DEMİREL DÖNEMİ - AÇIKLAMALAR
(1) Dikkat edilirse, Süleyman Demirel'in de, Turgut Özal'ın da, yıldızının parlaması ve birden yükselmeleri hep MİLLİYETÇİ, İSLAMCI ve HALKÇI görünmelerine bağlıdır.
Halbuki, karşılarında daima HALKÇILIK okunu parti bayrağında taşıyan bir CHP, bir SHP vardır!.. Ama onlar bizim halkımızı İsmet Paşa'yı hatırlattığı için, iktidara gelemezler.
Halkımız bu partiden sadece İsmet Paşa'yı başkanlıktan deviren BÜLENT ECEVİT'i iktidara getirmiştir!..O da kısa bir süre! (1973-1975 arası.. sonrakiler çresizliktendir)
Demirel ve Özal'a gelince, MİLLİYETÇİLİK'ten, HALKÇILIK'tan kopup BATICILIK yaptıkları zaman bütün popülaritelerini kaybetmişler; kendi paçalarını kurtarmayı; DEVLET'i idare eden BAŞBAKANLIK makamını bırakıp, halk'a rağmen CUMHURBAŞKANI olmakta görmüşlerdir!.
Aynı şekilde Çiller de fazla BATICI ifadeler gevelemeye başlayınca, oy oranı %10'lara düştü. Kendini kurtarmak için Erbakan'la işbirliği yapma gereği duydu.
Kısacası, bütün aksi iddialara rağmen, TÜRK İNSANI ATATÜRK'ü BATICI görmez! Onu VATAN'ı, MİLLET'i ve İSLAM'ı kurtaran bir EVLİYA gibi görür. CUMHURİYET döneminin bütün hatalarının İsmet Paşa'dan kaynaklandığına inanır ve onu günahı kadar bile sevmez!.. Bunda da haksız değildir.
(2) Şu "DEMOKRAT PARTİ'nin DEVAMI olmak" lâfı çok hoştur.. Biz SAĞ-SOL-ORTA tabirlerinin SİYASET'te bir anlam taşımadığını düşünürüz, ama anlaşılsın diye kullanacağız... İşte bu ORTA ve ılımlı SAĞ partiler ne zaman birbirlerinden kopsalar, DP'nin devamı olduğunu iddia eder, onun oylarına göz dikerler.
Hani bu davranışı 1961 seçimlerinde anlamak, belki mümkündür. Eskiden DP'ye oy vermiş olanların nereye oy vereceğini şaşırması ve eski temayülüne uygun bir parti araması akla yakındır ama, 1990'lara uzanan "DP edebiyatı" pek komik kaçmaktadır. Çünkü DP'nin kapatıldığı yıl doğmuş olanlar bugün 35, çocuk olanlar ise 45 yaşındadır!.. Hiç birinin o DP dönemine atfedilen huzur, refah ve şaşaa palavrasından haberi bile yoktur.
Yine bizi çok rahatsız eden bir başka husus, bitmez tükenmez "RUH edebiyatı"dır. DP RUHU, 46 RUHU, MENDERES RUHU, ÖZAL RUHU, TUZ RUHU, NÂNE RUHU!... Daha DEMİREL ahirete intikal etmediği için onun RUH'u iş başında değil, çok şükür!..
Şaka bir yana, biz şimdiki partilerin her birinin bir RUH'a sarılıp ortaya çıkmasını, esas DEVLET'in ve CUMHURİYET'in kurucusu ATATÜRK'E CEPHE ALMAK olarak yorumlarız!
Öyle ya, hangi gafil DYP'li MENDERES'in veya hangi salak ANAP'lı ÖZAL'ın bu memlekete ATATÜRK'ten çok hizmet ettiğini öne sürebilir ki?.. Öyleyse, hem "atatürkçülük" taslayıp, hem de falanca veya filancanın RUH'una sarılmak, ne demek oluyor?..
Hoş, ORTANIN SOLU veya SOSYAL DEMOKRAT partilerin, SODEP, SHP, CHP, vs.nin ATATÜRK'e sahip çıktığını iddia edip; sonra da onun prensiplerine tamamen ters uygulamalara girdiklerini de unutmamak gerekir. KÜRTÇÜLÜK, MEZHEPÇİLİK gütmek bunlarda, yolsuzluğa bulaşmak bunlarda, GAYRIMİLLİ ŞEF İSMET'e özenmek bunlarda!..
