DEMİREL DÖNEMİ - AÇIKLAMALAR 2

(18)- O dönemde Ankara'da süt sıkıntısı çekiliyordu. DALOKAY Belediye olarak Ankara yakınlarında çiftlik kurup inek beslemeyi, sütlerini fabrikada işleyerek, süt ürünleri olarak halka ulaştırmayı teklif etti...Çoğu kişi güldü.

Ancak DALOKAY şehirlerin HER BAKIMDAN KENDİLERİNE YETER YERLEŞİM BİRİMLERİ olması gerektiği açısından, çok önemli bir ŞEHİRCİLİK gerçeğini dile getirmişti. CUMHURİYET'in başında bu konuya çok önem verilmişti. KIRIKKALE bu yüzden bir KÖY iken şimdi bir İL olmuştu... MENDERES, DEMİREL gibileri ise, ŞEHİR olanları KÖY'e çevirmekte başarılıydılar!

Eğer her şehir sadece yolları, devlet daireleri, hastaneleri, fabrikaları, parkları, suyu, elektriği, ulaşımı ile değil; çevresindeki onu besliyen tarlaları, çiftlikleri, yeşil alanları ile desteklenmiş olsa; elbetteki problemleri azalır, maliyet düşerdi...Mesela Ankara'nın toprağı müsait olmasına rağmen domatesi Adana'dan, sütü başka yerden geliyordu. Bu ise hem pahalı, hem de benzin, lastik, yedek parça vs. israfına yol açıyordu.

Öte yandan DALOKAY, şehrin günlük ulaşım sorununun "otobüslerin bedava insan taşımasıyla çözülebileceğini" belirtince, adama DELİ dediler. Halbuki DALOKAY meseleye MİKRO değil MAKRO EKONOMİ açısından bakıyordu!

Şehrin günlük yolcu sayısı belli idi. Bunların bir kısmı belediye otobüsleri ile, bir kısmı servis araçları ile taşınıyor, diğerleri ise özel otomobillerinde birer kişi oturarak işe gidiyorlardı. Üç küçük otomobil bir otobüs yeri tuttuğu için yollar tıkanıyordu.

DALOKAY'a göre, eğer Hükümet ANKARA'ya yeterli sayıda otobüs alır ve bütün yolcular bedava taşınırsa, pek çok kişi arabasını trafiğe sokmıyacak; böylece benzin, lastik, yedek parça gibi çoğu dışarıya bağımlı, döviz gerektiren masraflar asgariye inecekti. Ayrıca yollar aşınmıyacak, trafik sıkışmıyacak, kazalar azalacak, bu da MİLLİ EKONOMİ'ye çok büyük bir katkı yapacaktı. DALOKAY'ın hesaplarına göre, DEVLET'in otobüslere ve taşımaya harcadığı para, döviz kaybından çok daha küçük olacaktı!

İşte bu tarz düşünce, BÜTÜNÜ GÖRME'dir. Firma, kuruluş bazında yapılan kâr-zarar-maliyet hesapları, özellikle DEVLET KURULUŞLARI için "ağaca bakmaktan ormanı görmemek" anlamına gelir...DEVLET bir bütündür. MAKRO EKONOMİK değerlendirme gerektirir. Her kuruluşu tek başına bırakıp, kendisini kurtarmasını isterseniz o zaman o kuruluş kar ediyor görünebilir ama; ÜLKE ve DEVLET büyük zarara uğrar.

Özel sektör bu gerçeği farketmiş, hem de vergi kaçırmak için son derece başarılı bir şekilde kullanmaktadır. HOLDİNGLER bunun delilidir. Herhangi bir holdinge bağlı şirketlerden bir-ikisinin zarar etmesi önemli değildir. HOLDİNG'in tümünün kâr etmesi önemlidir. Hatta karlarını küçük şirketlere bölerek düşük vergi oranlarından yararlanırlar.

Maalesef DALOKAY, ATATÜRK döneminden beri DEVLET kesiminde meseleye böyle bakan TEK kişi idi! Harcanıp gitti.

(19)- Bu değerlendirmeyi pek çok kimsenin ağzından duyduk, o döneme ait inanılmaz olaylar dinledik. Bunlardan bir tanesi şöyledir:

1977 yılı Haziran'ında bir grup Ankaralı öğretim üyesi ÖSYM sınavını vermek üzere DİYARBAKIR'a gider...

Bir yıl önceki sınavlarda başta GÜNEYDOĞU illeri olmak üzere, pek çok yerde mahalli salon başkanlarının da katıldığı usülsüzlükler yapılmış, bilhassa KÜRT kökenli öğrencilerin sınavı kazanması için gayret gösterilmişti. Hele bazı okullarda sorular öğretmenler tarafından birlikte cevaplandırılarak sınıf tahtalarına 1-a, 2-c, 3-b şeklinde soru anahtarları yazılmıştı!.. Bu illerden pek çok imtihan salonundaki öğrencilerin cevap kağıtları aynı doğru ve aynı yanlış cevapları taşıdığı görülmüştü!

Sınav Merkezi, bunun üzerine bütün bu illere Salon Başkanları'nı başka illerden göndermeye ve mahalli elemanları da "gözetmen" olarak değerlendirmeye karar vermişti.

