DEVLETÇİLİK İLKESİ - AÇIKLAMALAR-4

(12)- Buradaki ölçü şudur: EKONOMİ'DE ALDIĞINIZ PARA, VERDİĞİNİZDEN ÇOK İSE ZENGİNLEŞİRSİNİZ!.. Tersine, bir ülkenin SATTIĞI MAL ve hizmetlerin değeri, yabancılardan SATIN ALDIĞI MAL ve hizmetlerin değerinden az ise; o ülke gittikçe fakirleşiyor demektir!.. Buna yabancı yatırımcıların yaptıkları KAR TRANSFERİ de dahildir.

Onun içindir ki, DIŞ TİCARET AÇIĞI, ABD gibi bir DEV'in Japonya gibi bir CÜCE karşısında dize gelmesine sebep olmuştur. Bunun daha öncesi var: ABD'nin ilk defa DIŞ TİCARET AÇIĞI verdiği 1971 yılında NİXON o kadar telaşlanmıştı ki, "doların altınla olan bütün bağlantısını kestiğini" ilan etti, dünyanın PARA sistemi altüst oldu!

Şu halde dışarıdan gelen bir malın içerdekinden "kaliteli" veya "ucuz" olması, UZUN VADEDE önemli değildir!. Aldığınızın karşılığında satmanız, hem de malınızı değerine satmanız önemlidir.

Hele ki, "ucuz" ve "kaliteli" cazibesine kapıldığınız yabancı mallar yerli sanayii çökertir, ülke ekonomisini yıkarlarsa; zaten ilerde onları da alma imkanı kalmayacaktır! Çünkü millet fakirlikten, değil ithal mal almak; kuru ekmeğe muhtaç olacaktır. Afrika ülkelerinin hali ortadadır.

Bir ilkokul öğrencisinin bile anlayabileceği bu EKONOMİK ve MATEMATİK gerçek, maalesef içimizdeki bazı yabancı şirket simsarlarının, satılmış politikacı ve yazarların gayreti ile gözlerden saklanmaktadır.

İkinci prensip TÜKETTİĞİNDEN FAZLASINI ÜRETMEK'tir!.. Halkımızın "Ayağını yorganına göre uzat", "işten artmaz dişten artar" diye TASARRUF'a yönelik bir çok atasözü varken, MENDERES, DEMİREL ve ÖZAL "Borç yiğidin kamçısıdır" gibi tartışmalı bir ifadeyi öne sürüp, mirasyedi gibi davranmışlar, ülkeyi gırtlağına kadar borca batırmışlardır.

Halbuki ülkeler BORÇLA DEĞİL; çok ÜRETEREK, ancak yeteri kadar tüketerek, artanı TASARRUF edip YATIRIM'a giderek kalkınır.

Bu konuda TARİH bize ders vermektedir. "Yenilikçi-reformcu" diye yutturulan 2. Mahmud'un HAİN bir sadrazamı vardır: Mustafa Reşit Paşa!.. Bu herif İngiltere'ye gittiğinde oradan aldığı talimat üzerine 1938 yılında İngilizler'le son derece aleyhimize bir TİCARET ANLAŞMASI imzalamıştır.

Bu da yetmiyormuş gibi 1939'da henüz tahta çıkmış 17 yaşındaki tıfıl padişah Abdülmecit'e, TANZİMAT fermanını imzalatıp yabancı hegemonyasını DEVLET'in sırtına yüklemiştir. Çünkü Tanzimat Fermanı'nın yabancılara tanıdığı imtiyazlar olmadan İngiliz Ticaret Anlaşması'nın tatbiki mümkün değildi!..

Arkadan Fransa, Almanya, Rusya, ve diğer Avrupa ülkeleri de, "İngiltere'ye hapur hupur da, bize Yarabbi şükür mü?" diyerek benzer haklar talep etmişlerdir.

GERÇEK KAPİTÜLASYONLAR bunlardır!.. Yoksa Fatih'in veya 1. Süleyman'ın verdiği imtiyazlar değil!..

O dönemde Ülkeye giren ucuz yabancı mallar ekonomiyi 20 yılda çökertmiş; 1856'da ilk defa borç almak zorunda kalan OSMANLI Devleti, 1875'de iflasını ilan etmiştir!..

GÜMRÜK BİRLİĞİ ANLAŞMASI hep bize bu 1938 İNGİLİZ TİCARET ANLAŞMASI'nı çağrıştırıyor. Yine oyuna geldik! Bir yılda 6 milyar dolar zarara girdik. İTHALAT arttı, İHRACAT aynı kaldı, UCUZLUK olmadı. BAĞIMLILIK, git gide ESARET halini alıyor! En kısa zamanda bu zinciri kırmalı, kendi KURALLAR'ımızı koymalıyız!

