NUTUK'TAN : SALTANATIN KALDIRILMASI
LOZAN'A DAVET VE SALTANATIN KALDIRILMASI
Bu sırada, İtilâf Devletleri tarafından, 28 Ekim 1922'de Lozan'da
toplanacak olan Barış Konferansı'na davet edildik. Itilâf Devletleri,
hâlâ İstanbul'da bir hükümet tanımak istiyor ve onu da bizimle
birlikte konferansa davet ediyordu.
Bu birlikte davet edilme durumu, şahsi saltanatın kaldırılması
işini kesin olarak sonuçlandırdı.
Sözü Meclis görüşmelerine getireceğim. Üzerinde durduğumuz konu
dolayısıyla, Meclis'te 30 Ekim 1922 günü görüşmeler başladı. Birçok
konuşmacı birçok şeyler söyledi. İstanbul'daki Osmanlı hükümetlerini
ele aldılar. Ferit Paşa devresinden sonra Tevfik Paşa perdesinin
açıldığını ve bu perdeyi açanların idrakten yoksun, vicdandan yoksun
birtakım insanlar olduğunu belirterek, bu adamlara gereken kanunî
işlemin yapılmasını istediler. "Böyle bir anlayışta olan, yani bize
bu kadar ahmakça tekliflerde bulunan kimseler... gerçekten
Babıâli'nin tarihi kimliğine imzasını koyan ve her şeyden çok oraya
bağlı olan şahıslardır," dediler.
Efendiler, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmış olduğunu, yeni bir
Türkiye Devleti'nin doğduğunu, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu gereğince
hâkimiyet haklarının millete ait bulunduğunu ifade eden bir önerge
hazırlandı. Sekseni aşkın arkadaşa imza ettirildi. Bu önergede benim
de imzam vardır.
Bu önerge okunduktan sonra, ciddi olarak muhalif duruma geçenlerin
başında iki kişi vardı. Bunlardan biri Mersin Milletvekili bulunan
Salâhattin Bey'dir. İkincisi, İzmir'de asılan Ziya Hurşit'tir.
Bunlar Saltanat'ın kaldırılmaması görüşünde olduklarını açıkça
belirttiler.
Gerçekten de 1 Kasım 1922 tarihli kanun gereğince, Hilâfet ile
Saltanat biribirinden ayrıldı. İki buçuk yılı aşan bir zamandan
beri fiilen hükmünü yürüten milli saltanatın varlığı kabul edildi.
Hilâfet, açıklık kazanmış bir hakka sahip olmaksızın bir süre daha
bırakıldı.
Efendiler, bu konuda zabıtlara geçmiş yeterince bilgi
vardır. Konunun özel yönleri ile ilgili noktalar, belki yüce
hey'etinizi ilgilendirir düşüncesiyle, bazı bilgiler sunacağım:
Bilindiği gibi, "Saltanat" ve "Hilâfet" makamları ayrı ayrı ve
birleşmiş olarak önemli meselelerden sayılmaktaydı. Bunu doğrulayan
bir hatıramı anlatayım:
1 Kasım 1922 tarihinden önce, muhalifler, Meclis çevresinde benim
saltanatı kaldıracağım yolunda telaşlı ve heyecanlı propaganda
yapıyorlardı.
Rauf Bey, bir gün Meclis'teki odama gelerek benimle bazı önemli
konuları görüşmek istediğini ve akşam Keçiören'de Refet Paşa'nın
evine gidersem daha güzel konuşabileceğimizi söyledi.
Rauf Bey'in teklifini kabul ettim. Fuat Paşa'nın da orada
bulunmasına izin vermemi istedi. Onu da uygun gördüm. Refet Paşa'nın
evinde dört kişi toplandık. Rauf Bey'den dinlediklerimin özeti şuydu:
"Meclis, Saltanat makamının belki de Hilâfet'in ortadan kaldırılması
görüşünün benimsenmiş olduğu endişesiyle üzgündür. Sizden ve sizin
ileride benimseyeceğiniz tutumdan şüphe etmektedir. Bu bakımdan
Meclis'e ve dolayısıyla millet kamuoyuna güven vermeniz gerektiğine
inanıyorum."
RAUF BEY'İN VE DİĞER PAŞALARIN SALTANAT VE HİLÂFET KONUSUNDAKİ
DÜŞÜNCESİ
Rauf Bey'den Saltanat ve Hilâfet konusundaki kanaat ve
düşüncesinin ne olduğunu sordum.
Verdiği cevapta şu açıklamalarda
bulundu: "Ben," dedi, "Saltanat ve Hilâfet makamına vicdanımla ve
duygularımla bağlıyım. Çünkü benim babam, Padişah'ın ekmeği ve
nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti'nin ileri gelen adamları
sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır.
Ben nankör değilim ve olmam. Padişah'a bağlılık borcumdur. Hâlife'ye
bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel bir
görüşüm de vardır. Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür.
Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış
bir makam sağlayabilir. 0 da Saltanat ve Hilâfet makamıdır. Bu makamı
ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye
çalışmak felâkete ve büyük acılara yol açar. Bu da asla doğru olamaz."
Rauf Bey'den sonra, karşımda oturan Refet Paşa'nın görüşünü sordum.
Refet Paşa'dan aldığım cevap şuydu: "Rauf Bey'in düşünce ve
görüşlerinin hepsine katılırım. Gerçekten de bizde padişahlıktan
ve halifelikten başka bir idare şekli söz konusu olamaz."
Ondan sonra, Fuat Paşa'nın düşüncesini öğrenmek istedim. Paşa
Moskova'dan yeni döndüğünden, durumu, halkın duygu ve düşüncelerini
daha yeterince incelemeye vakit bulamadığından söz ederek, görüşülen
konu üzerinde kesin bir düşünce ve görüş ileri süremeyeceğini
bildirdi ve özür diledi.
Ben, karşımdakilere kısaca şu cevabı verdim:
- "Üzerinde durduğunuz konu bugünün işi değildir. Meclis'te
bazılarının telaş ve heyecana kapılmalarına da gerek yoktur."