İşte bizim nakledeceğimiz olay da, bu ekip içinde DİYARBAKIR'da sınav vermeye giden ODTÜ'lü bir grup öğretim üyesinin başından geçer... Heyet havalanında İL SINAV SORUMLUSU, DİYARBAKIR TIP FAKÜLTESİ DEKANI tarafından karşılanır.

Bu zibidi, daha havaalanında heyete, sesini de dönemin modası "devrimci ses tonu"na ayarlıyarak, "Arhadaşlar," der, "bu yörenin halkı ihmal edilmiştir. Onun için yardımlarınızı esirgemeyin!"... Heyetten biri sorar: "Nasıl yani?.."

Cevap bir İL SINAV SORUMLUSU'nun ağzından çıktığı için tüyler ürperticidir: "İşte sizler ODTÜ gibi DEVRİMCİ bir üniversiteden geliyorsunuz. Bilhassa FEN ve İNGİLİZCE sorularında öğrencilere yardım edin!"... Heyet, herife tükürürcesine bakarak oradan şehre iner!

Ancak DİYARBAKIR, o ATATÜRK'ün bıraktığı DİYARBAKIR değildir artık! Her yerde bir BAŞKENT tabelası vardır!..BAŞKENT Fırını, BAŞKENT Pastanesi, BAŞKENT Manavı gibi...Sonradan öğrenilir ki, CHP parti temsilcileri de dahil olmak üzere bütün solcu örgütler, DİYARBAKIR halkına "yakında bağımsız olacaklarını, ve şehrin yeni kurulacak KÜRDİSTAN DEVLETİ'nin başkenti olacağını" müjdelemişlerdir!..

Halbuki bu olaydan 55 yıl önce DİYARBAKIRLI Ziya Gökalp kendisinin de "kürt olup olmadığını" araştırmış, ve DİYARBAKIR halkının öz-be-öz OĞUZ TÜRKü olduğu, AZERİLER ile aynı dili konuştuğu, Kürt kökenliler gibi Şafi değil de, TÜRKLER gibi HANEFİ olduğunu yazmıştı. (Bakınız: TÜRKÇÜLÜK İLKESİ yazımız)

DİYARBAKIR halkı gerçekten TÜRK'tür, ve misafire son derece saygılıdır ama, bir türlü Başkent'lik sevdasından vazgeçmez! Heyet mensupları nereye gitseler, "Sizi yardım için gönderdiler, değil mi?" sorusu ile karşılaşır ve ağırlanır.

Bu arada TÖB-DER üyesi bazı okul müdürleri, sınav yapılacak sınıflardan sıraları kaçırırlar, kendilerine Salon Başkanlığı verilmedi diye!.. Odaları kilitli bırakırlar, anahtarları bir türlü bulamazlar! Öyle ki, Milli Eğitim Müdürü'nün ve emniyet güçlerinin gayreti olmasa, DİYARBAKIR'ın pek çok yerinde sınav yapılamıyacaktır. Başka illerden gelen erkek görevliler "dayak"la, kadın görevliler de "kaçırılmak"la tehdit edilir!

Nihayet sınav başlar!.. Bu sefer mahalli gözetmenlerin soruları çözmeye çalıştıkları, ikaz bahanesi ile yanlarına sokuldukları öğrencilere cevapları söyledikleri görülür. Bir müdür gelip "Ne olur hocam, yabancı dil sorularını öğrencilerle birlikte yapın" der!.. Bir bayan görevli de bahçede görevli jandarma eri tarafından "şişt! Şişt!" diye pencereye çağrılır... Görevli, "Ne var?" diye sorar, er top yapılmış bir kağıt atar içeri, "şu öğrenciye ver" diye birini gösterir... Meğer öğretmenler odasında oturan bir mahalli öğretmen bazı matematik sorularını çözmüş, kağıda yazmış, sınavın güvenliğinden sorumlu jandarma erini postacı gibi kullanarak yakını öğrenciye göndermiştir!..

Bütün bu traji-komik olaylara rağmen, sınav sorun çıkmadan, hile yapılmadan tamamlanır.

İşte ATATÜRK'ün ilk gittiğinde, "Ben TÜRK ELİ'nin müstesna bir köşesinde bulunuyorum" deyip adını Diyar-ı Bekir'den DİYARBAKIR'a çevirdiği bu güzel şehrimiz; VATAN HAİNLERİ tarafından bu hale getirilmiş, dönemin "atatürkçü" partisi CHP de buna göz yummuştu!

(20)- Papalık müessesesinin 1978-1980 arasında yaşadığı olaylar üzerinde ilerde çok konuşulacaktır. Bu konuda filmler bile yapılmıştır. En enteresanı da "Baba-3" filmidir.

Bu filme göre MAFYA mali sıkıntı içinde olan VATİKAN'a yardım için bir bankasını satın almak ister... Böylece VATİKAN sıkıntıdan kurtulacak, MAFYA da parasını aklıyacaktır! Ancak çok yaşlı olan dönemin PAPA'sı anlaşma sağlanamadan ölür.

Yeni seçilen Papa 1. John Paul ise, MASON P-2 LOCASI-MAFYA-VATİKAN ilişkisinden rahatsız olmuştur. Kilisenin adını temize çıkartmak ister. Ancak 33 gün sonra bir yatar, bir daha kalkamaz!.. Film PAPA'yı MAFYA'nın ortadan kaldırdığını ima ettikten sonra, bir hesaplaşma ve çatışma ile biter.

