CUMHURİYETÇİLİK İLKESİ - AÇIKLAMALAR-3
(15)- ATATÜRK, DEMOKRASİ'yi bilmeyen bir insan değildi... O, buna rağmen CUMHURİYET'i en iyi sistem olarak belirtmiştir!.. Onun "demokrasi" üzerine söylediklerini ilerde ayrıca vereceğiz... İncelendiğinde görülecektir ki, CUMHURİYET'i tarif ediyor!..
DEMOKRASİ'Yİ bile EN İYİ UYGULAYACAK SİSTEM CUMHURİYET'tir!.. Onun için DEMOKRASİ'yi CUMHURİYET'in tekamül etmiş hali gibi düşünenlere bu, en güzel cevaptır!..
Daha önce "MİLLİ HAKİMİYET'in bir RUH meselesi olduğunu, bu RUH'la hareket etmeyen kişi ve kurumların tepelenmesi gerektiğini" söylemiştik... Bu bizim düşüncemiz, ama ATATÜRK bizden çok evvel bunu söylemiş!.. CUMHURBAŞKANI, HÜKÜMET, hatta MECLİS dahi olsa MİLLİ İRADENİN KENDİLERİ HAKKINDAKİ TECELLİSİ'ne maruz kalacaklarını belirtmiş!.. Tabii bizden çok daha kibar, ama çok daha kesin bir ifade kullanmış... Hemen arkasından "MİLLETİN EFENDİ OLDUĞUNU ANLAMIŞLARDIR" diyerek, "anlamayanın vay haline!" ikazını yapmış!..
Sakın buradaki "MİLLİ İRADENİN TECELLİSİ"nin sadece sandıkta, ve oyda görüldüğü sanılmasın!..
ATATÜRK, gerek İSTİKLAL SAVAŞI sırasında, gerekse daha sonra kurdurduğu İSTİKLAL MAHKEMELERİ'nde asker kaçağı, yol kesen, isyancı, vatan haini, casusların yanısıra vali, milletvekili, hatta eski bakan olanların dahi asılmasını sağlamıştır!..
Eğer o herifler asılmamış olsaydı, bizler şimdi ne CUMHURİYET'ten, ne İSTİKLAL'den, ne ATATÜRKÇÜLÜK'ten söz edebilirdik!.. Şu halde ATATÜRKÇÜ olmanın bir şartı da İSTİKLAL, DEVLET, MİLLET, VATAN, CUMHURİYET konularında aynı kesin tavrı almaktır!..
(16) - ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE'yi yansıtan bu Anayasa maddesi, bugünün "fikir özgürlüğü" savunucularına ithaf olunur!..
Hiç bir mantık sahibinin olamayacağı gibi, biz de "serbest fikir beyanı"na karşı değiliz!..
"Düşünce özgürlüğü" palavrasını ise hiç
kaale almıyoruz... Düşünceleri okuyan bir makine yapılmadıkça insanların
düşüncesini kısıtlamak ne kelime, öğrenmek bile mümkün değildir!.. Aramızda kral
olduğunu, devlet kurduğunu, uzayda yaşamayı düşünenler olduğu gibi, her gördüğü
kadını yatağa atmayı tasarlayan, bütün sevmediği kişileri temizlemek isteyen
nice insan var... Bunlara bir şey yapabilir misiniz?.. Hayır!..
"İnanç özgürlüğü" de öyledir... Dindar
kişilerin yanısıra şeytana tapanlar, cinlerden medet umanlar var!.. Kişilerin
inancını zincirleyebilir misiniz?.. Hayır!.. Onun içindir ki, İSLÂM'da "Dinde zorlama
olmaz" düsturu vardr. Ne kadar zorlarsan zorla, kişi içinden istediğini inanır.
Ama "ifade özgürlüğü" dendi mi, orada bir adım durmak gerekir!.. Bırakın DEVLET'i yıkmayı, ÜLKE'yi bölmeyi; sevmediği kişiye küfür etmek bile, onun karısına kızına neler yapmak istediğini dile getirmek bile, bizce SUÇ'tur!.. Çünkü bu densiz kişiye menfur düşüncelerini dile getirme hakkını tanıdınız mı, muhatabının haysiyetiyle oynamış olursunuz!..
Derin bir kültüre sahip toplumlar, fertlerine ta doğumlarından itibaren hareketlerini, konuşmalarını hatta düşüncelerini terbiye etmeyi öğretirler... İNSAN'ı HAYVAN'dan ayıran da, GÖRGÜSÜZ ile MEDENİ arasındaki farkı ortaya koyan da, bu DAVRANIŞ FARKLARI'dır!..
Nasıl ki bir insan, bir hayvan gibi çişini önüne gelen yere yapmaz tutarsa; herkesin içinde "gaz" çıkarmazsa; aynı şekilde sinirlendiğinde de kendini tutup ağzını bozmaması gerekir... Pek çok İSLAM TARİKATI ve HİNT FELSEFESİ, UZAK DOĞU SAVAŞ SANATLARI insana sadece DAVRANIŞLAR'ını değil, DÜŞÜNCELER'ini de TERBİYE etmesini, özellikle kötü düşünmemesini öğretir.
Hal böyle iken, "her türlü düşünce ve ifade özgürlüğü"nden söz edilmesi bizi şaşırtıyor... Biz insanlara sadece etraflarındakileri değil; kendini bile rahatsız eden düşüncelerden, sözlerden, davranışlardan arınmasını öğretecekken; "aklına geleni söyleme"yi bir marifet gibi gösterirsek, 3000 yıl önceki insanlardan daha geri bir mevkiye düşeriz!..
Aynı şekilde SAPIK DÜŞÜNCE ve İNANÇLAR'ını maddi imkân ve yayın araçlarının desteği ile topluma yaymak isteyen kişilerin de, böyle bir özgürlüğü olamaz!.. Mesela şeytana taparken çocuk kurban etmek gerektiğine inanan bir şaşkın, bunu gerçekleştirirse suç işlemiş olur da; televizyonda bunu savunursa, paçasını kurtarabilir mi?.. Hele cahilin biri ona uyup birini öldürürse, bu suçun kaynağı üzerine hiç gidilmez mi?..
