜÇ AYLARI'n, KURBAN'ın, HACC'ın kolayca tesbit edildiği AY TAKVİMİ neden değiştirildi?.. Neden MÜSLÜMAN TÜRK MİLLETİ'nin CUMA NAMAZI'nı kılmasını zorlaştıracak "pazar" günü tatiline geçildi?.. GAZİ PAŞA, PAZAR'ın HIRİSTİYAN, Demirel CUMARTESİ'nin YAHUDİ tatili olduğunu bilmiyor muydu ki, bu iki günü bize hediye ettiler?.. Hem de MUSTAFA KEMAL "CUMA tatilini ŞERİAT'a uygun" bulmuş iken!..

Burada hemen belirtelim ki, İSLÂM'da TATİL YOKTUR, DİNLENME VARDIR. İnsan yoruluncaya kadar çalışır, yorulduğunda dinlenir, güç toplar, sonra gene çalışır!..MÜSLÜMAN'ın boş geçirerek, sırt üstü yatacak vakti yoktur. Hele her hafta 2 gün ziyan edecek hali hiç yoktur. Boş vaktinde kendini yetiştirir, etrafına yardım eder. CUMA NAMAZI ile ilgili âyet, "namazdan sonra dünyaya yayılın, işlerinizin başına dönün" der. (Cuma, 10.ayet)

Ancak özellikle başkaları için çalışanların, her yorulduklarında dinlenmeye çekilmeleri zor olduğu için, genel olarak böyle bir tatil gününün benimsenmesi mâkûldür. Böylece Yahudiler'in CUMARTESİ, Hıristiyanlar'ın PAZAR, MÜSLÜMANLAR'ın da tatil gününün CUMA olması; bir farklılık gösterse de DİNİ İNANÇLAR'a uygundur. "Lâik"lerin "inanç ve vicdan hürriyeti" açısından savunması gereken bir husustur.

Geçmişte "DÜNYA İŞ ÂLEMİ'yle uyum içinde olmak, onların çalıştığı zaman çalışıp, dinlendiği zaman dinlenmek" amacıyla PAZAR gününe alınan tatil; sonradan CUMARTESİ'nin de tatil edilmesiyle sadece MÜSLÜMANLAR'ın mağduriyetine yol açan bir durum almıştır. Üstelik bazı kalkınmış ülkelerde hafta tatili üç güne çıkıp CUMA günü de tatil olurken!..

Bu gerekçe tutarsızdır. Çünkü biz KURBAN ve ŞEKER DİNİ BAYRAMLARI'nda tatil yaparız, Hıristiyanlar da NOEL ve PASKALYA'da ayrı tatil yaparlar. Günler tutmaz. Ortodokslar, bilhassa Ruslar bir de fazladan ORTODOKS NOEL'i kutlarlar, Ocak ayında...Ayrıca farklı millî bayramlarımız vardır.

DİNÎ mahiyeti olan hafta tatilinden vazgeçtiğimize göre, DİNÎ bayramlardan da, MİLLÎ bayramlardan da vazgeçseydik; bizim DİNÎ ve MİLLÎ BAYRAM günlerimizi gavurların dinî ve millî günleri ile birleştirseydik; o zaman "tatil devrimi"(!) gerçekleşmiş olurdu.

Şaka bir yana; biz "pazar tatili devrimi"ni yersiz buluruz... Bize bir şey kazandırmadığını, MİLLET ile DEVLET'i karşı karşıya getirdiğini düşünürüz. Ayrıca YILBAŞI'nı 31 aralık gecesi kutlamayı saçma buluruz. 1 Ocak tarihinin hiç bir özelliği yoktur. Ne kışın başlangıcıdır, ne baharın... Sadece Hıristiyan Noel (25 Aralık) tatilinin devamıdır. Biz MİLLÎ olması dolayısiyle 21 MART'ın eskisi gibi YENİ YIL BAŞI ve BAHAR ve ERGENEKON BAYRAMI olarak kutlanmasını isteriz. Ama gazino ve pavyonlarda değil; kırlarda, çayırlarda, TABİAT'ın bağrında!.. Gerçekten tabiatın yeniden dirildiğini görerek ve yeni yılı hissederek!.. Orta Asyalı Türkler'in yaptığı gibi!

Biz MİLLÎ bayramlarımızın da yozlaştığını, yavanlaştığını, tembelliğe yol açar hale geldiğini düşünürüz. O yüzden 23 NİSAN'ın sadece ÇOCUK BAYRAMI olarak ANA ve İLKOKULLAR'da, YETİMHANELER'de, ÇOCUK ESİRGEME KURUMU'nda gerçekten o yavruların yüzünü güldürecek şekilde kutlanmasını isteriz. Koca adamların, DEVLET dairelerinin, fabrikaların o gün kapanmasının hepimizi "çocuk" yerine koyduğunu düşünürüz.

Yine, 19 MAYIS'ın sadece GENÇLİK BAYRAMI olarak ORTAOKUL, LİSE ÜNİVERSİTE, ASKERÎ ve POLİS OKULLARI'nca; 30 AĞUSTOS'un ZAFER BAYRAMI olarak ASKERÎ BİRLİKLER'ce kutlanmasını; ve bu günlerde diğer kurum ve okulların faaliyetine devam etmesini savunuruz. Çünkü zaten köylüler, çiftçiler, esnaf, özel sektör mensupları bu bayramlarda çalışıyor. Neden DEVLET daireleri, fabrikalar ve okullar kapansın ki?.. Mantığı yok!.. Kaybedecek o kadar çok zamanımız da yok.