"Bunlar geçmişte kaldı, şimdi eğilim serbest piyasa" diyen ahmaklara da, Japonya'yı emsal gösteririz.

Bu ülke ABD ve Batı Avrupa'ya 10 yıldır direnip, "pirinç ithali yasağı"nı kaldırmamakta, ve halkına KENDİ pirincini dünya fiyatlarından 7 KAT PAHALI yedirmekteydi!..

Japonya'nın gerekçesi, "PİRİNÇ sektörü, kendi GÜVENLİĞİMİZ açısından korumak zorunda olduğumuz bir sektördür. İTHALAT, pirinç sektörümüze ZARAR verebilir" şeklindeydi.

Bilindiği gibi, Japonya dünyanın İKİNCİ büyük ekonomisidir, büyümesini İTHALAT'ının İHRACAT'ından çok daha AZ olmasıyla sağlamıştır. Japonya'dan istenen "ithalat" izni ise, Japon pirinç tüketiminin sadece %5'i kadardı!.. (Sezai TANRIVERDİ, Türkiye'de Tarım Sektörü, 1993 Yılı Hesap Uzmanları Kurulu Konferansları 4, Maliye Bakanlığı, Araştırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu Bşk. Yayını, 1994-339)

Ve Japonya, o zengin ekonomisiyle bir "tarım ürünü" İTHAL'ini, hem de ihtiyacının 20'de 1'ini, güvenliği için TEHLİKELİ görmekteydi.

Ve haklı çıktı... 1990'ların sonunda A.B.D. allem etti, kallem etti, Japonya'nın direncini kırdı ve "dünyaya açılması"nı sağladı!. Kısa sürede Japon ekonomisi sarsıntı geçirdi, kriz bütün Uzak Doğu Asya'ya yayıldı... Hâlâ bu ülkeler tam düzelmiş değiller!

Biz ise ayağımızda yırtık don, Avrupa'nın sanayi mallarına kapımızı ardına kadar açıyoruz!.. Bu ne akıldır YARABBİ!..

Gerçek şu ki, her ülkenin COĞRAFYA'sı, NÜFUS'u, KÜLTÜR'ü farklıdır. Dolayısıyla KAYNAKLAR'ı, İMKANLAR'ı ve İHTİYAÇLAR'ı da farklıdır. Bu yüzden her ülkenin kendine has bir İKTİSADİ SİYASET benimsemesi kadar tabii bir şey olamaz. Ülkeler arası EKONOMİK İLİŞKİLER'deki "müşterek esaslar", ancak KARŞILIKLI YARAR sağlıyorsa ortaya çıkar.

Hatta bu "müşterek esaslar"ın, ZENGİN ülkelerin kendi keselerinden FAKİR ülkeler LEHİNE yapacağı fedakarlıklara dayanması, daha uygundur. Geçmiş günahlarının KEFARET'ini ödemiş olurlar!..

Bu yüzden WHO, GÜMRÜK BİRLİĞİ gibi anlaşmalara "eşit" şartlarla girmek dahi; fakir köylüye de, zengin ağaya da birer milyon lira "salma" yazmak gibidir. Eşit gibi görünür ama köylüye haksızlık olur!..

Şunu çok açık olarak belirtelim ki, çağımızın MONDROS tarzı TESLİM anlaşmaları, milli meclislerde kabul edilen PATENT YASALARI'dır. Bir ülkeyi silahsız teslim alır, tersanelerini fabrikalarını işgal eder!

Peki, çözüm nedir?.. Biz deriz ki, MİLLİ GELİR ortalaması insanca yaşama düzeyinin altında kalan ülkelere, ZENGİN ülkeler tarafından lüks tüketim hariç, uluslararası ticarette İMTİYAZLAR tanınmalı, onların ekonomik seviyelerinin yükselmesine yardımcı olunmalıdır. Onlardan TEKNOLOJİ ve SAĞLIK konularında "patent, lisans, know-how, telif" ücreti talep edilmemelidir!

(13)- ATATÜRK yabancılarla EKONOMİK İLİŞKİ'ye elbette ki açıktır, hatta YABANCI SERMAYE'ye dahi fırsat verir; ama KENDİ GÖRÜŞLERİMİZ BAKİ KALMAK ŞARTIYLA!..

Bizim görüşümüz de elbette ELİMİZİ VERİRKEN, KOLUMUZU KAPTIRMAMAKTIR. Biz fakir ülkeyiz, VERDİĞİMİZDEN ÇOK ALMALIYIZ ki, zenginler ile aramızdaki fark kapansın!.. Hele gavurun getirdiğinden çok götürmesine, asla izin verilmez!

ATATÜRK daha o tarihte en doğru tespiti yapmıştır. Onun bu tutumu benimsenmelidir. Yabancılara tanınan haklarda olduğu gibi, girilen ittifak ve ekonomik anlaşmalarda da bu hususa dikkat etmek, TÜRK EKONOMİSİ'ni tehlikeye atacak hiç bir teklifi kabul etmemek gerekir.