Bizce olayın başka bir yönü vardır... ABD VİYETNAM Savaşı'nı ve GÜNEY DOĞU ASYA'yı komünistlere kaptırmasının intikamını DOĞU AVRUPA'da almak istemektedir!

VATİKAN'ın sadece MASONLAR ile, MAFYA ile değil; CİA ile de ilişkisi vardır! Zaten BATI'nın bütün "laiklik" iddialarına rağmen VATİKAN, yani PAPALIK, yani KATOLİK KİLİSE CAMİASI zengin bir DEVLET'tir!.. Bankaları, yatırımları, toprağı, değerli eşyalardan oluşan büyük bir hazinesi vardır. VATİKAN sadece bir DİNİ KURUM değil; bir ŞİRKET'tir, öyle işler!

İşte ABD, VATİKAN'ın bu özelliklerinden yararlanarak işbirliğine girer. 1600 yıllık PAPALIK tarihinde ikinci, son 5 asırda da ilk defa İTALYAN olmayan birini PAPA seçtirir. Bu kişi POLONYALI bir Kardinal'dir ve Papa 2. John Paul adını alır.

Yeni Papa'nın iki amacı vardır. Birincisi KOMÜNİZM'i yıkmak, ikincisi de dünyada gerilemekte olan Hıristiyanlığı tekrar güçlendirmek!.. PAPA 2. John Paul'un bundan sonraki faaliyetleri yakından incelenirse, bu dediğimizin tamamen doğru olduğu görülür.

PAPA görevine ülkesi POLONYA'yı ziyaretle başlar. Ne hikmetse, oraya gitmesinden kısa bir süre sonra DAYANIŞMA adlı sendika adını duyurur ve hükümete karşı gösterilere başlar!.. Polonyalılar, sosis, et bulamadıklarından, yeterli süt alamadıkların şikayet ederek sokaklara dökülürler. Halbuki o tarihte bir Polonyalı'nın bir yılda yediği et, TÜRKİYE ortalamasının iki katı kadardır!..Daha sonraları ABD'nin CİA aracılığı ile POLONYA'daki gösteri ve sendika faaliyetlerini desteklediği açıklanacaktır!

Gerisi malum...SOSYALİST DOĞU BLOĞU'nun zayıf halkası POLONYA'da POLONYALI PAPA'nın başlattığı hareket MACARİSTAN, ÇEKOSLOVAKYA, DOĞU ALMANYA gibi HIRİSTİYAN DOĞU AVRUPA ülkelerine de yayılır. Sovyetler'in baskısı gevşer.

Yani, KOMÜNİZM Rusya'da değil; önce DOĞU AVRUPA'da ve POLONYA'da çöker! DOMİNO teorisi GÜNEY DOĞU ASYA'da olduğu gibi, DOĞU AVRUPA'da da geçerlidir. SOSYALİST rejimler on yıl gibi kısa bir süre sonra birer birer yıkılır!

(21)- Bu sefer de SOVYETLER BİRLİĞİ kendisi açısından bir hata yapar. AFGANİSTAN halkına şirin görüneceği düşüncesi ile, oraya SOSYALİST MÜSLÜMAN TÜRK CUMHURİYETLERİ'nden asker yollar!

Ancak bu askerler STALİN zamanından beri hasret oldukları İSLAMİYET'le AFGANİSTAN'da tanışırlar. MÜSLÜMAN olduklarını hatırlarlar, çoğu dönerken KUR'AN alıp getirir. DİN duygusu güçlenir. Bu da, kendilerini her ne kadar SOVYET VATANDAŞI hissetseler de, RUSLAR'dan farklı oldukları bilincini uyandırır... 1990'daki süratli çözülmenin ORTA ASYA'daki açıklaması da bizce budur.

(22)- Burada cehaletimiz sonucu yaşadığımız komik ve aynı derecede acı bir olayı nakletmeden geçemiyeceğiz:

O tarihlerde bir gün yolda yere yazılmış NE AMERİKA, NE RUSYA yazısını görünce, yanımızdaki öğrencilere, "Gördünüz mü, başkasına uşaklık etmek istemeyen, vatanını sevenler de varmış!" dedik. Gülerek cevap verdiler: "Onlar ÇİN yanlısı! Ruslar'ı Sosyal Emperyalist görür, Çin tarzı rejim isterler!.." Ağzımız açık kaldı!..

Üstelik bu üçüncü grubun daha sonra ÇİNCİ-ARNAVUTLUKÇU olarak bölündüğünü duyunca, büsbütün şaşırdık. Daha kendini bile kurtaramamış 2.5 milyonluk mikro devlet ARNAVUTLUK'un lideri Enver Hoca TÜRKİYE'de taraftar bulabiliyordu da; 40 milyonluk koca TÜRKİYE'yi kurtarmış ATATÜRK'ü kendine örnek alan kimse yoktu!.. Hâlâ da yoktur.