Bu örneğimiz hayali değil, gerçektir!.. 1990'lı yıllarda Amerika'da böyle bir tarikata mensup kişilerin yapılan yayınlara uyup, onlarca çocuğu kurban ettiği ortaya çıkarılmıştı!..Geçenlerde de İSTANBUL'da şeytana tapan iki genci, çeşitli yayınlardan edindikleri sapık inançları intihara sürüklemedi mi?..(1998)
İşte onun için biz ATATÜRK gibi düşünüyor ve 1932 Anayasası'nın bu maddesini, 1992'de dile getirilenlerden daha GERÇEKÇİ ve daha İNSANİ görüyoruz!.. İSTEYEN İSTEDİĞİNİ DÜŞÜNSÜN... Bu onun DÜŞÜNCE EĞİTİMİ'nden geçmediğini gösterir!.. AMA TÜRK MİLLETİ, TÜRK DEVLETİ, VATANIN BÜTÜNLÜĞÜ, MİLLETİN çoğunluğunun MANEVİ DEĞERLERİ'ne dil uzatanların, yabancı emellere alet olarak yazıp çizenlerin mutlaka cezalandırılması gerektiğine inanıyoruz.
İfade konusunda savunulması gereken, akla her geleni ağzından kusmak değil; toplumun huzuruna, refahına, tekamülüne yardımcı olacak seçkin fikirlerin ortaya konması olmalıdır!.. Aynı şey BASIN, EDEBİYAT, MÜZİK, SANAT için de geçerlidir.
(17)- Bu ifadeler hayati önem taşımaktadır... TÜRKİYE'deki siyasi faaliyetin aksaması, askeri müdahalelerden falan değil; partilerin VATANDAŞLAR ARASINDA DÜŞMANLIK yaratmayı adeta amaç edinmesinden kaynaklanmıştır!..
Şöyle bir düşünelim... DP'li Menderes siyasi hayatının son yılında sözde VATAN CEPHESİ kurup, buraya üye olmayanları "2. sınıf vatandaş" durumuna sokmamış mıydı?.. Bunun öyle kötü bir etkisi olmuştu ki, bazı yörelerde "Cephe kurulmuş, savaşa girmişiz!" şayiaları yayılmıştı!..
ANAP'lı Özal 1989 belediye seçimlerinde gazetelere eli ayağı bağlı insan ilanları verip, "Bize oy vermezseniz, size hizmet götürmem!.." dememiş miydi?.. SHP'li belediyeler Kürtleri, Alevileri; MSP'li belediyeler sözde namaz kılanları işe alıp, diğer vatandaşları müslüman bile saymadıklarını söylememişler miydi?..
Uzağa gitmeye ne hacet?... 1996'da dağılan "ANA-YOL"
hükümetinin üç aylık başbakanı Mesut Yılmaz, Rize'de hemşehrilerine "Ben başbakanken, size karada ölüm yok!.." dememiş
miydi?.. Herif sanki TÜRKİYE'nin değil sadece "Rize Cumhuriyeti"nin BAŞBAKANI!..
Bu adam için ülkenin geri kalan kısmında yaşayanlar ölse de, farketmez!..Bizce
bu tarz bir ifade bile, kişinin YÜCE DİVAN'da yargılanıp emsallerine ders olacak
bir ceza alması için yeterlidir!.. Üstelik aynı kişi görevden ayrılacağı gün,
Türkiye'deki bütün belediyelere ayrılmış 2 trilyon liralık tahsisatı olduğu gibi
kendi seçim bölgesine aktardı... ATATÜRK olsaydı, bu bu BÖLÜCÜ'yü şiddetle
cezalandırırdı!..
AKP'li Potamyalı Erdoğan ise hepsinin birleşiminden daha süflî bir varlık görüntüsü
sergiledi. Çalıp çırptıkları, yandaşlarına yedirdikleri bir kenara, DEVLET'in
temel direklerini yıktı, MİLLET'in birliğini bozdu, 36 etnik grup çıkarmaya kalktı,
VATAN'ın bütünlüğünü tehlikeye attı. Belediyelere özerklik verip, TÜRKİYE'yi 26
kopmaya amâde eyalete bölme hazırlıkları yaptı.
Şimdi biz nasıl MİLLET içine böyle düşmanlık sokan, fesat ve nifak tohumları eken partileri "vazgeçilmez" sayabiliriz ki?..Onun içindir ki, hayatımız boyunca hiç bir partiyi kendimize yakın bulmadık... Hiç bir politikacıya "umut" bağlamadık... Hele futbol takımı tutar gibi her ne yapsa partisinden vazgeçmeyenler ile, "film yıldızı hayranı" gibi bir kişiye ömrü boyunca kapılanları hiç anlayamadık!..
Bizim için DOĞRU fikir ve uygulamalar var, savunanlara destek verdik... YANLIŞ fikir ve davranışlar var, savunanları tenkit ettik, uyardık... Ama yetinmedik, DOĞRU'yu tespit ve delillerimizle gösterdik. Şimdi yaptığımız gibi!..
Şurası unutulmamalıdır ki, ne CUMHURİYET, ne DEMOKRASİ, ne DİKTATÖRLÜK, ne PARTİ, ne de İKTİDAR; AMAÇ-GAYE-MAKSAT-HEDEF olamaz!.. Bunlar MİLLET'in REFAH'ı, VATAN'IN GÜVENLİĞİ için şart olan DEVLET İÇİN ancak birer VASITA'dır!..
ATATÜRK işte gene burada bize doğru yolu göstermiş!..
"Az parti mi olsun, çok parti mi?.. Kürt partisi olsun mu, olmasın mı?... Yeni Demokrasi Hareketi mi başlatalım, eskiyi mi demokratlaştıralım?.. Refah Partisi'ni Meclis'ten atalım mı, yoksa kapatalım mı?" tartışmaları havanda su dövmekten öteye gitmez!..