(14)- Lozan'ın Boğazlar konusundaki sınırlamaları 1936'ya kadar yürürlükte kaldı. Montrö Sözleşmesi ile "özel bayrak" rejimi değiştirildi, TÜRK Bayrağı kondu. Bu HAK geliştirilip ileriye götürüleceği yerde, Boğaz Köprüsü'nün kaç metre yükseklikte olacağına Amerikalılar karar verdi, savaş gemileri geçebilsin diye!.. ATATÜRK bunu yasaklamıştı!..

Halbuki ATATÜRK'ün DENİZLER SİYASETİ çok açıktır, ve GERÇEKÇİ'dir. Üç tarafı denizler ile çevrili ülkede MAHPUS kaldığımızın farkındadır. Büyük devletlerin denizlere açılmamızı önlemek için üç defa donanmamızı yaktıklarını (Çeşme, İnebahtı, Sinop) çok iyi bilir!. ATATÜRK, Marmara ile yetinmez; kendini Ege ile kısıtlamaz. Hele "Bir zamanlar Akdeniz'i TÜRK Gölü yaptık" diye övünenlere hiç kulak asmaz. Çünkü o tarihlerde biz Akdeniz'le uğraşırken BATILILAR'ın okyanuslara açıldığını bilir. Onun için gözü Kızıldeniz'dedir, Hint Okyanusu'ndadır, Atlas Okyanusu'ndadır. Onun için hem ASKERİ, hem de TİCARİ DONANMA'ya sahip olmamızı ister. Onun için Almanya'ya denizaltılar sipariş etmişti.

Eğer ATATÜRK'ün istediği filolar kurulmuş olsaydı, Yunanistan bugün Ege'de karasularını 12 mile çıkartmakla bizi tehdit edemezdi. Burnunun dibinde biter, ANADOLU'ya yakın adaları alıverirdik. Büyük devletler ANTARTİKA kıtasını paylaşırken, biz de o koca kıtaya seferler düzenler, "araştırma" merkezleri kurar; kıtada söz sahibi olduğumuzu hissettirirdik.

Ama bunlar İnönü'nün MANDA politikası, Menderes'in yedek PARÇASIZ TRAKTÖR sevdası, Demirel'in MONTAJ OTOMOBİL, Özal'ın da OTOYOL hülyasına kurban edilmiştir... 50 yıldır hiç bir politikacının ANTARTİKA konusunda bir an bile düşündüğünü sanmıyoruz.

İşin en acı yönü, bazı hain sendikacıların "işten atılırız" diye, DENİZYOLLARI İşletmesi'ne alınan bir-iki modern geminin elektronik cihazlarını tahrip etmeleridir!.. Hiç birinin hesabı sorulmamıştır.

Çok şükür ki, son 5 yılda DENİZCİLİK biraz hareketlendi. Kapasite 10 milyon tona çıktı, 57 limanımız var. Ancak yetmez. ABDÜLAZİZ zamanında (1875) bile dünyanın 3. büyük donanmasına sahiptik. Beş yıl içinde ilk 5'e girmemiz gerek. Hem ASKERİ, hem TİCARİ DENİZ FİLOLARIMIZ bütün dünya denizlerinde söz sahibi olmalıdır.

(15)- Eğer ATATÜRK'ün o gün HAVACILIK diye bilinen, sonradan UZAYIN FETHİ haline gelen sahadaki siyaseti aksamadan yürütülseydi, Kayseri Uçak Fabrikası'nın devamı getirilebilseydi; bizler bugün uydumuzu uzaya yerleştirsin diye Fransızlar'a yalvarmak durumunda kalmazdık. Irak'ın havadan işgalini görünce dehşete kapılmazdık. Modası geçmiş F-16'ların kaportasını üretince, çocuklar gibi sevinip komik duruma düşmezdik.

Gerçek şudur ki, ULUSLARARASI DENİZLER'e açılamayan, FEZA'ya roket gönderemeyen, NÜKLEER enerjiye sahip olmayan devletlere, artık DÜNYA ARENASI'nda yer yoktur. Onlar ne kadar ARSLAN tabiatlı olsalar da, TEKNİK DONANIMLI GLADYATÖRLER'e av olmaya mahkumdurlar!..

Eğer özetler isek, ATATÜRK'ün SİYASETİ EMPERYALİZM'LE SAVAŞ alanında silahla, EKONOMİK alanda da emekle mücadele etmeyi; ve TEK BAŞINA AYAKTA DURACAK SEVİYE'ye gelmeyi, en son TEKNOLOJİ'yi ele geçirmeyi hedefler.