Ne var ki, onlar arada bir DENİZ BAYKAL zibidisinin yaptığı gibi, baraja takılmak üzere iken (1995), "HATTI MÜDAFAA YOKTUR, SATHI MÜDAFAA VARDIR" gibi bir ATATÜRK vecizesini kullanıyorlar... HAT nerede, SATIH nerede, DÜŞMAN kim, neyi MÜDAFAA edecek, belli değil... Olsun.. Herif "atatürkçü"! Yerine oturmasa da, söyler! Yine günün birinde (1997) RP için "GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER!" demez mi?.. Gülmekten karnımız yarılıyordu!
Ama ötekiler onu da yapmaz... Yahu, şu MENDERES'in "YETER ARTIK, SÖZ MİLLET'in!" diye DİKTATÖR İSMET'e başkaldırmasından başka duvarlara yazılacak, bugün uygulanacak, yarına ışık tutacak ne sözü var ki?.. Demirel'in "Va mı bunun başka türlü izah tarzı?" ifadesini herkes hatırlar da, bununla yola çıkabilir misiniz?..Ya, bir gün söylediğinin tersini ertesi gün dile getirmekten hiç utanmamış olan ÖZAL'ın, hangi vecizesi var?..
ATATÜRK'ün çarpıtılmış olsa da İLKELER'i var... Bunların nesi var?..Yoksa hiç bir şeyi olmadığı için mi AKMAZ, KOKMAZ BULAŞMAZ "RUH"una sarılıyorlar?..
Bir kere daha tekrar edelim ki, biz ATATÜRKÇÜLÜK'ten onun vazetmiş olduğu PRENSİPLER'i, geleceğe ışık tutan TESPİTLER'i ve fikirlerinin DOĞRU olanlarını uygulamayı anlıyoruz. Ta ki, TÜRKİYE ondan daha üstün bir şahsiyet yetiştirinceye kadar da buna devam edeceğiz.
ATATÜRK dururken, onun binde biri kadar bu ülkeye yarar getirmemiş olan, ülkeyi uçuruma sürüklemiş, iflasın eşiğine getirmiş olan kişilerin RUH'una sarılmayı ise, GİZLİ ATATÜRK DÜŞMANLIĞI olarak değerlendiriyoruz. Bu "ruh"ları da HABİS RUH gibi insanımıza MUSALLAT görüyoruz.
(3) İSRAİL Devleti'nin kurulmasının 100 yıllık ibret verici bir hikayesi vardır. Teodor Herzt'in yayınladığı Siyonist PROTOKOL ile başlar, günümüze kadar devam eder.
1945'de İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi ile "mazlum" yahudiler Amerika'nın da desteğiyle gelip Filistin topraklarına yerleştiler. Cahil ve vatan duygusundan mahrum Araplar'dan para ile toprak satın alarak yaşadıkları alanı büyüttüler, büyüttüler.
Sonunda Araplar'ın gözü açıldı. Bir de yağmacılık duygusu ile "zengin" yahudileri soymak için saldırılar düzenlemeye başladılar. Ama yahudiler daha organize idi. Düzenli askeri eğitim görüyor, bol silah bulabiliyorlardı. 1948'deki ilk savaşta dağınık Araplar'ı bir güzel benzettiler.
Araplar bu savaşta bir de büyük hata yapmış, sözüm ona yahudileri tamamen imha edecekleri için, "Araplar'a zarar gelmesin" diye onları bölgeden çekip toprakları boşaltmıştı!..
Tabii yahudiler bu boş topraklara kolayca kondular. Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın desteği ile de başkasının toprağında kendilerine bir yurt edindiler. Bir sonraki savaşta Akdeniz'e, 1967 yılındaki savaşta ise Kızıldeniz'e, Kudüs'e ve hatta Süveyş'e ulaştılar. Hem de 6 günde!..
İsrail'in nüfusu 2 milyon, Arap devletlerinin toplam nüfusu ise 80 milyon idi!.. Ne var ki, Arap askerleri tankla gelen İsrail askerine ya teslim oluyor, ya da attığı bir kaç kuruş karşılığında silahını bırakıp gidiyordu!..
Filistin halkının kendini soktuğu bu gerçekten acı durumun hikayesi Leon Uris'in HACI adlı eserinde bütün teferruatıyla ve çarpıtılmadan dile getirilmiştir.
