ATATÜRK DÖNEMİ (1922-1938) - AÇIKLAMALAR-5

(23)- Burada ATATÜRK'ün yabancılardan rüşvet almış Fethi Okyar'ı tutması, tuhaf görünüyor. Fethi Bey "Üç Devirde Bir Adam" adlı eserinde bu rüşvet iddiasını yalanlar... İsmet Paşa'nın da "vatanseverlik" göstermesi dikkat çekiyor. Ama işin bilinmeyen bir boyutu var.

ATATÜRK elbette ki Fethi Okyar'ın rüşvet aldığı için peşinde olduğu işi savunmuyordu. Onun İSTİKLÂL Savaşı'ndan sonra benimsediği bir siyaset vardı.

Ezeli düşmanımız BATI ülkelerinin bize saldırmalarının sebebinin EKONOMİK olduğunu bildiği için, geçmiş yöneticilerin hatalarından ve israfından kaynaklanan MADDÎ konularda BATILILAR'ı karşısına almamış, o hataların MÂLİ yükünü sineye çekmiştir. Bu konuda şöyle der:

- "Yeni bir borçlanmaya gitmeden eski İÇ BORÇLAR'ımızı ödemekteyiz. DIŞ BORÇLARIMIZ'a gelince, söz verdiğimizi yapmayı boynumuza borç biliyoruz." (1.11.24)

"Kellog Anlaşması'na katılmayı uygun gördüğümüzü bildirmiş bulunuyoruz... Bu anlaşmayı yapmanın nedeni, BORCUNU TANIMAK ve ödemeye kararlı olmakla, MEDENİ bir topluma yaraşan itibarı kazanabilmek mecburiyetidir." (1.11.28)

Yani mesele "Ya paranı, ya canını" konusuna gelince, insanımızın canını ve geleceğini tehlikeye atmaktansa, parayı ödemeyi tercih etmiştir. Çünkü para her zaman kazanılır, servet her zaman gelir, ama savaşlarda kaybedilen hayatlar geri gelmez!

ATATÜRK bu siyaseti, yabancı şirketlerin elindeki çok önemli varlıklarımızı millileştirirken de sürdürmüştür. Demiryolları, fabrikalar, tesisler hep parası tıkır tıkır ödenerek, hem de meteliğe muhtaç olduğumuz o dönemde ödenerek satın alınmıştır. Ama satın alınan sadece tesis değil, ülkenin ve DEVLET'in selametidir.

ATATÜRK'ten 40 yıl sonra, bu gerçeği farkedemeyip ABD ve BATI'ya kafa tutan, şirketlerinin üzerine yatmak isteyen ALLENDE, bu hatasını hayatıyla ödemiştir!... Hoş, onu deviren Pinoche'nin Şili'nin kalkınma ve güçlanmesinde daha büyük rolü olmuştur ya, neyse!..

Kısacası, ATATÜRK HAYSİYETLİ SİYASET GÜDER, GÜVENİLİR DEVLET ADAMI'dır. Her işi usûlüne uygun yapar. YILAN DELİĞİNE PARMAĞINI, ARI KOVANINA ÇOMAK SOKMAZ!. Bunun için Lozan'dan 4 yıl sonra borç indirimi şartı ile kabullendiğimiz "altınla ödeme" prensibini, Fethi Bey rüşvet almış bile olsa, dünya ekonomik bunalıma girmiş bile olsa, kabadayılıkla "ödemiyorum" diyerek reddedip mesele yaratmak istemez. Bilir ki, bu gibi durumlarda BATILILAR mutlaka ülke içinde karışıklık çıkarır, başımıza iş açarlar. Ağrı isyanının o günlere denk gelmesi, herhalde tesadüf değildi.

Gelelim İsmet'in höt höt ötüşüne!.. Hani tamamen "vatanseverlik"ten olduğuna inanmak istiyoruz ama, olaylar öyle demiyor. Onun Fethi Bey'le ezelî çekişmesi bir yana, kendi döneminde BATILILAR'a bu kadar kafa tutmayışı, verdiği tavizler, yaptığı gizli anlaşmalar, ve hele 1947'den sonraki teslimiyetçi politikası, bizi başka türlü düşünmeye itiyor. Sanki ATATÜRK'ü müşgül durumda bırakmak istermiş gibi bir niyet seziyoruz. Zaten bir sonraki bölümde, bu hususu ATATÜRK te dile getiriyor.

(24)- ATATÜRK burada sadece kendisinin müşgül durumda bırakıldığını söylemiyor, çok önemli bir siyasî taktiği açıklıyor.

ATATÜRK, yabancı ülkelere "Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlığın iki ayrı makam olduğu" ve "hükûmet işlerine karışmadığı" gibi bir intiba veriyor. Böylece çözülmeyen problemlerde "arabuluculuk" yapma veya istenmiyen tavizlerden kurtulma imkânı yaratıyor. Hatay meselesi gibi çok önemli konular dışında, kendisi muhatap olarak hiç bir meseleye girmek istemiyor.

Bu taktik bizim şimdiki beceriksiz politikacılarımıza yabancıdır. Hatta tam tersini uygularlar. Yani iktidarda olan ülke menfaatini savunuyorsa, muhalefet âdeta taviz verilmesini ister,vatan hainliği yapar. Muhalefette iken taviz verilmemesini savunan, iktidara gelince, hainleşir, hemen tavizi kendi verir.

Halbuki ABD yıllardır bizi bu eski taktik ile uyutmaktadır. ABD Başkanı, "Valla, size daha çok yardım edeceğiz, ama Senato istemiyor" der... Veya Temsilciler Meclisi'nden Ermeni anıtı yapma kararı çıkar, Başkan hemen bizi arar, "Valla, çok istedik, önliyemedik," der... Halbuki o da işin içindedir. Çünkü, ABD politikası TEK'tir...

Aslında ATATÜRK te borçların altınla ödenmemesi taraftarı idi. Ama İsmet Paşa'nın fayfaracılığını beğenmiyordu. Çünkü büyük sıkıntılar içinde olan BATI kamuoyu böyle bir tutumu haber alırsa, TÜRKİYE aleyhine dönebilirdi. Eğer hem borcu ödemez, hem de "ödenmesini savunan" Fethi Bey'i ön plana çıkarırsa, BATILILAR'a da bir oyun etmiş olacaktı. İşte Bitlisli İsmet'in karşısına Fethi Bey'in Serbest Fırka ile çıkışı, bu taktiğin ürünüdür.