Bu hedefe nasıl ulaşılır?..Bunun tespiti çok basittir. Yabancılardan hiç bir destek görmediğimiz, hiç bir şekilde ithalat yapamadığımız farzedilerek; bütün TEMEL ve ACİL İHTİYAÇLARIMIZI ÜLKE DAHİLİNDE KARŞILAYACAK HER TÜRLÜ KÜÇÜK VE BÜYÜK SANAYİ PLANLANMALI ve KURULMALIDIR.

Şöyle ki:

Her türlü TEMEL GIDA'nın yetiştirilmesi, üretilmesi, tarımın buna göre yapılması, sulama tesislerinin buna göre planlanması,

NÜKLEER enerji de dahil olmak üzere ENERJİ ihtiyacının karşılanması,

En fakirin dahi alabileceği şekilde GİYİM malzemelerinin üretilmesi,

MESKEN politikasının en fakirlere dahi barınma imkanı sağlayacak şekilde yürütülmesi,

Ordumuzun NÜKLEER silah da dahil, her türlü SİLAH ve TECHİZAT'ının yurt içinde sağlanabilmesi,

En fakir ve en ağır hastaların dahi ulaşabileceği İLAÇ ve TIBBİ CİHAZLAR'ın ülke içinde patente bağlı olmadan üretilmesi,

DENİZ, HAVA ve KARA ulaşımı için gerekli VASITALAR ile bunların YEDEK PARÇALARI'nın ve YAKITI'nın ülke içinde üretilmesi,

Her türlü HABERLEŞME ve YAYIN vasıtalarının, uydu yerleştirme tesisleri dahil, yurt içinde üretilmesi,

Bütün bu ihtiyaç ve üretim için gerekli HAM MADDE KAYNAKLARI'nın yurt içinde olanlarının en iyi şekilde işletilmesi, yurt dışından getirilenlere de ALTERNATİFLER yaratılması,

bu SİYASET'e dahildir. Bazıları diyebilir ki, "her şeyi kendin yapmak pahalıya mal olur, rantabl değildir." Peki, ambargolar bize daha pahalıya malolmadı mı?.. Bir tek IRAK-ABD savaşındaki kaybımız 75 milyar dolar!..Her yıl ABD'den yalvar yakar aldığımız kredi ise sadece 300 milyon!.. Bir başkası diyebilir ki "Sadece ülke ihtiyacı için koca uçak fabrikası kurulur mu?.. Dışarıya satamayız, atıl kapasiteyle çalışmak zorunda kalır". Yahu şu Rolce Royce otomobilleri bile el ile üretildiği için makbul değil mi?.. Gereken nadir araçları fabrikada değil, elle üretiriz. Yine de dışarıya bağımlı olmaktan daha makbuldür.

Ayrıca TİCARET, ve EKONOMİK İŞBİRLİĞİ anlaşmaların bizim gibi ZENGİNLERİN HEDEFİ ülkelerle ve BATI SÖMÜRÜ DÜZENİ'ne karşı yapılması; ATATÜRKÇÜ anlayışa daha uygundur. TÜRKİYE kendi ürettiğini BATI'nın aracılığı olmadan ASYA, AFRİKA ve GÜNEY AMERİKA'da satabilmeli; orada üretilen malları da yine BATI komisyonculuğu, nakliyeciliğine ihtiyaç duymadan alıp ülkeye getirebilmelidir. Biz bu satırları yazarken gavur Pierre Cardin firması Aydınlı Hazır Giyim'in lisansla ürettiği malları ihraç etmesini önlediğini öğrendik. (Bak Hürriyet, 16.6.1996) Demek ki teşhisimiz doğru. Domuzdan post, gavurdan dost olmaz!

Öte yandan BATI KOMİSYONCU zihniyeti, üzerinde çok az durulan bir konudur. EKONOMİ'nin "tabii" organlarındanmış gibi gösterilen TİCARET BORSALARI aslında buğday, demir, kakao, fındık gibi mallara hiç ihtiyacı olmayan, onları hiç kullanmayan, malı kağıt üstünde kapatıp başkasına devreden PARAZİTLER'in, SÜLÜKLER'in, kan emici YARASALAR'ın hakim olduğu SÖMÜRÜ YUVALARI'dır. Hepsi mazlum ülkelerin, sade insanların aleyhine işler. Ham madde ve yiyecek fiyatları bu borsalarda türlü dümenlerle sürekli düşerken, BATI'nın ürettiği malların fiyatları sürekli artar. Sonuç yoksul ülkeler için felakettir. DÜNYA TİCARETİ'ne daha DÜRÜST bir sistem getirilinceye kadar BORSA OYUNLARI'na gelinmemesi şarttır.