Mesele kaç tane ve ne tür parti olacağı değil; bir tek parti bile olsa o partinin DEVLET, MİLLET ve VATAN için canını vermeye hazır AHLÂKLI, SECİYELİ, İLİM SAHİBİ ve ÇALIŞKAN elemanlardan meydana gelmesidir!.. Ve kaç parti var ise, değişik parti elemanlarının birbirlerine düşmanlık duymamasıdır!.. SİYASİ FAALİYET ancak böyle sağlıklı ve verimli gelişebilir!..
ATATÜRK'ün anladığı SİYASİ FAALİYET de, yollara dökülmek, ikide bir de basın toplantısı düzenleyip aynı saçmalıkları 70 kere tekrarlamak, yurt içinde vatandaşları DEVLET'e karşı kışkırtmak, yurt dışında da DEVLET'i gavurlara şikayet etmek değildir!..
GERÇEK SİYASİ FAALİYET, DEVLET idaresindeki aksaklıkları giderici alternatif STRATEJİ ve TAKTİKLER geliştirmektir!.. Partilerin, başta idarecileri olmak üzere, tüm mensuplarını TARİH, DİL, DEVLET, İKTİSAT, SOSYOLOJİ,TEKNOLOJİ konularında yetiştirmektir!.. Ancak böyle MİLLET'in temsilcileri MİLLÎ İRADE yönünde faaliyet gösterebilirler...Söyleyin, var mı böyle bir parti?..
Neydi MİLLİ İRADE?.. KENDİ İŞİNİ KENDİ GÖRMEK, BOYNU KALIN KURT OLMAK!.. Hangi konuda?.. MEVCUDUN MUHAFAZASI, MİLLÎ EMELLER'İN GERÇEKLEŞMESİ ve MİLLİ HEDEF'E ULAŞILMASI!..
Bu GERÇEK SİYASÎ FAALİYET hiç bir zaman yapılmadığı için, ECEVİT iktidara gelir, benzin sıkıntısı başlar... DEMİREL gelir, emeklilik yaşını indirir, 2 yıl sonra ÇİLLER gelir aynı partiden, yükseltmeye çalışır... Bunların ki DEVLET İDARESİ değil, YAZ-BOZ TAHTASI'dır!..
Öte yandan ATATÜRK, bir ülkeyi yönetmeye en yakın noktada bulunan PARTİLER'e ARTNİYETLİ, GİZLİ EMELLİ, DIŞ MİHRAKLI kişilerin MUTLAKA sızmak isteyeceğini belirtmiş; CUMHURİYET'e inanmış PARTİLER'İ BU KONUDA UYARMIŞTIR!.. PARTİ LİDERLERİ'ni, içlerine soysuzların sızmasını önlemekle yükümlü tutmuştur!.. Bütün diğer PARTİ MENSUPLARI da, kendileri bu tıynette olmak ne kelime; böylelerini İĞRENÇ GÖRMEK, NEFRET ETMEK DURUMUNDADIRLAR!.. Şimdi öyle mi ya?..
CUMHURİYET, PARTİ sistemine dayanıyorsa, ancak partilerin bu önemli kurala riayet etmesi ile yaşayabilir!.. Yani, sistemden şikâyet ederken, partileri ak-pak etmeden DEVLET kurumlarını suçlamanın bir anlamı yoktur!.. Hele hele bazı "aklı evvel"lerin yaptığı gibi 2. veya 3. cumhuriyetlere özenmenin, BATI kanunlarını aynen kopya etmenin, kendi örf ve adetlerimize sövmenin faydasız olduğu ortadadır.
Bilhassa PARTİLER'e sızabilecek hain ve bölücü, yabancı uşağı kişilerin emellerine ulaşamamasının bir tek yolu vardır... PARTİLER, MEKTEPLER, CAMİLER, ORDU ve İŞYERLERİ, mensuplarına daima TÜRK olmanın önemini ve özelliğini işlemelidirler!.. TÜRK olmayan, gönülden "NE MUTLU TÜRK'ÜM!" diyemiyenleri bunu benimsemeyenler mutlaka ayıklanmalıdır!.. Yükselmelerine asla izin verilmemelidir!..
TÜRK olmaktan gurur duyan bir nesil yetiştirmenin yolu da TARİH öğretmekten, TÜRK MİLLETİ'nin MEDENİYETLERİN ANASI olduğu gerçeğini onların ruhlarına yerleştirmekten geçer!.. "Biz adam olmayız" veya "BATILILAR bizden medeni" gibi aşağılık duygusu yaratan yanlış düşüncelerden ancak böyle kurtulunur.
Çok kesin olarak ifade edelim ki, BATI'nın bizden üstün sadece İKİ yönü vardır: PARA ve TEKNOLOJİ!.. Biri ÇALIŞARAK, diğeri İLİM ile elde edilir!..
Bizlerin İLİM-İRFAN peşinde koşmayı bırakıp BATILILAR'ın ahlak bozukluğu, şiddet, sömürü yaratan anlayış ve tavırlarını benimsemeye yönlendirilmemiz, bugünkü sıkıntılarımızın TEK sebebidir!..
(18)- İşte ATATÜRK'ün en önemli tespitlerinden biri... Yine tabii unutulmuş, üzerinde en az, hatta hiç durulmamış olanlarından biri aynı zamanda...
Bilindiği gibi KUVVETLER AYRILIĞI ifadesi, YASAMA, YÜRÜTME ve YARGI'nın ayrı ellerde bulunması ve bu yolla ayrı kurumların hem birbirinden bağımsız olması, hem de birbirlerini denetlemesi anlayışını yansıtır... ATATÜRK, "müstebit hükümdarların zararını önlemeye matuf" der ama asıl amaç Fransız ihtilalinden sonra güçlenen burjuvanın KRAL'ın elinden yetkilerini almasıydı, müstebit olsa da, olmasa da!... Bize de BATI yönetim sistemlerinden gelmiştir.