Burada bir noktayı daha eklemek isteriz. ATATÜRK'ün farkında olduğu, ancak vehametinin boyutları tam olarak kestiremediği gerçek, aslında "HÜKÛMETE HİÇ SAHİP OLAMADIĞI" hususu idi!

(25)- Burada Kemâl Tâhir çok önemli bir İKTİSADÎ GERÇEK'ten söz ediyor.

Bütün KAPİTALİST ekonomi kurumları gibi BORSA da kâğıttan saraydır. Üflemekle yıkılabilir. BATI KAPİTALİST SİSTEMİ'nin temeli de BORSA ve KREDİ olduğu için, bu ikisinden birine halel geldi mi, bütün sistem sarsılır. Sistem bir sarsıldı mı, ekonominin gerçek millî servetten çok daha büyük boyuta ulaşmış olduğu bu ülkelerde, para sür'atle değer kaybeder. 1929'da, 1980'lerde, 2008/yd öyle olmuştur.

Şu anda sözü edilen "yeni bir dünya düzeni" de, yürümeyen bu sisteme koltuk değneği bulma çabasından ibarettir. DEVLETÇİLİK İLKESİ yazımızda ve EKONOMİ Eki'nde bu konuya geniş yer verdik.

(26)- Biz bu yazı ile biraz da o dönemle bu dönem arasındaki AHL^FK farkını göstermek istiyoruz. O dönemde milletvekilleri boğaz tokluğuna çalışıyormuş. Arada yolsuzluk yapan varmış.

Peki, bugün niye var?.. Milletvekili maaşı bir servet oldu. Parlamentodaki 550 kendini bilmezin yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında!.. Bu sistemi ilk başlatan da Bitlis İsmet!

Demek ki, mesele boğazını doyurduktan sonra gözünü doyurmak!.. Biz deriz ki, böylelerinin gözünü TOPRAK doyursun!..

(27)- 1924 Anayasası'nın liberal özelliğini belirtmiştik. ATATÜRK, DEVLET kaynaklarının kıtlığı, AŞAR'ın kaldırılması ile vergi gelirlerinin dörtte bir kayba uğraması, o dönemde özel sektörün canlandırılması hevesini doğurmuştu. Amaç MİLLÎ UNSUR TÜRKLER'in ticarete ve sanayie el atmaları idi. Ancak bu konuda OSMANLI alışkanlığı devam etti. "Millî" açıkgözler, gayrımilli unsurlar olan Rum, Ermeni, Yahudiler ile işbirliği ederek yabancı firmaların temsilciliğine soyundular. Cumhuriyet döneminin ilk yolsuzlukları başladı.

Bu hastalığın çaresi TEK'tir. MİLLÎ EKONOMİ anlayışına sarılmak! Küçük karlar uğruna DEVLET'e kazık atacak, MİLLÎ SERVET'i yabancılara peşkeş çekmeye hazır kişilere en azından DEVLET sektöründe set çekmek!..

Bu sanıldığı kadar zor değildir. Müteahhitlik yapıp taahhüdünü yerine getirmeyenin, bir daha hiç bir müteahhit firmada görev alamıyacak şekilde idarî yönden cezalandırmak; vergi kaçıran, çürük mal satanların ticaret ve sanayiden men edilmesini sağlamak, hatta şahsî ve kaynağı belirsiz aile servetlerine el koymak ile bu namussuzları yola getirmek mümkündür.

Şurası muhakkak ki, DEVLET NİZAMI demek, namuslu insanların en az namussuzlar kadar imkanlara sahip olması, namussuzların, üçkâğıtçıların da tedricen imkânlardan mahrum edilmesi demektir.

(28)- O dönemde hiç değilse alacaklar takip ediliyormuş. Başbakan Demirel'in becerikli yeğeni suntayı "mobilya" diye "ihraç" edip vergi iadesi alıyor... Bir banka genel müdürü "dolarları fare yedi," deyip paçayı kurtarıyor!.(1993) Bir başkasının aldığı rüşveti, krediyi iç etmiş olana iade ettirmek için, Özal'ın hizmetçiden bozma karısı araya giriyor!.. Cin fikirliler "özel banka" kurup, mevduatı topladıktan sonra, kredileri kendi adamlarına verip bankayı "batırıyorlar"!.. Sonra Amerika'da, İsviçre'de yaşıyorlar. Ayakkabı kutularında dolarlar, yatak odalarında sıra sıra kasalar, içi dolu paralar çıkıyor. Başbakan Potamyalı Erdoğan oğluna telefonda "Sülâleyi topla! Evdeki paraları sıfırla!" diye talimat veriyor!..Yandaş olanlar deveyi hamuduyla yutuyor, sonra da "milletin a... na koyacağız" diye yaptığıyla övünüyor... Bunun adı da "verimli özel sektör" oluyor!..

(29)- Şimdi daha gelişmiş "teknikler" var. Adam önce yatırımcı DEVLET kuruluşuna genel müdür oluyor. Sonra ihaleleri kendi kurduğu şirkete veriyor!.. Veya o kuruluşa kendi adamlarını yerleştirip ayrıldıktan sonra, bir yabancı şirketin temsilcisi olarak eskiden yönettiği kuruluşla "iş" yapıyor. Adı yine "serbest teşebbüs"!..

Bir örnek verelim: Karayolları Genel Müdürlüğü'nün 45.000 personeli vardır. Bunların arasında TÜRKİYE'nin en iyi mühendisleri, mimarları, yöneticileri, işçileri, ustaları çalışır. TÜRKİYE'nin en büyük makine parkına sahiptir. Ama hükûmetin baskısı ile pek çok işini "müteahhid"e yaptırır. Neden?..

Bu müteahhitlerin maddi kaynağı yetersizdir. İş yapmadan yüksek avanslar alırlar, yabancı ülkeleden yüksek faizle kredi çekerler. Makine parkları yetersizdir. DEVLET'in araçlarını kiralarlar. Bazen elemanları yetmez, Karayolları onlara "ödünç" personel verir!.. Müteahhitle birlikte arkasındaki politikacılar da ziftlensin diye!.. Sonra yollar, köprüler çöker, akarsuların önü kapandığı için şehirleri sel basar! İşin adı da yine "serbest teşebbüs, piyasa ekonomisi" olur!