Daha geçenlerde "İngiltere'de bir BORSA memurunun 1 milyar dolarlık oyuna kalkıştığı, ve bir banka ile İngiltere kraliçesinin paralarının batmasına sebep olduğu" haberi ile ortalık birbirine girmişti. (1995) Bu sadece bir tanesidir. Eddie Murphy'nin de borsa sistemini eleştirdiği "Trading Places" adlı nefis bir komedisi vardır. MENKUL KIYMETLER BORSASI KUMARDIR!.. KUMAR İSE DİNİMİZDE HARAMDIR!.. Bu sistemin de mutlaka ıslah edilmesi gerekir.

İşte böyle...ATATÜRK gerekli hizmetlerinin hepsinin DEVLET'in eliyle yapılmasını şart koşmaz. Ancak DEVLET bunların MUTLAKA gerçekleşmesinden sorumludur!..Eğer yapan çıkmaz ise, 1930'larda olduğu gibi, KENDİ üstlenir, yapar... Gerekirse, tesis ve yetkilerin bir kısmını YERLİ ÖZEL SEKTÖR'e devreder. Ama mutlaka DENGELER sağlandıktan sonra! DENGE'nin sağlanması demek, ÜRETİCİ'nin, TÜKETİCİ'nin, ALICI, NAKLİYECİ ve SATICI'nın hem ezilmemesi, hem de başkasını ezmeyeceği bir düzenin kurulması demektir.

ÖZEL SEKTÖR'e devredilmeyecek hizmetler MİLLİ SAVUNMA, MİLLİ EĞİTİM, SAĞLIK, HUKUK, AĞIR SANAYİ ve DIŞ SİYASET'tir. Bunlarda dahi ÖZEL SEKTÖR'den yararlanılır. Mesela özel okul, özel hastane açılabilir; ama fakir kişilerin ne okuması ne de sağlığı paragözlerin eline bırakılamaz!

ATATÜRK'ün EKONOMİDE DEVLETÇİLİK ilkesi, işte bunun için VAZGEÇİLMEZ'dir. Ne "serbest piyasa ekonomisi"ne, ne de gavurların artniyetli ittifaklarının taleplerine kurban edilemez. TÜRK DEVLETİ kendi yarasını saracak kadar kuvvetli olmak zorundadır.

Netice itibariyle TÜRK EKONOMİSİNDE YABANCILAR hiç bir zaman SÖZ SAHİBİ OLAMAZLAR!.. ATATÜRK, bunun aksini ESARET ile denk görür!..

(16)- Bundan sonraki ifadeler ATATÜRK'ün HALKÇILIK ilkesi diye bilinen düşüncelerini yansıtır. Biz bu konuyu EKONOMİ ve DEVLETÇİLİK çerçevesinde almayı uygun gördük. Çünkü HALK'ı düşünen DEVLET'tir. HALK'ın ihtiyacı olan TOPRAK DÜZENİ, EĞİTİM, SAĞLIK, TARIM POLİTİKASI, YOL ve ASAYİŞ meselelerini halledecek olan DEVLET'tir. Ve bütün bunlar DEVLET'İN İKTİSADİYATI ile ilgilidir. MİLLİ SİYASET gereğidir.

Ancak çok açık ifade ettiği gibi ATATÜRK'ün HALKÇILIK'tan kastettiği; hiç bir AİLE, CEMAAT, ZÜMRE, ETNİK GRUP, MEZHEP, DERNEK veya OKUL ayırımı yapmadan bütün MİLLET fertlerini BİR görmektir. Bu prensip de yine en çok "atatürkçülük" yaygarası yapanlar tarafından çiğnenmiştir. ATATÜRK'ten sonra iktidara gelen hiç bir parti HALK'a hizmet etmemiştir, sadece kendine oy verenleri kayırmıştır. Ama HALK bir bütündür. Bir kısmını kayırmakla kandırılamaz. Onun içindir ki, 1960'dan bu yana HALK hiç bir partiyi tek başına ve peşpeşe 2 defa iktidara getirmemiştir!

ATATÜRK gerçek bir enkaz devralmıştı. 1519'da başlayan CELALİ İSYANLARI, 1527'deki ilk VİYANA HEZİMETİ OSMANLI DEVLETİ'nin "muhteşem" diye yutturulmaya çalışılan Kanunsuz Süleyman zamanında bozulmaya başladığının delilidir. Görünür çöküntü 2. VİYANA BOZGUNU (1683) ile ortaya çıkmış, TANZİMAT(1839) ile hızlanmış, MEŞRUTİYET(1908) ile DEVLET'in köhnemiş kamyonunun freni patlamıştır.

1450-1922 arasında ortalama her iki yıl barışa karşılık, üç yıl savaş düşmektedir!.. En uzun barış 1739-1768 arası idi. 1876-1922 arasında 1876'da Sırbistan-Karadağ, 1877-78'de Rusya ve Romanya, 1897'de Yunanistan, 1911-12'de İtalya, 1912-13'de Balkan devletleri, 1913'de Bulgaristan, 1914-1918'de Rusya, İngiltere, Fransa, 1919-22'de Ermenistan ve Yunanistan'la çarpıştık. Avusturya-Macaristan 1878'de Bosna Hersek'i, Fransa 1881'de Tunus'u, 1882'de İngiltere Mısır'ı, 1911'de İtalyanlar Libya'yı işgal ettiler.