KUVVETLER AYRILIĞI anlayışı gelmeden önce OSMANLI'da denetim yok muydu?.. Vardı... PADİŞAH her kurumu denetler, ORDU ve ÜLEMA da PADİŞAH'ı denetlerdi... Uygulamayı daha önce anlatmıştık.
1876 ve 1908 Anayasalarıyla KUVVETLER AYRILIĞI sistemimize girdi... Bunun yarattığı sorunları ortadan kaldırmak için 1920 Meclisi KUVVETLER'i, yani YASAMA, YÜRÜTME ve YARGI'yı elinde tuttu... Daha sonra gene AYIRIM benimsendi... Bu süreç içinde Danıştay, Sayıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar oluşturuldu... Amaç gene KUVVETLER'in birbirini denetlemesi idi.
Ancak gerçek öyle midir?.. Değildir!.. Görünüşte belki Meclis (Yasama organı) Hükümet'i (İcra organı) denetler; Anayasa Mahkemesi Meclis'i denetler; Danıştay, Sayıştay Hükümet'i denetler... Ama Yargı'yı kim denetler?..
ATATÜRK, esas gücün İCRA'da olduğunu söyler!..Yani işi yapacak, kararları uygulayacak organ HÜKÜMET'tir!.. HÜKÜMET, DEVLET'in en tepedeki, en güçlü organıdır... Ama bugün bir memurun tayini bile Danıştay'dan dönebilmektedir!.. Sanki TÜRKİYE'de birileri iş yapan yöneticileri etkisizleştirmek, KANUNSUZ iş yapanlara da karışılmasını önlemek için bir "yetki kargaşası" yaratmıştır!..
ATATÜRK, çok haklı olarak TABİAT'ta böyle bir GÜÇ BÖLÜNMESİ'nin olmadığını söyler!.. Yani uygulama GAYRITABİİ'dir!.. Üstelik HİTLER, MUSSOLİNİ gibi diktatörlerin gelmesini önleyememiştir... Hiç bir "demokratik" ülkede sorunları çözmemiş; yolsuzluklar artmış, Mafya tipi örgütler her kuruma sızmış, denetim lafta kalmıştır!..
Herkesin bildiği sorunları tekrar saymaya gerek yok... Biz sadece ÇÖZÜM için düşüncemizi söyleyeceğiz:
- Bütün güç MİLLET'dedir!.. MİLLET bu gücünü ELEYEREK seçtiği MECLİS'e devreder... MECLİS de içinden en EHİL kişiyi CUMHURBAŞKANI seçer... Öyle halkın tanımadığı, bilmediği birini seçmesini doğru bulmuyoruz.
CUMHURBAŞKANI, DEVLET'in başı olması hasebiyle hem MECLİS'in, hem HÜKÜMET'in, hem YARGI'nın başı, hem de ORDU'nun BAŞKOMUTANI'dır!.. Kendisini MECLİS seçmiş, yani TAYİN etmiş olduğu için; aslında MİLLET seçmiş sayılır..Bu yüzden bütün yetkilerin onda toplanmasında MİLLET'İN RIZASI var demektir!..
- CUMHURBAŞKANI isterse MECLİS BAŞKANLIĞI'nı, HÜKÜMET REİSLİĞİ'ni, YARGI'nın BAŞI olmayı, BAŞKOMUTANLIĞI başkalarına bırakabilir...Ama TEK SÖZ sahibi olması, DEVLET'in GÜCÜ bakımından vazgeçilmez unsurdur!.. Bir ülkede, bir devlette her kafadan bir ses çıkmaz. Birinin aldığı kararı başka biri bozarsa, işler yürümez!..
- CUMHURBAŞKANI gerekli gördüğünde MECLİS BAŞKANI'nı, HÜKÜMET REİSİ'ni ve diğerlerini görevden alabilir!.. Zaten birini TAYİN edip de, AZL edememe; sanırız sadece bizim sistemimize mahsus bir garabettir... CUMHURBAŞKANI ülkenin herhangi bir yerinde gördüğü aksaklığa, TAKDİR hakkını kullanarak müdahale edebilir!.. DEVLET'e karşı işlenmiş suçlarda, kişinin yurttaşlıktan atılması, sürülmesine, yolsuzluk yapanların mallarına el konulmasına karar verebilir!.. Meclis'te gecikmesinde mahzur olan konularda KANUN hükmünde KARAR ve EMİR yayınlayabilir!.. Bu KARAR ve EMİRLER, ancak MİLLİ İRADE'ye ters, MİLLİ MENFAATLER'e aykırı görüldüğü takdirde Meclis'in %51 oyu ile iptal edilebilir!.. DEVLET'e karşı işlenmiş suçların affı da ancak ona aittir!.. Bu yetkileri kendisine, buna LÂYIK olduğu için MECLİS tarafından seçildiğinde verilmiş olur.
- Ama durun, buradan hemen Potamyalı Erdoğan'ın "Başkanlık Sistemi"ni savunuyoruz gibi bir anlam çıkarmayın!.. CUMHURBAŞKANI yanlış yaparsa, onu da tayin etmiş olan MECLİS görevden alır ve gerekirse kendi içinde oluşturacağı ÂLİ DİVAN'da cezalandırılmasına, hatta idamına karar verebilir!..Bunu MECLİS yapmazsa, ORDU yapar, herifi alaşağı eder!.. Geç mişteki bütün TÜRK devletlerindeki uygulama böyledir. Eski TÜRKLER, bırakın, beceriksizliği, ihâneti; biriken malını halka dağıtmayan HAKAN'ı öldürürlerdi!
- ANAYASA MAHKEMESİ bizce gereksizdir... Bir 27 Mayıs tepkisidir... Varlığı ne Anayasa'yı, ne de MİLLET'i, DEVLET'i koruyabilmiştir... Kalkması gerekir!..