Zaman zaman yapılan suistimallerin kokusu çıkar, "otoyol ihalesi"nde olduğu gibi.. (1991) Ancak bütün partiler ayni zihniyetteki yiyiciler ile dolu olduğu için, kanunlar çalan-çırpandan yanadır. Servet Beyanı, "Nereden Buldun?" kuralı işlemez. Gösterişli mahkemeler sonunda herkes beraat eder. Yem olarak ortaya atılan bir kaç kişi ise, tıkıldıkları cezaevinden "infaz yasası" sayesinde hemen çıkarlar.

Bu dümen sadece KARAYOLLARI'nda değil; KÖY HİZMETLERİ'nde, DEVLET SU İŞLERİ'nde, ORDU'da, BELEDİYELER'de, hemen her yerde böyledir. Sonra yatırım maliyeti yüksek olunca, kabahat hep DEVLETÇİLİK'te bulunur.

Yahu DEVLET yemiyor, "demokrasi" ile DEVLET'in başına çöreklenen AKBABALAR yiyor!.. Bu gerçeği farkeden fakat yalnız kaldığı için önliyemiyen Bayındırlık Bakanı Erman Şahin'e de istifa etmekten başka şey kalnmıyor!(1995)

(30)- Ne kadar dürüst bir ifade değil mi?.. Belki hakikaten İsmet o dönemlerde öyle idi. Ama kendi döneminde oğlu Ömer'le ilgili iddialar ayyuka çıkmıştı... Hoş, ALLAH'ı var, şöyledir böyledir ama İsmet; Demirel ve Özal sülalesinin yanında zemzemle yıkanmış gibi pir-u pâk kalır!..

(31)- Gerçekten bu olayları okuyunca, daha en az bir 13.500 kişinin daha asılmış olması gerektiğini düşünüyor insan! Ne var ki, Kemal TAHİR'in verdiği rakamın bir sıfırı fazla... Prof. Ergun Aybars'ın İSTİKLÂL MAHKEMELERİ üzerine yaptığı araştırmalar, İDAM edilenlerin sayısının 1350 civarında olduğunu ortaya çıkarmış bulunuyor... DİVÂN-I HARB tarafından idam edilenler ve isyanlarda ölenlerle birlikte, belki bu rakama ulaşmış olabilir.

Bunların arasında masumlar yok muydu?.. Elbette vardı. Ama yarısı masum olsa bile, değer!..

Çünkü bu, çürümüşlükle yok olmakla savaştır. Savaşta da can kaybı mutlaka olur. Kaldı ki, İsmet'in çömezi Erdal Efendi'nin Kürtçü DEP'le yaptığı ittifak sonucu gelişen olaylarda, 1990-95 arası 7500 masum insan, yaşlı, çocuk, kadın demeden öldürüldü. Demek ki, tedbir alınmaz ise, daha çok masum ölür.

Şimdi şöyle bir çevrenize bakın. Politikacı, belediyeci, iş adamı, yönetici, asker, polis, memur... DEVLET'in ve halkın güvenini kötüye kullanıp, onları soyan nice gravatlı eşkiya göreceksiniz. Bunlar içinde bulundukları camianın da yüzkarasıdırlar. Sadece soymakla kalsalar!.. Ülkeyi başkalarına peşkeş çekmeye amade ne cibilliyetsizler var!..Polisinden Başbakan'ına, Cumhurbaşkanı'na kadar!..

Ne dersiniz, yeni İSTİKLÂL MAHKEMELERİ'nin tam zamanı değil mi?..

(32)- Şimdi o iş artık hava alanında yapılıyor. Hem de daha kalabalık heyetlerle!.. Üstüne üstlük bakandan genel müdüre, genel müdürden daire başkanına, belediye başkanlarına kadar bulaşan bu "kendini bir halt zannetme" hastalığı, inanılmaz boyutlara ulaşmıştır.

Şahit olduğumuz bir tanesini nakledelim: Ankara'da, konuşmasını bilmeyecek kadar cahil Çankaya Belediye Başkanı, kendi geleceği saatlerde odacısına Belediye binasının asansörünü tutturmakta, kimseyi bindirmemekte, memurlar "beyfendi" teşrif edene kadar onca katı yürüyerek çıkmakta idi. (1993)

Bazı genel müdürler de kendi katlarındaki tuvaletleri tümden kapatmakta, o katta çalışan memurları bir kat aşağıya inmeye mecbur bırakmaktadırlar. Adamın kıçı sanki özel tornadan çıkmış!..

Hele sözde emekçilerin temsilcisi TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral adlı soysuzun makam odasını 7 milyar liraya tefriş ettirmesine ne demeli?.. Üstelik "iş"i üstlenen "müteahhit", oğlu iken!..

Bu kişiler "atatürkçülüğü" de kimselere bırakmazlar... Halbuki şöyle bir ANITKABİR' e uzansalar da ATATÜRK'ün oturduğu koltuğu, giydiği mareşal üniformasını, kullandığı tahta ağızlığı, masasını görseler!.. Bugün bir erin kılığı, bir büro amirinin odası bile daha süslü!...

Bazıları sanki ondan daha fazla ülkeye hizmet etmiş gibi, bir de "Ee, olacak tabii. Zaman değişiyor!" derler. Zaman değişiyor da, kafalar ne âlemde?..

TÜRKİYE'de MUTLAKİYET, TANZİMAT, ISLAHAT, MEŞRUTİYET, İTTİHATÇI, CUMHURİYET, ve şimdi "DEMOKRASİ" dönemlerinde hep sistem değiştirmenin veya eski sisteme yeni bir ad takmanın bütün meseleleri halledeceği sanılmıştır. Hâlâ da öyle sanılıyor!.

MİLLÎ MÜCADELE yazımızın başında belirttiğimiz "HÜRRİYET ÖLÜ DİRİLTME İLACI" anlayışında, "hürriyet" kelimesinin yerine diğerlerini koyun, mantık ortaya çıkar.

Ama gerçek öyle değildir. Bu tavır ülserli bir hastanın başındaki şapkayı, veya sırtındaki çeketi, ayağındaki pantalonu değiştirmekle iyileşeceğini zannetmesine benzer!..

Hastalık içtedir. Her yeni dönemin insanı, "eski dönemden devşirme"dir. Onun kusurları giderilmedikçe, meseleler bitmez!