Bütün bu olaylar sonunda 1699'daki 20 milyon km. kareye hükmü geçen, 10 milyon km. kare net toprağı olan OSMANLI DEVLETİ küçüldü. Ancak 1908'de bile 4.5 milyon km. kareye ve 40 milyon nüfusa sahipti. Ama ondan sonraki 10 yıl "hürriyet, adalet, müsavat, meşrutiyet" teraneleri felaket getirdi. 0.78 milyon km. kareye ve 13 milyona düştük.

Üstelik bütün meslekler azınlıklar, bütün imtiyazlar da yabancıların elinde idi. TÜRKLER ancak askerdi, ölmesini bilirdi. Onlar ölür azalır, kalanı fakirleşir; azınlıklar ticaret yapar zenginleşir, ürer çoğalırdı. O kadar elimiz kolumuz bağlı ve azınlıklara tabi idik ki, savaş sırasında Dışişleri Bakanı'nın Ermeni olması bir yana; Büyük Taarruz'dan önce 100 Fransız kamyonu elde edilmiş, ancak yirmisine şoför bulunabilmişti!.. Yedek parça deseniz, hiç yoktu.

İşte bu şartlar altında ATATÜRK'ün HALK derken, MİLLET'in %80'ini teşkil eden KÖYLÜ'yü düşünmemesi mümkün değildi. Ama onun bu tavrı, şimdiki politikacıların oy kaygısı ile seçimden seçime köylüye yalvarması şeklinde değildi.

ATATÜRK, köylüyü çiftçi olarak koruduğu gibi, sanayii de onun ayağına götürmüştür. Böylece kısa zamanda köylüye hizmet ulaşmış, en önemli ihtiyacı olan gaz, bez, tuz, yol ve iş ayağına ulaşmıştır.

1929 Bunalımı TÜRKİYE'yi BATI ülkeleri kadar etkilememiş, derhal strateji değişikliği yapılmış, 1. Beş Yıllık Plan 1934'de uygulamaya konmuştur. Sovyetler ise sadece bir yıl önce planlı devreye girmişti.

Bu plan hedefleri üç yılda gerçekleştiği için 2. Beş Yıllık Plan 1937'de hazırlandı. Sanayi faaliyeti 5 kolda yürütülüyordu: Dokuma, Maden, Selüloz, Seramik ve Kimya...

1925 Yılında Sanayi ve Maadin bankası kurulmuştu. 1933'de Sümerbank kuruldu. 1935'de Etibank ve Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü, 1936'da Emlak Kredi Bankası 1937'de Denizbank, 1938'de Devlet Zıraat İşletmeleri Kurumu kuruldu.

Ayrıca 16 fabrika inşa edildi. Böylece pamuk, kendir, yün, demir, kömür bakır, kükürt, selüloz, kağıt, karton, sun'i ipek, şişe, cam, porselen, süperfasfat, sudkostik, klor ihtiyacı büyük ölçüde karşılandı. Demiryolu, su, elektrik, telefon, rıhtım, madenler alanında 20 kadar yabancı şirket millileştirildi.

Dikkat edilirse bütün bunlar HALK'ın en temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik faaliyetlerdir. Öyle aralarında çiklet, gofret gibi lüzumsuz şeyler, lüks malzemeler yoktur. HALKÇILIK bir anlamıyla da SADELİK, KANAATKARLIK, TEVAZU, ÖRF VE ADETLERE BAĞLILIK demektir. Hedefi KARNI TOK, SIRTI PEK, SAĞLIĞI YERİNDE, İYİ EĞİTİMLİ, GELECEĞİ GÜVENLİ bir toplum meydana getirmektir.

(17)- "KÖYLÜ MİLLET'İN EFENDİSİDİR!" sözünün derin mânâsı vardır... Birincisi her köylü değil;or="#FF0000" size="4"> ÜRETİCİ olan KÖYLÜ EFENDİDİR!.. Üretici olmayan hiç kimse efendi olamaz!

Buradaki EFENDİ kelimesinin üstünde durmak gerekir. Aslında bu ifade pek çok dükkânda asılı olan MÜŞTERİ VELİNİMETTİR cümlesinden farklı değildir!.

Nasıl ki, bir dükkân ne kadar büyük olursa olsun, hatta süpermarket olsa dahi, varlığının devamı müşterinin ilgisine bağlıdır. Dükkân sahibi müşterinin parasıyla geçinir. Yani onun ekmeğini müşteri verir. İşte bu yüzden müşteri nimet verendir...