- DANIŞTAY'a gelince, adı üstünde, DANIŞMA organıdır!.. DANIŞTAY MECLİS'ten çıkacak kanunların daha ÇIKMADAN Anayasa'ya, HUKUK'a, HAKKANİYET'e ve KAMU VİCDANI'na, MİLLET'in ÖRF ve ADETLER'ine uygun olup olmadığı konusunda değerlendirmesini bildirir... HÜKÜMET icraatı için de aynı değerlendirmeyi yapar... Ancak ne İCRA'nın, ne YASAMA'nın üstüne çıkabilir!.. İsterse, CUMHURBAŞKANI'na da başvurur... Karar ona aittir... SORUMLULUK taşımayan organların KARAR yetkisi olamaz!..Eğer CUMHURBAŞKANI kendi DANIŞMANLAR'ını tespit eder, onları kullanırsa; DANIŞTAY'ın da sebeb-i mevcudiyeti kalmaz!
- SAYIŞTAY ise sadece DEVLET kuruluşlarını değil, bu kuruluşların yöneticilerini, özel sektör firmalarının hesaplarını, bilhassa yabancı şirketleri veya ortaklıklıları, servetinin kaynağı belirsiz kişileri denetler!.. Gerektiğinde yolsuzluk yapmış kişinin, vergi kaçıranın ve 1. derece yakınlarının mallarına el koyar!..Eğer MALİYE BAKANLIĞI bu görevi yüklenirse, ki yüklenmesi gerekir, o zaman SAYIŞTAY kaldırılabilir.
- YARGI yetkisine sahip MAHKEMELER'in, HAKİMLER'in de denetleyicisi, yine CUMHURBAŞKANI veya onun tayin edeceği kişi veya organlardır!.. Yanlış karar veren, yargıyı geciktiren, rüşvet alan, DEVLET'i zarara sokan cezasını görür... Hiç kimsenin yaptığı yanına kar kalmaz!.. Çünkü ADALET gerçekten DEVLET MÜLKÜ'nün temelidir. ADALET'siz DEVLET olmaz!..
- Bu sistemde CUMHURBAŞKANI bütün organları denetler, MECLİS de CUMHURBAŞKANI'nı!..MİLLET de vekillerinin yer aldığı MECLİS'i denetler. Seçimle mümkün olmazsa, ORDUSU, ALİMLERİ, GENÇLERİ ile denetler!..
İşte bizim CUMHURİYET, BAŞKANLIK, ADALET, MEŞVERET ve ULÜLEMRE İTAAT anlayışımız!.. Özünü KUVVETLERİN BİRLEŞTİRİLMESİ ve TEK-EL'de toplanması ile GÜÇLÜ DEVLET fikri teşkil eder!..
Haa, "bunun örneği var mı?" diyenlere, ATATÜRK'ün Sakarya Meydan Muharebesi'ne hazırlanırken MECLİS'in bütün yetkilerini, dolayısiyle TÜM KUVVETLER'i kendisinde topladığını, ve 2 yıl kullandığını hatırlatırız... Ordunun derlenip toparlanması, artniyetli muhalefetin önlenmesi, sür'atli karar alınması ve hainlerin cezalandırılması ancak böyle mümkün olmuştur!..
Ayrıca ABD Başkanlık sisteminin pek çok yönden buna yakın olduğunu söyleyebiliriz... ABD Cumhurbaşkanı gerekli gördüğü takdirde Temsilciler Meclisi ve Senato'dan geçmiş olmasına rağmen bir kanunu askıya alabilir. Tek başına savaş açabilir ve 90 gün kimseye danışmadan bu savaşı sürdürebilir... Kennedy'nin Küba kuşatması, Bush ve Clinton'un Irak'ı canı istedikçe bombalaması bu yetkiye dayanır... Yine Clinton'un Küba ile ticaret yapan ülkelere yaptırım getiren kanunu ertelediği de bilinmektedir... Yani MECLİS kanun çıkarsa da BAŞKAN gerekli gördüğü takdirde durdurabilir.
Bir de 1958 De Gaulle hareketi vardır, ibretle incelenmesi gerekir... 1958 öncesinde Fransa "aşırı demokratik anayasa"sından dolayı hükümet bunalımına ve istikrarsızlığa düşmüştü... Parlamento tefessüh etmişti... De Gaulle olaya diktatörce müdahale etti. Bir komisyon kuruldu, üç ay çalıştı... İstikrar için şu üç şartı kabul etti:
1- CUMHURBAŞKANI'nın icra yetkisi olmalı!..
Başbakanla bakanları o tayin etmelidir!.. Güvensizlik oyu için MECLİS'in %51 oyu
şarttır!..
2- MECLİS yalnız temel kanunları çıkarmalı, diğer kanunlar İCRA'nın
yetkisinde olmalıdır!..
3- Seçim kanunu değişmeli, ufak partiler ayıklanmalıdır!..
Bu teklif halkoyuna sunuldu, kabul edildi... ve Fransa
otoriter ancak istikrarlı bir sisteme geçti!.. Hâlâ da onunla idare
edilir.
Ama tekrar ediyoruz: Bu anlattıklarımız, Potamyalı Erdoğan'nın o bencil
kafasındaki "Başkanlık Sistemi" değildir!.. Zâten Amerika ve Fransa'yı örnek
olarak verdik. Biz TÜRK'ün sisteminden bahsediyoruz.
Öte yandan ADALET'teki gecikmenin en önemli sebebi nedir, biliyor musunuz?.. İCRA'nın, yani Hükümet ve DEVLET kurumlarının en açık kanunları bile uygulayabilmek için YARGI'ya başvurma mecburiyetidir!..
Kaçak yapı ve gecekonduların yıkılacağı, KANUN hükmüdür... Vergisini ödemeyenin ceza farkı ödeyeceği, bunu da yapmazsa malına haciz geleceği, KANUN hükmüdür... Ancak DEVLET bu hükümleri mahkeme kararı olmadan uygulayamaz!.. Polis suçlunun evini bile arayamaz!..