ATATÜRK döneminin aksaklığı da bundandır. Devir CUMHURİYET'tir, ama insanı İTTİHATÇI'dır, MANDACI'dır, ÇETECİ'dir. Hatta bir cumhurbaşkanımız 1950'lerde bile KOMİTACI olmakla öğünürdü.

İşte bu yüzden ATATÜRK, EĞİTİM'e büyük önem vermiş ve onun döneminde gerçekten çok değerli insanlar yetişmiştir. Ama bunlar onun düşüncelerinin bir ÜLKÜ haline gelmesine, yapılan değişikliklerin gerçek inkılâblara dönüşmesine yetmemiştir.

1940'lardan sonra yetişenler, hele 1960'lardan sonra yetişenler ise bizce artık ATATÜRKÇÜ değil, GAYRİMİLLÎ ŞEFÇİ'dir, veya ATATÜRK DÜŞMANI'dır.

Bu vesile ile "devrimler" konusundaki düşüncelerimizi de serdetmek isteriz.

Bir defa ATATÜRK hiç bir zaman DOKTRİNCİ DEĞİLDİ. "Doktrine gidersek, devrimleri dondururuz," derdi.

Öyleyse, ATATÜRKÇÜ'lüğün temel prensiplerinden biri de doktrinci olmamaktır. Herhangi bir fikir ve uygulamada yanlış görüldü mü, ondan dönülebilmelidir. Yürümeyen "devrimler" mutlaka yeniden gözden geçirilmelidir. Şapka Kanunu gibi...ATATÜRK de öyle yapmıştı. Bir komedi haline gelen "uydurma dil"cilikten hemen vazgeçmişti. (1935)

Bizce ATATÜRK asıl FİKRİYATTA bir İNKILÂB yapmıştır. Onun TÜRKÇÜLÜK, DİN, DİL, ORDU, TAM İSTİKLÂL, MİLLÎ HÂKİMİYET, MİLLÎ İRADE, MİLLÎ SİYASET, İKTİSAT, CUMHURİYET ve EĞİTİM konusunda söyledikleri gerçek birer DEVRİM'dir. Daha önce ve daha sonraki fikir ve politika adamlarımızın söylediklerinden çok farklı, çok daha gerçekçi ve milletimize uygundur. Çünkü bu ifadeler insanımızın seciyesini ve seviyesini yükseltmeye mâtuftur. Esas İNKILÂB ve gerçek ÇAĞ ATLAMA ancak bütün bir milletin böyle MADDÎ ve MÂNEVÎ kalkınması ile mümkün olabilir.

Yoksa fesi çıkarıp şapka giymeyi, Arap alfabesinden Lâtin alfabesine geçmeyi, tekke ve medrese kapatmayı "devrim" addederseniz, böyle 40 yıl yerinde sayarsınız.

Dışardan bir örnek verelim ki, mesele daha kolay anlaşılsın. Herkes Sovyet İhtilâli'ni göz önünde tutarak Lenin'i bir devrimci sayar. Onunla birlikte Rusya'da hakikaten pek çok şey değişmiştir. Bugün hâlâ eski Sovyetler'de her yerde onun heykeli vardır. Ama ister Rus, ister TÜRK olsun hangi eski Sovyet vatandaşına sorarsanız sorun, gerçek devrimci Stalin'dir. Onun kan dökücülüğünü hatırlamaz bile. Sovyet insanını değiştiren, ona eğitim ve yeni bir hayat tarzı veren Stalin'dir. Bu yüzden Churchil, onun ölümünü duyunca, "Bir milleti köylü alıp süper devlet haline getiren adamdı" demek ihtiyacını duymuştur. Sovyetler'in çöküşü, Kruşçev ile birlikte Stalin inkılâbcılığının rafa kaldırılmasıyla başlamış, Brejnev'de Lenin doktrinciliği donuklaşmış, ve Gorbaçov mukadder sona sadece imzasını atmıştır.

İşte biz de 1940'lardan beri "atatürkçülük" diye diye, GAYRİMİLLÎ ŞEF doktrinciliği ile yerimizde saydık. Özal bu kalıbı biraz kırdı da, uçurumdan kurtulduk. Ama o da, insanımızı SECİYELİ ve SEVİYELİ bir millet yapmak yerine, "köşe dönücü insan" tipini yarattı. Sadece çöküşü geciktirmiş oldu. Sonra ATATÜRK'ten hızlı "devrimci"ler çıktı. Ardından da ATATÜRK düşmanları, din bezirgânları!..

Bunlar AVRUPA BİRLİĞİ'ne girerken TAM İSTİKLÂL ve MİLLÎ HÂKİMİYET'ten vazgeçilebileceğini söylüyorlar da, ŞAPKA'dan, UYDURUKÇA DİL'den, LÂİKLİK'ten, PAZAR TATİLİ'nden vazgeçemiyorlar! Ne günlere kaldık YARABBİ!

Bizce yapılması gereken "lâiklikti, öztürkçeydi, şapkaydı" gibi tartışmaları bırakıp, heykel önlerindeki anlamsız seremonilerden vazgeçip ATATÜRK'ün ÜLKÜ'süne ve İLKELER'ine sarılmaktır! Onları iyi anlıyalım. Bütün insanlarımızı o ÜLKÜ ile yetiştirelim. Uygulamalardaki hataları tamir edelim, noksanları tamamlıyalım. ATATÜRK'ün istediği gibi doğmatik değil, SÜREKLİ İNKILÂBCI olalım.

(33)- Gerçekten tarihimiz "kahraman" diye göklere çıkartılan silik hainler, "hain" diye adlandırılan vatanseverler ile doludur. Aslında bu kişilerin hepsi insandır. İyi ve kötü yanları, doğru ve yanlışları vardır. Ama biz ATATÜRK'ün yerleştirmeye çalıştığı TARİH bilincine sahip olmadığımız için, bunları tesbit etmek yerine; bir karmaşa içinde yuvarlanır dururuz. TARİH'ten alınması gereken İBRET dersini alamayız.

Biz dahi, mubalâğalı ifadeler kullandık. Hain bilinenlerin sadece makbul yönlerini dile getirdik, ilahlaştırılanlar hakkında da alaycı lâflar ettik. Sırf dengeyi bulabilelim, zihinlerdeki kalıpları kırabilelim diye...