(4) Biz "işçi ağası" niteliğindeki "pavyon fedaisi" görünümlü sendikacılardan nefret ederiz... 1963 yılında Ecevit'in çıkarttığı Sendika, Grev ve Toplu Sözleşme kanunu, 1979'da çıkarttığı Kapıcılar kanunu ve Demirel'in 1991'de ortaya attığı Memur Sendikaları meselesi bu ülkeyi kamplara, partilere, mezheplere bölmüştür. İşçi sendikaları fabrikaları tahrip etmiş, üretimi düşürmüş, gelir dağılımını bozmuş, çalışmamaya prim sağlamıştır.
Bu sadece TÜRKİYE'de böyledir sanılmasın... Özellikle AMERİKA'da 1960'larda sendikalar MAFYA gibi çalışırdı. Bu yüzden SYNDICATE kelimesi sendika anlamına gelmesine rağmen, daha sonra MAFYA için kullanılmaya başlamış; sendika için UNION tabiri tercih edilir olmuştur.
Sendika demek AYAKLARIN BAŞ OLMASI demektir. TECRÜBE, EHLİYET, EĞİTİM, MESLEK,AHLAK hiç itibara alınmadan lider seçilen üçkâğıtçı biri, hem kendinden çok daha BİLGİLİ, TECRÜBELİ, EFENDİ kişilerin üstüne geçmekte; hem de bütün o cahilliğine bakmadan ÜLKE'nin geleceğinde, DEVLET'in kaderinde söz sahibi olmaktadır! HALİL TUNÇ bir greyder operatörü idi, sendikacılık sayesinde LORDLAR gibi yaşamıştır. Hepsi öyle!
Aynı durum MESLEK ODALARI için de varittir... Eski AHİLİK, LONCA TEŞKİLÂTI hatta bazı illerimizde hâlâ sürmekte olan YİĞİTBAŞILIK bile BATI'dan kopya SENDİKACILIK'tan iyidir!
(5) Şu ÖZERKLİK te DEMOKRASİ gibi tartışmalı bir kavramdır. Herkes işine geldiği gibi kullanır... Hemen belirtelim ki, suçlunun yakalanmamak için mabedlere sığınması ta ROMA devrinden kalan bir adettir. Sonra kiliselere bulaşmıştır. Kiliseye sığınan suçlu, teslim oluncaya kadar dışarda beklenir, içerde tutuklanmazdı. Belki hâlâ da öyledir.
İSLAM'da kişilerin birbirine saldırmaması için, İHRAM giyilen MUKADDES BÖLGE'de SAVAŞMAK haramdır. Ancak bu suçlu yakalanmaz, oraya kaçarsa kurtulur anlamına gelmez.
İşte bu zihniyetle 1968'den itibaren TERÖRİST öğrenciler ÜNİVERSİTE mekanını kendilerine siper edinmişlerdir. Orada yuvalanır, orada olay çıkartır, dersleri engeller, öğrencileri, hocaları döver; sonra da bütün bu yapılanlar sanki hiç "özerkliği engellemiyor"muş gibi, polis gelince "üniversite özerkliği" yaygarası koparırlardı. İşin kötüsü bu oyuna alet olan öğretim üyesi sayısı da az değildi!
Önce şu ÖZERKLİK kavramına bir tanım getirelim... Bir defa ÖZERKLİK, AST'ın ÜST'ten bağımsız olması değil; kendi işini kendi görebilecek konuma gelmiş olan AST'ın sorunlarıyla uğraşmaktan ÜST'ün kurtulmuş olmasıdır!
Yani ÖZERKLİK, herhangi bir kuruma "bildiğini okuma" hakkı vermez. Tam tersine, ÜST makam elini çektiği için sorumluluğu artar. Bütün sorunlarını kendi çözmek durumunda kalır.
Ayrıca bu "hiç bir zaman ÜST, AST'ı denetlemez" anlamına gelmez!..Beceriksiz AST hemen ÜST'ün denetimine girer, hatta daha önceki yetkileri de azalabilir. Çünkü bütün DEVLET kurumlarının esas görevi DEVLET'i korumak, onun istediği yönde MİLLET'e hizmet etmektir.
Bir örnek vermek gerekirse, bütün vücut organları ÖZERK çalışır. Her biri kendi işini bilir. KALP kan pompalar, BÖBREK idrar süzer. Hepsinin esas gayesi VÜCUD'u yaşatmaktır. BEYİN ve RUH organlar bu görevi yaptıkları sürece onlara müdahale etmez. Ama sorun olursa, o zaman iş değişir.