Rauf Bey, bu cevabımdan memnun göründü. Fakat şu veya bu şekilde
bu konu etrafındaki görüşmelere yine devam edildi. Akşam üzeri
başlayan konuşmalarımız, bütün gece, sabaha kadar uzadı. Rauf
Bey'in bir şeyi sağlama bağlamak istediğini hissettim.
Benim Hilâfet ve Saltanat ve ileride şahsen alabileceğim durumla
ilgili olarak kendilerine söylediğim ve inandırıcı buldukları sözleri
bana kürsüden bizzat Meclis'e karşı söyletmek... Kendilerine
söylediğim sözleri olduğu gibi Meclis'e karşı söylemekte de bir
sakınca görmediğimi bildirdim. üstelik bu sözleri kurşun kalemle
bir kâğıt parçasına yazarak ertesi gün bir sırasını düşürüp
Meclis'te söyleyeceğime söz verdim. Verdiğim bu sözü yerine de
getirdim.
Benim bu konuşmam muhaliflerce, Rauf Bey'in başarısı olarak
sayılmış ve kendisi takdir edilmiş...
MECLİS'TE SALTANAT'IN KALDIRILMASI GÖRÜŞÜLÜRKEN RAUF BEY'E
VERDİĞİM ROL
Efendiler, belki birtakım kimselere göre Rauf Bey, üzerine aldığı
görevi yerine getirmişti. Ben de açıkladığım üzere, genel ve tarihî
görevimin o güne âit safhasını tamamlamıştım. Ancak, genel görevimin
emrettiği asıl noktayı hedefe ulaştırmak ve uygulamaya geçmek
gerektiği zaman da asla kararsızlığa düşmedim.
Tevfik Paşa'nın telgrafları dolayısıyla Saltanat'ı Hilâfet'ten
ayırmaya ve önce Saltanat'ı kaldırmaya karar verdiğim zaman, ilk
yaptığım işlerden biri de, derhal Rauf Bey'i, Meclis'teki odama
çağırmak oldu. Rauf Bey'in, Refet Paşa'nın evinde sabahlara kadar
dinlediğim düşünce ve görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi davranarak,
ayakta, kendisinden şu istekte bulundum:
- "Hilâfet ve Saltanat'ı biribirinden ayırarak Saltanat'ı
kaldıracağız! Bunun doğru olduğu konusunda kürsüden bir konuşma
yapacaksınız! "
Rauf Bey ile bundan başka bir tek kelime konuşmadık. Rauf Bey
odamdan çıkmadan önce, aynı maksatla çağırmış olduğum Kâzım Karabekir
Paşa geldi. Ondan da aynı şekilde konuşmasını rica ettim.
Efendiler, o tarihe ait Meclis tutanaklarında görüldüğü üzere,
Rauf Bey, kürsüden bir iki defa görüştü ve hatta Saltanat'ın
kaldırıldığı günün bayram olarak kabul edilmesi teklifini de ortaya
attı!
Burada bir nokta, kafalarda düğüm olarak kalabilir. Bana,
Padişah'a bağlılığı borç bildiğinden, Saltanat makamı yerine başka
nitelikte bir makamın getirilmesine çalışmanın felakete ve büyük
acılara yol açacağını söylemiş olan Rauf Bey, benim yeni kararımı
öğrendikten sonra ve hele kararımın desteklenmesi ve Saltanat'ın
kaldırılması için Meclis'te bir konuşma yapmasını teklif etmem
karşısında, ne düşündüğünü bile söylemeden boyun eğmiştir.
Bu tutum ve davranış nasıl yorumlanabilir? Rauf Bey eski inanç
ve görüşlerini değiştirmiş miydi? Yoksa bu görüşlerinde esasen samimi
değil miydi?
Bu iki noktayı biribirinden ayırmak ve biri üzerinde kesin bir
yargıya varmak güçtür. Efendiler, böyle şüpheli bir yargıda bulunmaya
girişmektense, durumun daha iyi anlaşılmasını kolaylaştıracak bazı
safhaları, işlemleri ve tartışmaları yüksek hey'etinize hatırlatmayı
tercih ederim.
TEŞKİLÂT-I ESASİYE, ŞER'İYE VE ADLİYE KOMİSYONLARININ ORTAK
TOPLANTISI
Efendiler, 31 Ekim 1922 günü Meclis toplanmadı. 0 gün Müdafaa-yı
Hukuk Grubu toplantısı oldu. Bu toplantıda, Osmanlı Saltanatı'nın
kaldırılmasının zarurî olduğunu anlattım.
1 Kasım 1922 günü yapılan Meclis toplantısında, aynı konu uzun
tartışmalara uğradı. Meclis'te de geniş bir konuşma yapmak gereğini
duydum.
İslâm ve Türk tarihinden örnekler vererek Hilâfet ve
Saltanat'ın ayrılabileceğini,
millî hâkimiyet ve saltanat makamının
Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini, tarihi olaylara
dayanarak açıkladım.
Hülagü'nün Halife Mu'tasım'ı idam ettirerek yeryüzünde hilâfete
fiilen son verdiğini ve 1517'de Mısır'ı alan Yavuz, ünvanı Halife
olan bir mülteciye önem vermeseydi, hilâfet ünvanının günümüze kadar
miras kalmış bulunamayacağını anlattım.
Bundan sonra bu konu ile ilgili önergeler üç komisyona, Teşkilât-ı
Esasiye, Şer'iye ve Adliye Komisyonları'na gönderildi. Bu üç komisyon
üyelerinin bir araya gelip, konuyu bizim güttüğümüz maksada uygun bir
çözüme bağlaması elbette güçtü. Durumu yakından ve bizzat takip etmek
gerekti.
Üç komisyon bir odada toplandı. Başkanlığına Hoca Müfit Efendi'yi
seçti. Konuyu görüşmeye başladılar. Şer'iye Komisyonu'nda bulunan
hoca efendiler, Hilâfet'in Saltanat'tan ayrılamayacağını, bilinen
safsatalara dayanarak iddia ettiler.