Aslında 1. Süleyman'dan beri gelen bu hastalığın tedavisi zor. Ama özellikle TANZİMAT sonrası şahsiyetler, iyi tanınmak zorundadır. MEŞRUTİYET ve CUMHURİYET dönemi için en önemli kaynak bizce HASAN İ. DİNAMO'nun 15 ciltlik dev eseridir: KUTSAL İSYAN-KUTSAL BARIŞ...

Çerkez Ethem'in Yunan safına geçmesi bir vakıadır. Ancak ilk dönemdeki isyanların bastırılmasındaki hizmeti de unutulmamalıdır.

Halide Edib ise, Sultanahmet mitinglerinde bir vatanperver şöhretine kavuşur. Ancak kendisi bir Amerikan mandacısıdır. Çevresi hep yabancılar ile çevrilidir. Bir süre MUSTAFA KEMÂL'in çevresinde yer almasına rağmen, bu yabancı hayranlığından kurtulamamıştır. Bu ise her "dönme"de görülen sari bir hastalıktır. Sonraki muhalefeti ve kocasıyla birlikte sürgünde yaşamalarının esas sebebi, budur.

(34)- ATATÜRK dalkavukluktan hiç hoşlanmazdı. Ne yazık ki, çevresindekiler arasında bol miktarda vardı. Bütün azarlamalarına rağmen bu huylarından vazgeçmezlerdi. Bitlisli İsmet de bunların başında gelirdi.

(35)- Bu ibret verici olaya özellikle dikkatinizi çekeriz. ATATÜRK te herkes gibi bir insandır. Şahsı ile ilgili konularda gereksiz tepkiler gösterebilir... Ama o bu tepkiyi görev başında iken değil, gece dostlar muhabbetinde gösterir, bütün içini onlara dökerdi. Aynı zamanda masada olanlara da gözdağı verirdi, benzer işler yapmasınlar diye... Ama sabah hepsini unutur, hırsı geçerdi. Bu yüzden ATATÜRK'ün şahsî garazından dolayı zarar gördüğünü söyliyebilecek, bir tek kişi yoktur...Çevresindekiler bunu bildikleri için gece geç vakit onun verdiği fevrî emirleri yürürlüğe koymazlardı... ATATÜRK te bu durumdan gizlice memnun olur, onların itaatsizliğine ses çıkarmazdı.

Halbuki şimdiki yöneticiler, şahsî hırs, kapris, aşağılık kompleksi, megalomanileri ve kinleri ile DEVLET İŞİ'ni karıştırırlar. Ellerine yetki geçti diye, geçmiş olayların bile intikamını almaya kalkarlar.

(36)- Burada da o "TEK ADAM" ATATÜRK'le muhaliflerinin nasıl tartışabildiklerini görüyoruz... Biz ne dedik?.. ATATÜRK'ün ruhu DEMOKRAT'tır. Onunla herkes konuşabilirdi. Ama İsmet Paşa ile, Demirel ile, Özal ile, hele hele görmemişin oğlu Potamyalı Erdoğan ile konuşulamaz. Yanına bile ulaşılmaz. Ulaşsanız, el sıkmaktan öteye dert anlatamazsınız. Anlatsanız, dinlemez. Çünkü bu adamlar sadece kendi fikirlerini beğenir, sadece kendilerini öven dalkavukları dinlerler.

(37)- Çok enteresandır ki, Demokrat Parti de, Demirel de, Özal da, Erdoğan da bunları söyliyerek ortaya çıkmışlardır. Onların muhalifleri de aynı şeyleri tekrarlamışlardır.

Bu konuda Kemâl Tâhir'in çok önemli ve kendisinden başka kimsenin göremediği bir tesbiti vardır. Şöyle der:

- İttihat ve Terakki "özgürlük" bayrağı ile gelmiştir. Ama özgürlüğü zincire vurdurmuştur. Karşısındaki Hürriyet ve İtilaf, İttihatçıların düşürdüğü "özgürlük" bayrağını ele almayı düşünmedi. Tersine geri ve muhafazakâr bir parti haline geldi.

Bu her zaman bizde böyle olmuştur. Her şey DEVLET'ten beklendiği için, DEVLET bir yerde hep ileri gitmeye mecbur kalmıştır.

Muhalifler, hep halkla beraber olmak zorunda kaldılar. Halk ta asırlardır geri kalmış olduğu için, onu temsil eden partiler de bazen çağın gerisine düştüler. Bu yüzden Hürriyet ve İtilaf DEVLET'i hiç temsil edemedi.

Halk Partisi de DEVLET'i temsil için kurulmuş bir parti idi.(*) Yıpratıldığı için MUSTAFA KEMÂL Serbest Fırka'yı kurdurttu. Ne gariptir ki, Serbest Fırka muhalefet ettiği halde geri kaldı.

Çünkü Halk Partisi DEVLET'i temsil ediyordu. Serbest Fırka halkı temsil etmek durumunda kaldı, geri fikirlere tutunarak halkın karşısına çıktı. Tıpkı İttihatçılar'ın karşısındaki İtilafçılar gibi!..

Kâzım Karabekir Paşa'nın partisi de aynı kaderi paylaşmıştır. Bayar'ın Demokrat Parti'si de bu çizginin dışına çıkamamıştır.

Bunun sebebi TÜRK toplumunun DEVLET'siz yapamamasıdır. Başka ülkelerde ve milletlerde devlet olmayabilir belki. Toplum bir süre için bunun ihtiyacını duymaz. Ama bizde DEVLET şarttır. Çünkü DEVLET bizde HER ŞEY demektir.

(*) Burada hemen bir not düşelim: Bu Halk Partisi, ATATÜRK'ün kurduğu ve İSMET'le birlikte 1924'TEN İTİBAREN bozulmaya başlıyan partidir... Bir de şimdi MÜSVEDDE "Halk Partisi" var. Erdal Efendi'yle SHP olarak başlayıp, sonra CHP adını alan BAYKAL'ın partisi! (1995) Bir ara Ermeni asıllı Murat Karayalçın'ın başa geçtiği, şimdi yine Ermeni asıllı Dersimli Kemâl Kılıçdaroğlu'nun yönettiği zavallı halksız CHP!..