(23)- Bu iddia pek hayali gelebilir... Ancak SEVR öncesi çizilmiş HARİTALAR ile ERMENİ ve KÜRT MİLİTANLAR'ın üstlerinden çıkan, bazı yabancı dergilerde yayınlanan HARİTALAR karşılaştırılırsa; bu bölünmeyi yabancıların uzun süredir istediği anlaşılır... Zaten 1945'de Almanya, 1950'de Kore, 1960'larda Yemen ve Viyetnam böyle bölünmemiş miydi?.. DOĞU BLOĞU da, BATI ülkeleri de paylarına düşenle memnun, mutlu yaşayıp gitmiyorlar mıydı?.. 1970'lerde Doğu-Batı diye bölünmesi düşünülen ülke TÜRKİYE idi!

(24)- Bu durumun müsebbibi ECEVİT'tir... Bu herif 1977'de iktidara gelince, "kapıcılar kanunu" çıkartarak bu kişileri apartman yöneticilerine kafa tutar hale getirmişti... 1980'den önce DEV-YOL grubunun büyük şehirlerdeki bütün kapıcıları kadrolarına alması, "DEVRİM olduğunda apartmanları siz yöneteceksiniz" deme cesaretini bulması, bu kanun sayesindedir!.. Yani bizim politikacıların hangi birini tutsanız, çürümüş eşya gibi dağılır!

(25)- Biz "demokrasi"ye inanmayız!..Bunu başka bir yazımızda uzun uzun anlattık. (Bakınız: DEMOKRASİ ÜZERİNE yazımız) Ancak demokrasiyi savunanlara şunu söylemek isteriz: Halkın, bırakın dilediğini söylemeyi; istediği gazeteyi okuyamadığı, karanlık bastıktan sonra sokağa çıkamadığı, haraç ödemek zorunda kaldığı, suç işlemeye zorlandığı bir ortamı "demokrasi" diye niteliyebilir miyiz?..

Bütün bu olumsuzlukları kaldırıp halkı huzura kavuşturan, istediği gazeteyi okuyabildiği, işine rahatça gidebildiği, sokakta rahatça dolaşabildiği, hatta eski süprüntü politikacıları geri getirme hakkına sahip olduğu bu ASKERİ döneme "diktatörlük" diyebilir miyiz?.. Hele ki, halkın %99 oyla Evren'i Cumhurbaşkanı seçmesinden sonra, ve ayrıldığı zaman dahi saygısını kaybetmemediğini gördükten sonra?.. Elbette diyemeyiz!..

Bizce eğer "demokrasi" denilen ne idüğü belirsiz şey, SADE VATANDAŞ'ın işine yarıyan bir nesne ise; 1975-1980 arasında yoktur, 1980-1983 arasındaki dönemde vardır!.. Yok, eğer "demokrasi", sahte "aydın"lar, süprüntü politikacılar gibi küçük bir kesimin işine yarıyan bir nesne ise; o zaman "12 Eylül'de demokrasi askıya alındı" diyenler, haklıdır.

Biz bütün bu yukardaki anlattığımız olumsuzluklara, politikacıların çirkefliğine, halkın gırtlağının sıkılmasına rağmen, 1980 öncesini "demokrasi" sayıp ta; 12 Eylül ASKERİ idaresini "memleketi 10 yıl geri götürmekle" suçlıyanlara acıyoruz!..Çünkü asker gelmeseydi, çok kısa bir süre sonra, "demokrasi" uygulanabilecek bir TÜRKİYE ve TÜRK halkı kalmıyacağını, VATAN'ın ikiye bölünmüş ve bir iç savaşa düşmüş olacağını biliyoruz...Bunu sadece biz değil, pek çok dış kaynak ta böyle değerlendiriyor!

O yüzden aklımızı başımıza alalım. Askerleri gereksiz yere suçlamaktan kaçınalım!..ORDU, bu ülkedeki en AYDIN, en VATANPERVER, en ATATÜRKÇÜ kesimdir, ve her zamanki gibi 1980'de de görevini yapmıştır. Yapmayan politikacılardan hesap soralım! Bir daha başa getirmek ne kelime, hapislerde çürütelim!

Şunu unutmıyalım ki, ATATÜRK yalnız ORDU'ya ve GENÇLER'e güvenir! Her ikisini de çirkef politikacılara, yabancılarla işbirliğı içinde olan bürokrat ve zenginlere karşı uyarmıştır!.. Sakın politikacıların, satılmış yazar-çizerlerin oyununa gelip, ORDU'muza toz kondurmıyalım!

Burada bir şükran borcunu ifade edelim: 12 Eylül'den sonra ASKERLER'in önünde iki büklüm dolaşan bütün yazar-çizer takımı ile her toplantıyı "Kahraman ordumuza şükranlarını sunarak" açan sözde "aydın"lar, "demokrasi"ye geçişten sonra fırt diye döndüler. ORDU'ya, ASKERLER'e sövmeye başladılar. Hatta 12 Eylül Harekatı'nı gereksiz bulup yargılamaya kalktılar. Bir kişi hariç!.. GÖKHAN EVLİYAOĞLU adlı GAZETECİ eski görüşlerine sadık kaldı!.. Her zaman 12 EYLÜL'ü desteklediğini ifade etti... Bizim gibi!..

(26)- Bu REFERANDUM'da TÜRK İNSANI'nın ne kadar büyük sağduyu sahibi olduğunu göstermiştir. Sonuç inanılmazdır. %50.27 EVET oyu, %49.73 HAYIR oyu çıkmıştır!