Meselâ DALAK'ın görevi ölü kan hücrelerini toplamak, sonra bunları imha etmektir. Eğer herhangi bir aksaklık sonucu vücutta kan hücreleri azalırsa, bu faaliyetini yavaşlatır. Sorun devam ederse, imha etmek için topladığı kan hücrelerini tekrar dolaşıma sokar!.. Vücudun kan kaybı devam ederse, DALAK ne yapar, biliyor musunuz?..Fonksiyon değiştirir, görevi kan hücrelerini İMHA iken, kan hücresi İMAL etmeye başlar!
İşte ÖZERKLİK budur!..Başkasının kendisini denetlemesine ihtiyaç bırakmadan ASLİ görevini ÜLKE'nin ihtiyacına uygun şekilde ve en iyi tarzda yapmak, gerektiğinde başkalarının yapamadığı görevleri VATAN-MİLLET adına üstlenmek!..
Ama bizim DALAKSIZLAR "özerklik" deyince BAŞINA BUYRUK davranmayı anlar. Ülke anarşiye garkolmuş, insanlar ölüyor; üniversite mensupları olayları halletmeye yardımcı olacaklarına "polis girer mi, girmez mi?", onu tartışıyorlar!
(6) Yukarda Filistinli Araplar'ın nasıl kendi yurtlarını yahudilere sattıklarını anlattık. Buna rağmen kendilerini mazlum sayarız... Ancak Rus parası ile kurdukları terörist örgütleri, bunların konu ile hiç ilgisi olmayan kişilere verdiği can ve mal kaybını, liderlerini hiç bir zaman desteklemedik, mazur da görmeyiz!
Hele ki o fare suratlı YASER ARAFAT denen herifin müslüman geçinip, TÜRKİYE'ye yaltaklanıp; sonra da KIBRIS konusunda bizi değil Rumlar'ı desteklemesini, Lübnan'da yanyana kamplarda hem Kürtçü, hem komünist, hem de sağcı teröristleri eğitip TÜRKİYE'ye salmasını hiç affetmeyiz. Bizce bu adam İsrail örgütlerinden önce TÜRK ajanların hedefi olmalı, temizlenmeliydi!
Yaser Arafat'ın sadece El Fetih'in başkanı iken gerilla gruplarının birleşmesi, ve bu herifi Filistin Kurtuluş Örgütü'nün başına geçirmesi de 1968 yılına rastlar. Herhalde tesadüf değildir. Ondan sonra İsrail'le uğraştığı kadar TÜRKİYE ile de uğraşmıştır.
Eğer ŞAHSİYETLİ bir DIŞ SİYASET uygulansaydı, bu adam ve örgütü davranışlarından vazgeçmeden, özür dilemeden ve verdiği zararları tazmin etmeden muhatap bile alınmazdı.
Ne var ki, Ecevit'in Bakanı polisimizi öldüren Filistinli teröristleri yanaklarından öptü, onlara verilen idam cezaları bile uygulanmadı... Özal zamanında Filistin Kurtuluş Örgütü TÜRKİYE'de temsilcilik açtılar. Ve Yaser Arafat denen bu herif "Filistin Devleti'nin başkanı" olarak DEVLET töreni ile karşılandı.
Daha Özbekistan bile olamadık!.. Bu devlet, 3 yıllık mazisine rağmen, 1994'de Taşkent'i ziyaret eden "devlet başkanı" Yaser Arafat'ı sadece "FKÖ lideri" olarak kabul etti, Cumhurbaşkanı Kerimof görüşmedi bile!..Yuh olsun, başımızdaki haysiyetsizlere!..
Gelelim terör örgütlerinin desteklenmesine... İKİ MERKEZ'den dedik... Bu merkezlerin sağcı olanı sağcıyı, solcu olanı solcuyu destekler diye bir kural yoktur. Her biri işine geleni destekler. İnanmıyanlara İSRAİL'in uzun süre LÜBNAN'ı karışık tutmak ve FİLİSTİNLİLER'in birleşmesini önlemek için HİZBULLAH ve HAMAS'ı desteklediğini hatırlatalım... ABD'nin AFGANİSTAN'da TALİBAN örgütüne arka çıkması gözden kaçmamalı...Ya SOVYETLER ve BULGARİSTAN'ın ÜLKÜCÜ Mehmet Ali Ağca'yı barındırması?.. Bunlar hep YABANCI İSTİHBARAT ÖRGÜTLERİ'nin MAKYAVEL'ci tutumlarını yansıtır.