Aynı şekilde nüfusunun %80'i köylü olan, ve o dönemde AŞAR ile verginin 1/4'ü ödeyen, ülke ekonomisinin en az yarısını teşkil eden tarımı yürüten, milletin karnını doyuran, buna ek olarak asker verip vatanı kurtarmış olan köylü olmasa; TÜRKİYE olmazdı.

ATATÜRK nankör değildi. Şimdiki politikacılar gibi oy alıp sonra köylüyü unutmak gibi bir cibilliyetsizlik aklından geçmezdi. Ayrıca çok iyi biliyordu ki, köylüyü kalkındırmadan ülkeyi kalkındırmak ancak lafta mümkün olabilirdi.

O tarihte %80 olan köylü oranı, bugün %40'a düştü. Çoğu büyük şehirlerdeki gecekondulara doluştu. Köyler ŞEHİR değil, şehirler KÖY oldu. Bunda ATATÜRK'ün prensiplerinin unutulmasının rolü büyüktür. Ama acaba durum aynı mı?.. Aynı siyaset mi uygulanmalı?..

Bizce eskinin köylüsünün bir kısmı bugünün küçük esnafı ve işçisi olmuştur. Bunların elinden tutmak gerekir. Çünkü bu kesim hala MİLLET'in çoğunluğunu teşkil etmektedir. MİLLET'in karnını doyuran köylü nasıl MİLLET'in efendisi ise, onun ufak hizmetlerini görenler de gene EFENDİ'dir!..

Yanlış politikalar yüzünden köylerde işsiz, bakımsız kalıp ta şehirlere yığılanlar da bizim insanlarımızdır. Ancak onların durumu gerçek üretici orta ve alt kesimden farklıdır.

Bu kişiler DEVLET'e ve şahıslara ait arazileri yağmalamışlar, surlar gibi tarihi eserleri işgal ve tahrip etmişler, ormanları mahvetmişler, velhasıl çekirge sürüsü gibi şehir hayatının akışını değiştirmişler, düzenini bozmuşlardır.

Kabahat kendilerinin değil, namussuz politikacılarındır. Ama yağmaladıkları arazileri onlara bağışlamak da doğru olmaz. Onların şehirde işsiz kalmalarından dolayı bilek gücü ile, kabadayılıkla hayatlarını kazanmaya çalışmalarına da göz yumulmaz. Ancak bu insanları ihmal etmek doğru değildir. Eğer onlar ile gereği gibi ilgilenilmezse, en başta gariban esnaf ve işçilerin, sonra orta tabakanın başına bela olurlar.

Maalesef özellikle Menderes'ten sonra gerçek üreticiler değil; bu kişiler oy uğruna "efendi" sayılmış, yaptıkları her türlü kanunsuzluğa göz yumulmuştur. Hala da DEVLET kendi malını, veya şahıs arazisini zaptedenler ile uğraşacak gücü kendinde bulamamaktadır. Gittikçe büyüyen bu durumun müsebbibi aslında DEVLET değil, DEVLET yetkilerini yanlış kullanan HÜKÜMET ve BELEDİYELER'dir.

Yapılacak şey bu göçmenleri ezmeden, fakat başkalarının hakkını da onlara yedirmeden ülke içinde dengeli ve yaygın bir kalkınma sağlamaktır.

İlk çare aslında şehir olmayan gecekonduları belediye mıntıkası dışında sayıp oy hakkını kaldırmaktır!.. Bu evlere su, elektrik, yol ve sairden önce numara vermek, ve muhtarlıklar kurmak en büyük hatadır. Bundan vazgeçmek gerekir.

Böylece o bölgeyi resmileştirmek ve kabullenmek gibi bir durum ortaya çıkmayacak, ve politikacılar o bölgelerin oyları yüzünden ülke ve millet aleyhine tavırlara girmeyeceklerdir.

Bundan sonraki iki çare gecekondulara tapu, ve eski tapulu gecekondulara yeni inşaat izni vermekten vazgeçmektir. Böylece gaspçının önce ev, sonra apartman sahibi olması ve gerçek alın teriyle kazananların üstüne çıkması önlenecektir.

Ondan sonra yapılacak daha da zordur. Bu kesimlere birikmiş halkın şehirlerde eritilebilen kısmını şehirleştirmek, eriyemeyenleri de kendi bölgelerini kalkındırarak geri dönüşe zorlamaktır. Bu da ilçeleri "il" yapmakla olmaz. ATATÜRK gibi Kırıkkale köyünden bir İL çıkartmakla olur.

Öte yandan ATATÜRK'ün "çiftçiye ve çobana önem verme" düşüncesinin ne kadar yerinde olduğu, çektiğimiz et sıkıntısı, et ve buğday ithal etmek mecburiyetinde kalışımızla daha iyi anlaşılmıştır sanırız. Ne acıdır ki, TÜRKİYE "çoban Sülü" lakaplı birinin zamanında gavur diyarından gelecek ete muhtaç oldu!