Yahu, POLİS insan da, HÂKİM değil mi?.. Biri yanılırsa, ötekinin yanılmayacağını iddia etmek doğru olur mu?.. Bizce bütün bunlar ADALET'i geciktirir.
Nasıl ki, bir trafik polisi kanunda, yönetmelikte yazan hatayı yapana CEZA yazabiliyorsa; belediye zabıtası, vergi memuru KAPATMA CEZASI verebiliyorsa; bütün DEVLET kurumları kanunlardaki müeyyideleri uygulayabilmelidirler!..
DEVLET KENDİ VATANDAŞINI MAHKEMEYE VERMEZ... KANUNU UYGULAR!.. MAHKEMELER VATANDAŞLARIN BİRBİRLERİ ARASINDAKİ MESELELERİ HALLETMEK İÇİN, VEYA BİR DEVLET MEMURUNUN VATANDAŞA HAKSIZLIK YAPMASI DURUMUNDA BAŞVURULACAK MERCİLERDİR!..
Aslında kişiye haksızlık yapan hiç bir zaman DEVLET değildir!., DEVLET görevine haketmediği halde getirilmiş olan beceriksiz veya artniyetli KİŞİLER'dir!.. Ve böyle şahısların davranışlarından sadece haksızlığa uğrayan kişi değil, DEVLET de mağdur olur... Yani bu heriflerin iki kere cezalandırılmaları gerekir... Bu yüzden "devlet-mafya ilişkisi" veya "devlet eşkıya ile anlaştı" gibi ifadeler kasıtlıdır!.. SUÇLULAR'ı kurtarmak, SUÇ'u kimsenin yakalayamadığı DEVLET'in üzerine atmak taktiğidir!...
Hele 1996'da, Uğur Mumcu'nun öldürülmesinde "devletin ihmali" olduğunu öne sürerek; DEVLET'in ailesine 15 milyar lira ödemeye mahkûm edilmesi, bir yüz karasıdır!... İhmal varsa; bekçinin, polisin, emniyet müdürünün, veya bakanındır, DEVLET'in değil!..Çünkü CUMHURBAŞKANI'ndan KÖY BEKÇİSİ'ne kadar bütün görevliler DEVLET'İN YETKİSİ'ni kullanan görevlerdedir, SORUMLULUK tamamen kendilerine aittir!..
YARGI ile İCRA'yı ve DEVLET'i karşı karşıya getirmek; YARGI'yı İCRA'nın üzerine çıkarmak sadece mantıksızlık değil; HAİNLİK'tir!..
Öte yandan İCRA da kendi içinde çok başlıdır... Mesela sanayi dalında bir işyeri açmak için gerekli belge sayısı 40 kadardır!.. Belediye, Sanayi Bakanlığı, Sağlık, Çevre, Maliye Bakanlıklarının çeşitli kurumlarında, masalarda günlerce dönüp dolaşmaktan; belgeler sunmaktan, form doldurmaktan, damga-mühür bastırtmaktan üretim yapamazsınız... Ondan sonra gelir her beş günde bir vergi ödemeye... Yok Çöp vergisi... Yok KDV, yok sigorta...Hele o zıpçıktı Özal'ın icadı olan PEŞİN VERGİ yok mu?..Peki, ÜRETİM böyle de İHRACAT farklı mı?.. Yoo!..
Biz Bakanlıklar kendileriyle ilgili hususlarda düzenlemeler yapmalarına karşı değiliz!.. Ancak bunlar TEBLİĞ-KARARNAME olarak yayınlanır, sonra sadece bir merci bunları takipten sorumlu tutulur... Meselâ BELEDİYE... Belediye'deki İŞYERİ AÇMA, DENETLEME, KOORDİNASYON kısmında bütün bu tebliğler bulunur, her birinin uzmanları olur. Böylece tek bir yerden vatandaş hem NELERDEN SORUMLU olduğunu öğrenir, hem de NELER YAPMASI gerekiyorsa yapar, bir an evvel ÜRETİM'e geçer... Takip işini hem BELEDİYE, hem de ilgili Bakanlıklar yapabilir, çıkan aksaklıklar da KOORDİNASYON sayesinde düzeltilir.
Netice itibariyle her işte pek çok İLGİLİ olabilir ama, sadece bir TEK YETKİLİ vardır!.. O da yetkisini suiistimal ederse, canına okunur!..
Gördüğünüz gibi, savunduğumuz bir DİKTATÖRLÜK değil!.. Tersine, denetimsiz ve güçsüzlükten pek çok organda oluşmuş KÜÇÜK DİKTATÖRLÜKLER'in devrilmesi!..
(19) - ATATÜRK'ün bundan sonraki sözleri, MİLLET'İN İRADESİ'ni ve HAKİMİYETİ'ni en iyi şekilde ülke idaresine yerleştirmek için geliştirdiği fikirleri yansıtır.
ATATÜRK HÜKÜMET olmanın amacının bir grubun menfaatlerini diğerlerinden üstün tutmak olmadığını, çok açık olarak ifade etmiş!.. Böyle bir şey zaten CUMHURİYET(HALK İDARESİ) kavramının ruhuna da ters düşer... Öyleyse, belirli grupların menfaatlerini ön plana çıkartan partiler kurulamaz. Yani İŞÇİ Partisi, KÜRT Partisi, ALEVİ Partisi, ESNAF Partisi kurulamaz!..
Çünkü böyle partiler, kendi temsil ettikleri gruplara avantaj tanıyacakları için, mesela hiç bir zaman iktidara gelme ihtimali olmayan doktorlar grubu, bilgisayarcılar grubu ezilecektir.
Bu satırları okuyanlar şimdi diyecekler ki, "Bu sözler bana bir şeyler hatırlatıyor..."
Doğru!.. 1975-1980 ve 1985-1996 yılları arasında yaşadığımız gerçeklerin ifadesidir bu!..
Aynı DEVLET'e çalışan AMİR, MEMUR ve İŞÇİLER'den sadece işçilerin menfaatini koruyan sendikalar olduğu için; bir odacı, bir şoför aynı müessesenin genel müdüründen fazla maaş alır duruma gelmiştir!.. Ayaklar baş olmuştur!..