Bu iddiaların yersizliğini ortaya koyup çürütmek için serbestçe
konuşabilecek olanlar ortaya çıkar görünmediler. Biz, çok kalabalık
olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu şekildeki
görüşmelerin istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı.
Bunu anladık.
Sonunda, karma komisyon başkanından söz istedim. Önümüzdeki sıranın
üstüne çıktım. Yüksek sesle şu konuşmayı yaptım:
- "Efendim, dedim, hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından,
hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez.
Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır."
- "Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakımıyet ve saltanatına el
koymuşlardır. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir.
Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık dur
diyerek, hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor.
Bu bir oldubittidir."
- "Söz konusu olan, millete saltanatını,
hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir.
Mesele, zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla
ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır!."
-"Burada toplananlar Meclis
ve herkes meseleyi tabii olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur."
- "Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade
edilecektir. Fakat, belki de bazı kafalar kesilecektir!"
- "İşin ilim yönüne gelince, hoca efendilerin merak ve endişeye
kapılmalarına yer yoktur. Bu konuda ilmi açıklamalarda bulunayım,"
dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine,
Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi,
- "Affedersiniz efendim,"
dedi, "biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla
aydınlandık,"
dedi. Konu karma komisyonca çözüme bağlanmıştı!
Sür'atle kanun tasarısı hazırlandı. O gün Meclis'in ikinci
oturumunda okundu. Ad okunarak oya konması teklifine karşı, kürsüye
çıktım. Dedim ki,
- "Buna gerek yoktur. Memleket ve milletin istiklâlini ebedî
olarak koruyacak ilkeleri, yüce Meclis'in oy birliği ile kabul
edeceğini sanırım."
"Oya" sesleri yükseldi. Sonunda, başkan oya sundu ve "oybirliği
ile kabul edilmiştir," dedi!
Yalnız olumsuzluk bildiren bir ses işitildi: "Ben muhalifim!"
Bu ses "söz yok" sesleriyle boğuldu!
İşte Efendiler, Osmanlı Saltanatı'nın yıkılış ve göçüş merasiminin
son safhası böyle geçmiştir.
SULTAN VAHDEDDİN'İN İSTANBUL'DAN KAÇIŞI
17 Kasım 1922 tarihli resmî bir telgrafın ilk cümlesi şuydu:
"Vahdeddin Efendi bu gece saraydan ayrılmıştır."
Bu telgrafın bir iki cümlesini daha 18 Kasım 1922 gününe ait Meclis
tutanaklarında okumuşsunuzdur. Fakat telgrafın aslında, bu ayrılışa
kimlerin yardım etmiş olabileceğinden, kutsal emanetlerin nasıl
korunacağından ve daha başka hususlardan bahseden alt tarafı da
vardır.
Aynı gün Meclis'te okunmuş bir mektup suretiyle ona ekli
ajanslarla yayınlanmış bir bildiri suretini de zabıtlardan bir daha
okuyalım:
"17.11.l922 Mektup Sureti Bir nüshasını ilişik olarak sunduğum
resmi bildiride açıklandığı gibi, Zât-ı Şâhâne, İngiltere'nin
koruyuculuğuna sığınarak bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul'dan
ayrılmıştır...."
İmza: Harrington
Mektuba Ekli Bildiri Sureti:
"Resmen bildirilir ki, Zât-ı Şâhâne, bugünkü durum karşısında
hürriyet ve hayatını tehlikede gördüğünden, bütün Müslümanlar'ın
Halifesi sıfatıyla İngiliz himayesini ve aynı zamanda İstanbul'dan
başka bir yere götürülmesini istemiştir."
"İngiliz Fevkalâde Komiser Vekili Sir Newill Henderson,
Zât-ı Şâhâne'yi gemide ziyaret ederek Kral Beşinci George'a
bildirilmek üzere arzularını sormuştur."
General Harrington'un Ulviye Sultan adında bir hanıma gönderdiği
Fransızca bir mektup da vardır. Bu mektup, "Hiçbir karşılık verilmemiş
olduğu" notuyla Refet Paşa'ya gönderilmiş. O da, 25 Kasım 1922
tarihinde bize bir suretini göndermişti.
Fransızca mektubun bize gönderilen Türkçe sureti şudur:
Sultan Hanımefendi Hazretleri,
"Şu sıralarda Malta'ya yaklaşmakta olan Padişah Hazretleri'nden,
ailesinindurumu hakkında bilgi rica eden bir telsiz aldım. Bu konuda,
geçen Cumartesi Yıldız'dan bilgi almış ve Kadınefendi Hazretleri'nin
sağlık ve neş'elerinin yerinde olduğunu öğrenmiş ve derhal
Zât-ı Şâhâne'ye arz etmiştim."
"Eğer Padişah Hazretleri'nin aileleri hakkında yeni bilgiler
lûtfederseniz, onu da derhal Zât-ı Şâhâne'ye sunmakla mutluluk
duyarım."
"Zât-ı Şâhâne'nin içinde bulundukları güçlükler dolayısıyla, en
samimî dileklerimi Kadınefendi Hazretleri'ne ve pek muhterem
ailelerine sunmama izin vermenizi ve en derin saygı ve tazimlerimin
kabulünü rica edcrim."
İmza: Harrington
Efendiler, bu son mektup, üzerinde durulmaya değer nitelikte
değildir.
Bundan başka, General Harrington'un, İstanbul'daki askerî
memurumuza yazdığı mektup ile ekinde yazılanlar üzerinde görüş
belirtmeyi de gereksiz bulurum.
Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı tercih ederim.
O zaman, Saltanat'ı atadan oğula geçirmek gibi yanlış bir usûlün
sonucu olarak, büyük bir makam, tantanalı bir ünvan kazanabilmiş
bir sefilin, gururu çok yüksek asil bir milleti nasıl utanılacak
bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşılır. Gerçekten de,
her ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun, Vahdeddin gibi
hürriyetini ve hayatını milleti içinde tehlikede görebilecek kadar
âdi bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir milletin başında
olduğunu düşünmek ne hazindir!