Bu müsvedde parti ANAP'ın karşısına muhalefet olarak çıktığı için, Kemâl Tâhir'in bahsettiği kaderi paylaşmış, ANAP'tan geriye düşmüş; sonra AKP'nin karşısında, ondan daha fazla bölücülüğe, Kürtçülüğe, Alevi mezhepçiliğine taviz vererek iktidar olma çabasına girmiştir.

Bunun eski muhalif partilerce yobazları, gericiliği savunulmasından farkı yoktur!.. Bugün iktidar partisi DEVLET'in güvenliğini, MİLLET'in birliğini savununca, müsvedde CHP'ye de Kürtçülük ve mezhep bölücülüğü kalmıştır. AKP gibi emperyalizmin uşağı, bölücülüğün savunucusu bir parti iktidarda olunca, "Ben senden daha iyi uşaklık yaparım. Sen 16'ya böleceksen, ben 81'e bölerim" diyecek kadar sapıtmıştır!

İşin enteresanı, bu parti iktidar ortağı olunca da bu huyundan vazgeçmemiş, DEVLET'in safına geçmeyi becerememiş ve bu yüzden oy oranı 2 yıl içinde %23'den %10'a düşmüştür!.. (1995)

(38)- Menemen'de Kubilay'ın öldürülmesi ile DERVİŞ MEHMET OLAYI çok girift bir olaydır. Bir irtica yönü olduğu kesindir. Ama kim, nasıl, neden Menemen'i seçmiştir?.. Niye o tarihte?.. Bu soruların cevabı tam verilemez.

Mahkeme sonucuna göre İstanbul'da ikamet eden Şeyh Esat’ın Manisa’da Nakşibendi tarikatını yaymakla görevlendirdiği Laz İbrahim tarafından yönlendirilen, Manisa tarafından gelen çember sakallı, sarıklı ve cüppeli dördü silahlı 6 kişi, 23 Aralık 1930'da sabah namazından sonra camiden aldıkları Yeşil Sancağı yola dikerek silah zoruyla etraflarına adam toplamaya çalışırlar. Elebaşılar arasında, Giritli Derviş Mehmet, Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan, Küçük Hasan vardı. Derviş Mehmet camide namaz kılanlara kendini "Mehdi" olarak tanıttı ve dini korumaya geldiklerini söyledi. Arkalarında 70 bin kişilik Halife ordusu olduğunu, ve "Şapka giyen kâfirdir! Yakında yine şeriata dönülecektir." diyerek bir isyan hareketi başlatmak istediler. Bayrağın altından ahaliden bazı kişileri (bir fabrikada çalışan Hayimoğlu Jozef de dahil) geçirdiler. Kasabaya halife ordusunun geleceği iddiası halkı korkuttu.Olaya önce bir yüzbaşı müdahale etti, ama nedense askerleriyle birlikte geri çekildi. Sonra yedeksubay Kubilay bir manga askerle olay yerine geldi, muhtemelen o yüzbaşı tarafından gönderildi. Kubilay askerlerin yanından ayrılarak tek başına onların arasına girip teslim olmalarını istedi. Onlardan biri ateş ederek Kubilay’ı yaraladı. Bunu gören askerler ateş açtılar. Fakat tüfeklerinde öldürücü etkisi olmayan manevra fişekleri vardı. Derviş Mehmet "bana kurşun işlemiyor” diyerek halkı kandırdı. Alkışlayanlar falan oldu. Kubilay yaralı halde cami avlusuna sığındıysa da, Derviş Mehmet ve arkadaşları peşisıra geldiler. Derviş Mehmet, çantasını açıp testere ağızlı bağ bıçağını çıkardı ve yaralı Asteğmen Kubilay'ın başını kesti. Kesik başı yeşil bayrağın sopasına astılar. Olay yerine yetişen Bekçi Hasan ateş edip gruptan birini yaraladı. Ancak açılan ateş sonucu o da öldü. Arkadaşının yardımına koşan Bekçi Şevki de açılan ateş sonucu öldü. Nihayet bir askerî birlik geldi, Komutan "Teslim olun!" diye bağırdı. Ancak olay çatışmaya dönüştü ve askerî birlik ateş etmeye başladı. Göstericilerden Derviş Mehmet de dahil bazıları ölürken, bazıları kaçtı. Daha sonra hepsi birden yakalandı.

Olay Ankara'da ve İstanbul'da olan MUSTAFA KEMÂL tarafından duyulunca GAZİ çok kızdı, hatta bir iddiaya göre Menemen için "Yakın, yıkın!" diye emir verdi, ama sonra yatışınca vazgeçti. Ertesi gün de, "Böyle emirler verirsem, uygulamayın, sonra bir daha sorun", dedi. zaten gece sofrada verdiği emirlerin uygulanmadığını daha önce yazmıştık. Olaya karıştığı öne sürülen 105 sanık 15 Ocak 1931'den itibaren Divân-ı Harb’de yargılanmaya başladı. General Mustafa Muğlalı başkanlığındaki mahkeme 29 Ocak 1931 günü 36 kişinin idama mahkûm edilmesine, 40 kişinin salıverilmesine, 27 sanığın beraatine, 41 kişiye çeşitli hapis cezaları verilmesine hükmetti ve karar Meclis’in onayına sunuldu. İdam hükümlülerinin 6'sının yaşı küçük olduğundan, onların ölüm cezaları ağır hapse çevrildi. TBMM Adalet Divanı ayrıca iki idamlığın cezasını 2 yıl hapse çevirdi.

MENEMEN OLAYI'nda İdama mahkûm edilenler şunlardır:

Manisa'dan Giritli Derviş Mehmet
Manisa Hastanesi imamlığından mütekait Laz İbrahim Hoca
Manisa'dan Manifaturacı Osman
Manisa'dan Hafız Cemal
Manisa'dan Tabur İmamı İlyas Hoca
Manisa'dan Alipaşazade Ragıp Bey
Manisa'dan Şeyh Hafız Ahmet
Manisa'dan Giritli İbrahimoğlu İsmail
Manisa'dan Emrullahoğlu Memet.
Menemen Bozalan'dan Koca Mustafa
Menemen Bozalan'dan Hacı İsmail
Menemen Bozalan'dan Hacı İsmailoğlu Hüseyin
Menemen Bozalan'dan Göriceli Abdülkerim
Menemen'den Yukarıcumalı Ramiz
Menemen'den Çıtaklı Molla Süleyman
Menemen'den Hayimoğlu Jozef
Menemen'den Şımbıllı Ali Osmanoğlu Memet
Menemen'den Arnavut Yusufoğlu Kâmil
Menemen'den Kerimoğlu İbrahim
Menemen'den Selimoğlu Boşnak Abbas
Alaşehir'den Şeyh Ahmet Muhtar
Alaşehir'den Esat’ın oğlu Memet Ali (Aktör Sadettin Erbil'in babası, komedyen Mehmet Ali Erbil'in dedesidir. Babası Şeyh Esat 84 yaşında olduğu için asılmadı, ancak kısa zamanda öldü.)