Aynı şekilde İstanbul belediyesinde çalışan bir çöpçü, DEVLET hastanesinde görevli bir beyin cerrahından fazla ücret alıyordu!..
Üstelik bu sendikacılar 1995 yılında ücret ve maaşları dengelemek için Başbakan Çiller'in "şimdiye kadarki uygulamayı sürdürüp istediğiniz zammı verirsem, DEVLET batar" uyarısına "DEVLET'i siz mi kurtaracaksınız?.. Bırakın, sizden sonra gelen düşünsün!" diye cevap vermişlerdi!..(1996) Bu hainler sözüm ona işçileri düşünürken, ülkenin geri kalan insanlarını, memurları, çiftçileri, esnafı, hatta işsizleri hiç umursamadıklarını ortaya koymuşlardı!.. Bu nasıl yanlışsa, işçileri taşaronun kölesi yapmak, memuru süründürmek te yanlıştır. Herkes yaptığı işin önemine göre hizmetinin karşılığını alma, refah mümkün olduğu kadar alt kademelere yayılmalıdır.
ATATÜRK ise ülkemizdeki bütün vatandaşların eşit olduğunu söylemekte, ve hiç birinin menfaatini diğerlerini ezecek seviyeye çıkarmasını asla uygun görmemektedir!.. Kastettiği dengedir.
Tabii bu, "herkes aynı ücreti alır" anlamına gelmez!.. "Aynı imkânlara sahip olur" diye düşünmek de yanlış olur... Herkes çöpçü olabilir, odacı olabilir, hatta şoför olabilir... Yani beyin cerrahı kendi çöpünü götürüp şehir çöplüğüne dökebilir ama, 1000 çöpçü bir araya gelse, bir beyin ameliyatı yapamaz!.. Yoksa, tabiatta iki kar tanesi bile eşit değilken, insanların tümden eşit olmasını istemek hayalperestlik olur.
Öyleyse meseleyi şöyle anlamak zorundayız: Biz insanlarımızdan daha fazlasının doktor, bilgisayarcı, iktisatçı, kalifiye işçi olmaya özendirmeliyiz... Ama bunu yaparken de zaruri hizmetlerimizi görenleri, çiftçileri, küçük esnafı, vasıfsız işçileri de ezmemeliyiz... Bir inşaat işçisi, bir odacı; bir doktor kadar refah içinde yaşamasa da, ihtiyacı olduğunda beyin ameliyatını yaptırabileceğinden emin olmalı, o doktorun nasıl hizmetini görülüyorsa, onun da sağlık hizmeti görülmelidir!..
Eşitlik, toplum içindeki bu tarz bir kaynaşmada yatar... Herkesin menfaatinin korunması, toplum içindeki bütün hizmetlerin birileri tarafından görülmesi, ama kimsenin bir başkasını ezecek bir konuma gelmemesi GERÇEK EŞİTLİK'tir ki, biz buna DENKLİK demeyi tercih ediyoruz... Tıpkı 1 kg. pamukla 1 kg. demirin denkliği gibi!..İkisinin de özellikleri, miktarı, hatta her şeyi farklıdır ama, AĞIRLIK'ları denktir.
İşte toplumda da çiftçilerin, doktorların, esnafın, öğretmenlerin, madencilerin, hakimlerin, askerlerin hepsi farklıdır, ama GEREKLİ'dir, ve bu yüzden de AĞIRLIKLARI DENK'tir.
Bir de aşırı zenginler ve yolsuzluk yapanların TOPLUM içinde imtiyazlı bir konuma gelmesi problemi var... Biz bunun çözümünü SERVET BEYANI ve VERGİ sisteminde görüyoruz... Yeri olmadığı için kısaca belirtelim: Kimsenin DEVLET'ten gizli SERVET'i olamaz!.. Onun için her bir fert (üzerine kayıtlı mal varsa, rüştünü ispat etmemiş çocuklar dahil) taşınır taşınmaz bütün kıymetli mal ve eşyalarını her yıl beyan ederler ve bir önceki yıla göre artış üzerinden VERGİ öderler... Bu beyana televizyon, çamaşır makinesi, cep telefonu, hisse senedi, altın ve yurtdışındaki hesabı da dahildir. Beyan edilmemiş mal, vergisi kaçırıldığı için, KAÇAK SERVET statüsüne girer; ya müsadere edilir, ya da çok ağır vergiye tabi tutulur... Böylece VERGİ'lenmemiş zenginlik veya fert kalmaz!..
SERVET BEYANI, DEVLET'in kendi MAL ve MÜLK'ünü de bilmesini sağlayacaktır... Kimse tapusunu ibraz edemediği BİNA VE TOPRAK PARÇASINA SAHİPLENEMEZ!.. üSTÜNE OTURAMAZ!.. Bu tarz MÜLK ancak DEVLET'e kira ödeyerek belli bir süre kullanılabilir... Ayrıca varisi bulunmayan bütün MAL ve MÜLKLER DEVLET'e kalır... DEVLET bunu ister satar, ister kiralar, isterse VAKIF kurar, isterse yararlık gösteren kişilere bağışlar.
SERVET BEYANI'nın bir başka yararı da RÜŞVET, SUİSTİMAL, ZİMMET, SPEKÜLASYON'la elde edilmiş haksız kazancın belirlenip yüksek VERGİ ve CEZA'ya tabi tutulmasını sağlamasıdır... Şimdiki hukuk sistemi RÜŞVET'i ancak suçüstü ile, SUİİSTİMAL'i de ancak "kitabına uydurulamamışsa" cezalandırabilmektedir... Halbuki bu tür suç işleyenlerin hayat tarzlarında ve servetlerinde gözle görülür bir artış olmaktadır... SUÇLU kişinin 1. derece ve soyadı benzerliği olan bütün akrabalarının SERVET BEYANLARI'ndaki kaynağı açıklanamayan bütün artışlar SUÇUN DELİLİ sayılmalı ve müsadere edilmelidir!..