Şükre değer bir durumdur ki, bu alçak, mirasına konduğu Saltanat
makamından millet tarafından atıldıktan sonra, alçaklığını sonuna
kadar getirmiş oluyor. Türk milletinin bu işte önce davranması
elbette takdire değer. Âciz, âdi, duygu ve anlayıştan yoksun bir
yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının koruyuculuğuna
sığınabilir; ancak, böyle bir yaratığın bütün Müslümanlar'ın Halifesi
sıfatını taşıdığını ifade etmek elbette doğru değildir.
Böyle bir düşünce tarzının doğru olabilmesi, öncelikle, bütün
Müslüman milletlerin esir olmaları şartına bağlıdır. Halbuki, dünyada
gerçek böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihimiz boyuncahürriyet ve
istiklâle sembol olmuş bir milletiz!
Değersiz hayatlarını ikibuçuk
gün daha fazla ve sefilce sürükleyebilmek için, her türlü düşkünlüğe
katlanmakta bir sakınca görmeyen halifeler oyununu da sahneden
kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece, devletlerin, milletlerin
biribirleriyle olan ilişkilerinde, şahısların, özellikle bağlı
bulundukları devlet ve milletin zararına da olsa şahsî durumlarından
ve kendi hayatlarından başka birşey düşünemeyecek pespayelerin
herhangi bir önemi olamayacağı şeklindeki bilinen gerçeği bir defa
daha ortaya koymuş olduk.
Milletler arasındaki ilişkilerde
mankenlerden yararlanma yöntemine rağbet etme devrine son vermek
medenî dünyanın samimî bir dileği olmalıdır.
ABDÜLMECİD EFENDİ'NİN BÜYÜK MİLLET
MECLİSİ'NCE HALİFE SEÇİLMESİ
Muhterem Efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce kaçak
Halife'nin halifeliği kaldırıldı. Yerine sonuncu halife olan
Abdülmecid Efendi seçildi.
Meclis'çe, yeni halife seçilmeden önce, seçilecek şahsın da
padişahlık sevda ve davasına katılarak, herhangi bir yabancı devlete
sığınması ihtimalini ortadan kaldırmak gerekiyordu.
Bunun için İstanbul'da bulunan görevlimiz Refet Paşa'ya,
Abdülmecid Efendi ile görüşerek ve hattâ elinden Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin hilâfet ve saltanatla ilgili kararını tamamen
kabul ettiğini bildiren bir belge alarak göndermesini yazdım.
Bu yazdıklarım yapılmıştır... 18 Kasım 1922 günü, İstanbul'da
Refet Paşa'ya bir şifreli telgrafla verdiğim talimatta başlıca
şu noktaları belirtmiştim:
"Abdülmecid Efendi, Halife-i Müslimîn ünvanını kullanacaktır."
Bu ünvana başka bir sıfat ve kelime eklenmeyecektir."
"İslâm dünyasına duyurulmak üzere hazırlayacağı bir bildiriyi,
sizin aracılığınızla önce bize şifre olarak bildirecektir. Bu bildiri,
onaylandıktan sonra yine şifre ile ve sizin aracılığınızla kendisine
bildirilecek, ondan sonra yayınlanacaktır. Bu bildiri metninde
başlıca şu noktalar yer alacaktır:
a) Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kendisini halifeliğe
seçmesinden dolayı memnun olduğu açıkça söylenecektir.
b) Vahdeddin Efendi'nin hareket tarzı etraflı olarak ele alınıp
kötülenecektir.
c) Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun 10. maddesine kadar olan
hükümleri, uygun bir biçimde açıklanarak ve önemli olan ifadeleri
olduğu gibi tekrarlanarak Türkiye Devleti'nin, Büyük Millet
Meclisi'nin ve Hükûmeti'nin kendine has niteliğinin ve idare şeklinin
Türk halkı ve bütün İslâm dünyası için en yararlı ve en uygun rejim
olduğu belirtilip tespit edilecektir.
d) Türkiye millî halk hükûmetinin geçmişteki hizmetlerinden ve
yararlı çalışmalarından övücü bir dille bahsedilecektir.
e) Bu bildiride, belirtilen noktalar dışında, siyasî sayılabilecek
bir nokta ve düşünce söz konusu edilmeyecektir."
19 Kasım 1922 tarihli açık bir telgrafla da, Abdülmecid Efendi'ye:
"Türkiye Devleti'nin hâkimiyetini kayıtsız şartsız millete
veren Teşkilât-ı Esasiye Kanunu gereğince, yürütme gücü ve yasama
yetkisi kendisinde belirmiş ve toplanmış bulunan, milletin tek ve
gerçek temsilcilerinden kurulu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin
1 Kasım 1922 tarihinde oybirliği ile kabul ettiği gerekçe ve ilkeler
çerçevesinde ve Yüce Meclis'in 18 Kasım 1922 tarihli oturumunda
halifeliğe seçilmiş olduğunu"
bildirdim. 19 Kasım 1922 tarihli bir şifreli telgrafla Refet
Paşa, çektiğimiz telgraflara cevap veriyordu. Abdülmecid Efendi:
"imzasının üstünde Halife-i Müslimîn ve Hâdimü'1-Haremeyn
ünvanlarının bulunmasının ve Cuma selâmlığında hil'ât giymesinin
ve Fatih'inki gibi bir sarık sarınmasının mümkün ve uygun olacağı"
görüşünü ileri sürmüş. İslâm dünyasına yayınlayacağı bildiri
metninde, Vahdeddin Efendi hakkında bir şey söylemeyeceğini
bildirmiş. Bildiri İstanbul gazetelerinde yayınlanırken, Türkçe'si
ile birlikte Arapça'ya çevrilmiş ve metninin de yayınlatılması
görüşünü ortaya atmış.