Yani TÜRK İNSANI bu kaşarlanmış politikacıları, o sonsuz müsamahası ile bağışlarken, ASLA geçmiş günahlarını affetmediğini; onları bir daha başında görmek istemediğini belirtmiştir. Onlara, "ben sizin yasaklanmış olmanız durumunuzu değiştiriyorum, artık kendiniz çekilin," demiştir.

Eğer bu heriflerde zerre kadar İZZET-İ NEFİS olsaydı, hepsi affedilmesine rağmen bir daha politika ile uğraşmaz, köşelerinde VİCDAN MÜHASEBESİ yapar, günahlarının affı için inzivaya çekilirdi.

Ama öyle olmamıştır. DEMİREL, ERBAKAN, ECEVİT, TÜRKEŞ bu sonucu "bir haksızlığın düzeltilmesi" şeklinde değerlendirmişler, hemen ortaya fırlamışlar, EMANETÇİ parti liderlerinden görevi devralmışlar ve eski tavırlarını sürdürmüşlerdir. Hele DEMİREL!.. Ahh o DEMİREL!..

(27)- Bu "mezhepçilik" konusunu açıklamak gerek... Hemen belirtelim ki, biz MEZHEP ve TARİKAT gözeterek adam kollamayı en az PARTİCİLİK gütmek kadar kötü ve tehlikeli görürüz. Bu tutum, GİZLİ BÖLÜCÜLÜK'tür!.. Bir MİLLET'in insanlarını "bizden-bizden değil" diye ayırmak ülkeye PKK TERÖRÜ'nden fazla zarar verir!..Üstelik bu ne İSLAM'a, ne de ATATÜRKÇÜLÜK'e sığar!..

Hal böyle iken, DİNSİZ-İMANSIZ İSMET'in ebleğ oğlunun partisi SHP'nin hem ATATÜRKÇÜ görünüp hem de SAHTE ALEVİ mezhepçiliği yapması, TÜRK MİLLETİ'nin lanetini üzerine çekmiştir!

Niye SAHTE diyoruz?.. Çünkü SHP'nin dinle alakası yoktur ki, SÜNNİ veya ALEVİ olabilsin!.. İkincisi ALEVİLİK, AHMED YESEVİ'ye ve HACI BEKTAŞ'a dayanan bir TÜRK TARİKATİ'dir, Kürtçülükle alakası yoktur. Kürt diye bilinenlerin hepsi, DERSİMLİLER(Tunceli) hariç, ŞAFİ'dir, SÜNNİ'dir. Dersimliler de kendileri Kürt saymaz!..Halbuki SHP'liler hem KÜRTÇÜ, hem ALEVİ MEZHEPÇİ bir politika güderek Aleviliği sanki sadece Kürtlere mahsus bir mezhep gibi göstermeye çalışmışlardır. Yani İHANET üstüne İHANET işlemişlerdir.

Öte yandan GERÇEK ALEVİ "72 millete bir" görendir. Başkasına zulmetmediği gibi her sıkıntıya "eyvallah" der. Yoldan çıkmaz, kendi eliyle koymadığını almaz.

Terörist olduğu için DİNSİZ de olan bir kısım Kürtler "alevi" diye belediyelere, daha sonra SHP iktidarında DEVLET dairelerine alınmışlar, bunlara gecekondu semtleri kurmaları sağlanmış, o semtlerde sözde "cemevleri" açma imkanı verilmiş, sonradan bu evler terörist üssü haline gelmiştir.

Bu olaylar anlatmakla bitmez. Ancak burada 1990'da ANKARA'da Laz kökenli sünni KARAYALÇIN denen zibidinin Belediye Başkanlığı yaptığı döneme ait gerçek bir olayı anlatmakla yetineceğiz:

Ankara'nın eski gecekondu semtlerinden birinde su sıkıntısı vardır. Âdet olduğu üzere tankerle su istenir. Tanker gelir, ancak şoför bizim KARAÇALI'nın aldığı sözde "alevi" Kürt bölücülerden biridir. Adam semt sakinlerine bir bakar, ilerde camiyi de görünce, "Siz," der, "HÜSEYİN'i KERBELA'da susuzluktan öldürdünüz. Siz YEZİD soyundansınız, size su yok" der ve geri döner!

Biz kendimizi HZ. MUHAMMED'e uymak bakımından SUNNİ, HZ. ALİ'ye, EHL-İ BEYT'e, HACE AHMED YESEVİ ve HACI BEKTAŞ-I VELİ'ye olan sevgimizden dolayı da ALEVİ sayarız...GERÇEK ALEVİ pek çok dostumuz vardır. Ne onlarda böyle bir anlayış gördük; ne de bu davranış KUR'an'a, MUHAMMED'e, ALİ'ye uyar!..Biz "su içerken yılana bile dokunulmaz" diyen MÜSLÜMAN TÜRK anlayışının böyle yobaz bir anlayışla Aleviliğe yamanmasında SHP'nin vebalinin büyük olduğuna inanıyoruz. Dünya ve ahirette bu tip CHP(SHP)'lilerin yakasını bırakmıyacağız.