Üstelik bu kişi 20 yıldır DEVLETÇİLİK anlayışına karşı savunduğu KARMA EKONOMİ'den Cumhurbaşkanı olduktan sonra vazgeçmiş, "KARMA EKONOMİ'nin kabuğunu kırıp PAZAR EKONOMİSİ'ne geçemedik" gibi vecizeler yumurtlamaya başlamıştır!.. ABD gibi KAPİTALİZM ve PAZAR EKONOMİSİ'nin beşiği bir ülkenin bile kendi ekonomisini "KARMA" olarak tanımladığını bilmemesini, yaşlanıp bunamasına bağlıyoruz. (Bakınız: KENDİ AĞIZLARINDAN SERBEST PAZAR PALAVRASI)

Bu açıklamamız dahi TARIM gibi önemli bir konunun ancak DEVLET eliyle çözülebileceğinin delilidir. Kısacası, HALKÇILIK, DEVLETÇİLİK'ten ayrılmaz. Çünkü her şey gibi o da EKONOMİ'ye dayanır.

Biz güçlü bir EKONOMİ'ye sahip DEVLET için VERGİ SİSTEMİ ve İDARİ TEŞKİLAT'ın sağlam olması gerektiğine inanırız. VERGİ SİSTEMİ'ni CUMHURİYETÇİLİK bölümünde anlatacağız. Burada konu ile ilgili olduğu için biraz İDARİ TEŞKİLAT üzerinde durmak istiyoruz.

KÖY, MAHALLE, NAHİYE, İLÇE, İL gibi İDARİ TEŞKİLAT rastgele, keyfi ve oy için yapılamaz... Her birimin ayrı özelliği ve büyüklüğü vardır ve büyüklüğüne göre VAZGEÇİLMEZ KURUMLAR'a sahiptir... Mesela bir KÖY sadece 5-10 veya 50-100 haneden oluşmaz. KÖY olabilmesi için okulu, camisi, sağlık odası, köy odası; muhtarı, öğretmenleri, imamı olduğu gibi; yerleşim alanı, su kaynağı, mer'ası, en az nüfusunun ihtiyacını karşılayacak tarlaları, korusu veya ormanı bulunması gerekir... Her köyün halkının ne ile geçineceği tespit edilmiş olmalıdır... Çiftçilikle, hayvancılıkla mı, tavukçuluk, balıkçılık, ormancılık, halıcılık, turizmle mi geçineceği mutlaka tespit edilmiş; kaynaklar o yöne sevkedilmiş olmalıdır.

Aynı şekilde birimler büyüdükçe liseler, hastaneler, santraller, fabrikalar, karakol, nüfus dairesi ve mahkemeler ilave edilerek, her birimin kendi ihtiyacını başkasına ve üst birime ihtiyaç duymadan giderebileceği bir İDARİ TEŞKİLATLANMA gerçekleştirilmelidir.

Bu sistemde her köy, mahalle ve ilde şahısların sahip olduğu bina ve tesislerin yanısıra İDARİ BİRİM'in kullanımına DEVLET tarafından tahsis edilmiş sahalar ve binalar, tesisler olacaktır... Ancak ne valiler, ne belediye başkanları, ne de muhtarlar bu toprak ve binaları şahıslara devredemezler, kendi üzerlerine geçiremez, şahsi menfaatleri için kullanamazlar!.. Bunlar ilelebed o köy, mahalle veya ilin tüm halkına ait olarak nesilden nesile intikal eder.

Eğer TANZİMAT'tan beri iyice bozulmuş olan MÜLKİYET uygulaması böyle yeniden bir TEŞKİLATLANMA'ya imkan tanımıyorsa; gerekli yer ve binalar İSTİMLAK edilerek umumun kullanımına açılmalıdır... Bu husus bilhassa muhtarların el koyduğu mer'alar, orman sahaları ve tapusuz DEVLET arazisi, varisi olmayan mülkler için hiç bir masraf yapılmadan derhal gerçekleştirilebilir... Tapuya dönüşmüş olanlar da zaman içinde yapılacak TEŞKİLATLANMA İMAR PLANI'na uygun olarak ilgili birimlere devredilmelidir.

İşte bizim anladığımız "yerel yönetimleri güçlendirme" budur... Her birime KENDİ İMKANLARIYLA YAŞAMA şartlarını hazırlamadan belediyelere "yetki" verseniz, ne değişir ki?.. Neye "yeter" ki?..

Bu konu uzun ve derin... Belki ilerde tekrar ele alırız.

***

> İÇİNDEKİLER < > KENDİ AĞIZLARINDAN SERBEST PAZAR PALAVRASI < 1923 İZMİR İKTİSAT KONGRESİ KARARLARI <