İdam Cezası Hapis Cezasına çevrilenler:

Manisa'dan Nalıncı Hasan - idama bedel 24 yıl hapis (20 yaşında)
Manisadan Çoban Ramazan - idama bedel 24 yıl hapis (20 yaşında)
Manisadan Giritli Küçük Hasan - idama bedel 24 yıl hapis (17 yaşında)
Menemenden Harputlu Ömeroğlu Memet - idama bedel 24 yıl hapis (65 yaşı mütecaviz)
İzmirden Laz Mehmet Ali Hoca - idama bedel 24 yıl hapis (65 yaşı mütecaviz)
Erbilli Şeyh Esat - idama bedel 24 yıl hapis (65 yaşı mütecaviz, sonra öldü)
İsmail Mehmet - idama bedel 24 yıl hapis (65 yaşı mütecaviz)

Hapis ve Ağır Hapis Cezalarına Mahkûm Edilenler:

Horus köyünden Selâhattin oğlu Naşit 15 yıl ağır hapis
Horus köyünden Yakupoğlu Ali 15 yıl ağır hapis
Horus köyünden Muhittinoğlu Ali Koç 15 yıl ağır hapis
Horus köyünden Hasanoğlu Ahmet 15 yıl ağır hapis
Horus köyünden Neciboğlu Mevlût 15 yıl ağır hapis
Horus köyünden Ragıboğlu Osman 15 yıl ağır hapis
Horus köyünden Mümtazoğlu Haşim 65 yaşını mütecaviz olduğundan 12,5 yıl ağır hapis
14 kişiye 3'er yıl hapis
20 kişiye 1'er yıl hapis

Siyasî bağlamda Kubilay Olayı, 1930'da Ali Fethi Okyar tarafından Atatürk'ün tavsiyesiyle kurulmuş olan ve DERVİŞ MEHMET OLAYI'ndan hemen önce 17 Kasım 1930'da kendi kendini fesheden, Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci ana muhalefet partisi Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın 99 günlük varlığı ile bir arada değerlendirilmektedir.

Hasan İ. Dinamo, MENEMEN OLAYI'nın altında Anadolu'ya geçmek için fırsat kollıyan Çerkez Ethem'in parmağı olduğunu yazar. İsyan için de sebep hazırdır: EZAN'ın "türkçe"leştirilmesi!.. ATATÜRK, durup dururken başına dert almıştır, tıpkı ŞAPKA gibi!..

Ancak çok az kimsenin bildiği bir olay daha vardır. Bir süre önce TEKKELER, ZAVİYELER, TÜRBELER kapanmıştır ama, papazların "ders" verdiği yabancı okullar faaliyetlerine devam etmektedirler. Bunlardan bir tanesi Bursa'dadır ve Menemen olayından iki iyıl önce, 28 Ocak 1928’de Associated Press Ajansı muhabiri Miss Priscilla Ring, Elçi J. Crew’i ziyaret ederek: “Türkiye’de çıkan bütün sabah gazetelerinin Bursa’daki Amerikan okulunda üç kız öğrencinin Hristiyan olduğu, Türk makamlarının olay hakkında soruşturma açtıklarını, eğer okulda Türk çocuklarının Hristiyanlaştırma çabası tesbit edilecek olursa, okulun kapatılacağı" haberini verdi. Bursa halkı galeyana gelmişti. TÜRKİYE'de yer yerinden oynadı... Ve bizce MENEMEN OLAYI'nın esas sebebi bundan sonraki gelişmelerdir.

Pek çok şeyi zamanında yapmasını bilen ATATÜRK'ün başarılı Maarif Vekili Mustafa Necati, bu olay üzerine "fırsat bu fırsattır" diyerek yabancı okulların çoğunu kapattı!.. Kalanlar Maarif kapsamına aldı, Hepsine TÜRK müdür yardımcısı tayin edildi. Böylece KÜLTÜR EMPERYALİZMİ'ne büyük bir darbe vuruldu.

Bizim tatlısu frengi "aydın"larımız hikayesini başka bölümde anlattığımız Köy Enstitüleri'nin babası, Roma ve Grek kültürü tüccarı Hasan Ali Yücel'i göklere çıkarırlar da, böyle büyük bir hizmet yapmış olan MUSTAFA NECATİ'nin adını bile bilmezler.

Halbuki olayın önemi, dönemin Amerikan elçisi Grew'un hatıralarından anlaşılmaktadır. Grew bu okulların kapatılmasını, sanki "ellerinden baba mirası alınıyormuş gibi" feryat ederek anlatmaktadır!

Biz deriz ki, Amerika yediği bu tokadı hazmedememiştir... 35 kadar okulun kapatılması, onun sinsi emellerine set çekmiş oluyordu. E, fırsatta hazırdı, MİLLET "türkçe" EZAN'dan, hıristiyan yapılan kızdan dolayı burnundan soluyordu. Biraz para ile ATATÜRK'ü sarsacak bir isyan başlatmak zor değildi... Açıkçası, MENEMEN OLAYI'nın arkasında AMERİKA vardır. Kapatılan okulların intikamı bir YEDEK SUBAY'dan alınmıştır. Eğer ATATÜRK ser'i davranmasaydı, bu olayın arkası gelirdi.

Bir başka rivayet te Osman Yüksel Serdengeçti kanalıyla gelmektedir. Onun söylediğine göre, bir gün Ruşen Eşref Unaydın, "Sana bir sır vereceğim, ama vakti gelmedikçe kimseye söylemiyeceksin," der. Osman Bey söz verir. Ruşen Eşref, "Menemen olayını biz yaptık," der. Bununla Ege bölgesinde güçlü olan olan muhalif Serbest Fırka'yı güç duruma düşürmek istediklerini kasteder...