(28)- ERBAB'ı bilir... Son 100 yılın EKONOMİ tarihi incelendiğinde de kolayca görülür...Dünyanın bütün GELİŞMİŞ ÜLKELER'i ZOR ZAMANLAR'da SERBEST PAZAR kurallarını bir kenara bırakır, sıkı DEVLETÇİ TEDBİRLER alırlar... Bu EKONOMİK ZORLUKLAR döneminde de böyledir, SAVAŞ dönemlerinde de!.. AMERİKA, ALMANYA, SOVYETLER, İNGİLTERE, İTALYA hep böyle yapmışlardır. UZAK DOĞU ülkelerini inceleyen Cem KOZLU da istemeden de olsa, JAPONYA, GÜNEY KORE, MALEZYA, SİNGAPUR'un DİKTATÖR'ce tedbirler ile kalkınabildiği itiraf eder. (Bakınız: Cem Kozlu, Vizyon Arayışları)

Hal böyle iken, bizim enayilerin işler kötüye gittikçe "daha fazla serbest ekonomi" demelerini anlamıyoruz!.. Daha doğrusu ARTNİYET'e yoruyoruz. Çünkü her SERBEST EKONOMİ isteyen, ülkeyi biraz daha BATI'ya teslim ediyor, biraz daha batırıyor!

ZOR ZAMANLAR'da EKONOMİ'yi SERBEST'leştirmek; freni tutmayan otomobili kendi haline bırakmaya benzer! Hızı daha da artar, gittikçe daha çok kontrolden çıkar!.. Yapılması gereken gaz kesmek, vites düşürmek, DİREKSİYON'u daha SIKI kavramak ve EL FRENİ'ni çekmektir!.. Bunların hepsi KONTROLÜN ARTMASI anlamına gelir!

ÜLKE EKONOMİSİ güç durumda ise; DEVLET'in, İTHALAT ve İHRACAT'ı, FAİZLER'i, GELİR ve SERVETLER'i, ÜRETİM'i, TÜKETİM'i, YATIRIMLAR'ı, REKLAMLAR'ı ve tabii YOLSUZLUKLAR'ı çok SIKI DENETİM altında tutması gerekir!

(29)- Bu olay BATILI ülkelerin "demokrasi"den ne anladığını çok açık gösterir. Aslında onların tarifine göre DEMOKRASİ "SEÇİMLE GELİP, SEÇİMLE GİTMEK"tir.

Ama bu ancak onların istediği tarzda bir idare için söz konusudur. CEZAYİR'deki gibi İSLAMİ bir parti, veya ŞİLİ'deki gibi SOSYALİST bir parti gelirse, ilk işleri ya iktidarı vermemek, ya da devirmektir!.. Avrupa Birliği de Avusturya'da seçim kazanan Heider'i de görevden çekilmeye zorlamıştı!. Neymiş?.. Adam naziymiş!.. E, halk onu istiyorsa, seçilemez mi?.. Bu yüzden rahmetli NEYZEN TEVFİK, DEMOKRASİ'ye BOMBOKRASİ derdi!

Öte yandan BATI, öyle her ülkede "demokrasi" falan istemez!.. ARABİSTAN yarımadasındaki ŞERİAT uygulayan DİKTATÖR KRALLIK ve ŞEYHLİKLER'e, AFRİKA'da "söz dinleyen" DİKTATÖRLER'e hiç bize yaptığı gibi "demokrasi, insan hakları" filan telkin etmez, ambargo uygulamaz. Hatta AFGANİSTAN'da olduğu gibi YOBAZ TALİBAN örgütünü destekliyebilir!.. Yeter ki ipler kendi elinde olsun!

(30)- İşte biz bunu anlamıyoruz... Hani biz "demokrasi" budalası değiliz ama, ağızlarından DEMOKRASİ düşürmeyenlerin GÜMRÜK BİRLİĞİ gibi tartışmalı bir anlaşmayı, AVRUPA BİRLİĞİ'ne giriş gibi geleceğimizi İPOTEK eden bir kararı REFERANDUM'a sunmamasını, ARTNİYETLİ buluyoruz!.. Halkın ikisini de reddedeceği açık!.. E, o zaman bu nasıl bir "demokrasi"dir ki, halkın istemediğini uygulamaya kalkar?.. Bunu BATILILAR dahi yapmıyor!

(31)- Bu KARAYALÇIN denen KARAÇALI'nın hayatında bir tek başarı olmadığı halde, başarısızlığı ödüllendiren CHP zihniyeti sayesinde en üst makamlara kadar çıkabilmiştir.

Herifin ilk el attığı proje BATIKENT idi. Orada kurdurduğu kooperatifleri adeta fedailerle idare etmiş, KENT-KOOP'ta yaptığı yolsuzluk ve usülsüzlükler ayyuka çıkmıştı. Ayrıca ŞEHİRCİLİK konusunda en ufak bir bilgisi olmadığından, orada bir BATIKÖY oluşmasına sebep olmuştu... Çoğu binanın altyapısı olmadığı; yolu, suyu, ulaşımı olmadığı zavallı mağdur kooperatif üyeleri taşındıklarında anlaşılmıştı.

Halbuki başta ne ümitler ile girişilmişti BATIKENT projesine... Sözde orada modern, örnek bir siteler grubu meydana getirilecek; şehrin o yöne doğru gelişmesi sağlanacak, ve zamanla ANKARA'nın geri kalan kısımların da sorunları çözülecek, modern siteler artacaktı.