Refet Paşa'ya, 20 Kasım 1922 günü makine başında verdiğim
cevapta, "Halife-i Müslimîn" ünvanıyla birlikte
"Hâdimü'l-Haremeyni'ş-Şerifeyn" ünvanının kullanılmasını da uygun
bulduğumu söyledim. Cuma töreninde Fatih'in kıyafetine girmesini
uygunsuz buldum. Redingot veya istanbulin giyebileceğini, askerî
üniformanın elbette söz konusu olamayacağını bildirdim. Yayınlanacak
bildiride, Vahdeddin'in adı söylenmeden eski halifenin manevî
şahsiyetinin ve zamanında düşülen kötü durumun dile getirilmesinin
gerekli olduğunu bildirdim.
ABDÜLMECİT EFENDİ, BABASININ ADI DOLAYISIYLA DA OLSA "HAN"
ÜNVANINDAN VAZGEÇEMİYOR
Refet Paşa'dan, 20 Kasım I922'de aldığım şifreli telgrafın birinci
maddesinde, Refet Paşa diyordu ki, Abdülmecit Efendi'nin 29 Rebiülevvel
tarihli yazısının altında "Halife-i Resûlullah
Hâdimü'l-Haremeyni'ş-Şerifeyn" ünvanının altında "Abdülmecid Bin
Abdülazîz Han") imzası kullanılmıştır.
Efendiler, yaptığımız uyarıyı iyi karşıladığını bildirmiş olan
Abdülmecid Efendi, "Halife-i Müslimîn" yerine "Halife-i Resulullah"
ve babasının adı dolayısıyla "Han" ünvanlarını kullanmaktan kendini
alamamıştır. Bir takım düşünceler ileri sürdükten sonra da,
Vahdeddin'le ilgili demeçten vazgeçtiğini, çünkü başkasının kötü
işlerini dile getirmek şeklinde bile olsa, bu türlü demeçlerin kendi
prensip ve karakterine ağır geleceğinin aşikâr olduğunu bildirmiş.
Bu nokta telgrafın ikinci maddesinde yer almıştı. Telgrafın
üçüncü maddesi, benim Meclis Başkanı sıfatıyla kendisine, halifeliğe
seçildiğini bildiren telgrafıma yazdığı cevap niteliğinde idi.
Bu cevapta:
"Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mareşal Gazi
Mustafa Kemâl Paşa Hazretleri'ne"
diye, doğrudan doğruya şahsıma hitap eden bir başlık
kullanılmıştı. Dördüncü maddede, İslâm dünyasına duyuracağı bildiri
sureti vardı. Bu bildirinin yazıldığı
İstanbul'un "Dârü'l-Hilâfetü'l-Âliyye" olduğu da özenle
belirtilmişti.
21 Kasım 1922 tarihli bir telgrafta:
"Halife-i Resulûllah yerine daha önce de bildirdiğimiz gibi
Halife-i Müslimîn denilecektir,"
dedik. Kendisine, halife seçildiğini bildiren telgrafımıza vereceği
cevabın şahsıma değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na
yazılmasını hatırlattık. Yazılarında siyasî ve genel konularla ilgili
kelimelerin bulunduğunu, bunlardan kaçınılması gerektiğini bildirdik.
Efendiler, önemsiz ayrıntılar gibi sayılması pek mümkün olan
bu açıklamalarımla işaret etmek istediğim asıl nokta şudur:
Ben, şahıs hâkimiyetine dayanan saltanatın kaldırılmasından sonra,
başka ünvanla aynı nitelikle bir makamdan ibaret olması gereken
hilâfetin de ortadan kaldırılmış olduğunu kabul ediyordum!..
Bunun, elverişli bir zaman ve fırsatta açıklanmasını tabiî
buluyordum... Halife seçilen Abdülmecid Efendi'nin bu gerçekten
büsbütün habersiz olduğu iddia edilemez.
Özellikle, kendisinin
Halife ünvanıyla saltanat sürmesinin imkân ve şartlarını hazırlayıp
sağlayabileceklerini hayal edenlerin varlığı düşünülürse, Abdülmecid
Efendi'nin ve tabiî taraftarlarının saf ve gaafil oldukları zannına
kapılmak hiç de doğru olamazdı!..
HALİFE OLACAK ZÂTIN SIFAT VE YETKİSİ NE OLACAKTI?
Şimdi, arzu buyurursanız, Halife seçimi dolayısıyla Meclis'in
18 Kasım 1922 günlü gizli oturumlarında geçen görüşmelerle ilgili
kısa bir bilgi vereyim:
Meclis'te konuyu pek ciddî ve önemli sayanlar vardı. Özellikle
hoca efendiler, kendi ihtisasları ile ilgili bir konu bulduklarından
çok dikkatli ve uyanık idiler.
Bir halife kaçmış... Onu makamından indirmek ve yenisini
seçmek... Sonra, yenisini İstanbul'da bırakmayıp Ankara'ya getirmek...
Milletin ve devletin yakından başına geçirmek...
Kısacası, Halife'nin kaçması yüzünden Türkiye'de ve bütün İslâm
dünyasında karışıklık çıkmış veyahut çıkacakmış... Onun için tedbirler
alınmalı imiş, şeklinde düşünceler, endişeler ortaya atılıyordu.
Bazı konuşmacılar da halife olacak zatın sıfat ve yetkisinin ne
olacağını tespit gereğinden söz ediyorlardı.
Görüşme ve tartışmalara ben de katıldım. Konuşmalarımın çoğu,
ileri sürülen düşüncelere cevap niteliğinde idi. Söylediklerimin
özü şu cümlelerde toplanıyordu:
"Bu konu fazlasıyla tartışılıp tahlil edilebilir. Ancak,
tartışma ve tahlillerde ne kadar ileri gidersek, konuyu çözüme
bağlamakta da o kadar güçlük ve gecikmelere uğrarız!"
"Yalnız, şu noktaya hepinizin dikkatini çekerim: Bu Meclis,
Türk halkının meclisidir. Bu Meclis'in sıfat ve yetkileri yalnız
ve ancak Türk halkının ve Türk vatanının varlığı ve kaderi ile
ilgili ve onlar üzerinde etki yapabilir."