Bu iddiayı duyanlar, işi hemen ATATÜRK'e bağlamak istiyeceklerdir. Ancak ATATÜRK'ün olayı duyunca son derece hiddetlendiğini, bir şeriat ayaklanması olarak gördüğünü, ve hatta Menemen için "Yakın!" emrini verdiğini düşününce; bu olayı planlayanlar varsa, aralarında onun değil, Başbakan İsmet Paşa ve avenesinin olduğu kolayca anlaşılmaktadır.

Kısaca değerlendirmek gerekirse, Anadolu'ya geçmek isteyen Çerkes Ethem'in, misyoner okullarını devam ettirmek isteyen Amerikalılar'ın ve iktidardan gitmek istemeyen İsmet Paşa'nın menfaatleri bir noktada birleşmektedir.

MENEMEN OLAYI

MENEMEN OLAYI - FİLM

MENEMEN OLAYI'NDA 10 ŞÜPHE

DERVİŞ MEHMET OLAYI BELGELERİ

(39)- O günlere kadar Tarihimize "dinî tarih", "hanedan tarihi" veya "Avrupalı gözüyle Türk tarihi" açılarından bakılmış, hep böyle yaklaşılmıştır. Halbuki MİLLET TARİHİ olarak bakmak gerekirdi. ATATÜRK bunu başlattı, ancak kendisinden sonra bu akım devam etmedi. "Avrupalı gözüyle TÜRKLER ve Tarih" anlayışı hâkim oldu.

(40)- ATATÜRK'ün BATI EMPERYALİZMİ'ne karşı birer savunma hattı olarak kurduğu bu paktları, başka yazılarımızda değerlendirdiğimiz için burada kaydetmekle yetiniyoruz. (Bakınız: TÜRKÇÜLÜK ve DIŞ SİYASET yazılarımız)

(41)- Kemâl Tâhir'in Şoför Daldal'ın ağzından yaptığı bu "ATATÜRK'ün çalışma tarzı" tasviri olağanüstü...Rahmetli ATATÜRK gerçekten de 15 yıllık cumhurbaşkanlığı dönemini böyle faal geçirmiştir. Çok az uyur, az yer, çok sigara içerdi. Akşamları içtiği bir kaç kadeh rakı da onun dinlenmesini sağlıyan tek şeydi. Pek çok başarısı, o sofralarda ve yalnızken okuduğu kitap sayfalarından doğmuştur.

ANITKABİR Müzesi'nde ATATÜRK'ün okuduğu kitaplardan bazıları açık olarak sergilenmektedir, Bunların üzerinde aldığı notlar görülebilir. "ATATÜRK'ün Okuduğu Kitaplar" diye bir de eser yayınlanmıştır. Bu kitapta onun altını çizdiği satırlar ve düştüğü notlar verilmektedir.

Yalnız burada bir önemli husus vardır. Falih Rıfkı Atay teşhisini şöyle koyar:

"ATATÜRK büyük hareketler adamıdır. Teferruat ile didişmekten hoşlanmazdı. Hükûmet işleri ile pek baş ağrıtmamıştır. İNÖNÜ HÜKÛMET İŞLERİNİN YÜRÜTÜLMESİNDE BELLİ BAŞLI ÂMİL olmuştur."

İşte GAZİ'in beceriksiz İsmet konusundaki bu gafleti; bazı hükÛmet işlerinin ters gitmesine, yolsuzlukların artmasına, "devrim" denilen değişikliklerin eksik ve yarım yapılmasına yol açmıştır.

ATATÜRK gerçekten gündelik işlerin adamı değildi. Kafasında hep yeni bir şeyler vardı. Ama kendi kafasında insan bulmakta zorluk çekerdi. Bu yüzden de yapmak istediklerinin onda birini bile gerçekleştirememiştir. Çalışmasını hiç yeterli görmez, projelerini tatbik sahasına koyamayınca, bunalırdı. Bir gün Hasan Rıza Soyak'a şöyle dert yanmıştır:

-"Bunalıyorum, çocuk, bunalıyorum!.. Ben burada bir nevi mahpus hayatı yaşıyorum. Herkes işinde gücünde, benimse bir saatimi dahi dolduracak işim yok. Ya uyuyacağım, ya kitap okuyacağım, yahut bir şeyler yazacağım. Kendi kendime bilardo oynayıp sofra zamanını bekliyeceğim!"

Biz bu ifadede onun yiyip, içip, uyumaktan başka bir iş yapmadığı gibi bir sonuç çıkartmıyoruz. Yaptığını yeterli bulmadığını, özellikle 1930 Serbest Fırka olayından sonra çaresizlikle hükûmet işlerini İsmet'e bıraktığını, siyasette durgunlaştığını anlıyoruz. O günlerin önemli olaylarına, DİL ve TARİH çalışmalarına kendini adadığını, ancak 1937'den itibaren HATAY olayı tekrar canlandığını, şevke geldiğini biliyoruz.

(42)- HATAY'ın TÜRKİYE'ye ilhakı ATATÜRK'ün ölümünden sonra gerçekleşmiştir. Ama bütün çabayı ve planlamayı, oradaki insanları örgütlemeyi, plebisit sonucunu lehimize sağlamayı o gerçekleştirdiği için, ATATÜRK DÖNEMİ'ne aldık. İsmet'in bu konuda da herhangi bir hizmeti olmamıştır.

__________________________

KAYNAKLAR:

- Rıza Nur, Milli Kıyam

- Kemâl Tâhir, Hür Şehrin İnsanları 1-2

- Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam 1-3

- Şevket S. Aydemir, İkinci Adam 1-3

- Hasan İ. Dinamo, Kutsal Barış 1-7

- Yakup K. Karaosmanoğlu, Politika'da 45 Yıl

- Ahmet B. Ercilasun, Örnekleriyle Bugünkü TÜRK Alfabeleri

- Falih Rıfkı Atay, Çankaya 1-2

- Feridun Kandemir, Rauf Orbay

- Nuran Tezcan, ATATÜRK'ün yazdığı Yurttaşlık Bilgileri

- Bülent Tanör, Kuruluş

- Bülent Tanör, Kurtuluş

- Sina Akşin, Türkiye'nin Yakın Tarihi 1-2

***

> İÇİNDEKİLER< > ATATÜRK - MC ARTHUR GÖRÜŞMESİ < > NUTUK'TAN : ATATÜRK DÖNEMİ <