Bu herifin kanalizasyon bile yapmayı unuttuğu BATIKÖY için, bir de BATILILAR çıkartıp "şehircilik ödülü" vermezler mi KARAÇALI'ya?.. Elin gavuru bilmez mi bu inşaatın ne halde olduğunu?..Ama amaç birini alıp arkasından itekliyerek üst mevkilere getirmek ve kendilerine hizmet edecek yeni bir UŞAK yapmak!..Demirel'i de öyle başa getirmediler mi?

Nitekim KARAÇALI BATIKENT'i "köy" yapmanın mükafatını ANKARA Belediye Başkanı seçilerek gördü. SHP ona demişti ki: "Aferin oğlum KARAÇALI, şimdi de ANKARA BATMALI!"

Adam gelir gelmez anlamadığı şehirciliğe daha "derinden" soyunarak METRO inşaatına kalkıştı. Sözde Çankaya'dan Batıkent'e, Cebeci'den Bahçelievler'e şehre TOPLU ULAŞIM sağlanacaktı!

Bunda yanlış bir şey yok!.. Yanlış olan herifin açtığı delikler!. Dünyanın hiç bir yerinde METRO hattı ANA TRAFİK hattından geçmez. Ya hemen yanından, ya da onu kısaltacak şekilde gider.

Ama KARAÇALI, ÇANKAYA-YILDIRIM BAYEZİD yolundaki ATATÜRK BULVARI ile CEBECİ-TANDOĞAN arasındaki ZİYA GÖKALP caddesini kendine hedef seçti. Öyle DÖRT yere çukur açtı ki, HARP olsa, düşman ANKARA'da ulaşımı tıkamak istese, bombalarını ancak buralara atıp bu kadar tahribat yapabilirdi!.. Bu dört nokta KIZILAY MEYDANI, TANDOĞAN MEYDANI, KURTULUŞ MEYDANI ve YILDIRIM BAYEZID MEYDANI idi.. Neymiş, beyimiz METRO İSTASYONLARI'nı inşa ediyormuş!..

Bu herifin sözde "danışmanı" bilim adamı geçinen Prof. İlhan TEKELİ'ye bir rastladığımızda: "Eğer bu METRO BATIKENT'ten ÇANKAYA'ya, ÜMİTKÖY'den MAMAK'a uzanacaksa; neden önce BATIKENT-YILDIRIM BAYEZİD kısmı inşa edilmedi?. Bu hem inşaatın TRAFİK dışında kalmasını, hem hızla inşa edilmesini, hem de daha uzun mesafede vatandaşların yararlanmasını sağlamaz mıydı?" diye sorduk.

Ne cevap verdi, biliyor musunuz?.. Söyliyelim de, tüyleriniz diken diken olsun!.. Tekeli, "Doğru, ama oradaki inşaatın POLİTİK değeri yok!... Göz önünde değil. KARAYALÇIN, hem İNŞAAT görünsün istedi, hem de TRAFİĞİ TIKAYARAK Hükümet'ten para almak istedi!"

Görüyor musunuz, biz "Bunu düşman yapmaz" derken, doğruyu söylemişiz!.. Herif BAŞKENT'in 4 ANA MEYDANI'nı bombalamışcasına tahrip ediyor, HALK'ı yıllarca perişan ediyor, sonra da bunu kullanıp Hükümet'ten para koparmaya kalkıyor?.. Niye?.. Metro bitsin diye değil!... SHP'liler ziftlensin diye! Haa, bu herif bir de Belediye’nin Devlet’in parasını Brezilya borsasında batırmaz mı.. Ama hesap soran nerede?.. Üstelik 1999 seçimlerinde herif yine Ankara Belediye Başkan adayı oldu!.. CHP'den!..

Nitekim, KARAÇALI METRO inşaatını çıkmaza soktuktan sonra, ebleğ ERDAL'ın çekilmesini bahane ederek bırakıp kaçtı. Daha doğrusu başarısızlıklarından ötürü terfi ettirilip, SHP Genel Başkanı seçildi. MECLİS dışından Başbakan Yardımcısı oldu!

(32)- Nasreddin Hoca'ya sormuşlar: "Eski ayları ne yaparlar?" diye..."Kırpıp kırpıp yıldız yaparlar," cevabını vermiş... Bizde de başarısız başbakanları CUMHURBAŞKANI yapıyorlar!

Hayır, gözümüz yok!.. Ancak endişemiz şu ki, hani başarısız belediye başkanlarına, milletvekillerine BAKAN koltuğu bulunuyor... Ama CUMHURBAŞKANI koltuğu BİR tane... Bunca başarısız başbakana yetmez! Başka bir "terfi" usülü bulmak lazım!

(33)- Başımızdakiler nihayet bir "30 milyar zarar" dan söz etmeye başladılar... Bu yıllık 6 milyar dolarlık bir kayıp demektir.(1996) Ama TÜRKİYE'nin uğradığı zarar bundan çok büyüktür. Sığınmacıların tahrip ettiği ormanlar, verdikleri zarar, onlara yapılan masraflar, onlarla birlikte artan terör dolayısiyle uğranan kayıplar, terörü önlemek için yapılan masraflar, tesisleri ve kişileri korumak için alınan tedbirler, şehit ve yaralılara ödenen tazminatlar, ölenlerin can bedeli, petrol hattının eskimesi, IRAK TÜRKMENLERİ'nin çektiği sıkıntılar, ticaret kaybı, iş kaybı, dış itibarın sarsılması, bizim hesabımıza göre en az 200 milyar dolarlık bir zarara yol açmıştır.