Haa, burada bazıları "O zaman herkes servetini yurt dışına kaçırır," diyecektir... Yurt dışında BEYAN EDİLMEMİŞ SERVET'i bulunan kişi hem en ağır şekilde cezalandırırılr, hem de vatandaşlık hakları ile birlikte bütün mal varlığını kaybeder!.. İSRAİL kendi vatandaşlarının yurt dışındaki bankalara para yatırmasını bile şarta bağlamıştır!
Meseleye böyle bakan, bir kesimin diğerine haksız üstünlük sağlamasını önleyen hükümet, HALKIN HÜKÜMETİ olur!..
(20)- Burada ATATÜRK iyi bir hükümetin bariz vasıflarını vermiş!.. SADECE VE SADECE MİLLETİN KORUNMASI VE REFAHI İÇİN ÇALIŞAN HÜKÜMETLER'in MAKBUL olduğunu belirtmiş!... HUZUR, ASAYİŞ ön planda gelir... Bu da ADALET'e bağlıdır.
Biz bu satırları yazarken ülke 25 yıldır çeşitli iktidarların elinde olmasına rağmen, ANARŞİ ve TERÖR altında inliyordu... Alanya'da vatandaşlar arsa mafyasının tehditleriyle başa çıkamadıkları için gazetelere "DEVLET YOK MU?" diye ilan veriyorlardı!
PARSADAN adındaki üçkağıtçı ÇİLLER dahil olmak üzere pek çok kişiyi dolandırdığı açık açık söylüyordu... SÖYLEMEZ adındaki astsubay polis ve askerlerden oluşturduğu küçük ordu ile etrafı haraca kesiyordu!!! Kumarbazlar hakimleri satın alıp Belediye'nin kapattığı kumarhanelerini tekrar açıyorlardı!..(1996)
Peki, hükümet ne yapıyordu?.. Her fırsatta "Avrupa ile bütünleşme", "insan hakları", "daha fazla demokrasi" diye havanda su dövüyordu!.
1971 ve 1980 askeri harekatından önce, akşam saat 5'den sonra sokağa çıkılamazdı... Öğrenciler okula gidemez, esnaf haraç vermeden mal satamaz, vatandaş istediği gazeteyi okuyamazdı... Askerler geldi, bir ayda hepsi düzeldi!..
Bu duruma sebep olmuş politikacılar sonradan hep o günlerde "demokrasinin askıya alındığı"ndan dem vurdular!..
Şimdi sorarız: Bu DEMOKRASİ neme nem şey?.. İnsanlar öldürülünce, gece sokağa çıkamayınca, okula gidemeyince, çeteler etrafı haraca kesince; bırakın düşündüğünü söylemeyi, istediğini okuyamayınca VAR da; askerler gelip bu durumu düzeltince YOK!.. Kime yarıyor bu DEMOKRASİ, senin benim gibi vatandaşın rahat uyumasını sağlamıyorsa?..
(21)- Aslında ATATÜRK'ün HÜKÜMET'in görevleri olarak verdiği hususlar, DEVLET'İN GÖREVLERİ'dir... HÜKÜMET görev başında iken DEVLET'i temsil ettiği için, bu görevi üstlenir.
Eğer HÜKÜMET görevini iyi yapamamışsa, bu DEVLET'in de itibarını sarsar!.. Ama çatılacak kurum DEVLET değil, BECERİKSİZ HÜKÜMET'tir!.. Nedense bütün politikacılar, hatta iktidardakiler hep DEVLET'i kötülerler!..
Aslında sebep bellidir... Kendi beceriksizliklerini DEVLET'e yıkmak isterler!.. Çünkü suçlu şahısları tutuklarsın, ama DEVLET'e suçlu dersen neyi tutuklayacaksın ki?.. Böylece suçlular paçayı kurtarır... Lakin iş burada bitmez. Bu artniyetliler, fırsattan yararlanıp DEVLET'in elindeki imkanları da yağmalamak peşindedirler.
Artık herkesin bildiği bir örneği tekrarlayalım: İktidar partileri önce KİT'lere vasıfsız taraftarlarını doldururlar, sonra da bu DEVLET kurumlarını "verimsiz çalışmak"la suçlarlar!.. Çareyi de onları yok pahasına taraftarlarına, veya onları da atlatarak gavurlara satmakta bulurlar!.. Halbuki aynı kurumları ehil kişilerin elinde verimli çalıştırmak çok daha kolaydır, ama o zaman beyler ziftlenemez ki!..
Gerçek bir HÜKÜMET düşmanlara ve bu tip kötülere DEVLET'in KUDRETİ'ni gösterirken, kendi MİLLET'inden de DEVLET'in ŞEFKATİ'ni esirgememelidir!.. Bu KUDRET ve ŞEFKAT, halka DEVLET'in temsilcisi durumundaki DEVLET MEMURLARI tarafından yansımalıdır!.. Bu kişiler halkı HÜKÜMET'in samimiyetine de inandırmalıdır.
Ancak memurun halkı inandırabilmesi için, önce kendisinin HÜKÜMET'in samimiyetine, siyasetinin doğruluğuna inanması gerekir... Kendi durumundan EMİN, HUZUR içinde olması gerekir... Ne yazık ki, 50 yıldır gelip geçmiş olan hükümetlerden hiç biri, çalıştırdığı memurlara bu güveni ve huzuru verememiştir... Her yeni gelen hükümet, aynı partiden dahi olsa, DEVLET'e ve MİLLET'e hizmet değil; kendine hizmet istediğinden, memurlar hep tedirgin yaşamışlardır!..
Bu kişiler partilerin, hükümet fertlerinin değil; DEVLET'in ve CUMHURİYET'in memurlarıdır!.. Hiç biri kendine veya bir partiye, bir gruba çalışamaz!.. Gariban memurları buna mecbur eden kişi ve kurumlar, en ağır şekilde cezalandırılmalıdır!..