"Meclisimiz, kendi kendine bütün İslâm dünyasını içine alan
bir güç ve kudrete sahip olamaz!"
"Efendiler! Türk milleti ve onun temsilcilerinden kurulmuş bulunan
Meclis'imiz kendi varlığını, halife ünvanını taşıyan veya taşıyacak
olan bir zatın eline veremez ve vermeyecektir!"
"Efendiler! Bundan dolayı İslâm dünyasında karışıklık varmış
veyahut olacakmış. Bunların hepsi anlamsız ve yalan sözlerdir.
Kim söylemişse yalan söylemiştir, yalan söylüyor!"
Bu sözüme itiraz eden bir zâta cevap verdim ve açıkça dedim ki:
- "Sen yalan söyleyebilirsin, yaratılışın buna elverişlidir!!"
Efendiler, ortalığı gürültüye vermenin gereği olmadığını
açıkladıktan sonra, dedim ki:
- "Bizim dünya gözündeki en büyük güç ve kudretimiz, yeni şekil
ve mahiyetimizdir. Hilâfet makamı esaret altında olabilir. Halife
ünvanını taşıyanlar, yabancılara sığınabilirler. Düşmanlar ve
halifeler elele verip her şeyi yapabilecek bir işbirliğine
girişebilirler. Fakat yeni Türkiye'nin rejimini, politikasını ve
kuvvetini hiç bir şekilde sarsamazlar!!."
"Türk halkının kayıtsız ve şartsız hâkimiyetine sahip olduğunu
bir defa daha ve kesinlikle tekrar ediyorum!.
Hâkimiyet, hiçbir anlamda, hiçbir şekilde, hiçbir renk ve hiçbir
kılavuzlukta ortaklık kabul etmez!. Ünvanı ister halife ister başka
bir şey olsun, hiç kimse bu milletin kaderine ortak çıkamaz.
Millet buna kesinlikle müsaade edemez!. Bunu teklif edecek hiçbir
milletvekili bulunamaz!"
"Bunun içindir ki, kaçmış olan Halife'nin Halifeliğine son
verip, yenisini seçmek ve bu konu ile ilgili bütün işlemlerde
belirttiğim görüşler çerçevesinde hareket etmek zarurîdir. Başka
türlüsüne kesinlikle imkân yoktur."
Saygıdeğer Efendiler, biraz tartışmalı ve gürültülü olmakla
birlikte, yapılacak işlem üzerinde Meclis'te çoğunlukla görüş
birliği sağlandı.
Ondan sonraki sonuç da yüksek malûmunuzdur.
Saltanatın kaldırılması üzerine, İstanbul'da hükûmet adını taşıyan
Tevfik ve İzzet Paşa'larla arkadaşlarının Saray'a istifalarını nasıl
verdiklerinden; İstanbul'un yönetimini düzene sokmak için verdiğimiz
talimat ve emirlerden de söz ederek yüksek hey'etinizi yormayı
yararlı bulmuyorum.
MİLLİ HAKİMİYET İLE HİLAFET MAKAMININ DURUMLARI VE İLİŞKİLERİ
Halkın, millî hâkimiyet ve hilâfet makamının durumları ile bunların
ilişkileri konusunda merak ve endişeye kapılmakta hakkı vardı. Çünkü,
Meclis 1 Kasım 1922 tarihli kararıyla, şahıs hâkimiyetine dayanan
devlet şeklinin 16 Mart 1920 tarihinden başlayarak ve ebedî olarak
tarihe karıştığını ilân ettikten sonra, birtakım Şükrü Hoca'lar
"Müslüman kamuoyu şüphe ve üzüntülere düşmüştür," diyerek hareket ve
faaliyete geçtiler. Bunlar "Hilâfet demek, hükûmet demektir.
Hilâfet'in hak ve görevlerini yok etmek hiç kimsenin, hiç bir
meclisin elinde değildir," dâvâsını ortaya atmışlardı. Meclis'in,
milletin ortadan kaldırdığı şahıs saltanatını, Hilâfet makamında
devam ettirmek ve Padişah'ın yerine Halife'yi geçirmek sevdasına
düşmüşlerdi. Gerçekten de gerici bir grup, "Afyonkarahisar
Milletvekili Hoca Şükrü" imzasıyla "İslâm Hilâfeti ve Büyük Millet
Meclisi" adıyla bir broşür yayınladı. Bu broşürün, Ankara'da 15 Ocak
1923 tarihinde yayınlandığı ve bütün milletvekillerine dağıtıldığı
bana İzmit'te bildirildi. Broşürün üzerine sadece 1339 (1923) yılı
yazılmıştı. Fakat, broşürün daha ben Ankara'da iken hazırlanıp
bastırıldığı ve benim Ankara'dan ayrılış tarihim olan 14 Ocak 1923
gününün ertesixLde ortaya çıkarıldığı anlaşılmıştı. Şükrü Efendi
Hoca ve arkadaşları, "Halife Meclis'in, Meclis Halife'nindir,"
safsatasıyla, Millet Meclisi'ni Halife'nin danışma kurulu ve
Halife'yi Meclis'in, dolayısıyla devletin başkanı gibi göstermek
ve kabul ettirmek istemişlerdir.
Efendiler, Saltanat'ın kaldırılması ve Hilâfet makamının yetkisiz
kalışı üzerine, halk ile yakından temasa geçmek, halkın içinde
bulunduğu psikolojiyi, düşünce ve eğilimlerini bir daha incelemek
önem kazanıyordu.
Bunun dışında, Meclis, son yılına girmiş bulunuyordu. Yeni seçim
dolayısıyla, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni siyasî
bir parti durumuna getirmeye karar vermiştim. Barış gerçekleşince,
cemiyet teşkilâtımızın, siyasî bir partiye dönüşmesini gerekli
buluyordum.
Bu konuda da doğrudan doğruya halk i1e görüşüp konuşmayı yararlı
sayıyordum. Zaferden sonra eğitimle uğraşmaya başlamış olan ordumuzu
da yakından görmek istiyordum.