Bu zararı mutlaka BATI AVRUPA, AMERİKA ve JAPONYA'nın ödemesi gerekir!.. Çünkü 1. IRAK-AMERİKA savaşından onlar kârlı çıkmışlardır. IRAK'a uygulanan ambargoda onların menfaati vardır. İkincisinde de!!!

Bizim teklifimiz şuydu: Derhal PETROL BORU HATTI açılması ve IRAK'a AMBARGO ve BASKI'nın kalkması, yani KUZEY IRAK'ta IRAK HÜKÜMETİ'nin hakim olması kaydıyla bu 200 milyar dolar BATI tarafından 10 yıl süreyle 10 milyar BORÇ SİLİNMESİ, ayrıca 10 milyar dolar karşılıksız ödeme yapılması şeklinde tazmin edilmeliydi!

Eğer AMBARGO kalkmaz ise, TÜRKİYE zarara girmeye devam edeceğinden, BATI her yıl en az 10 milyar dolar tazminat ödemeliydi!.. Kimse bunun peşine düşmedi... Birer ikişer milyar dolarlık yüksek faizli borçlara tav oldular.

ABD'li yöneticilerin yüzsüzlük edip "Zararınızın sebebi SADDAM'dır" demelerine izin verilmemelidir. BATI bizim taleplerimizi karşılamadığı takdirde, TÜRKİYE hem NATO, hem AVRUPA BİRLİĞİ, hem de BİRLEŞMİŞ MİLLETLER'e karşı olan taahhütlerini askıya aldığını, katkısını gittikçe azaltacağını ve kendi başının çaresine bakacağını açıklamalıdır.

BATI'dan uzaklaşırsak, batarmışız!.. Kendimizi BATI'nın kucağına bıraktık ta, ne oldu?.. Şu anda bütçemizin 3 katı dış borcumuz, bir katı kadar da iç borcumuz var. Yani İFLAS etmiş durumdayız!.. BATI kurtarıcı olsa, bizi 50 yılda kurtarırdı, şimdiki gibi batırmazdı!

(34)- Şu SSK talihsiz bir kurumdur...Özal 9 aylık bir memuru Genel Müdür olarak tayin etti. Herif kurumu batırdı. DYP-SHP döneminde başına Bakan olarak MEHMET MOĞOLTAY adlı soysuz geldi. Bu herif, adı MOĞOL(TÜRK) olmasına rağmen, kürtçülük ve alevi mezhepçiliği yaptı! SSK'da daire başkanından odacıya kadar herkesi görevden alıp yerine cahil Kürtçüleri getirdi. Kendi adamlarını doldurdu. SSK kaynaklarını çar-çur etti. 3 yılda kurumun canına okudu, SSK iflasın eşiğine geldi.

Halen SSK'da 60.000 personel vardır. Bunca insanın sadece ÇALIŞANLAR'ın hastane, emeklilik gibi yan hizmetini gördüğünü düşünürseniz, meselenin vehameti ortaya çıkar. Neredeyse bir işçinin emeklilik kaydını bir başka görevli tutmaktadır. Adamın ödediği prim, o görevlinin maaşına bile yetmez!

Bu MEHMET MOĞOLTAY, daha sonra SSK'daki başarısından dolayı(!) SHP tarafından mükâfat olarak ADALET BAKANI yapıldı!.. Bu sefer hapishane görevlilerini değiştirdi. İçerdekiler kadar suçlu teröristleri, gardiyan yaptı. Onlar da teröristlere silah, esrar, çep telefonu gibi yasak şeyler getirdi. Hapisanelerin içi ayrı bir "devlet" oldu...Kısacası MOĞOLTAY asılacak, cesedi sokaklarda sürüklenecek adamdır!

(35)- Demirel Efendi'nin desteksiz vaadleri arasında olduğu için 1991'de MEMUR SENDİKALARI kurulmaya başladı. Bunların her biri bir partiye, hatta fraksiyona bağlı olduğu için MEMURLAR tekrar bölündü. 12 Eylül öncesini hatırlatır iş bırakmalar, yürüyüşler, hatta terörist eylemler tekrar yaşanır oldu.

Zaten Demirel ne zaman iktidara gelse, ANARŞİ ve TERÖR peşinden hortlar!

Biz DEVLET güvencesine sahip MEMUR ve İŞÇİLER'in sendika kurmasına, grev yapmasına karşıyız. DEVLET dairelerine POLİTİKA girmesine de karşıyız. Sendikalı işte çalışmak isteyen ÖZEL SEKTÖR'e geçsin! POLİTİKA yapmak isteyen PARTİ'ye girsin... Çünkü MİLLET'in işini görürken kendini düşünmek olmaz!..

Haa, peki, o zaman memurun hakkını kim koruyacak, derseniz... DEVLET, kendine hizmet edeni korumazsa, zaten DEVLET sayılmaz!..

***

> İÇİNDEKİLER< > ÖZAL DÖNEMİ <