(7) Boğaz Köprüsü TÜRKİYE gündeminde uzun süre tartışmalı şekilde yer aldı. Solcu aydınlar karşı çıkıyor, sağcılar ise savunuyordu. Meseleye teknik yönden yaklaşanı ise, çok azdı.
Solcular bu köprünün lüks olduğunu, onun yerine ANADOLU'ya yüzlerce köprü yapmanın mümkün olduğunu iddia ediyorlardı. Ama sonuçta gelişmeye, medenileşmeye tavır alma noktasına geldiler. Sağcılar da körükörüne yabancı bir konsorsiyuma ihale edilen köprüyü savunuyor, bu yüzden tuhaf duruma düşüyordu.
Gerçek ihtiyaç, TÜRKİYE'nin AVRUPA'daki toprağının ANADOLU'ya KOPMAZ bir şekilde bağlanması idi. Bu hem ASKERİ, hem de İKTİSADİ açıdan çok önemli idi.
Ancak bu bağlamanın bir kaç alternatifi vardı. En uygunu alttan TÜP GEÇİT idi. Hem istenildiği kadar geniş yapılabilir, sadece otomobil trafiğine değil; tren geçişine de imkân sağlanabilirdi. Hem de savunması kolaydı.
Ama DEMİREL üstten, görünecek ve reklamı yapılacak bir şey istiyordu. "Boğaza gerdanlık taktık" gibi kendince şairane tanımlar bile geliştirmişti!.
Ne var ki, üst geçişin mahzuru, karışanının çok olması idi. Mesela ABD kendi savaş gemilerinin geçebileceği bir yükseklikte yapılmasında ısrar ediyordu. Boğaz olduğu için diğer gemilerin geçebilmesine imkân tanımak ta Montre Anlaşması'nın bir hükmü idi. Böylece köprü aslında olabileceğinden belki 20 metre yüksek yapıldı. Her metre de köprüye yeni bir yük ve çok ağır bir maliyet getirdi.
Köprü 10 yılda ihtiyacı karşılamaz olunca Özal 2. köprüyü yaptırdı. Yine alttan TÜP GEÇİT düşünülmedi... Bu durumda bir savaş olduğunda iki güçlü bomba AVRUPA yakası ile irtibatımızı keser, ve birliklerimizin ANADOLU'dan oraya geçmesini engeller. Bu tehlike üzerinde durulmadı...İnşaallah 3. geçiş ALT GEÇİT olur.
(8) Şili tecrübesi, üzerinde çok konuşulan bir tarihi olaydır... Kısa bir süre sonra Allende, Amerikan destekli General Pinoşe tarafından devrildi ve öldürüldü. (11.9.1973) Pinoşe ülkesini 15 yıl demir yumrukla idare etti. Solcu maceraperestlere, sendika ağası işçilere, ve hayalperest aydınlara göz açtırmadı. Bir kısmını öldürdü, bir kısmını hapsetti.
İşin enteresanı bu garip Allende'nin başı, solcu sendika ve öğrenciler yüzünden derde girdi. Gösterilerin, yürüyüşlerin, taleplerin ardı arkası kesilmedi. Bu olaylar darbeye zemin hazırladılar...Yani, SOLCU görünen bu olayların arkasında, SAĞCI KAPİTALİST AMERİKA vardı!
Bizim tatlısu frengi aydınlar ve solcular Allende'ye ağıtlar yakıp, Pinoşe'ye lanetler döşenirken, gerçek hiç te onların sandığı gibi değildi.
Pinoşe, bu sürede ülkesini GÜNEY AMERİKA'daki en gelişmiş ülke haline getirmeyi, istikrarı sağlamayı da başardı. Öyle ki, Devlet Başkanlığı'ndan ayrılmasını halk oyuna sunduğu zaman %40 oy aldı. Bu, Allende'nin seçim kazandığı oydan daha yüksek bir orandı!.. Aradan 8 yıl geçmiş olmasına rağmen ŞİLİ'de Pinoşe aleyhine herhangi bir tepki gösterilmemesi, bu kişinin ne kadar destek gördüğünün delilidir.
(9) Cemal Tural'ı görevden almaktan çekinmeyen Demirel'in bu MUHTIRA üzerine hiç direnmeden ayrılması, hep "şapkasını bırakıp kaçmak" olarak yorumlanmıştır. Aslında çoğunluğu kaybetmiş olduğu için hükümetten düşmüş bile sayılabilirdi.