İşte bu maksatlarla Batı Anadolu'da bir gezi yapmak üzere,
14 Aralık 1923 tarihinde Ankara'dan hareket ettim, Eskişehir'den
başlayarak, İzmit, Bursa, İzmir ve Balıkesir'de, halkı uygun yerlerde
toplayarak uzun sohbetlerde bulundum. Halkın, bana, diledikleri gibi
serbestçe sorular sormasını istedim. Sorulan sorulara cevap olmak
üzere, altı saat, yedi saat süren konferanslar verdim.
Muhterem Efendiler, hemen her yerde halkın anlamak istediği
hususlardan dikkati çeken noktalar şunlardı:
- Lozan Konferansı ve sonucu,
- Millî hâkimiyet ve Hilâfet makamı, bunların durumları
ve ilişkileri;
bir de kurmak niyetinde olduğum anlaşılan siyasî parti...
Lozan Konferansı görüşmelerini, her yerde, özetleyerek olduğu
gibi anlatıyordum. Olumlu sonuç alınacağı hakkındaki inancımı da
belirterek milletin endişesini gidermeye çalışıyordum.
Efendiler, Halife bulunan zatı ümitlendirecek bazı bağlılık
gösterileri de dikkati çekiyordu. Gizli olarak yapılan bağlılık
gösterileri ise, bizim dışardan tahmin ettiklerimizden daha fazla
imiş!.
Bu konuda bir fikir vermiş olmak için, o sıralarda İstanbul ve
Trakya'da görevli memurumuz ve temsilcimiz olan Refet Paşa'nın,
o günlerde, Halife'ye Konya adındaki bir atı sunması dolayısıyla,
kendi kardeşi ve aynı zamanda yaveri Rıfat Bey'e yazdığı bir şifreli
telgrafla, bu telgrafa Halife'nin başyaveri vasıtasıyla verdiği cevabı
olduğu gibi bilginize sunacağım:
Şifre:
Rıfat Bey'e , 5.1.1923
"Konya'yı Halife Hazretleri'ne sunmak
için getirmiştim. Yalnız şimdi ne durumda olduğunu görmedim. Cesaret
edemiyorum. İstanbul'da iyi bir hayvan bulunmayacağını anladığım
için, Halife Hazretleri'nin başyaverlerinden de hayvan satın alınması
hususunda acele etmemelerini rica etmiştim."
"Hayvanın Halife Hazretleri
tarafından beğenilmesini Tanrı'nın bir lûtfu sayıyorum. Büyük bir
cür'etkârlık olacağını bilmekle birlikte, İstiklâl Savaşı'nın tarihî
bir hâtırası olduğu için, eski sadık bir askerin gazâ yadigârı olarak
sunduğu Konya'nın Halife Hazretleri tarafından lûtfen kabûlünü ve
Halife Hazretleri'nin en içten gelen bağlılık duygularıyla ellerini
öptüğümün Halife Hazretleri'ne duyurulmasına aracı olmalarını,
Başyaver Şekip Bey'den rica ederim."
"Konya'yı ve bu şifreyi Şekip Bey'e hemen teslim ediniz."
Refet , 5.1.1923
Trakya Fevkalâde Temsilcisi Refet Paşa Hazretleri'ne
"Saygıyla arz ederim: Pek sayın kardeşiniz Rıfat Bey'in teslim ettiği
yüce şahsınızdan gelen telgrafı Halife Hazretleri Efendimiz'e arz
ettim. Peygamber vekili olan Halife Hazretleri, gerek bir defa daha
ifade buyurulan içten bağlılık duygularından, gerek kendilerine sunulan
Konya adındaki hayvandan dolayı pek hoşnut ve müteşekkir kaldılar."
"Aziz vatanımızın istiklâlini korumak gibi pek kutsal ve yüce bir
gayenin elde edlimesine çalışan büyük simalar arasında seçkin bir
yeri olan yüksek şahsiyetlerinin de yiğitlik ve fedakârlık
gösterdikleri er meydanlarından bİrinin adıyla anılan bu sevimli ve
güzel ata sahip olmakla iftihar ettiler."
"Yüce Cebrail, kâinatın şerefi
Peygamberimiz Hazretleri'ne (S.A.S.)'in peygamberliği bildirdiği gibi,
Zât-ı Devletiniz de Halife Hazretleri'ne Peygamberin vekili olduğunu
bildirdiğinizden dolayı, yüksek şahsiyetiniz, kendilerine bütün
ömürlerinin en mutlu ve kutsal bir olayını her zaman hatırlatacaktır.
Yüksek şahsiyetlerinin bu aziz hâtıraya kanşmış olmalan dolayısıyla,
sık sık ve içten gelen bir sevgi ile hatırlanacakları zaten belli iken,
bir de her gün, alışıldığı üzere tatlı Sabâ Rüzgârı gidişli bu
ata binildikçe, yüksek şahsiyetlerinin değerli hâtırası yeniden
anılacak ve canlanacaktır. Şu satırlarla, Halife Efendimiz'in
gerçekten tertemiz ve değerbilir duygulanna ne dereceye kadar
tercüman olabildiğimi kestiremem. Bunu başaramadıysam. eksiğimi,
Zât-ı Devletleri'ne, Halife Hazretleri'nin bizzat göstermiş ve ifade
buyurmuş oldukları babaca sevgi ve okşayışlar daha önceden telâfi
etmiştir, kanaatıyla avunmaktayım."
"Bu vesileyle ve sonuç olarak
size, Tanrı'nın gölgesi ve Peygamber'in vekili Halife Hazretleri'nin
özel selâmlarını ve hayır dualarını bildirmek ve müjdelemekle şeref
duyar, üstün saygılanmın kabulünü rica ederim, Efendim Hazretleri."
Şekip Hakkı, Başyaver
Bu yazışmaları ve karşılıklı sevgi gösterilerini, biz ancak
hilâfetin kaldırılmasından ve Halife'nin soyundan gelen kimselerin
memleketten çıkarılmasından sonra tesadüf eseri olarak öğrenebildik.