Ama bayram yapan okullar, kişiler, birlikler gerçekten o günün hazzını çıkartabilmeli, dinlenip eğlenebilmeli!.. Çünkü bayramların "didaktik" bir yönü yoktur. Adı üstünde "BAYRAM"dır. O günlerde "ders işler" gibi nutuklar atılmasını, konferanslar düzenlenmesini, programlar yapılmasını çok sun'i ve sıkıcı buluyoruz. Böyle günlerde kişiler öyle coşmalı, öyle haz almalı ki, sonradan oturup niye böyle bir gün kutladığını düşünme ihtiyacı duymalı!.. Yoksa küçücük çocuklara, gençlere bayramı zehir ederek bir şey öğretemezsiniz. Hele bu güzel bayramların adını "23 NİSAN ÇOCUK VE ULUSAL EGEMENLİK BAYRAMI" şeklinde birbiri ile alâkasız iki kavramı birleştirerek İspanyol asilzadelerinin adı gibi uzatmak, saçmalamaktan başka bir şey değildir...

MİLLET'çe, hep birlikte, coşkuyla kutlanması gereken sadece 29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI'dır. O gün bütün MİLLET'in tatil yaparak hem dinlenmesini, hem eğlenmesini, hem de ATATÜRK'ün kurmak istediği GERÇEK CUMHURİYET'in ne olduğunu hissetmesini isteriz.

Söz CUMA'dan açılmıştı... Burada önemli olan, CUMA'nın tatil olmasından ziyade, CUMA NAMAZI'na vakit ayrılmasıdır. Bunun sebebi de haftada bir MÜSLÜMANLAR'ın bir araya gelip DEVLET ve MİLLET İŞLERİ'nden haberdar edilmesi ihtiyacıdır. CUMA NAMAZI iki rekattır. Öğle namazının diğer iki rekatı yerine geçen HUTBE şarttır. Hutbe ise, halkın DEVLET REİSİ'nin uygulamalarından haberdar edilmesi içindir... Bu konuyu DİNÎ ESASLARA BAĞLILIK İLKESİ'nde uzun uzun ele almıştık.

Biz DEVLET DAİRELERİ'nde MESCİT açılmasına, bangır bangır EZAN okunmasına taraftar değiliz. Böyle bir uygulama OSMANLI'da bile yoktu. Hâlâ "kazaya bırakmak istemiyenin oturduğu yerde namaz kılabileceğini, çorap üstüne mesh edilebileceğini" bilmeyen kişilerin, lavabolarda binbir zahmetle abdest almaya çalışmalarına üzülüyoruz. "Lâik"ten dem vurup DEVLET DAİRELERİ'ni bu hale sokanlara da kızıyoruz!.. Aynı kişilerin "CUMA NAMAZI TATİLİ" verilmesine itiraz edip, şimdiki çarpık uygulamaya ses çıkarmamalarını da hayretle karşılıyoruz.

CUMA TATİLİ eninde sonunda olacak. Politikacılar buna uzun müddet direnemiyecek. O tarihe kadar CUMA günleri özel öğle tatili verilse, DEVLET DAİRELERİ'ndeki bütün mescitleri kaldırmak ve hoparlörleri sökmek; yani "DİN ile DEVLET işini ayırmak" mümkün olacaktır. Ama hiç bir "lâik" bu akılcı çözüme yanaşmaz. Neden?.. DİN'i POLİTİKA'ya âlet eder de ondan!

Öte yandan "batı takvimi"nin kalkınma için ŞART olduğunu söyliyenlere hatırlatırız: ATATÜRK'ün "takvim devrimi"nden 20 yıl sonra İsrail, BATI takvimini bırakıp 3000 yıllık kendi takvimine döndü. Arkasından ATOM BOMBASI yapıp bütün Araplar'a kan kusturdu!..

Tekrar belirtelim ki, biz "eski takvime dönelim" demiyoruz!... Ama şimdiki takviminden daha kesin olduğu söylenen ÖMER HAYYAM'ın SELÇUKLU SULTANI MELİKŞAH için hazırladığı, bize son derece uygun CELÂLÎ TAKVİMİ'ni burada hatırlatmadan geçemedik!..

Başa dönersek; bizce ister kendisi isterse İsmet'in etkisi ile olsun, GAZI PAŞA TAKVİM, SAAT, TATİL, vs. değişikliği yaparken ÇELİŞKİYE DÜŞMÜŞTÜR!.. Biz Hıristiyanlara uyarak 31 Aralık'ta "yılbaşı" kutlarken; TÜRKLER'in yeni yıl başı 21 Mart'ı unuttuk. Neredeyse, Kürt ayırımcılar kapıyordu... Hele "türkçe ezan", büsbütün abes olmuş, bizi diğer MÜSLÜMANLAR'dan koparmıştır.

İnanılmaz bir intibak kaabiliyeti olan MÜSLÜMAN TÜRK MİLLETİ, takvim ve saat konusundaki karşılaştığı zorlukları, SAATLİ MAARİF TAKVİMİ sayesinde çözülmüştür. CUMA NAMAZI müsamahakâr idarecilerin verdiği izinler ile halledilmektedir. EZAN'ı da MENDERES aslına döndürmüştür.

Bizim İSTİKLAL MARŞIMIZ:

ŞU EZANLAR Kİ, ŞAHADETLERİ DİNİN TEMELİ
EBEDİ YURDUMUN ÜSTÜNDE BENİM, İNLEMELİ!..

der!.. Bu sesi çatlak hale getirmeye, İSTİKLÂL SAVAŞI GAZİ'sinin bile gücü yetmemiştir!..

***

> İÇİNDEKİLER< > ATATÜRK DÖNEMİ (1922-1938) - AÇIKLAMALAR-5 <ATATÜRK - MC ARTHUR GÖRÜŞMESİ <