Ancak daha sonra pek çok kere örneği görüleceği gibi, Demirel ve benzeri politikacılar olur olmaz vaadlerde bulunurlar, ve bu vaadlerini gerçekleştiremeyip te tepki görmeye başlayınca; çareyi kaçmakta bulurlar. Demirel'in o dönemdeki vaadi "her şoföre bir otomobil" idi. Çünkü 1967'de Vehbi Koç Anadol otomobillerinin üretimine başlamıştı. Arkasından jiklet, gofret, kola fabrikaları, salça ve tekstil kombinaları geldi. Bunların hepsi teşvikler ile, BATI kredileri ile ve ülkenin ihtiyaçları, kaynakları düşünülmeden kuruldu.
En ibret vericisi de, bu haysiyetsiz herifin Tuborg ve Pilsen firmaların girmesine imkan tanımak için bira üretimindeki tekeli kırma girişimidir. Doğrudan birayı TEKEL idaresinin inhisarında olmaktan çıkaracağına; MECLİS'ten "biranın alkollü içki" olmadığı, dolayısiyle gazoz gibi satılabileceğine dair kanun çıkarttı!.,. Dönemin sağcı-solcu "bilim" adamlarından hiç birinin %3-7 alkollü biranın gazoz olmadığını, laboratuvar tahlilleri ile göstermemesi de enteresandır!.. Bu, "aydın" ve "bilim" adamlarımızın yediği ne ilk, ne de son halttır!..
Demirel'in en büyük hainliklerinden biri de Sosyal Sigortalar Kurumu'nun İLAÇ FABRİKASI kurması aleyhine verdiği mücadeledir. Dışa bağımlı ilaç firmalarının baskısı sonucu uzun yıllar bu kanun teklifini Meclis'te süründürmüş, çıkmasını engellemiştir. Kanun daha sonraları çıktı, ama SSK İLAÇ FABRİKALARI gene kurulamadı. Neden mi?.. Politikacıların hepsi aynı kenefin mensuplarıdır da, ondan!
(10) Pakistan'ın bu iç savaşı içler acısıdır... 500 yıllık MÜSLÜMAN HİNDİSTAN 1947'de GANDİ'nin ön plana çıkmasıyla HİNDU bir ülke niteliği aldı. EMPERYALİST İNGİLTERE, HİNDİSTAN'ı bölerse bölgede daha etkili olacağı düşüncesiyle karışıklık çıkardı. Binlerce insan öldü.
Sonunda HİNDİSTAN'ın nüfusunun yarıya yakını MÜSLÜMAN olmasına rağmen ancak bir kısmı BATI PAKİSTAN, küçük bir parçası da DOĞU PAKİSTAN olarak ayrıldı. KEŞMİR, PENCAP ve daha bir çok bölge MÜSLÜMAN ahalinin çoğunlukta olmasına rağmen HİNDİSTAN'a bırakıldı. İNGİLTERE, diğer MÜSLÜMAN sömürgelerini düşünerek HİNDULAR'a ağırlık vermişti!
Bu sözlerimizin önemi pek farkedilmeyebilir. Ancak SANSKRİTÇE'nin adeta bir ölü dil olduğunu, bütün "HİNTÇE" şarkıların, o bayıldığımız AVARE gibi HİNT filimlerinin hemen hepsinin URDUCA olduğunu, yapımcı ve artistlerinin gene büyük kısmının MÜSLÜMAN kesimden olduğunu söylersek, ne kastettiğimiz anlaşılır.
Bir süre bir uçakta karşılaştığımız PAKİSTAN'ın BAKÜ Elçiliğinde görevli bir zattan hayretler içinde bu gerçekleri dinledik. Bu zat, önümüzdeki ORTA ASYA haritasına nemli gözlerle bakarak, "BABÜR ŞAH HİNDİSTAN'da büyük bir TÜRK İMPARATORLUĞU kurmuştu. Bizler o insanların torunlarıyız. Aslında TÜRKLER ve HİNDİSTAN MÜSLÜMANLARI akrabadırlar, kardeştirler," demişti!
Bu sözler neden MİLLİ MÜCADELE sırasında HİNDİSTAN MÜSLÜMANLARI'nın bize dişlerinden tırnaklarından ayırdıklarıyla yardım ettiklerini çok iyi açıklamaktadır.