Şunu arz etmeliyim ki, Şükrü Efendi Hoca ile, onu ve imzasını
ileri süren politikacılar, sultan veya padişah ünvanını taşıyan bir
hükümdar yerine, ünvanı halife olan bir hükümdar koyarak konuşmuşlar
ve iddialarda bulunmuşlardı. Yalnız şu farkla ki, herhangi bir
memleket ve milletin hükümdarı yerine, dünyanın dört bucağında
kitleler halinde yaşayan, türlü türlü ırktan üç yüz milyonluk bir
topluluğa hüküm yürüten bir hükümdardan, onun görev ve yetkilerinden
söz etmişlerdi.
Bu, bütün İslâm dünyasına hâkim olacak büyük hükümdarın eline,
kuvvet olarak, üç yüz milyon Muhammet ümmetinden yalnız on-onbeş
milyon Türk halkını lûtfetmişlerdi.
Halife adındaki hükümdar,
yeryüzündeki bütün Müslümanların işlerini yönetecek,dünya işleriyle
ilgili hükümlerden, onların çıkarlarına en uygun olanları hakkında
karar verecekti. Bütün Müslümanlar'ın haklarını savunacak, onların
işlerine ve problemlerine etkili bir azim ve irade ile salıip
çıkacaktı.
Halife adındaki hükümdar, yeryüzündeki üç yüz milyon
müslüman arasında, adaleti sürekli olarak ayakta tutacak vatandaş
haklarını gözetecek, güvenlik vıe huzur bozucu olaylara engel olacak,
Müslümanlara başka dinlere bağlı olanlardan gelmesi muhtemel
saldırıları önleyecekti. İslâm topluluğunun güven içinde yaşamasını,
gelişip kalkınmasını sağlayıcı çareleri hazırlamakla yükümlü
bulunacaktı.
Saygıdeğer Efendiler, bu kadar kara câhil, dünya
şartlarından ve gerçeklerden bu denli habersiz Şükrü Hoca ve
benzerlerinin milletimizi kandırmak için, İslâmî hükümler diye
yayınladıkları safsataların,gerçekte tekrarlanacak bir değeri
yoktur. Ancak, bunca yüzyıllar boyunca olduğu gibi, bugün de,
milletlerin câhilliğinden ve bağnazlığından yararlanarak binbir
türlü siyasi ve şahsî maksatla çıkar sağlamak için, din âlet ve
vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların memleket içinde
de dışında da var oluşu, ne yazık ki, daha bizi bu konuda söz
söylemekten alıkoyamıyor.
İnsanlık dünyasında, din konusundaki
uzmanlık ve derin bilgi, her türlü hurafelerden armarak gerçek
bilim ve tekniğin ışıklarıyla tertemiz ve mükemmel oluncaya kadar,
din oyunu aktörlerine, her yerde rastlanacaktır. Şükrü Hoca'ların
ne kadar anlamsız, mantıksız ve uygulama kabiliyetinden yoksun
düşünce ve hükümler savurduklarını anlamamak için cidden Hoca Efendi
gibi "Allahlık" denilen yaratıklardan olmak lâzımdır.
Onların dediği
gibi, halifenin ve Hilâfet'in otoritesi, bütün dünya Müslümanları
üzerinde geçerli olmak gerekince, bütün varlığını ve kuvvet
kaynaklarını yalnız halifenin emir ve yasaklarına bırakmakla,
Türk halkının omuzlarına bindirilecek yükün ne kadar ağır olacağını
insaf edip düşünmek lâzım gelmez miydi?
Onların ileri sürdükleri
gerekçe ve hükümlere göre, halife adını taşıyan hükümdar; Çin, Hint,
Afgan, İran, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Asir, Mısır,
Trablus, Tunus, Cezayir, Fas, Sudan, kısacası dünyanın dört
köşesindeki İslâmlar'ın ve İslâm memleketlerinin işlerinde yetki
sahibi olacaktı.
Bu hayalin hiçbir zaman gerçekleşmemiş olduğu
bilinmektedir. İsIâm topluluklarının başka başka maksatlarla
biribirinden ayrıldıkları; Emevîler'in Endülüs'te, Aleviler'in Kuzey
Afrika'da, Fatımîler'in Mısır'da, Abbasîler'in Bağdat'ta birer hilâfet
yani saltanat kurdukları; hattâ Endülüs'te her bin kişilik bir
topluluğun bir halifesi ile bir minberi olduğu, Hoca Şükrü imzalı
broşürde de yer almıştır!..
Bu tarihî gerçeği bilmezlikten gelerek,
hemen hepsi yabancı devletlerin idaresi altında bulunan veya bağımsız
olan Müslüman milletlere ve devletlere Halife adı altında bir
hükümdar tayin etmek akıl ve gerçek ile bağdaştırılabilir miydi?
Hele, böyle bir hükümdarın mevkini korumak için, bir avuç Türkiye
halkını o hükümdarın emrine vermek, onu yok etmek için uygulanagelen
tedbirlerin en etkilisi olmaz mıydı?
"Halifenin görevi ruhani değildir,
Hilâfet'in temeli maddî iktidar ve hükûmet kuvvetidir," diyenlerin,
Hilâfet'in devlet, halifenin devlet başkanı olduğunu ifade ve ispat
ettikleri ve maksatlarının halife ünvanını taşıyan bir zâtı Türkiye
Devleti'nin başkanlığına geçirmek olduğu kolaylıkla anlaşılabiliyordu.
Saygıdeğer Efendiler, Şükrü Hoca Efendi'nin ve politikacı
arkadaşlarının, siyasî maksatlarını açıktan açığa ortaya koymayıp,
unu bütün islâm dünyasına mâletmek istedikleri dinî bir konu olarak
ele almaları, hilâfet oyuncağının ortadan kaldırılmasını
çabuklaştırmaktan başka bir sonuç vermemiştir!.
> NUTUK'TAN: HİLÂFET'İN KALDIRILMASI - 2 < > LOZAN BARIŞI < >
İÇİNDEKİLER <