Ne yazık ki, TÜRKİYE'de PAKİSTAN'ın bu yakınlığı hep duygusal bir saflığa verilir. Hele HİNDİSTAN MÜSLÜMANLARI ile hiç ilgilenilmez. Onun içindir ki, PAKİSTAN'ın bu ızdıraplı dönemini hatırlıyan bile azdır.
BATI PAKİSTAN daha kalkınmış idi. DOĞU PAKİSTAN, şimdiki BANGLADEŞ ise dünyanın en fakir bölgelerinden biriydi. Aradaki binlerce millik mesafe merkezi idarenin DOĞU ile ilgilenmesini önlüyordu. İki grup halk birbirini tanımıyordu. Yöresel âdetler de farklı idi.
Bu yüzden DOĞU'daki ayaklanmayı bastırmaya giden BATI PAKİSTAN askerleri bölge halkına adeta bir işgal kuvveti gibi davrandılar. Sadece isyanı bastırmakla uğraşacaklarına, evleri yağmaladılar, kadınlara tecavüz ettiler, halkı katlettiler. Zulüm öyle arttı ki, ortamı müsait gören HİNDİSTAN bölgeye girdi. DOĞU PAKİSTAN'ı BATI PAKİSTAN'a karşı korudu!.. Bu gerçekten YÜZ KIZARTICI bir durumdu.
Sonunda BATI PAKİSTAN yenildi, askerlerini geri çekti. BANGLADEŞ Devleti kuruldu. Ama BANGLADEŞ'in fakirliği, geriliği ortadan kalkmadı.
Biz KEŞMİR, PENCAP bölgesinin yanısıra BANGLADEŞ'in DOĞU BENGAL'in de katılmasıyla bağımsız MÜSLÜMAN DEVLETLER olması taraftarıyız. Ama yetmez. HİNDİSTAN, 400 milyona yakın MÜSLÜMAN nüfusuyla dünyanın en büyük MÜSLÜMAN DEVLETİ'dir. Ama yönetimi HİNDU'dur! MÜSLÜMANLAR ezilmektedir. TÜRKİYE'nin orayı da ihmal etmemesi gerekir.
(11) Bu olay da o çok özendiğimiz, yere göğe koyamadığımız BATI'nın aslında ne kadar ibtidai bir toplum olduğunun delilidir.
Aslında bütün BATI ülkelerinde kadınlara oy hakkı TÜRKİYE'den sonra tanınmıştır!
Bu yüzden "ATATÜRK'ün BATI'ya benzemek için CUMHURİYET'i getirdiği, kadınlara hak tanıdığı" iddiası kadar saçma bir şey olamaz. Biz CUMHURİYET rejimine geçtiğimiz zaman Avrupa'da sadece iki devlet cumhuriyetle idare ediliyordu: FRANSA ve İSVİÇRE... İSVİÇRE'nin ne mal olduğunu daha önce de anlatmıştık. (Bakınız: ORDU MİLLET-ORDU DEVLET yazımız)
Kadın haklarında da TÜRKİYE BATI'ya örnek teşkil etmiştir. ATATÜRK'ün "muasır medeniyet seviyesine ulaşmak ve aşmak"tan anladığı buydu. Başkalarının daha varmadığı, ama ÇAĞIN gerektirdiği MEDENİYET SEVİYESİ!..
(12) İşte bu olay da BATI'nın DÜNYA POLİTİKASI üzerindeki etkisini göstermekle beraber, yapılan saçmalıkların da en bariz örneğidir. ABD, 1949'dan 1973'e kadar 10 milyon km. karelik 800.000 milyon müfuslu bu koca ülkeyi yok saymış, Çin'i Tayvan'daki Milliyetçi Çin devletinin temsil ettiğini öne sürmüştü!.. BATI ona uymuş, Çin ile sürtüşmekte olan SSCB de engellememişti.
(13) Daha sonraları 1973 PETROL KRİZİ olarak bilinen bu olay, yıllardır varili 4 dolardan ucuz petrol alarak gelişmesini sürdürmüş BATI ülkeleri için bir şok etkisi yaptı.
Aslında dünya kaynaklarının ve insan gücünün %90'ı, KUZEY-BATI diye ayırabileceğimiz Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya'nın dışında bulunmasına rağmen, bu ülkelerin kaynakları son derece tekelci uygulamalar ile KUZEY-BATI'ya akmakta; onlar gittikçe zenginleşirken GÜNEY-BATI ve tüm DOĞU gittikçe fakirleşmekte idi. Bundan Sovyetler Birliği'nin bile kurtulamadığı, 1990 yılında anlaşıldı.
Ne var ki, DÜNYA TİCARET SİSTEMİ, BATI standartlarına göre kurulmuş olduğundan, petrol fiyatındaki bu artıştan OPEC ülkeleri dışında herkes zarar gördü. Özellikle geri kalmış ülkeler bu sefer enerji sıkıntısına girdiler.
KUZEY-BATI ÜLKELERİ, "serbest pazar ekonomisi" diye yutturdukları ÇARPIK TİCARET SİSTEMİ'nde, bütün fiyatları DİKTE ederler. İKTİSAT bilmince kabul edildiği gibi ÜRETİM veya TÜKETİM'in %33'ünü elinde tutan, MONOPOL sayılır, yani TEKEL'dir! İstediği fiyatı karşı tarafa kabul ettirebilir.
KUZEY-BATI ÜLKELERİ istisnasız bütün mallarda ya ÜRETİM'in, ya da TÜKETİM'in %50'sinden fazlasına sahiptirler! Bu sebeple DÜNYA TİCARET SİSTEMİ asla ve kat'a SERBEST değildir!..Tamamen BATI'nın tercih ettiği yönde, onun istediği şekilde DÜŞÜK HAM MADDE fiyatları ve YÜKSEK MAMUL MADDE fiyatları ile yürür... Hiç bir ülke kendi istediği sahada yatırım yapamaz... Yapsa, ürettiği malı BATILI ARACI'dan geçirmeden satamaz... Hele KREDİ-YARDIM-ORTAKLIK tuzağına düşmüşse, hiç bir malının kalitesini BATILI rakiplerinin seviyesine çıkaramaz... Bizim TEKSTİL ÜRÜNLERİ gibi çıkanlar olursa da, hemen AMBARGO-KOTA ile karşılaşır!
Üstelik 1980'den sonra ABD, belalı KABADAYI tavrıyla, SİYASİ yönden yeterince etkiliyemediği LİBYA, IRAK, SUDAN gibi ülkelere TİCARET'i bir SİLAH gibi kullanmaya başlamıştır!.. Bu tavrın sadece adı geçen ülkelere değil; onlarla TİCARET yapan TÜRKİYE gibi gelişmemiş ülkelere de zararı olmuştur. TÜRKİYE, sadece IRAK AMBARGOSU'ndan sonra 10 yılda 150 milyar dolar borca girmiştir!
Bu rakamın ne kadar büyük olduğunu anlamak için MENDERES'ten beri MANDACI bütün yönetimlerin yaptığı dış borcun hemen yarısına eşit olduğunu söylemek yeter sanırız!
Çaresi var mı?.. VAR!.. Derhal AMBARGO'dan yarar gören ABD, BATI AVRUPA ve JAPONYA'nın bu zararı tazmin etmesi, yani onlara olan borcumuzdan 150 milyar dolar silmesi istenmelidir!..Bundan sonra teklif edecekleri KREDİLER'in ancak "zarara mahsuben" KARŞILIKSIZ olarak kabul edilebileceği açıklanmalıdır. Vadesi gelen BORÇLAR da aynı şekilde "zarara mahsup" edilerek tek kuruş ödemeden kapatılmalıdır.
(14) Daha önceki İSMET PAŞA MUAMMASI yazımızda bu kişinin kendisine verilen İNÖNÜ soyadını haketmediğini belirtmiş, sebebini açıklamıştık... Aslında PAŞA'lığını da ATATÜRK'e borçludur. O ünvanı zaman zaman kullandık, çünkü haketmeyen çok kişinin aldığını görmüştük. Bir eksik, bir fazla, farketmez, diye düşündük.
BİTLİSLİ olup ta kendini MALATYALI diye yutturan, Kürümoğlu ailesine yamanıp ta hakkında fazla bir şey bilinmeyen İSMET'e yakışan tek lakab ve ünvan, MANDACI'dır. Kendini hayat boyu MİLLİ ŞEF ilan ettirip, hep GAYRIMİLLİ davranan bu kişinin bütün gayretlere rağmen MİLLET tarafından sevilmemesi de, gerçekten çok dikkat çekici bir husustur.
ATATÜRK ahirete intikal ettiğinde ağlamayan yoktur. Ama İSMET terk-i hayat ettiğinde, CHP'liler bile bir "oh" çeker. Öte yandan, hayatında sevilmeyen İSMET, ölümünden sonra da hayırla anılmaz!.. Kabri, ancak zorlama törenler ile ziyaret edilir.